Pazartesi, Şubat 16, 2015

TECAVÜZ MEŞRUİYETİNİN İKLİMİ

Kadından sorumlu bir bakan; “medya olayları abartıyor, kadına yönelik şiddet algıda seçiciliktir”
Yere göğe sığdırılamayan bir belediye başkanı; “anası tecavüze uğruyorsa, çocuk neden ölsün, anası ölsün”,
Çok önemsenen bir öğretim görevlisi; “kadın, yüzünü kapamalı”, “Parfümlüye cennet yasak”, “saç boyama dinen caiz değil”, “kadının evden çıkması caiz değil”, “dekolte giyene tecavüz edilmesi normaldir”,
Camilerde vaaz veren önemli bir hocaefendi; “Çalışan kadın fuhuşa hazırlık yapıyordur”,
TRT televizyonlarının müdavim tartışmacılarından; “hamile kadının sokakta dolaşması terbiyesizliktir”,
Yere göğe sığdırılmayan bir yorumcu; “6 yaşındaki kızlarla evlenilebilir”,
Aile danışmanı diye parlatılan bir hanım; “eşime bir hanım gösterdim”
Çok önemsendiği anlaşılan bir vakfın lideri; “annen de olsa dizinin üstü tahrik eder”,
TRT televizyonlarının müdavim uleması; “banyoda çıplak yıkanmak mekruhtur”,
İl genel meclis üyesi bir zat; “kızlar okuyunca, erkekler evlenecek kız bulamıyor”,
Ağlamaktan sorumlu bir bakan; “kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak”,
Bir il başkanı; “kadınları hafifçe dövüp korkutabilirsiniz”,
Bir efsane başbakan; “kadına şiddet abartılıyor, ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum”, polisin orantısız güç uygulaması karşısında tepki koyan bir hanımefendiyi hedef alıp, “bir tane kız mıdır, bir tane kadın mıdır”, ?
Kimlik aidiyeti başka bir ülkeye ait olduğu iddia edilen bir bakan; “kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek”,
Bir başka efsane bakan; “evdeki işler sana yetmiyor mu?”,
Bir başka bakan; “tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar”,
İnsan hakları komisyon bir milletvekili; “tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur”,
Üzerine titrenen sanatçı diye halka kakalanmaya çalışılan biri; “mini eteği giyiyorsan bas bas bağırmayacaksın”,
Göklere çıkarılan yargıçlar; “küçük kız çocuklarına tecavüz vakalarında rızası vardı kararı üreten”, “tecavüze uğrayan bağırmadığı için rıza göstermiştir”, “tecavüze yeltenip gerçekleştiremeyen hallerde yarım kaldı ceza indirimi uygulayan”, “tecavüzü kameraya alan sapık eski sevgilisi olduğu gerekçesi ile ceza indiriminden faydalanıyor”, “ruh sağlığı bozulmadı mütalaası ile ceza indirimi uygulayan”, “tecavüz neticesinde hamile bırakanı zaten bakire değildi diye ceza indirimi ile taltif eden”,
Konuşunca yeri göğü oynattığı söylenen, derin hoca diye sunulan üfürükçü başı; “öz kız çocuğumu kucağıma alıp sevemiyorum, çünkü tahrik oluyorum”

Şimdi bu beyanatların üstüne söylenecek bir şey var mı diye düşünebilir insanlar… Aslında gerçekten söylenecek bir şey yok, kelamın dama dediği noktadır burası… Sonuçta kolayca görüleceği üzere, ötekileştirmeyi ve şiddeti meşru kılan anlayış, sürekli biz ayaktakımlarının, kafasına nakşediliyor… Her tecavüz girişimine, şeytanın aklına bile gelmeyecek, numaralarla, hoşgörü, adalet tesettürü, sonra timsah gözyaşları… İşte şiddet ve tecavüzün iklimi böyle oluşuyor ve oluşturuluyor. Bu yazı; son günlerde büyük tepkiler yaratan, acımızı ve öfkemizi patlatan, hunharca işlenen ÖZGECAN ASLAN cinayeti üzerine kaleme alınmıştır. Bu katliam özelinde konu, bir kadın cinayeti, bir kadına tecavüz cinayeti olsa bile, aslında kendisini güçlü görenin güçsüze şiddet uygulama hakkı bulduğu, diğer güçlünün şiddet uygulayan güçlüye destek verdiği, ahlaksız bir düzenin lağımının patlamasıdır. Bir tarafı ile dini ve ideolojik olarak kadın-erkek eşitliği reddedilirken, erkek egemen kültür pekiştirilirken, diğer taraftan kadının güçsüz gösterilmesinden hareketle de, güçlünün güçsüz üzerindeki hâkimiyetinin kaçınılmaz olduğu kültürü yaratılmaktadır.

