Pazartesi, Nisan 27, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ VATAN CEPHESİ


DP iktidarı Canım Yurdumda demokratikleşmeyi sağlamak iddiasıyla gelmiş, ancak uygulamasıyla ülkede cepheleşmeyi arttırmış, kendi dışındaki tüm siyasi güçleri tasfiye etmeye çalışmıştı. Bu uygulamalardan birisi de “Vatan Cephesi” adıyla maruf, DP’li olmayanları kapsayacak şekilde  ama özellikle de CHP’lileri hedef tutarak ötekileştiren ve vatanseverliğin ölçüsünü ancak CHP'ye karşı olmakta gören, bir anlayış neticesi, matah bir iş yapılıyormuşcasına mezkur cepheye katılanların  isimleri (ya da kendilerince oluşturdukları listeleri) Türkiye Radyolarında tek tek okunarak psikolojik üstünlük sağlamaya çalışılmış ve diğer taraftan goygoy koyunluğu ödevi tamamlanıyordu. Demokrasi getireceğiz diye yola çıkılıp, süreç içinde sırlar dökülerek gerçeğin ortaya çıkmasıyla, tek adamlığa karşıyız, yeter artık diyerek çıkılan yol, birkaç adamın toplumu nefes alamaz hale getirmesiyle neticelenmeye tam gaz gidiliyordu. Demokrasi demokrasi diyerek, demokrasinin en büyük açmazı ya da engeli toplumu kamplara bölme aracı olan cepheleşme ile nihayetleniyordu...

Başvekil Adnan Menderes, 12 Ekim 1958 tarihinde Manisa'da yaptığı bir konuşmada halkı DP'nin oluşturduğu Vatan Cephesi saflarında yer almaya davet ederken şöyle sesleniyordu; “Muhalefetteki arkadaşlarımızın vatanperverliğine bugün bir defa daha huzurunuzda müracaat ederek rica ediyorum. Kin ve ihtirası desteklemekte devam etmesinler. Vatana hizmetin hangi istikamette olduğunu düşünerek muhalefetin kötü gidişine paydos desinler. Anarşiye ve nifaka paydos dedikten sonradır ki, hakiki demokrasinin ve hürriyetin güneşi bütün parlaklığı ile ortaya çıkacak, milletimizin terakki ve tealisine giden yolu daha da aydınlatacaktır... politikadan ve ihtirastan vareste vatandaşların karşımıza kurulmuş olan kin ve husumet cephesine karşı vatanperverane gayretlerini birleştirip eserlerinin müdafaasına azmetmiş bir Vatan Cephesi kurulması… Bu cephe milletin hizmetinde hiçbir şeyden yılmadan çalışanların karargâhı olacaktır... Vatan Cephesi'nde birleşerek eserlerimizi hep birlikte muhafaza edeceğiz. Dünyada siyasi, iktisadi ve içtimai istikrarı örnek telakki olunabilecek bir mükemmeliyette olarak Türk milletinin bütün gayretlerini bu istikamet üzerinde tevcih edilmiş görmek bize nasip olacaktır. Türk milleti, tezvir ve nifakın peşinde değildir. Vatanperver duyguların manevi seferberliğini yapmış bir halde bulunmaktadır.” 24 Kasım 1958 tarihli Lüleburgaz konuşmasında; “muhalefet liderleri… güç birliği yapmaktan bahsediyorlar. Sanki karşılarında bir düşman halk varmış gibi Güç Birliği cephesi kurmak teranelerinin peşindedirler. Onların Güç Birliği adı altında giriştikleri maksadı şudur: Bir ehlisalip cephesi ile karşımıza dikilecekler.”, 14 Şubat 1960 tarihli İskenderun konuşmasında Adnan Menderes, “iktidara gelmek için bir usul bir yol olan nifakı ezmek lazım... İyi niyetli aziz vatandaşlarımızın nifakı bir defa ezip kahretmeleri ve Vatan Cephesi’ni kuvvetlendirmeleri milletçe yolunda bulunduğumuz hürriyet nizamının, hakiki demokrasinin eseri olacaktır” diyerek, aslında muhteremin demokrasiden ne anladığı, ona göre demokrasinin ne olduğu, özellikle de sinirlendiğinde beyin ifrazaatlarının dışavurumuna fren yapamadığı yukarıdakilere benzer yüzlerce beyannattan çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

Şüphesiz bu coğrafya kavli beladan bu yana, “uzlaşma kültürüne” yatkın insanların yaşadığı bir yer olamamıştır, bu anlamda yüzlerce örnek gösterilebilir ama tam da “demokrasiye” (daha o zaman ileri demokrasi icat olmamıştı) geçildiği iddiasının yeri göğü inlettiği döneme denk gelmesi, biz ve ötekiler ayrımının en keskin yaşandığı bir dönem olarak tarihe geçecektir, tıpkı aslı “McCarthycilik ya da ABD'liler için Kızıl Panik” olan Amerika’ya benzeme çılgınlığından mülhem tenkil çalışmaları gibi... Başvekil Adnan Menderes’in hararetle savunduğu ve adeta seferberlik ilan kabulu ile, tüm halkı, temelde çeşitli baskılar ya da yıldırma taktikleri de uygulayarak, özellikle de “din, milliyetçilik, antikomünizm” söylemlerini öne çıkararak, DP bünyesinde ya da etrafında toplayarak, adeta kin, husumet ve şer cephesi haline gelen “vatan cephesi”, tüm muhalifleri vatan haini ilan etmiştir. Benzer uygulamalar, ABD’nin de yoğun desteği ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti tarihinde her dönem sahne almış ve almaya da devam etmekte olup bu kafayla gidiliyor olması halinde de asla ve kata da sonlanmayacaktır.

İttihat Terakki iktidarı, İtiafçıları yok sayarak, Demokrat Parti, CHP yi yok sayarak, Adalet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Selamet Partilerinin oluşturduğu Milliyetçi Cephenin başta devrimci ve yurtseverler tüm muhalifleri yok sayarak, bugünkü AKP nin tüm muhalifleri yok saymasına ilham kaynağı olmuştur... Yaklaşık 1,5 ay sonra, Güzel Ülkem yeniden seçime gidiyor, görülüyor ki geçmişten ders alınmamış, seçimden sonraki dönemin gelişmelerini bugünden görmek için kahin olmaya gerek yok, kamuoyu araştırma şirketlerinin açıkladıkları tablolar gerçekleşirse eğer, cepheleşme vites arttırarak, bugünkünden daha büyük sorunlara yol açacaktır.

Büyük Şair Nazım Hikmet’in dizeleri ile; hasret ve daveti bir kez daha yineleyelim...

Dört nala gelip uzak Asyadan
Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim
Bilekler kan içinde
Dişler kenetli
Ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak
Bu cehennem, bu cennet bizim
Kapansın el kapıları
Bir daha açılmasın
Yok edin insanın insana kulluğunu
Bu davet bizim
Yaşamak bir agaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardescesine
Bu hasret bizim

 

Pazartesi, Nisan 13, 2015

... VE EVİNİZ YIKILIRSA YENİDEN YAPIN


“Ve eviniz yakılırsa yeniden yapın... tahılınız yakıldıysa yeniden ekin. Çocuklarınız ölürse daha çok doğurun. Sizi ovalardan kovarlarsa dağlarda yaşayın ama yaşayın. Hep liderler arıyorsunuz, hatasız güçlü adamlar. Hiç yok, sadece sizin gibiler var. Yaşarlar, değişirler, bırakırlar, ölürler. Liderler yok, sadece siz varsınız. Güçlü bir halk, süren tek güçtür. Amacımız topraktı, bir düşünce değil. Aileleri besleyecek buğday ekili toprak. Özgürlük bir kelime değil ama akşam evinin önünde güven içinde oturan bir adam. Barış bir rüya değil, dinlenmek, nezaket için zaman. Kafamda bir soru var: Kötü bir davranıştan iyi bir şey çıkabilir mi? Bu kadar şiddetin sonunda nezaket çıkabilir mi? Bu kadar cinayetten barış çıkabilir mi? Öfke ve nefret düşünceleri içinde doğmuş bir insan, barışı sürdürülebilir mi? Barış içinde yönetebilir mi, bilmiyorum? Öyle uzun zamandır savaşıyorum ki barışı anlayamıyorum.”

Yukarıdaki sözler; haksızlıklara, adaletsizliklere karşı halkın biriken hıncının patlaması olarak görülen, halen başta Meksika olmak üzere tüm Latin Amerika’da yoksul köylülerin ruhlarında yaşattıkları, Meksika tarihinin en radikal planı olan, toprakların kademeli olarak kamulaştırılması ve topraksız köylülere dağıtılmasını hedefleyen sürecin lideri, Emiliano Zapata’ya aittir...

Bilindiği üzere; Emiliano Zapata, 20. Yüzyılın başlarında ABD’li şirketlerin Meksika’ya gelerek doğal kaynakları önemli ölçüde kendi amaçlarına uygun kullanımı konusunda imtiyazlar elde etmesine ve mezkur müstevlilerin yerli işbirlikçilerinin yağma düzenine ve toprak sahiplerinin zorbalığına karşı mücadele etme amacı ile kurulan ve başta tamamen barışçıl yöntemler ile hareket eden ve barışçıl yöntemlerin işe yaramadığının ve karşı tarafın daha da pervasız saldırmaya başlaması üzerine de silahlı mücadeleyi benimseyen ve buna uygun örgütlenen köylülerin başına geçen, bilahare de “Ejército Libertador del Sur-Güney Kurtuluş Ordusu” adlı ordunun komutasını üstlenen, bir Latin Amerika Devrimci Halk kahramanıdır.

Emiliano Zapata Salazar 1879 yılında dünyaya gelir, ailesi, köylü nüfusun %97 sinin topraksız olduğu Meksika’da, toprak sahibidir ve görece iyi bir hayat sürmektedir. Başlangıçta iyi bir hayata sahip olmanın göstergesi sayılacak faaliyetlerde bulunur, özellikle de, revaçtaki rodeo ve boğa güreşlerinde boy gösterir... Lakin toplumsal gelişmeler, başta da toprak sahipleri ile merkezi otoritenin siyasal ve ekonomik zulümü karşısında, görece iyi bir hayata sahip, Zapata’yı politikleştirir ve “iyilerin seyirci olduğu dünyada kötülerin kazanacağını” bilen birisi olarak artık seyirci olamazdı ve de olmadı...

Toprak sahiplerinin sözünün geçtiği yozlaşmış rejimin yıkılması ve yabancı şirketlerin kovulmasıyla da bir toprak reformu yapılmasını, “toprak işleyenin, su kullananın” saikiyle de işledikleri toprağa ve kullandıkları suya sahip olunmasını hedefleyen ve bu amaçla da kurulan; lakin, sayı ve teçhizat bakımından merkezi düzenli orduya karşı çok zayıf görünen “Ejército Libertador del Sur-Güney Kurtuluş Ordusu”nun başında iken uyguladıkları gerilla taktikleri ile kısa sürede durumu lehlerine çevirmişler idi. 1910 yılına gelindiğinde; iktidardaki diktatör Porfirio Diaz’a karşı, muhaliflere yakın ve ülkedeki düzenin değişebilmesinin bir fırsatı olarak görülen Francisco Madero ile ittifak kurularak desteklenmeye başlanır. Bu yıllarda ülkedeki huzursuzluk ve gerilla gruplarının mücadeleleri ile 1911'de, Pancho Villa ve isyancı köylülerin desteği ile Porfirio Diaz yönetimi yıkılır. Yeni yönetim Francisco Madero önderliğinde “Meksika Devrimi”ni ilan eder, ancak başkan ilan edilen Francisco Madero, köylülere verdiği sözleri hemen unutur, mevcut mülkiyet ilişkilerinde en küçük bir değişiklik yapmaya yanaşmaz, Emiliano Zapata'ya toprak ve başka vaadlerde bulunarak konuyu geçiştirmeye çalışır, Zapata ise işbirlikçi ve satılık olmadığını açıklar ve yönetimindeki orduyla birlikte güneye çekilerek savaşmaya başlar. “Diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmek yeğdir” şiarının takipçisi, Meksikalı devrimci Emiliano Zapata, bir kısım eski yoldaşlarının ihaneti ile tuzağa düşürülerek peşindeki insan avcıları vasıtasıyla hükümet güçlerine teslim edilmiş ve 10 Nisan 1919 da da hükümet güçlerince öldürülmüştür.