Canım yurdumun, yakın tarihinde “tecavüz” ve “şiddet” atbaşı sık sık başvurulan bir, yok etme, direnç kırma, tahkir ve kişiliksizleştirme aracı olarak bolca kullanılmıştır ve görüldüğü üzere halen de kullanılmaktadır. 12 Eylül işkencehanelerinin en önemli işkence aracı olarak tecavüz öne çıkmıştır, hem de erkek kadın ayrımı yapmaksızın, erkeklere jop ve şişe uygun görülürken, kadınlara ise resmen ve alenen tecavüz uygun görülmüştür. Peki, 12 Mart işkencecilerinden ve 12 Eylül sonrası siyasetçilerinden Turgut Sunalp ne demişti, jop ile tecavüz etme olayları için, “elimizdeki 20 yaşlarında taş gibi delikanlılar varken neden jop kullanalım”… İşte kafa bu, jop kullanmanın ayıp olduğu, yerine ise 20 lik delikanlıları kullanmanın dayanılmaz şehveti… Bu tür aşağılık yaklaşımlar ne yazık ki, bir yöntem olarak kullanıldı ve kullanılmaktadır. Daha çok yakın zamanda Pozantı cezaevinde çocuklara tecavüz edildiği ortaya çıkarıldığı zaman, tecavüzcülere herhangi bir yaptırım uygulama konusunda, iştahsız davranıp, araştırıyoruz, soruşturuyoruz, suç duyurusunda bulunduk, bulunuyoruz gibi gak-guk kabilinden konu savuşturulurken, konuyu araştıran kamuoyuna aktaran gazeteci “Devletin mahremiyetini ifşa etmekten” büyük bir iştah ile tutuklanırsa, millet te sorar, devletin mahremiyeti çocuk tecavüzcülüğümüdür diye… Ali İsmail Korkmaz’a sopalarla, bir sürü sapık ne idüğü belli olmayan güruh saldırıyor, dövüyor, dövüyor, dövüyor, döverek öldürüyor, sonrasında konu savsaklanırsa, sana söylenecek söz kalmıyor ama taraftarlarına söylenecek söz, “Allah müstahakkınızı versin” olabiliyor ancak…

Görüldüğü üzere, eteğin minisinden ziyade, aklın ve ahlakın minisinden korkmak gerekmektedir. Bütün bu rezil yaklaşımlara; “YETER BE” toplumu dumura uğrattınız, denmediği sürece, tüm bu olanlar zımnen onaylanmış olur… Kadın dövülebilir, kadın eve kapatılabilir, kadının kariyeri evi ve çocuklarıdır, kültürüne sahip çıkılırsa, şiddet ve tecavüzün sonunun gelme ihtimali sıfırdır…

Şimdi birde “idam edelim” gibi akıllara zarar bir şeyi kamuoyunun önüne atıp tartıştırıyorsun, bu iklimin oluşmasına engel olmazsanız, bunlara idam edersiniz yenilerini yaratırsınız… İklim vasatının ortadan kalkması önemlidir… Yolu da bellidir… Şimdilik şu kadarını söyleyelim, İran’da, Suudi Arabistan’da idam var, peki tecavüzler bitmiş mi, zinhar…

Ne yazık ki; şiddet hayatımızın merkezine oturmuş durumda, her şeyin şiddet uygulayarak çözülebileceği inancı zihinlere yerleşmiş durumda, behemehal şiddet ve tecavüzün iklim ve vasatını oluşturan bu anlayışın değiştirilmesinin yolu bulunmalıdır, aksi takdirde toplumun var olan tüm dengeleri bozulacaktır.