Önemsiz insanların; Köylülerin bu yiğit önderi, Meksikalı devrimci Emiliano Zapata, bu ölümden sonra tam bir efsane haline dönüşür. “Güçlü insanı zayıf halk yaratır. Güçlü halkınsa, güçlü insana ihtiyacı yoktur” diyerek, tüm Dünya halklarına ve bugünlere selam yollamış bu yiğit devrimci, tüm diğer devrimci önderlerin tersine bir köylü olarak, hiçbir entellektüel birikimi olmamasına rağmen, “Yurda ve halkın özgürlüğüne düşman olanlar, her zaman halkın soylu davası uğrunda kendilerini feda edenlere haydut gözüyle bakmışlardır” diyerek te, öğretiminin olmamasına karşın, erişilen yüksek eğitimli, ahlak ve zekanın nelere kadir olduğunun adeta bir abidesidir.

“Toprağın sahibi olmaz. biz toprağa aitiz ve bize nimetlerini sunduğu icin doğaya dua etmeliyiz” diyen, Latin Amerikanın asi çocuğu Emiliano Zapata’yı bir kez daha, günümüze ışık tutması açısından, özlemle anıyoruz... Viva Zapata...

 

Pazartesi, Nisan 06, 2015

TÜRKMENİSTANA BENZEMEK–6


Dünü, bugüne, bugünü de yarına bağlayacak tespitleri yazmaya, “istiare” yoluyla devam ediyorum. Bakalım; konumları, yaşamışlıkları, tecrübeleri, topoğrafyaları çok farklı olmalarına rağmen, mezkur ülkeden hareketle hedef ülkenin tanım ve tarifi yeterince yapılabilecek mi?

Mezkur ülkenin eski ve yeni yöneticisi, uygar dünyanın ölçütlerini ülke yönetirken asla ve kat’a dikkate almadı ve almamaktadır. Bizde de kısa boylu şişman yönetici ile birlikte hayata geçirilen, akşam gönlünden geçenleri sabah yönetim ilkesi diye sunma ya da dayatma modeli, bu coğrafyada öykünülen yere taş çıkartırcasına geliştirilmiş ve nihayetinde öykünülen yer artık kendilerine öykünülmeye başlar hale gelmiştir. Akıl ve bilim dışı tercihlerin yönetim ilkesi haline gelmesi giderek bir metot, giderek bir alışkanlık, nihayetinde de kaçınılmaz olmuş ve insanlar için ise de makus kader... Hani, öyle ya da böyle her türlü şeyi söyleyerek bir devr-i sabık yaratmaya çalışır ve bu haliyle de yaratılan mağduriyet üstünden de akıllara ziyan hasılat-ı hikmet ve hasılat-ı selahiye devşirilmeye çalışılır ya, hayali cihana değer... İşte bu girişten bile, benzemenin ne tür ilzamlara yol açacağının ipuçları görünmektedir... Şahsi menfaat ve keyfiyetlerin, her şeyin önüne ve üstüne geçtiği bu ortamlarda bile, durumun vahameti görülmeyecekse, “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul-zurna az” sözünün haklı çıkması da kaçınılmazdır.

Bu genel giriş ve tanımlardan sonra, gerek iş seyahatlarında gerekse de çalışma hayatımın bir döneminde tanık olduğum olayları altalta sıralayınca, atılan başlıktan muradımın ne olduğu kolaylıkla anlaşılacaktır. 

Muhteşem ikilinin, birincisinin döneminde, üstelik de “tek millet, iki devlet” şiarının ciddi sahiplenicisi görüntüsünde olan muhteremin sonuçları itibariylede tam bir Türk düşmanı olarak sonuçlanan, kendi ülkesinde “Türkmenin Türkmenden başka dostu yoktur” uydurmacası mucibince ülkeyi bir önceki etaba göre daha şiddetle zapt-u rapt altına almanın, ülkeyi daha da içine kapatacak ve her türlü hukuksuzluğun meşru görülebileceği hale getirmenin yolu olarak, nerdeyse tüm dünyada benzerleri tarafından tekrarlanan mizansen olan, “suikast iddiaları” ile geniş ve ciddi tutuklamalara girişme çabaları asla unutulmayacak ve vebal ve günahı da, asli failler Türkiye’den gelenler ve erkete ve yatakçı Türkmenler rol dağıtımı çerçevesinde gerçekleştireceği senaryonun tusunamileri olan halüsinasyonlar neticesinde tam bir Türk fobisi oluşmasına yol açacaktır. O kadar büyük bir fobi oluşur ki, anlatmak mümkün değildir, ancak başkaca da bir çare üretilememesi ve maksat ve murada en uygun ülke olan Türkiye ile başta inşaat ve sonuçları itibariyle de iş kolaylaştırma harcamaları bölüşümü mucibince de perde önünde koyu bir dostluk görüntüsü verilmektedir. Neyse biz, yeniden, halüsinasyonların, keyfiyete haiz rüyaların dünya gerçeği sanılması sersemliği içinde yapılan saçma sapan karar ve uygulamaların sıralanmasına gelelim. Gelelim ki ülkemizde olan bitene bir anlam yükleme konusunda zorlanmayalım...

Bu kardeş ülke; ne yazık ki, yetiştirilen rengarenk ve hoş kokulu çiçeklerin, bu vasfının yani hoş kokmasının evcil hayvan beslenmesi nedeniyle engellediği savıyla, evcil hayvan beslenmesinin yasaklanması gerçeği ile bir dönem yaşamıştır. Şimdilerde durum nasıldır bilmiyorum...

İnsanların saç ve sakal uzatmalarının “devlet başkanı buyruğu” nedeniyle yasaklanmış olmasını bana daha önce söylemiş olsalardı resmen gülerdim, ancak “ikamet ve çalışma izni” almamım ardından, içişleri bakanlığı yetkililerinin yaptığı kontrollerde, pasaporttaki sakallı resmimin olmasına rağmen sakalsız oluşumu sorduklarında olabildiğince nazik bir biçimde yasak olduğunu duymam üzerine kestiğimi beyan edince, sanki doğru değilmişcesine, ülkede demokrasi olduğu her isteyen insanın sakal bırakabileceğini beyan etmişler idi. Burada bahse konu yaklaşımın “yasağın” kendisine olmadığı, sadece böyle bir yasağın beyan ediliyor olmasına olduğunu anlamak hiçten bile değildi, oysaki... Konu o kadar fren tutmaz bir hal almış ki, bayanların kısa saç bırakmasına karışılmasına kadar konu genişletilmiş idi... Neyse ki bu subuk uygulama sonradan ya kaldırıldı ya da görmezden ya da takip edilmezden gelinmeye başladı... Çok şükür ki, estetik ve moda işini bu kadar yakından takip eden ve bilen bir “Devlet Başkanı” var...

Banttan müzik verilerek üstüne canlı performans anlamına gelen “playback” müzik yapımı, bir devlet başkanı fermanı ile yasaklanmıştır, yine bu ülkede... Ferman özetle; “Türkmenistan’da bundan böyle, bayramlarda, düğünlerde, yaşgünü kutlamalarında, kültürel etkinliklerde playback fon müziği çalınmayacaktır”. Ancak bu kadar absürdlüğe de “makul” bir izah bulunması da şarttır ve aranan izah ise, playback müziğin Türkmen müzik sanatın gelişimi önünde ciddi bir engel oluşturmakta olup devletin bu engeli kaldırmak gibi bir görevi vardır... Çok şükür ki, sanat ve kültürel faaliyetlerini bu kadar yakından takip eden ve bilen bir “Devlet Başkanı” var...

Canım yurdumda da; yaklaşık 30 yıldan beri sürekli yasaklama hamleleri yapılmasına rağmen, bir türlü murada erişilemeyen “opera ve bale” nin yasaklanması konusu, Türkmenistan’da bir çırpıda ve tereyağından kıl çeker gibi çözülmesi de ayrıca demokrasi adına sevindirici bir hamle... Türkmen kültürüne uygun olmadığı için yasaklana... Nokta...

Görüldüğü üzere, benzemeye çalışılan ülkede işler “Türkmen tipi Başkanlık” modeli sayesinde kısa sürede çözülmekte, Türkmenistan demokrasisinin el freni olmayışı nedeniyle de, dünyanın en gelişmiş ülkeleri sıralamasında en önlerde saf tutması da sürpriz değildir... Nokta...

Pazartesi, Mart 30, 2015

KAÇMAK


“Niye kaçıyorsunuz? Durun burada, niye gidiyorsunuz? Peki niye kaçıp gidiyorsun o zaman? Nereye kaçarsanız kaçınız, sizi bulacağız. Madem dürüstsünüz neden kaçıyorsunuz” şeklinde efelenip, sahip olduğı gücün kendisini sarhoş, gözlerini kör etmiş olması haliyle meydan okuyor muhterem... Tam bir somun pehlivanı edası...

Peki; kaçmak sadece dürüst olmama durumu ile izah edilebilir birşey mi acaba? Sadece dürüst olmayanlar mı kaçar? Dürüst olanlar kaçmaz mı yani? Sadece sahtekarlar mı kaçar? Korkarak kaçanlar, başına muktedirlerin ne çorap öreceğini görerek kaçamazlar mı? Kaçmanın bir çaresizlik olma ihtimali nedir? Bir ülkeden kaçışlar ne zaman başlar, ne zaman artar, insanlar neden kaçarlar? Kaçışın hukuki ve sosyolojisi nedir?

Memleket yönetiminin son dönemine damga vurmuş olanlar, şu parti, bu parti ayrımı yapmaksızın söylüyorum, bilmiyorlar mı ki, gerçekte asıl kaçanlar bizzat kendileridirler... O kadar ki, kendi koydukları yasadan bile kaçıyorlar, kendi atadıkları polislerden bile kaçıyorlar, kendi tayin ettikleri mahkemelerden bile kaçıyorlar, gazetecilerin sorularından kaçıyorlar, halkın tepkisinden kaçıyorlar, vs. vs... Bu kadar kaçak güreşirlerken, başkalarını kaçak olmakla suçluyorlar, tam da keçinin, koyunun telden atlarken kuyruğunun kalkıp, malum yerinin görülmesinin arkasından takındığı tavra benziyor, takındıkları tutum.

Yazar Cemalettin Canlı; “O Çocuklar O Yapraklar” adıyla yayınladığı ve Zakir Koçak’ın, bazı hayatlar herkesin hikayesi görüsüyle, Tren istasyonlarında, 6-7 Eylül’ün Beyoğlu’sunda, Ankara gecekondularında, TİP’te, DEV-GENÇ’te, Kızıldere’de yaşananlarla, Ulucanlarda, Mamak’ta işkencelerin ve hücrelerin, Türkiye devrimci yolunun hikayesinin arka plan oluşturduğu ortamı yazdığı kitabın bir bölümünde, 27 Mayıs 1960 darbesi öncesinin muktediri Adnan Menderes ve ekibinin kaçış hikayesini anlattığı bölümde şöyle yazmaktadır.

“Darbe haberini Eskişehir’deyken alan Menderes, Kütahya’ya doğru kaçıyor. Malum, Menderes bir ara Kütahya milletvekilliği yapmış, bazı yatırımları da var. Dolayısıyla Kütahya’da saklanabileceğini düşünüyor. Bundan dolayıdır ki Kütahya’da olağanüstü önlemler alınıyor.

Ben daireden çıktım, vilayet’in önünde silahlı olarak üç havacı binbaşı ve bir de inzibat yüzbaşı konuşuyorlardı. Konuştuklarından Menderes ve yanındakileri Kütahya’ya girmeden enterne etmeyi düşündükleri anlaşılıyordu. Kente girdiklerinde halkın sahip çıkmasından korkuyorlardı. Araçlarına binerek Eskişehir yönüne hareket ettiler. Ben de arkalarından gittim.

Kütahya çıkışında, Azot sanayine yakın bir noktada haki renkli steyşın bir arabanın yaklaştığı görüldü. Ben yavaşladım. Haki steyşın durdu, ama onları karşılamaya giden asker dolu araç son sürat haki steyşının üstüne gitti. Gelen haki steyşından inen üç kişi araziye doğru kaçmaya başladı. Ben sağa çekip dururken binbaşıların kaçanların peşinden “dur” diye bağırdıklarını duydum. Kaçaklar durdu, ellerini başlarının üstüne koyup yaklaşmaya başladılar. Önde Menderes, arkada Hasan Polatkan ve geride Tahsin Yazıcı vardı. Alıp arabalarla şehre getirildiler, ben de daireye geri dönüp olanı biteni anlattım. Sonrası malum.”

Muktedirlerin gazabından, hiddetinden ve şiddetinden kaçan garibanların durumunu, hadi güzel güzel kulplar bularak, açıklıyorsunuz, mezkur kaçışları suçluluğa bağlıyorsunuz, velev ki doğru, yukarıda kısaca anlatıldığı üzere, dönemin muktedirinin bu kaçışını ve korkusunu neye bağlayacaksınız...

Son söz; Dünya şairi, büyük usta Nazım Hikmet’ten, korkuyu iyi tanımlayan bir şiir olsun...

TARANTA - BABU'YA
SEKİZİNCİ MEKTUP

Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU!
Tek başına
      yapayalnız
              karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
                                  bağıra bağıra
kendi sesiyle uyanarak,
korkuyla tutuşup
               korkuyla yanarak
durup dinlenmeden konuşuyor.
Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU
çok korktuğu için
               çok konuşuyor!.

Cuma, Mart 20, 2015

DENGELER


Sermaye sahiplerinin asla doyurulamadığı bir sistem olan kapitalizmi, özgürlüklerin rejimi zanneden zavallıların, Canım Yurdumun siyasi ve ideolojik olarak aslına tamamen yabancılaştırılarak, 1940 lardan sonra da müstevlilerinin kendi amaçlarına uygun, bilinen jargon “soğuk savaş” kapsamında yaratılan “anti-komünist” yapılanma öncülüğünde, askeri yüksek teknolojinin siyasi temsilcisi konumundaki Emperyalist ABD’nin estirdiği rüzgarın sarhoşluğunda, bir hayli de militanca atılan bir slogan vardı, “kahrolsun komünizm”... İşbirlikçi ve sağcı ideolojinin, malum propaganda etkisi altında ve asla herhangi bir ilave çaba göstermeksizin pasif öğrenicilik kolaycılığı ile bu kabil yaklaşımları göstermiş olmasını ne yazık ki yıllarca, tüm karşı çıkışlarımıza ve koyduğumuz çekincelere rağmen dinledik... Diğer taraftan, sol cenahta da, Çin Komünist Partisi ve Arnavutluk Komünist Partisi’nin yoğun etkisi altında kalan, tamamen onların gözü ile gören, onların aklı ile analiz yapan, gerek canım yurdum ve gerekse de enternasyonal düzeyde başka gruplar vardı ve “kahrolsun Sosyal Emperyalizm” ve “Kahrolsun Sovyetler Birliği” diye diye bir yol tutup, tüm eleştirilere kulak tıkayarak, varsa yoksa, Sovyetler Birliği’nin yıkılması rüyasıyla yatıp kalkarlardı... Hele ki Canım Yurdum, kurtuluş yıllarındaki “emperyalist blok” karşısında varolma savaşı verirken, büyük bir akıl tutulması ile olsa gerek, Sovyetler Birliği’nin yaptığı destek ve yardımları unutarak, beğenilmese de Cumhuriyetin ilk yıllarında enternasyonal düzeyde tutturduğu “denge politikasını” hiç düşünmeksizin terk ederek, II. Paylaşım savaşının muzaffer ve mağrur gücü ABD Emperyalizmi yanında saf tutarak, anti-komünist ve anti-sovyet tutumunun “koçbaşı” olmayı tereddütsüz kabullenmiştir, ölsem de gam yemem gayri. Son tahlilde ve zımnen, gerek sağ blokta ve de gerekse de sol blokta, çok farklı gerekçelerle ve farklı ideolojik tanımlamalarla da olsa, konu ve hedef “Sovyetler Birliği” olunca, aklı baliğ ve devrimci tutumu içselleştirmiş bloktan da, Sovyetler Birliği üstüne gerçekçi olmayan bu analiz ve tespitlere, kendilerinince de olan analiz ve tespitleri ortaya koyarak karşı çıkışlar olmakta idi, şüphesiz... Yaşanan acı deneyimler ve sancılı dönüşüm ve sıçramanın, sonradan aklı baliğ Devrimcileri haklı çıkarması bir kenara, kaldı ki artık bunun en azından Sovyetler Birliği yıkılması ve Dünyanın tek başına bir zulüm imparatorluğuna terk edilmişliği dışında bir önemi de yoktur... Artık Dünya tek kutuplu hale geldi, astığı astık, kestiği kestik, çaldığı düdük, zulüm imparatorluğu başta kendi ve yakın müttefikleri olmak üzere lehte ne varsa o yönde karar alıp uygular hale geldi, adeta kendi çalıyor kendi oynuyor... Evet bu konuda emeği geçenlere ABD Emperyalizmi, müteşekkirdir herhalde...

Gerek yerel ve gerekse de enternasyonal düzeyde, savunulan ve mezkur savunuya dayalı hamlelerin, son tahlilde kimlerin işine nasıl uygun ortamlar hazırladığı, ne yazık ki bugün de anlaşılamamaktadır... Dün zımnen yaşananların bugün aleni hale gelmesi bile, sınıflar açısından olmasa bile geniş halk kitleleri açısından ne tür tuzaklar doğurduğu ve yarattığı, övendire görevi yapamıyorsa, daha ne söylenebilir ki, ilaveten... Dün karşı çıkılanların, bugün içimizi kanatıyor olması bile, bir halta yaramamışsa, o günkü zımnen kurulan ittifakların, kimlerin değirmenine su taşıdığı hala görülemiyorsa, daha ne söylenebilir ki, ilaveten... Despotlara karşı çıkılıyormuşcasına yaratılan janjanlı ideolojik ortamda, “yetmez ama evet” tarzı ittifaklar oluşurken, akla davet edenleri, dudak bükerek, küçümseyerek ya da en hafifinden gülümseyerek karşılayanların, bugün gelinen noktadan rahatsız olmamaları, akli körlüğe mi yoksa akli kötülüğe mi yorulacak varın siz düşünüm gayri... Bir taraftan “Türbanın insanı özgürleştireceği” savlanarak sosyalistlik taslanması, diğer taraftan zulmün ve despotizmin ideolojosi karşısında “işbirliğine hazırız” hafifmeşrepliği takınılması karşısında sessiz kalınması, tarafsız olunması iddiası bile, bir taraflılık tercihidir. Bu konuda kimse gak guk ederek, uzun uzun analizler yapmasın, konu yeterince açık ve seçiktir. Sonradan dökülecek timsah gözyaşlarının, dün güzel güzel yenilen hurmaların, çıkarırken tırmalamalarına perdeleme yapacağını yiyeceğimizi asla ve kata zannetmesin... Sizlerin sorunlarınızı çözenlerin bizlere itelediği faturalar, yeterince kabarık oldu, sizlerin sulh ve salahınız adına, bazı münkir, münafık ve zındıklara ait olması gereken sloganlar, yenilir yutulur cinsten değil, hatta hayatımızın ayrılmaz parçası oldular, diye itiraz eden insanlara kulak verin, anlamaya çalışın, empati kurun ve bu daveti yapanları da hoş görün, derlerse de fazla itiraz etmeyin...

Sovyetler Birliği yıkılsın, yok olsun diyenlere dediklerimizi, şimdi de CHP yıkılsın, yok olsun diyenlere, söylemek istiyoruz... CHP içindeki Gerici, Faşist ve Yobazları hedef göstererek kendilerine hoşgörülü bakılması talebi ile davet yapanlara, hatırlatılması gereken yegane şey, içlerindeki, Yobaz, Faşist ve Gericilere bakmaları gereğidir. Dün CHP lilere; “Yahu Ekmeleddin İhsanoğlu’nu nasıl içselleştirdiniz”, “İçinizdeki Faşistlere nasıl katlanıyorsunuz” şeklinde sorularımızı, bugün, bu iddia sahiplerine tevdi ediyoruz, yoksa “biz sosyalistiz” kolaycılığı içinde bunlar kapatılamıyor... Ayrıca ve ilaveten “sosyalizm” öyle sizin bildiğiniz kadar sığ ve basit değildir, diyelim ve şimdilik bunlarla iktifa edelim... Sosyalizm, ne zamandan beri “Saidi Nursi” anma toplantıları yapmaya cevaz veriyor diye sorarlar adama, mazallah... Artık yapılanlar sıradan örnekler olmanın ötesine taşındı ve sabırları zorluyorlar, biline... Çıta “sosyalizm” olarak konulunca gözler kamaşıyor herhalde ve görülmesi gerekenler de görülmüyor gayri ve galiba...

Pazartesi, Şubat 23, 2015

TÜRKMENİSTANA BENZEMEK–5

Türkmenistan’da çalıştığımız yıllarda; bazı anılarımızı, bugünümüzü yarına bağlayacak gelişmelerin analizinde faydalı olacağı mülahazasıyla kısa kısa yazmanın, tam zamanıdır… Türkmenistan’ı bilenler için bir yazı olmayacağını söylemenin bir anlamı yoktur sanırım, zaten onlar orayı iyi bilirler ancak geniş kitlelerin oraya da gitmiş olma ihtimalinin olamayacağından bu yazı, bir taraftan bilenlere hatırlatma diğer taraftan da bilmeyenleri bilgilendirmeye yönelik olacaktır.

Bir dönem bizimle birlikte çalışan, eski İçişleri Bakanının kardeşi ki, bir dönem kendisi de önemli bir mevkide görev almış bir Türkmen arkadaşımızın anıları üstünden; şüphesiz ki daha başka gözlemlerimizle birlikte, sistemin analizi ve işleyişini gözler önüne sermeyi, müstakbel geleceğimiz açısından, tarihe not düşmek adına çok önemsiyorum. İçişleri Bakanı olarak, bir dönem bizimle birlikte çalışan iş arkadaşımızın kardeşi, haklı ya da haksız olma ihtimalinin hiç tartışmadan, görevden alınması ve akabinde kendisine reva görülen yaşam koşulları hiçbir insanın kabul edemeyeceği biçimde olup, hele hele bir dönem bakanlık yapmış olmasının vefasızlığının en yoğun uygulamasına engel olamamış olmasıdır. Ailesinin herhangi bir ferdinin kamuda çalışmasına artık izin verilmemesinin yanında, kendisinin sadece yaşadığı evin bahçesine çıkabilmesine izin verildiği, sülalesinin herhangi bir ferdinin herhangi bir nedenle bir başka ülkeye gitmesine bile izin verilmediği bir ortamı varın tahayyül edin gayri. Mezkûr ülkenin sistemi, tam da bugün gizli gizli canım yurdumun hedeflediği ya da önüne dayatılan sisteme bir dolu detaylar açısından çok benzemektedir. Şimdi bu sistemin; ilk Devlet Başkanının, gem vurulmaz halüsinasyonları ve kibrin aklı kör ettiği ruh haliyle yaptıkları, söyledikleri ve yazdıkları üstünden yan etkilerini, bir potpuri halinde sıralamaya başlıyorum.