Pazar, Şubat 08, 2015

BİLGİSİZLİK GÜÇTÜR

Artık, günümüzü; ister işyerinde, ister kahvehanede, ister sokakta olsun, geometri ve matematik doldurmaktadır, Allah razı olsun, büyüklerimiz sayesinde, paralel di, değildi ile geometri, odalardaki, kutulardaki paralardan hareketle havuz problemleri ile de matematik, üstüne yapılan muhabbetler doldurmakta.

Bende bu kervana; çok bilinen ama az hatırlanan, bir formül ile dalıp, bilgisizliğin nasıl büyük bir güç olduğunu ispata çalışayım…

Bilindiği üzere, daha ilkokul ya da ortaokul sıralarında, öğrencilere; “Güç=İş / Zaman” diye bir fizik formülü öğretirler… Hani, gücü ya da işi zaman ile ilişkilendirip tarif etme, somuta indirgeme ve daha anlaşılır kılma adına… Burada, günlük hayatımızda çok kullanılan tarifler ile küçük değişiklikler yaparak, daha da kolay anlaşılır ve derdimizi ve meramımızı ifade edelim istedik… Kolayca bilindiği üzere insanlığın ittifakla kabul ettiği, birkaç önerme vardır, bilgi=güç, zaman=nakit gibi… Şimdi bunu, mezkûr formülde yerlerine koyarak, “Bilgi = İş / Nakit” haline dönüştürelim. Yine öğretilen içler dışlar çarpımı ile gerekli değişikleri yaparak (çekerek), “Nakit = İş / Bilgi” formülüne ulaşılır… Artık buradan ne anlaşılması gerektiğini uzun uzun anlatmaya gerek yoktur sanırım, bilgi ne kadar az ise, nakit o kadar çok olacaktır, yani bilginin fazla olması hiçbir işe yaramıyor, yani bilgisizlik daha önemlidir, açıkçası bu yaklaşıma göre bilgiye gerekte yoktur… Görüldüğü üzere ne kadar az bilgi o kadar fazla güç… Yaşasın “bilgisizliğin gücü”

Aslında; tam da şamata bir vaziyette, bize dayatılan biçimiyle, bilgiyi zaten batılılar üretiyor, neden biz de üretelim, hazırını ithal ederiz daha ucuz oluyor, fikriyatı ağır basıyor, bizim muktedirlerde. Gerçi lafı bu keskinlikte söyleyince de kimse kabul etmiyor ya da üstüne alınmıyor ama bütçe yapma kudretinde olanların kavli beladan beri bilim üretimine ayırdıkları bütçelere de bakınca, sırları dökülüveriyor hemencecik. Nedense bilim ve bilgi hep, hotzot ile iktidar sürdürmeye niyeti ve eğilimi olanlara uzak durmuştur ya da bu kabil muktedirler bilim ve bilgiyi kendilerinden hep uzaklaştırmışlardır. Onlar için varsa yoksa hurafe, menkibe, safsata vs. vs. Tam bir bekçi Murtaza, portresi ve şablonu…

Yahu Allah aşkına, yoksa bir ülkede, kitaplığına uygun ölçüde ansiklopedi arayan insanların bolluğu nasıl izah edilebilir, var olan hatta var olması da durumu değiştirmeyen kitaplıklarını misafirlerini ağırladıkları odalarda bulunduranlar nasıl anlatılabilir, her dönemde yasak kitap yasak yayın yasal düzenlemeleri yapılıyor olması nasıl açıklanabilir, bilim diye çağdışı öğretiler nasıl parlatılabilir, çağdaş sansür örneklerinden sayılan bir sürü abuk subuk, ama açıklamaya gelince de “asla sansür kuruluşu olmayan” kuruluşların olmasını nasıl izah edilebilir, vs. vs. Kim, nasıl izah edebilir, çok kitabı olanın çok okuduğunu hatta okuduğunu doğru anladığını, bakıyorum da toplum tam bir cilalı imaj dönemi yaşıyor, Allah selamet versin…

Peki, diğer taraftan, tek başına bilgi depolamak, çok bilgili olmak yeterlimidir, eğitimli bir kafaya sahip olmak için, zinhar…