Başşehrin en önemli binalarını, meydanlarını süsleyen “Halk,watan beyik Türkmenbaşı”, “Beyik Saparmurat Türkmenbaşı” gibi, tek adamlığın kutsanması, değerli “o” ve değersiz diğerleri dayatması, ayaktakımı diğerleri davranışını içeren sloganların sık görülmesi karşısında, bir resmi ziyareti sırasında Rusya Devlet Başkanı Putin’in eleştirisine hedef olunca, savunma hemen, “ben mi istiyorum, halk yazıyor, ben ne yapayım” biçimiyle olduğu rivayet edilir.

Şehir içi ulaşımda otobüs, troleybüs kullanımları, sosyalist dönemdeki kadar yoğun kullanılmasa bile, halkın büyük çoğunluğu hala ve büyük ihtimal ihtiyaç nedeniyle de hala sık olup, Devlet Başkan’ının geçiş saatlerinde, geçiş güzergâhına denk düşen seferleri behemehal iptal edilir, aynı güzergâhta otobüs duraklarında bekleyen insanlar behemehal duraklardan uzaklaştırılırlardı. Gerçi bunu şehir yöneticilerinin, “neden insanları duraklarda bekletiyorsunuz” diye Devlet Başkanından fırça yemeleri nedeniyle yaptıkları söylenirdi ama… Aslında, bu konu Devlet Başkanı’nın aynı geçiş güzergâhlarındaki evlerin pencerelerinin bile geçiş anlarında, güvenlik birimlerince kontrol edilip kapattırılıyor olması ile birlikte değerlendirildiğinde hiçte halk sevgisine dayalı olmadığı kolayca anlaşılır. Kendisine yapılan ve büyük ölçüde Türkiye’den gelen insanların karıştığı iddia edilen suikast girişiminin etkisi olduğu düşünülmektedir. Hatırlanacağı üzere; Devlet Başkanı’nın geçiş güzergâhında, kendisine kalabalık bir grubun ağır silahlarla ve roketatarlarla saldırdığı iddiasıyla, adeta cadı avı başlatılıyor ve büyük bir tutuklama operasyonu gerçekleştiriliyor. Ancak, bu çaplı büyük ve şehrin göbeğinde yapılan suikast girişimi halk tarafından pek duyulmuyor ama olaydan sonra hedef olmuş ve ciddi hasar görmüş araçlar rahatlıkla sergilenebiliyordu. Ne tuhaf değil mi, başka ülkelerde de bu kabil hikâyeler hem anlatılır hem de gerçekleşti diye hikâye edilir, işte tesadüf, ne diyelim…

Oralarda bulunan insanların büyük ihtimalle dinlemiş olduğu bir başka trajikomik bir hikâye çok rahatlıkla ama işitme engellilerin kullandığı dille anlatılır. Dönemin “Karayolları Bakanı” bir sabah işe geldiğinde, birden önü güvenlik ekibi tarafından kesilir ve artık bakan olmadığı ve kendisinin artık arazide çalışan bir işçi olduğu bildirilir… Artık eski bakan, arazide kürekle çalışmaya başlamıştır… Kalkar giderim, çalışmam, kaçarım ülkeden, onlar kimmiş de beni bu şekilde çalışmaya zorlarlar diye düşündüğünüzü kolayca tahmin edebiliyorum ama oranın gerçekleri hiçte öyle değildir, yedi sülalenizin tek tek analarından emdiklerini burunlarından fitil fitil getirirler, gerçeği çok çarpıcı ve yakıcı durmaktadır.

Bakanlar kurulu bazen naklen bazen de banttan tamamen yayınlanır, vatandaş ilgi ile izler, Devlet Başkanı’nın Bakanları başarısız olduklarını düşündüğü konularda, çocuk azarlama kabilinden azarlamasını büyük bir haz ile anlatırlar… Neden buğday yeterince yetişmedi, pamuk neden yeterince yetişmedi, filan firma neden inşaatı bitiremedi gibi, çok çeşitli şartlara ve parametrelere dayalı izah edilmesi gereken konuları bile, o andaki ruh haline bağlı olarak değerlendirip, Bakan’ı azlediyor, ruh halinin vahametine bağlı olarak ta Bakan kapıda kendisini bekleyen, kolluk güçlerince tutuklanabiliyor… Kolayca anlaşılacağı üzere; “Bakanlık” gibi siyasi sorumluluk ve makam yerine, bizdeki şu andaki duruma göre genel müdürlük bile olamayacak düzeyde bir teknisyen makam… Tamamen, “top man and others” batılı deyimiyle, devlet örgütlenmiş durumda, demokrasi bu değilmiş kimin umurunda, varsa yoksa “yaşuli”… Devlet Başkanı, gece rüyasında kaybettiği annesini görüyor, bir şiir okuma ihtiyacı ve ruh hali oluşuyor, hemen TV’de canlı yayına bağlanıyor, diğer yayın behemehal durduruluyor, muhterem hiç şiire uygun olmayan hali ile şiiri okuyor, arkasından vatandaşlara gerekli nasihatleri veriyor… Kafasına göre haftanın günlerinin ve yılın aylarının adını değiştiriyor, örneğin; Nisan ayı, muhteremin annesinin adı olan “Gurban Sultan” oluveriyor. Eylül ayını kendi yazdığı kitabın ayı “Ruhnama”, Cuma gününü “Annagün” olarak değiştirebiliyor.

Durum bu iken; çıkılıp, “ben bu ülkeyi ziyaret etmem, çünkü bir diktatör tarafından yönetiliyor” diyen eski Cumhurbaşkanını, bu durum zinhar diktatörlük değildir diye eleştir ve en sık gittiğin ülke haline getir.  Yaşasın başkanlık… Sevsinler bu düzeni…

 

Pazartesi, Şubat 16, 2015

TECAVÜZ MEŞRUİYETİNİN İKLİMİ

Kadından sorumlu bir bakan; “medya olayları abartıyor, kadına yönelik şiddet algıda seçiciliktir”
Yere göğe sığdırılamayan bir belediye başkanı; “anası tecavüze uğruyorsa, çocuk neden ölsün, anası ölsün”,
Çok önemsenen bir öğretim görevlisi; “kadın, yüzünü kapamalı”, “Parfümlüye cennet yasak”, “saç boyama dinen caiz değil”, “kadının evden çıkması caiz değil”, “dekolte giyene tecavüz edilmesi normaldir”,
Camilerde vaaz veren önemli bir hocaefendi; “Çalışan kadın fuhuşa hazırlık yapıyordur”,
TRT televizyonlarının müdavim tartışmacılarından; “hamile kadının sokakta dolaşması terbiyesizliktir”,
Yere göğe sığdırılmayan bir yorumcu; “6 yaşındaki kızlarla evlenilebilir”,
Aile danışmanı diye parlatılan bir hanım; “eşime bir hanım gösterdim”
Çok önemsendiği anlaşılan bir vakfın lideri; “annen de olsa dizinin üstü tahrik eder”,
TRT televizyonlarının müdavim uleması; “banyoda çıplak yıkanmak mekruhtur”,
İl genel meclis üyesi bir zat; “kızlar okuyunca, erkekler evlenecek kız bulamıyor”,
Ağlamaktan sorumlu bir bakan; “kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak”,
Bir il başkanı; “kadınları hafifçe dövüp korkutabilirsiniz”,
Bir efsane başbakan; “kadına şiddet abartılıyor, ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum”, polisin orantısız güç uygulaması karşısında tepki koyan bir hanımefendiyi hedef alıp, “bir tane kız mıdır, bir tane kadın mıdır”, ?
Kimlik aidiyeti başka bir ülkeye ait olduğu iddia edilen bir bakan; “kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek”,
Bir başka efsane bakan; “evdeki işler sana yetmiyor mu?”,
Bir başka bakan; “tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar”,
İnsan hakları komisyon bir milletvekili; “tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur”,
Üzerine titrenen sanatçı diye halka kakalanmaya çalışılan biri; “mini eteği giyiyorsan bas bas bağırmayacaksın”,
Göklere çıkarılan yargıçlar; “küçük kız çocuklarına tecavüz vakalarında rızası vardı kararı üreten”, “tecavüze uğrayan bağırmadığı için rıza göstermiştir”, “tecavüze yeltenip gerçekleştiremeyen hallerde yarım kaldı ceza indirimi uygulayan”, “tecavüzü kameraya alan sapık eski sevgilisi olduğu gerekçesi ile ceza indiriminden faydalanıyor”, “ruh sağlığı bozulmadı mütalaası ile ceza indirimi uygulayan”, “tecavüz neticesinde hamile bırakanı zaten bakire değildi diye ceza indirimi ile taltif eden”,
Konuşunca yeri göğü oynattığı söylenen, derin hoca diye sunulan üfürükçü başı; “öz kız çocuğumu kucağıma alıp sevemiyorum, çünkü tahrik oluyorum”

Şimdi bu beyanatların üstüne söylenecek bir şey var mı diye düşünebilir insanlar… Aslında gerçekten söylenecek bir şey yok, kelamın dama dediği noktadır burası… Sonuçta kolayca görüleceği üzere, ötekileştirmeyi ve şiddeti meşru kılan anlayış, sürekli biz ayaktakımlarının, kafasına nakşediliyor… Her tecavüz girişimine, şeytanın aklına bile gelmeyecek, numaralarla, hoşgörü, adalet tesettürü, sonra timsah gözyaşları… İşte şiddet ve tecavüzün iklimi böyle oluşuyor ve oluşturuluyor. Bu yazı; son günlerde büyük tepkiler yaratan, acımızı ve öfkemizi patlatan, hunharca işlenen ÖZGECAN ASLAN cinayeti üzerine kaleme alınmıştır. Bu katliam özelinde konu, bir kadın cinayeti, bir kadına tecavüz cinayeti olsa bile, aslında kendisini güçlü görenin güçsüze şiddet uygulama hakkı bulduğu, diğer güçlünün şiddet uygulayan güçlüye destek verdiği, ahlaksız bir düzenin lağımının patlamasıdır. Bir tarafı ile dini ve ideolojik olarak kadın-erkek eşitliği reddedilirken, erkek egemen kültür pekiştirilirken, diğer taraftan kadının güçsüz gösterilmesinden hareketle de, güçlünün güçsüz üzerindeki hâkimiyetinin kaçınılmaz olduğu kültürü yaratılmaktadır.

Canım yurdumun, yakın tarihinde “tecavüz” ve “şiddet” atbaşı sık sık başvurulan bir, yok etme, direnç kırma, tahkir ve kişiliksizleştirme aracı olarak bolca kullanılmıştır ve görüldüğü üzere halen de kullanılmaktadır. 12 Eylül işkencehanelerinin en önemli işkence aracı olarak tecavüz öne çıkmıştır, hem de erkek kadın ayrımı yapmaksızın, erkeklere jop ve şişe uygun görülürken, kadınlara ise resmen ve alenen tecavüz uygun görülmüştür. Peki, 12 Mart işkencecilerinden ve 12 Eylül sonrası siyasetçilerinden Turgut Sunalp ne demişti, jop ile tecavüz etme olayları için, “elimizdeki 20 yaşlarında taş gibi delikanlılar varken neden jop kullanalım”… İşte kafa bu, jop kullanmanın ayıp olduğu, yerine ise 20 lik delikanlıları kullanmanın dayanılmaz şehveti… Bu tür aşağılık yaklaşımlar ne yazık ki, bir yöntem olarak kullanıldı ve kullanılmaktadır. Daha çok yakın zamanda Pozantı cezaevinde çocuklara tecavüz edildiği ortaya çıkarıldığı zaman, tecavüzcülere herhangi bir yaptırım uygulama konusunda, iştahsız davranıp, araştırıyoruz, soruşturuyoruz, suç duyurusunda bulunduk, bulunuyoruz gibi gak-guk kabilinden konu savuşturulurken, konuyu araştıran kamuoyuna aktaran gazeteci “Devletin mahremiyetini ifşa etmekten” büyük bir iştah ile tutuklanırsa, millet te sorar, devletin mahremiyeti çocuk tecavüzcülüğümüdür diye… Ali İsmail Korkmaz’a sopalarla, bir sürü sapık ne idüğü belli olmayan güruh saldırıyor, dövüyor, dövüyor, dövüyor, döverek öldürüyor, sonrasında konu savsaklanırsa, sana söylenecek söz kalmıyor ama taraftarlarına söylenecek söz, “Allah müstahakkınızı versin” olabiliyor ancak…

Görüldüğü üzere, eteğin minisinden ziyade, aklın ve ahlakın minisinden korkmak gerekmektedir. Bütün bu rezil yaklaşımlara; “YETER BE” toplumu dumura uğrattınız, denmediği sürece, tüm bu olanlar zımnen onaylanmış olur… Kadın dövülebilir, kadın eve kapatılabilir, kadının kariyeri evi ve çocuklarıdır, kültürüne sahip çıkılırsa, şiddet ve tecavüzün sonunun gelme ihtimali sıfırdır…

Şimdi birde “idam edelim” gibi akıllara zarar bir şeyi kamuoyunun önüne atıp tartıştırıyorsun, bu iklimin oluşmasına engel olmazsanız, bunlara idam edersiniz yenilerini yaratırsınız… İklim vasatının ortadan kalkması önemlidir… Yolu da bellidir… Şimdilik şu kadarını söyleyelim, İran’da, Suudi Arabistan’da idam var, peki tecavüzler bitmiş mi, zinhar…

Ne yazık ki; şiddet hayatımızın merkezine oturmuş durumda, her şeyin şiddet uygulayarak çözülebileceği inancı zihinlere yerleşmiş durumda, behemehal şiddet ve tecavüzün iklim ve vasatını oluşturan bu anlayışın değiştirilmesinin yolu bulunmalıdır, aksi takdirde toplumun var olan tüm dengeleri bozulacaktır.

Pazar, Şubat 08, 2015

BİLGİSİZLİK GÜÇTÜR

Artık, günümüzü; ister işyerinde, ister kahvehanede, ister sokakta olsun, geometri ve matematik doldurmaktadır, Allah razı olsun, büyüklerimiz sayesinde, paralel di, değildi ile geometri, odalardaki, kutulardaki paralardan hareketle havuz problemleri ile de matematik, üstüne yapılan muhabbetler doldurmakta.

Bende bu kervana; çok bilinen ama az hatırlanan, bir formül ile dalıp, bilgisizliğin nasıl büyük bir güç olduğunu ispata çalışayım…

Bilindiği üzere, daha ilkokul ya da ortaokul sıralarında, öğrencilere; “Güç=İş / Zaman” diye bir fizik formülü öğretirler… Hani, gücü ya da işi zaman ile ilişkilendirip tarif etme, somuta indirgeme ve daha anlaşılır kılma adına… Burada, günlük hayatımızda çok kullanılan tarifler ile küçük değişiklikler yaparak, daha da kolay anlaşılır ve derdimizi ve meramımızı ifade edelim istedik… Kolayca bilindiği üzere insanlığın ittifakla kabul ettiği, birkaç önerme vardır, bilgi=güç, zaman=nakit gibi… Şimdi bunu, mezkûr formülde yerlerine koyarak, “Bilgi = İş / Nakit” haline dönüştürelim. Yine öğretilen içler dışlar çarpımı ile gerekli değişikleri yaparak (çekerek), “Nakit = İş / Bilgi” formülüne ulaşılır… Artık buradan ne anlaşılması gerektiğini uzun uzun anlatmaya gerek yoktur sanırım, bilgi ne kadar az ise, nakit o kadar çok olacaktır, yani bilginin fazla olması hiçbir işe yaramıyor, yani bilgisizlik daha önemlidir, açıkçası bu yaklaşıma göre bilgiye gerekte yoktur… Görüldüğü üzere ne kadar az bilgi o kadar fazla güç… Yaşasın “bilgisizliğin gücü”

Aslında; tam da şamata bir vaziyette, bize dayatılan biçimiyle, bilgiyi zaten batılılar üretiyor, neden biz de üretelim, hazırını ithal ederiz daha ucuz oluyor, fikriyatı ağır basıyor, bizim muktedirlerde. Gerçi lafı bu keskinlikte söyleyince de kimse kabul etmiyor ya da üstüne alınmıyor ama bütçe yapma kudretinde olanların kavli beladan beri bilim üretimine ayırdıkları bütçelere de bakınca, sırları dökülüveriyor hemencecik. Nedense bilim ve bilgi hep, hotzot ile iktidar sürdürmeye niyeti ve eğilimi olanlara uzak durmuştur ya da bu kabil muktedirler bilim ve bilgiyi kendilerinden hep uzaklaştırmışlardır. Onlar için varsa yoksa hurafe, menkibe, safsata vs. vs. Tam bir bekçi Murtaza, portresi ve şablonu…

Yahu Allah aşkına, yoksa bir ülkede, kitaplığına uygun ölçüde ansiklopedi arayan insanların bolluğu nasıl izah edilebilir, var olan hatta var olması da durumu değiştirmeyen kitaplıklarını misafirlerini ağırladıkları odalarda bulunduranlar nasıl anlatılabilir, her dönemde yasak kitap yasak yayın yasal düzenlemeleri yapılıyor olması nasıl açıklanabilir, bilim diye çağdışı öğretiler nasıl parlatılabilir, çağdaş sansür örneklerinden sayılan bir sürü abuk subuk, ama açıklamaya gelince de “asla sansür kuruluşu olmayan” kuruluşların olmasını nasıl izah edilebilir, vs. vs. Kim, nasıl izah edebilir, çok kitabı olanın çok okuduğunu hatta okuduğunu doğru anladığını, bakıyorum da toplum tam bir cilalı imaj dönemi yaşıyor, Allah selamet versin…

Peki, diğer taraftan, tek başına bilgi depolamak, çok bilgili olmak yeterlimidir, eğitimli bir kafaya sahip olmak için, zinhar…

İşte bunu çok güzel anlatan bir hikâye daha;  hani buda çok bilinen ama asla hatırlanmayan, hadi haksızlık etmeyelim, az hatırlanan diyelim…

Almanya’da bir lise müdürü, her öğretim dönemi başında, öğretmenlere şu mektubu gönderirmiş. “Bir toplama kampından kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. Bilgi ile donatılmış ve iyi yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, çok bilgili doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekleri, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar. Öğretimin çok iyi olmasından kuşku duyuyorum bu yüzden. Sizlerden istediğim ve beklediğim şudur. Öğrencilerinizin çok bilgili olmaları yanında, eğitimli ve vicdan sahibi iyi birer insan olarak yetiştirilmeleridir, bu yönde hiçbir çabayı esirgemeyin. Çabalarınız bu anlamda eksik olursa, öğrencilerinizin bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar haline dönüşmesi kaçınılmazdır. Matematik, tarih, kimya, din ve ahlak bilgisi, öğrencilerinizin daha iyi insan olmasına yardımcı olursa, önemlidir yoksa hiçbir önemi yoktur.”

Kıssadan hisse; iyi matematik, kimya, tarih, coğrafya, din bilgisi biliyor olmak, iyi insan olmak için yeterli değildir…

Bilginin ya da bilgili insan artışından beklenen, eğitilmiş kafa yaratmak, eğitimli kafanın, bilgi ile analitik düşünme kabiliyet ve marifetini arttırabilmektir. Yoksa yukarıdaki formül öngörüsü gerçekleşir, bilgi azaldıkça güç artar maazallah…


Pazar, Şubat 01, 2015

CİLALI ÖZELLEŞTİRME SONUÇLARINDAN TEDAŞ


Çeşme TEDAŞ; özelleştirmelerin genelde yarattığı güzelliklerin bahşettiği huş içerisinde, ceplerimize ortak olmaya devam etmekte, peki, sadece ortaklık etmekte kalıyor mu, hayır, ilaveten işkence kabilinden davranışlar da hiç eksik olmuyor ve ne derseniz deyin, ne yazık ki hiçte haksız çıkarılamıyor, hacıyatmaz gibi sürekli de haklı olmaya devam ediyor… Yeni uygulamaya başladıkları abuk ve de subuk faturalandırma ile de bıçak kemiğe dayanıyor…

Ocak 2015 faturaları geliyor; son okuma tarihi 31.01.2015, son ödeme tarihi 19.01.2015, fatura tahakkuk tarihi 08.01.2015…

Şimdi bu abuk ve de subuk faturalama tarihlerini fark ettin, ettin, etmediysen geçmiş olsun, uygulaması… Fark edenler açısından ne oluyor, hemen ilgili yerlere müracaat ediliyor, aaaa, bilgisayar sistemi hatası nedeniyle yanlışlık olmuş deniliyor, fatura düzeltiliyor… Nasıl düzeltiliyor peki, hemen bir dilekçe yazın deniliyor size, yahu madem hata sizin, biz neden dilekçe yazalım, demiş olsanız da, SS formülü ile dilekçe yazılıyor, ama Allahları var matbu dilekçeler hazırlamışlar, hemen yan odaya geçip talep ediyorsunuz, veriyorlar üstelik bir bedel de talep etmiyorlar… Bu dilekçeyi doldurmak ise KPSS sınavı gibi bir şey ama olsun, paralelseniz yardımcı da oluyorlar… Görünüşleri son derece asri, çünkü özel sektör kuralıdır, personel şık, alımlı ve güleryüzlü (bu kelimenin karşılığı olmasa bile) olacak ama kafaları boş (bu da yeni ülkemin yeni özel sektör kuralı) personel ile baş başa, Allah selamet versin gayri… Ancak, inanılmaz bir görevkeşlik içinde olsa gerek, vatandaşın da orada uzun süreler bekleyeceği öngörüsüyle, vatandaşa kitap okuması tavsiye edilir, aaaaa bak çantanızda bir kitabınız yoksa da dert etmeyin abiler ve ablalar sizi düşünmüş ve oraya biraz da kitap koymuşlar, maşallah bekleme sürenize de uygun ve de makul olabileceği düşüncesiyle her biri tuğla gibi kalın kalın kitaplar koymuşlar… Hadi iyisiniz, kitabı da beleşe getiriyorsunuz…

Bu arada, süslü mü süslü görüntüsü altında, tam bir “Mercedes görünümlü murat 124” alımı ve çalımı ile ortalıkta dolaşan, prezantabıl ama düşünme fonksiyon eksikliği içindeki genç kızımız, fatura üstündeki tüm bu tutarsız tarih belirtmelerini göstermenize rağmen, size “tutarlı olun” talimatı verme cüret ve yetkisine haiz olduğunu hissettiriyor. Azıcık iddialı bir durumda hatalarını anlatırsanız da hemen, bu süslü kızımızın yanındaki masalarda mesai eyleyen yandaşları da size “sessiz olun, çalışıyoruz uyarısında” bulunuyorlar, eğitilebildikleri seviyeye uygun bir lisan ile… İtirazınıza devam ederseniz de, “dilekçe ile bizi şikâyet edin” diyerek sırlarının döküldüğüne şahit oluyorsunuz… Hele birde “ben neden şikâyet edecekmişim, bekliyorum, siz beni şikâyet edin bakalım” dediğinizde de, artık cila falan da kalmıyor, ekşimiş suratları görüyorsunuz… Bu arada, muhtemelen şirketlerinin “nakit akışını” feraha kavuşturma gayreti içinde, gözleri paradan ve tahsilâttan başka bir şey görmeyen bu güruh, hiç tüketim olmadığı halde, mezkûr izahata binaen gerçekleştirdikleri faturalamayı iptal etseler bile, ödemede gecikme oldu diyerek “açma-kapama” bedeli altında bir geçirme de yapıyorlar… Özeleştirmelerin güzelleştirmelerini, göremeyenlere ithaf olunur gayri… Hele birde bu kadar yüksek bedel ödüyor olmamıza hiç önem vermeden size yardımcı oluyoruz, deme terbiyesizliği ve aymazlığı gösterilmiyor mu, kahrolmamak elde değil, adamın “sen bana yardımcı olma işini yap, sana dünyanın parasını ödüyorum lan” diye bağırası geliyor.

Değer mi bu olanlara be, “özelleştirme dostu olan vatandaşım” değer mi diyesim geliyor, hem daha çok para veriyorsun, hem daha kötü muamele görüyorsun, hem de haksızlığa itiraz edince de azarlanıyorsun, sizi kötü niyetlerine alet eden politikacıların “özelleşecek ve de güzelleşecek” yalanına (aslında başka bir şey ya, neyse) kanarak, sonuçta da sadece güzel bir mekânda hizmet almaya, hani bu mekânı da sizin için yapsalar da gam yemeyeceğim, cilalı binalar, cilalı personel ama eskisinden daha kötü hizmet… Aman ha aman, bu değerlendirme de zannedilmesin ki, malum parti ve hükümeti hedefe konuyor, hiç fark yok, “özelleştirmenin” adını ağzına alan herkes, her parti ve her siyasi görüş, hedefindedir bu iddianın… Hani, biz çalmadan özelleştireceğiz, biz daha iyi fiyata özelleştireceğiz, biz şeffaf özelleştireceğiz vs. vs. kabilinden iddialarda bulunanların da farklı bir şey yapmaları söz konusu dahi olamaz…

Özelleştirmenin son tahlilde artık serbestleştirilme olduğu da ortaya çıktı, hayırlı uğurlu olsun, kimsenin şikâyet hakkı da kalmadı…

Eskiden; devlet kurumu, köhnedir, personel ilgisizdir, maliyetler yüksektir gibi abuk subuk ve kesinlikle yanlış, hatta yalan yakıştırmalar neticesinde, üzerine yalandan methiyeler dizilen “özelleştirme”lerin artık gözümüze övendire sokması yetmiyor, şimdi de cebimize ellerini sokuyorlar ama maşallah hala durumu kavrayabilmiş değiliz… Yahu be adam deseler, özelleştirmeler öncesi, eğer tüketiminiz “0” (sıfır) ise fatura gelmezdi, şimdi öyle mi ya, “sayaç okuma bedeli”, “aydınlatma bedeli”, “TRT payı” gibi ödemeler sabit kalıp bir şekilde tahsil edilmektedir, bu söylenene kimse inanmaz değil mi, öyleyse devam… Yahu eskiden borcu olanın elektriği kesilince “açma-kapama” bedeli tahakkuku yapılırdı, şimdi öyle mi, son ödeme tarihini 1 gün geçse dahi, o bedel ödenmek zorunda… Hele bu özelleştirmeler neticesinde başarılı olup, dümene geçen firmalar açısından, kayıp-kaçak oranlarının yükseltilmesi, bağlantı bedeli, brüt kâr marjının yükseltilmesi, vs.vs. gibi ad ve nam altında, patronların ceplerini doldurmasının ve dolayısıyla kendi cebinin biraz daha boşaltılmasının acısını bile hissedemeyenlerin, “ne yapsınlar çok para verdiler ihaleyi aldılar, bunlar olacak” demesi var ya, süper valla…

“Her şey güzel olacak” başlıklı, herkesin bildiğini zannettiğim ama biraz müstehcen bir fıkra var, durumumuz aynen böyle, fıkrayı bilmeyenler bilenlerden öğrensin, olmadı, bana müracaat etsinler, anlatayım…

Sonuç olarak; Kamu malının, mülkünün; umumi olmaktan çıkarılarak özel ve güzel sektöre, hoppppppp kucağa edilmesinin adıdır, özelleştirme… Kapitalistleşmenin kaymaklı evresidir… Sürekli devlet memurlarını çalışmadan para alırlar diye suçlayanlar, özelleştirmeye yol açanların erketeliğini yapmaktan da utanmazlar, yahu bre zındıklar gâvur diye aşağıladığınız insanların devlet memuru olarak nasıl çalıştığını bir bilseydiniz…  Bre zındıklar kamu kurumlarının, direk-endirek personel dengesi ters yüz ederek, 1 e 5 iken, 5 e 1 e ben mi indirdim, ben mi bu verimsizliğin sorumlusuyum… Devlet don fanila üretmez hafife almasıyla başlayıp, bilahare kamu yatırımını itibarsızlaştırıp, finalde de yaratılan verimsizlik üstünden deyim yerindeyse belaltı vurarak, var olanı satmak ve sistemi yerleştirmek, buna halk arasında suyundan da koy derler ya…

Peki, TEDAŞ böyle de, Çeşme açısından İZSU farklı mı, zinhar… Bir başka yazıda da, o rezalete değineceğim…

Problemi özelleştirmeciler yaratmışlardır, problemin çözülmesi problemi yaratanlardan beklenmemelidir önermesi gereği davranıldığının bu topraklarda da bir gün görüleceğini umut etmekten başka çaremiz yoktur… Devlete özelleştirme, Özel sektöre güzelleştirme, Vatandaşa ise yerleştirme, hayırlı uğurlu olsun…

Pazar, Ocak 25, 2015

SERGEY PASSAD


Moskova’nın yaklaşık 75 km. kuzeydoğusunda yer alan ve Moskova’nın banliyösü olan, XIV. Yüzyıldan beri Rus Ortodoksları tarafından “Haç mekanı” olarak ziyaret edilen, Sergey Lavra Manastırının yüksek ve kalın duvarları içerisinde yer alan; Trinity Katedrali, St.Sergius Kilisesi ve Assumption Katedrali başta olmak üzere, daha birçok kilise ve şapeller bulunmaktadır. Özellikle “Assumption Katedrali” tüm benzer Rus kiliselerinde görülen mavi ve altın renklerle bezenmiş muhteşem soğan benzeri kubbeleri ile öne çıkar. Sovyetler Birliğinin kurulması ile faaliyetlerine son verilen manastır, II. Dünya savaşı sonrası yeniden kısmen de olsa faaliyetlerine izin verilmiş ve günümüzde ise UNESCO tarafından dünya mirası listesine ve dolayısıyla korumaya alınan bu dini merkez, halen yaklaşık 300 civarında rahip ve 1000 den fazla çalışanı ile Rus Ortodoksları için bir çekim merkezi haline dönüşmüştür. Bu haliyle de SERGEY PASSAD, başta hacı olmak isteyen Ortodokslar olmak üzere, onbinlerce turistinde önemli bir destinasyonu haline gelmiş durumdadır. Sovyetler döneminde adı “Zagorks” olarak bilinmekte olan Sergey Passad, 100.000 i aşkın nüfusu ile bir taraftan bir sanayi merkezi olmanın yanında, diğer taraftan Rus Ortodokslarının, Vatikan ile, tıpkı Rum Ortodokslarının iddiasına benzer şekilde “ekümeniklik” iddia ve çekişmesini de sürdürmekte olan çok ciddi bir dini külliye merkezdir.

St Sergius kilisesindeki Rus Ortodoks dini mimari tasarımının göz kamaştıran ihtişamı yanında, Trinity Katedrali, Kuyudaki Şapel ve Kutsal Ruh Kilisesi başta olmak üzere bol miktarda kilise ve şapellerinin ziyareti yanında, Assumption Katedra’inin göz alıcı, beyaz duvarları ile altın ve mavi renkli yıldız soğan kubbelerine hayran kalınmaktadır. Hıristiyanlığın temel inancı olan, “baba, oğul ve kutsal ruh” üçlemesine ithafen “Trinity Katedrali” adı verilen kilise ise; önceleri, Sergey Larva tarafından inzivaya çekildiği bu bölgede mürit ve takipçileri ile birlikte kurdukları bir “ahşap” bir ibadethane olmuştur. Lavra’nın ölümünü takiben, Tatarlar tarafından bir saldırıda yerle bir edilmiş olup, bilahare de, Lavra’nın azizlik mertebesine yükseltildiği dönemde yeniden inşa edilmiş ve bugünkü halini almıştır. Eğimli dış duvarları, altın kubbesi ile Rus kilise mimarisinin nadide örneklerinden sayılan bu yapı, diğer kiliselere ilham kaynağı teşkil etmesi yanında, gerek Aziz Sergey, gerekse de halefinin mezarlarını da bulundurması açısından da bir başka önem taşımaktadır. Katedral de gerek mezkûr azizlerin, kutsal emanetleri kapsamında bol miktarda sergilenen değerli eşyanın yanında, gümüşten yapılmış türbesiyle ve Andrei Rublev’in “ikonostasis”ini de barındırmaktadır.

Dünyadaki pek çok “Ruhani yapı ve külliyeler” içinde mutlaka “kutsal su” bulunan bir bölüm bulunur bilindiği üzere ve insanoğlunu günahlarından arındırdığına, hastalıkları iyileştirdiğine, büyü ve beddua gibi zararlı güç ve etkilerden koruduğuna, zararlı güçlerin etkisini azalttığına, insana din ve iman kazandırdığına canı gönülden inanılan ve de genellikle bir efsaneye dayanarak kutsiyet affedilen, su, buralarda gerek bedeli mukabili gerekse de bedelsiz olarak talep edenlere dağıtılır. Bilindiği üzere Müslümanlar için “Zemzem Suyu” kutsal iken, Katolikler için Selçuk “Meryem Ana” manastırındaki su kutsaldır ve Rus Ortodoksları içinde Mezkur kompleks içindeki kapalı mekanda bir haç üstüne monte edilmiş 2 adet çeşmeden akan su çok kutsaldır ve bu mekanlara ziyaret için ya da hac için gelen herkesin mutlaka aldığı da aşikardır.

Bugünlerde; her gün sabah saat 08:00 ile öğleden sonra 18:00 saatleri arasında ziyarete açık olan bu dini kompleks, hafta sonları dini ayinler dolayısıyla kapalı olması dışında görülebilir. Bu Ruhani merkez içinde dolaşırken etrafınızda bir taraftan bol miktarda, malum sakalları ve giysileri ile dua ederken ya da dolaşırken görebileceğiniz papazlar varken, diğer taraftan da etrafınızda inançlı Ortodoksların mum yakarak dua ettiklerini ve kutsal emanetleri öptüklerini görebilirsiniz. Yine merkez içinde bulunan “müze” pazartesileri hariç, hergün açık olup, içindeki muhteşem ikon koleksiyonu ile kraliyet portre koleksiyonu ilgi ile izlenebilir durumdadır. Moskova turuna katılmış herkese ve özellikle de zamanı varsa mutlaka ziyaret edilip görülmesi gereken bir ruhani merkez olarak tavsiye edilen bir yerdir, Sergey Passad. Kalınan otelden düzenlenen günlük turlara katılmanın mümkün olabileceği gibi, vakit dar ve grup ile gezme sevilmiyor ya da tercih edilmiyorsa, özel araç kiralayıp gitme şansıda var, ancak Moskova Metrosu biliniyorsa, en güzeli ama zoru ve yorucusu da “Komsomolskaya” Metro durağından, Yaroslav Tren İstasyonuna çıkarak demiryolu ile bu tur tamamlanabilir, ancak tren saatleri konusunda önceden bilgi edinilmesi şartıyla, ayrıca bilinmelidir ki, Rusya’da  trenler verilen kalkış ve varış programlarına sıkı sıkıya uyarlar.

Pazar, Ocak 18, 2015

TULA ŞEHRİ

Moskova’nın yaklaşık 200 km. güneyinde yer alan, müzeleri ve birçok tarihi eseri bulunan, Tula Şehrine yolumuz düştü… 500.000 nüfuslu bir kentte, aslında olması gereken kadar, küçüklü büyüklü onlarca müze bulunmakta olup her birisi kentin tarihi, kültürel ve ekonomik değerlerini yansıtmaktadır. Başta büyük yazar Lev Tolstoy’un müzeye dönüştürülmüş çiftliği Yasnaya Polyana olmak üzere; Şehir kalesi “Kremlin”, silah, semaver, pryanik denen bir çeşit pekmezli kek ya da zencefilli kek, akordiyon, savaş temalı açıkhava tarihi müzeleri bulunmaktadır.

Lev Tolstoy’un müzeye dönüştürülmüş çiftliği; Rus edebiyatının dev eserlerinden, “Savaş ve Barış” ile “Anna Karanina”yı yazdığı yer olarak tarihe geçmiş bulunmakta olup, hali hazırda yazarın mezarının da bulunduğu bu çiftlik, döneminde Rus aydınları için bir çekim merkezi olmuş, ünlü ressamlar, yazarlar, müzisyenler, besteciler, feylesoflar için zaman içinde uğrak merkezine dönüşmüştür. Ünlü yazarın doğduğu ve 60 yılını kitaplar yazarak, dergiler çıkararak, tarım yaparak geçirdiği şehir merkezinden yaklaşık 15 km. uzakta olan bu topraklar, şimdilerde de yerli ve yabancı turist akınına uğramaktadır. Diğer taraftan, semaverleri ile de ünlü kentin, semaver fabrikası kurucu ortaklarından birisidir aynı zamanda Lev Tolstoy…

Kuruluş yılı Moskova ile hemen hemen aynı olan Tula, Rusya tarihinin her döneminde büyük bir rol üstlenmişliği ile bilinir, Moskova’ya ulaşım yolu üzerinde son direniş noktası olarak ta, hep tarihteki yerini almış olarak bilinmektedir. Bu direnişin, yani, Moskova’nın düşmesine engel olunuşun tarihteki en şanlıları, Tatar işgal orduları ile Adolf Hitler yönetimindeki işgalci Nazi Almanya’sının Sovyetler Birliğini işgal planları çerçevesinde, tank savaşı üzerine geliştirdiği yıldırım savaşı taktikleri ile meşhur General Heinz Guderian’ın panzer birliklerine, karşı verilen savaşlardır. Sonuç itibari ile Nazi Almanya’sına karşı Sovyet direnişinin sembolü olan bu savaş ile 2.paylaşım savaşının belki de kaderi değişmiş oldu. Tula aynı zamanda, benzerleri içerisinde sayılan en eski Kremlin’e sahiptir, bilindiği üzere İtalyan mimarlar tarafından gerçekleştirilen Moskova’daki Kremlinden hemen sonra inşa edilmiş, bugün hala tüm görkemi ile ziyaretçilerine kapılarını açmış vaziyettedir. Kremlin içinde bulunan ve 1764 tarihinde inşa edildiği bilgisi verilen, 5 kubbeli katedral ise tüm şirinliği ve güzelliği ile ziyaretçilerine kapılarını açmış vaziyettedir.

Moskova ile 1867 yılından beri demiryolu ile birbirine bağlı olan, ağır sanayi ve el sanatları konusunda bir hayli gelişmiş olmakla birlikte, şehirde 5 adet üniversite ve enstitü bulunmakta olup adeta bu haliyle de tam bir öğrenci kenti görünümündedir.

Tula, diğer taraftan, silah üretimi konusunda da bir hayli eski bir tarihe sahip görünmekte ve yazılı kayıtlara göre 1724 yılından itibaren dönemin imparatoru tarafından, Rus ordusu için tüfek yapımına başlanılmış ve zaman içinde silah üretimin merkezi konumuna yükselmiş ve bugün hala fabrikada üretime devam edilmektedir. Tula Kremlin’i içerisinde, yaklaşık 10.000 eserden oluşan bir silah koleksiyonu müzesi bulunmaktadır. Sergilenen silah koleksiyonu, Osmanlı İmparatorluğundan başlayan, Hintlileri, Japonları, Arapları, İranlıları ve Kafkasyalıları da içine alan, çok geniş ok, kılıç, kalkan, balta ve gürz gibi akla gelen ve geçen yüzyıllara ait her türlü silahı barındıran 1. kat ve 20. yüzyılın modern teknolojisi ile üretilen her türlü silah, mühimmat, füze vs. gibi silahların 2. katta sergilendiği, son derece modern ve iyi dizayn edilmiş bir müze görüntüsü vermektedir. Hele dünya çapında en çok kopya edilen silah olan, Kalaşnikof bölümü ise en fazla zamanın ayrıldığı bölüm olarak görünmektedir, öyle ki mezkûr bölüme gelince ne yazık ki sizden önceki gruba verilen bilgi sunma hizmetinin bitmesi için bir hayli beklemek durumunda kalınmaktadır.

Semaver müzesine de ev sahipliği yapan Tula; bu anlamda Rus halkının günlük yaşamının önemli bir parçası olan çay içme ritüelinin boyutlarını yansıtması açısından da, göz kamaştırmaktadır. Mezkûr müzeye adım attığınız anda, anlıyorsunuz ki, semaver, bu insanlar için sadece bir su kaynatma ve çay demleme aracı olmaktan daha fazla mana taşımaktadır. Üretiminin yaklaşık 300 yıl önce başladığı ve ilk semaver fabrikası kurucu ortakları arasında yer alan Lev Tolstoy’un olduğu da düşünülürse, önemi haliyle artıyor müzenin. Sosyal iletişimin, hoş sohbetlerin bir aracı da olan, çay içmenin, hazırlandığı semaver Rusya’da her zaman önemsenmiştir. Müzede bulunan çok değişik semaverlerin her birisi neredeyse birer sanat eseri gibi sergilenmekte ve gerek gövdeler, gerek muslukları ve gerekse de kolları ve ayakları dikkate şayandır.

Tula adı ile birlikte anılan ve Pryanik denen pekmezli ya da zencefilli kek, oldukça meşhur olup ballı, üzümlü ve yemişli çeşitleri de bulunmakta olup önemine binaen de adına bir müze düzenlenmiştir. Yazılı kayıtlarda ilk defa 1685 yılında yer aldığı anlaşılan bu ünlü kekler, her türlü kutlama masasında mutlaka yer almaktaymış ve zengin fakir ayrımı yapılmaksızın herkesin masalarını süslermiş… Adına, yakınlarda bir de önemli bir bronz anıtın yapıldığını öğrendik.

Diğer taraftan, yine Tula adıyla özdeşleşmiş bulunan armonika üretiminin de merkezi olup armonika temalı bir de müzesi bulunmaktadır. Üretimine 19. yüzyılda başlandığı anlaşılan bu enstrümanlar, önemli bir ihraç kalemi oluşturmaktadır, anlayabildiğimiz kadarıyla…

Tula, daha anlatılacak bir sürü eser, kültürel-tarihi mekân ve olaya sahip ancak, yazımızın da bir sınırı var, devamı ileride olur umarım…

Pazar, Aralık 21, 2014

ÇEŞME’NİN ÇEŞMELERİ


Canım yurdumun; tarihi yayınlardan ve tarihçilerin anlatımlarından anladığımız kadarıyla, yüzyıllardan beri kentlerini ve köylerini, camiler ve köprüler dışında, süsleyen en önemli mimari figürü, üstüne onlarca türküler yakılan, başlarında, testilere su doldurulurken özellikle kadınların muhabbet etmesine olanak tanıyan, tarihi, kültürel ve aynı zamanda da sosyal yapılarıdır Çeşmeler…

Çeşme'nin; tipik Ege mimarisi özelliklerine sahip pek çok yapısının yanı sıra, adını aldığı Osmanlı dönemi “Çeşmeleri”de, bu mimari zenginliğine ayrı bir değer kazandırır. Kentimize, adını veren bu Çeşmeler, gerek yaptıranların, gerek yapanların, gerekse de başka yörelerden devşirilmiş mimari öğelerin, gerekse de seçilen malzemeleriyle, Anadolu’nun tüm kültürel özelliklerini taşıyan eserler olup, 1800’lü yılların başından itibaren, varlıklı ailelerin temsilcileri tarafından yaptırılan ve mezkûr aile temsilcilerinin isimlerini taşıyan ve Osmanlı mimarisi ve estetik sanatının yansımalarının birer temsilcisi niteliğindedirler. Akdeniz ve özellikle de Ege Denizi merkezli deniz ticaretini ellerinde tutan, ticaretin lideri konumundaki Cenevizlilerin, Çeşme’nin 9 mil batısında bulunan Sakız Adasını ticari bir üs haline getirmelerini müteakip, gerek ada gerekse de tam karşısındaki Çeşme, ticari önemlerine binaen ciddi anlamda ve büyük çaplı yerleşimlere mekân olmuştur, mezkûr tarih itibariyle. Batıya, ticari anlamda önem arz eden bir kapı olarak açılan Çeşme, dönem itibariyle ekonomik, askeri ve stratejik öneme haiz konuma yükselmiş ve bağlı olarak ta ticari hayat fazlaca hareketlenmiştir. Çeşme, ticari emtia deposu ve bunların ihracı için korunaklı ve güvenlikli liman olması yanında, ticari filolar için aynı zamanda başta su olmak üzere ikmal merkezi de olmuştur. Yerleşiminin ve bunun öneminin, konumuzu oluşturan çeşmelere yansımasını, çeşmelerinin sayısal fazlalığından anlamak mümkün olup, neredeyse her sokak başında bir adet yapılmış olmasının tek başına hiçte bir yarış ve de gösteriş olmadığının ifadesi olup, bir o kadarda ihtiyacın yüksekliğini göstermektedir. Tarihte yolları Çeşme’ye düşmüş tüm yerli ya da yabancı gezginlerin, “Çeşme’nin Çeşmelerine” gerek mimari özelliklerinin, gerek malzeme özelliklerinin öne çıkarılarak Çeşme’nin Çeşmelerinden söz etmiş olmaları, adeta tarihe bu anlamda not düşmüş olmaları tesadüfî olmasa gerektir.

İlçe merkezi planında yerleri belirlenen bu çeşmelerden en önemlilerinden birkaçı, Kaymakam Sadık Bey Çeşmesi, Ahmetoğlu Hacı Memiş ağa Çeşmesi, Hamaloğlu Hafize Rabia Hatun Heşmesi, Kabadayı Çeşmesi, Maraş Çeşmesi, Mehmet Kethüda Çeşmesi, Şerif Ağazade Seyidi Hasan Ağa Ailesi Hacı Saliha Çeşmesi, Memiş İbn-i Ahmet Çeşmesi, Mimar Mehmet Çeşmesi, Murabıtzade Hüseyin Kaptan Çeşmesi olarak sayılabilir… Daha önce de bahsettiğim üzere tarihi kayıtlarda yaklaşık 150 adet olmasına rağmen günümüze yaklaşık 15 âdeti gelebilmiştir. Genellikle kare ve dörtgen kesitli mimarilere sahip olup tek, çift ve üç cephede çeşme ve yalaklar bulunur şekilde inşa edilmişler, kesme taş ağırlıklı malzeme ile ancak mermer işçiliğin de güzel örneklerinin sergilendiği, suyun depolanması için geniş sarnıç bulunan yapılardır.

Çeşme’nin diğer özelliklerinin yanı sıra, başta Çeşmeleri olmak üzere, görülecek tarihi ve kültürel değerlerinin önemine binaen, gerek yurtiçi gerek yurt dışından gelenlerin büyük bir kısmı kesinlikle “Çeşme sevdalısı” olur çıkar… Görülecek ve dokunulacak bunca tarihi ve kültürel eserin varlığı, Çeşme’nin bunları iyi değerlendirdiği anlamına geliyor mu peki? Zinhar… Çeşme tatilinin, eğlence, dinlence, güneş, kum vs gibi özelliklerinin öne çıkarılmasının yanında, mezkûr merkezli tatilin yanında binlerce yıllık geçmişe sahip pek çok tarihi mekân ve kültürel değeri de gezme ve görme şansına sahip olabilirsiniz. İon uygarlığının 10 kentinden en önemlisi sayılabilecek Erytrai başta olmak üzere, Çeşmeköy harabe ve kalıntıları, tarihi M.Ö. 2000 lere dayanan Bağlararası yerleşkesi, kilseler ve camiler bu mekânların başında gelmektedir.

Su şebekesinin devreye alındığı tarihe kadar, kentlinin su ihtiyaçlarını karşılamasına yardımcı olan bu çeşmelerin, pabucunun dama atılması öyle zannedildiği gibi uzun yıllar öncesine dayanmamaktadır. Ne yazık ki, çok çeşitli ve hatta gereksiz bir dolu yere harcanan bütçelerin varlığına rağmen, son 30 yılda hemen hemen her yerel yönetimin mutlaka restore edeceğiz demesine rağmen, gerçekleşmeyen, hadi hakkını yemeyelim birkaç tanesi dışında gerçekleşmeyen, kaldı ki bu birkaç tanesinin restorasyonu da defi bela kabilinden yapılmanın ötesine geçmediği açıkken, hala bekliyor olmasının nasıl bir izahı vardır bilinemez. Defi bela kabilinden diyoruz, çünkü restorasyonu gerçekleştirilen birkaçı, profesyonel, uzman ve ehil gözler ve eller gerektiren çalışmalar olmasına rağmen, ne yazık ki, son derece amatör, konunun herhangi bir şekilde bilgisine haiz olmayan, hatta sıradan taş duvar ustalarına has özellikleri bulunan insanlar eliyle yapılmış olmasındandır. Aslında bu özensizlik, her fırsatta bize, tarihimize ve kültürümüze nasıl cevval ve cabbar biçimde sahip çıktıklarının propagandasını yapan büyüklerimiz tarafından büyük bir çelişki oluşturacak şeklide yapılmaktadır… O kadar ki; birkaç yerde tanık olmamıza rağmen, konumuz çeşmeler olunca bununla iktifa edelim ve eserin üstüne asılan yazıdan bahsedelim; “dikkat yıkılacak derecede tehlikesi yapı yaklaşmayınız”

Mermer ve taş işçiliğinde teknolojinin insanoğluna bahşettiği, yüksek kabiliyetli ve meziyetli imalatların gerçekleştirilmesine olanak sağlayan CNC tezgâhlarında; restorasyon işlerinde muhteşem sonuçlar alınmasına imkan yaratmış olup kentimize adına veren, çeşmelerin orijinal görüntülerine ve rölövelerine dayanarak restore edilerek Çeşme turizmine kazandırılma çalışmaları behemehal yapılmalıdır. Bir önceki dönemde umutlandığımız envanter ve rölöve çalışmalarının yapılmasının ardından, nedeni bilinmeyen şekilde durdurulan, restorasyon çalışmalarının, en azından bu yeni dönemde gerçekleşmesini beliyoruz.

Pazartesi, Aralık 15, 2014

FESTİVALLER KENTİ ADAYI ÇEŞME

2014 seçimleri öncesi, O zamanki Alaçatı, şimdiki Çeşme Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç ile seçilmesi halinde, neler yapmayı planladığı üzerine ettiğimiz sohbetlerin bir bölümünde, Çeşme’nin bir festivaller kenti olacağını ısrarla ve bıkmadan tekrarlayarak, şüphe ile karşılandığı hallerde de, büyük bir inanmışlık ve kararlılık göstererek, Çeşme yarımadasının değişik bölgelerinde yapılacak ve sonuçta da “meşhur Alaçatı ot festivali yanına, 8 adet yeni festival daha ilave ederek, 9 merkez, 9 marka, 9 festival diye yola çıktık" iddiasını hep göstermiş idi… “İlgili bölgenin kendine has özelliklerini öne çıkaracağız, örneğin “Germiyan Ekmeği” meşhur, neden onun üstüne bir festival olmasın, hiçbir festival hormonlu olmayacak, hepsi yereli yansıtacak” diye her fırsatta tekrarlaya gelmiş idi.

Evet; “Germiyan Ekmek Festivali” diye düşünülürken; “Germiyan Yöresel Lezzetler ve Sağlıklı Yaşam Festivali” gibi sadece adı değil içeriği de son derece zengin ve bir o kadar da yapaylıktan uzak ancak en önemlisi de yöre insanını da işin içine çeken hatta başrole oturtan bir sonuç oluşturulmuştur. Kendisine, yerel ve geleneksel yöntemlerle, doğal ve katkısız ekmek yapımını hedef seçerek yola çıkan, henüz yaygınlaşmamış ya da yeterince bilinemeyen yerel gastronomik zenginliklerin ortaya çıkarılmasına ve yerelden genele taşınabilmesine, tıpkı Alaçatı Ot Festivalinde olduğu üzere, aracılık etmiştir ve görünen o ki yıllar içerisinde daha da büyük önem kazanacaktır. Çeşme Belediyesi sponsorluğunda; “Alaçatı Sanat ve Kültür Derneği”nin, titiz ve başarılı çalışmaları ve “Bereketli toprakların büyüsü” sloganı ile yola çıkan festival daha ilk yılında, unutulmaya başlamış bazı yerel lezzet ve tatların yeniden güncellenmesi ve toplumsal değer ve kültür haline dönüşmesinin umudu olmuş gibi görünmekte olup, ilgili içerikle birlikte bu yöreden genele oluşacak bir farkındalık oluşturmaktadır. Her yıl 24–26 Ekim tarihleri arasında tekrarlanması planlanan bu festivalde, yöre halkı ile üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve nihayetinde yurdun çok çeşitli yerlerinden gelecek katılımcılar buluşacak; kapsamlı ve renkli ve bir o kadar da öğretici ve geliştirici hatta yöre halkı açısından teşvik edici bir faaliyet haline bürünecektir, görünen o. Tüm bu başarılı çalışmayı düşünen ve uygulayanlara teşekkür edilmelidir. Yöresel gıda ürünleri tanıtım ve satış stantlarının açılışı, basın toplantısı, geleneksel yöre giysileri ve fotoğraf sergisi, geleneksel ekmek yapım ve mutfak gereçleri sergisi, ekmek yapımı atölyesi, ekmek yarışması, ev sabunu yapımı atölyesi, kopanisti yapımı atölyesi, söyleşiler, konser ve geleneksel Yörük kına gecesi ve nikâhı ve düğün yemeği gibi içeriklerle donatılmış bu festivalin gelecek yıllarda daha çok başarılı olması, Çeşme Turizmine çok ciddi bir katkı oluşturacaktır. Ayrıca; yapılan ekmek pişirme yarışmasında; “Nohut ekmeği” ile “Ekşi maya ekmeği” gibi unutulmaya yüz tutan geleneksel ekmekler de yeniden hatırlanmıştır. Ancak bana göre; Germiyan ekmeği dışında 2 ürün mezkûr festivale damga vurmuş ve ulusal ve uluslararası düzeyde tanıtıma sunulmuştur, biri “Hurma zeytin” ve diğeri de “Kopanisti peynir”. Ekolojik koşullarda ağaç üzerinde tatlılaşarak, kahverengi renk alan, dalından düştüğü anda yenilebilecek mükemmel bir lezzete sahip ve canım yurdumda sadece Karaburun-Urla-Çeşme üçgenine bahşedilmiş bir zeytin olan Hurma zeytin ile keçi sütünden üretilen, üretim sürecinin uzunluğu ve meşakkatinin çokluğu nedeniyle, sadece evlerde üretimi sürdürülen ve peynirin, peynir suyu ile fermante edilmesiyle “acı ve kokulu peynir” olarak bilinen kopanisti peyniridir.

Bilindiği üzere daha önceleri; yine Alaçatı Belediyesi öncülüğünde organize edilen “Alaçatı Ot Festivali” 5 yıl önce temelleri atılmış olup, artık 3 günlük süren festivalin izleyicileri 50.000 ler düzeyine ulaşmıştır. Çevre, doğa, ekolojik tarımın öneminin her geçen gün arttığı dünyamızda doğal beslenmenin önemine dikkati çekmek, diğer taraftan yerelin demografik yapısını önemli ölçüde yansıtacak yerel beslenme kültürünü ve birikimini, genele tanıtmayı amaçlamış bir çalışma idi… Artık tecrübesi ve sonuçları itibariyle her geçen gün yeni açılımlar ve gelişmeler kat edilecek gibi görünen mezkur festival, çok yakında klasik olarak anılacaktır herhalde…

Ayrıca; açık deniz balıkçılığının en önemli gövde gösterisi haline gelen ve her ne kadar da zengin insanların ithal edilmiş festivali görüntüsünde de olsa,  “Alaçatı Sportif Balık Avı Turnuvası” geniş ölçüde kabul görmüş ve izleyici bulmuş, rüzgârın hiçbir şey esirgemediği Alaçatı’da “uçurtma festivali” ve “Uluslararası Kaybolan Lezzetler Festivali” de ciddi mesafeler kat edilmiştir.

Şimdi; yine Çeşme Belediyesinin öncülüğünde, Çeşme Kent Konseyi, Üniversiteler, Çeşme Ortak Yaşam Platformu, Ovacık Köyü Muhtarlığı ve Ovacık'lı üreticilerin ortaklaşa düzenlemeye hazırlandığı, “Ovacık Tarımsal Kalkınma Projesi” adı ile yeni bir festival düzenleneceğinin duyurusu yapılmıştır. Umuyor ve bekliyoruz ki, bu da diğer öncüleri ve benzerleri gibi uzun vadeli olur, bir taraftan üreticiye katkısı ve diğer taraftan da yerel değerlerin ulusal ve uluslararası düzeye taşınması işlevini gerçekleştirir. Amacı ise, ilgililer tarafından yapılan duyuruda; yereldeki lezzetli ve nadide ürünlerin, şifalı bitkilerin, yöreye has hayvanların yetiştirildiği tarımsal alanların korunması, organik tarımsal uygulamaların ve üretimlerin daha verimli ve sağlıklı sürdürülebilmesi, yörenin ürünlerinin korunması ve geliştirilmesi, yerel tohumlarla üretim yapılmasının temini, olarak açıklanan bu projenin de başarılı olacağı görünmektedir.  

Bakmayın siz; bazı münafıkların, İtalya “San Remo Festivaline” rakip bir festival devraldılar ama onu düzenlemeyi iptal edip yerine bu tür festivalleri düzenliyorlar gibi savlarla, festivallerin başarısını küçümsediklerine hatta itibarsızlaştırmaya çalıştıklarına, verilebilecek en doğru kararın bu olacağını artık “sağır-kör sultan” bile görmüştür. Yereli yansıtmayan hiçbir şeyin, yerelin insanına bir şey katmayacağı, hatta deyim yerinde ise, taşıma su ile değirmen dönmeyeceği atasözü mucibince ve sadece eğlence dünyasına yönelik sabun köpüğü misali elit birkaç konser ile konunun geçiştirilmeyeceği açıktır…