İşte bunu çok güzel anlatan bir hikâye daha;  hani buda çok bilinen ama asla hatırlanmayan, hadi haksızlık etmeyelim, az hatırlanan diyelim…

Almanya’da bir lise müdürü, her öğretim dönemi başında, öğretmenlere şu mektubu gönderirmiş. “Bir toplama kampından kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. Bilgi ile donatılmış ve iyi yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, çok bilgili doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekleri, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar. Öğretimin çok iyi olmasından kuşku duyuyorum bu yüzden. Sizlerden istediğim ve beklediğim şudur. Öğrencilerinizin çok bilgili olmaları yanında, eğitimli ve vicdan sahibi iyi birer insan olarak yetiştirilmeleridir, bu yönde hiçbir çabayı esirgemeyin. Çabalarınız bu anlamda eksik olursa, öğrencilerinizin bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar haline dönüşmesi kaçınılmazdır. Matematik, tarih, kimya, din ve ahlak bilgisi, öğrencilerinizin daha iyi insan olmasına yardımcı olursa, önemlidir yoksa hiçbir önemi yoktur.”

Kıssadan hisse; iyi matematik, kimya, tarih, coğrafya, din bilgisi biliyor olmak, iyi insan olmak için yeterli değildir…

Bilginin ya da bilgili insan artışından beklenen, eğitilmiş kafa yaratmak, eğitimli kafanın, bilgi ile analitik düşünme kabiliyet ve marifetini arttırabilmektir. Yoksa yukarıdaki formül öngörüsü gerçekleşir, bilgi azaldıkça güç artar maazallah…


Pazar, Şubat 01, 2015

CİLALI ÖZELLEŞTİRME SONUÇLARINDAN TEDAŞ


Çeşme TEDAŞ; özelleştirmelerin genelde yarattığı güzelliklerin bahşettiği huş içerisinde, ceplerimize ortak olmaya devam etmekte, peki, sadece ortaklık etmekte kalıyor mu, hayır, ilaveten işkence kabilinden davranışlar da hiç eksik olmuyor ve ne derseniz deyin, ne yazık ki hiçte haksız çıkarılamıyor, hacıyatmaz gibi sürekli de haklı olmaya devam ediyor… Yeni uygulamaya başladıkları abuk ve de subuk faturalandırma ile de bıçak kemiğe dayanıyor…

Ocak 2015 faturaları geliyor; son okuma tarihi 31.01.2015, son ödeme tarihi 19.01.2015, fatura tahakkuk tarihi 08.01.2015…

Şimdi bu abuk ve de subuk faturalama tarihlerini fark ettin, ettin, etmediysen geçmiş olsun, uygulaması… Fark edenler açısından ne oluyor, hemen ilgili yerlere müracaat ediliyor, aaaa, bilgisayar sistemi hatası nedeniyle yanlışlık olmuş deniliyor, fatura düzeltiliyor… Nasıl düzeltiliyor peki, hemen bir dilekçe yazın deniliyor size, yahu madem hata sizin, biz neden dilekçe yazalım, demiş olsanız da, SS formülü ile dilekçe yazılıyor, ama Allahları var matbu dilekçeler hazırlamışlar, hemen yan odaya geçip talep ediyorsunuz, veriyorlar üstelik bir bedel de talep etmiyorlar… Bu dilekçeyi doldurmak ise KPSS sınavı gibi bir şey ama olsun, paralelseniz yardımcı da oluyorlar… Görünüşleri son derece asri, çünkü özel sektör kuralıdır, personel şık, alımlı ve güleryüzlü (bu kelimenin karşılığı olmasa bile) olacak ama kafaları boş (bu da yeni ülkemin yeni özel sektör kuralı) personel ile baş başa, Allah selamet versin gayri… Ancak, inanılmaz bir görevkeşlik içinde olsa gerek, vatandaşın da orada uzun süreler bekleyeceği öngörüsüyle, vatandaşa kitap okuması tavsiye edilir, aaaaa bak çantanızda bir kitabınız yoksa da dert etmeyin abiler ve ablalar sizi düşünmüş ve oraya biraz da kitap koymuşlar, maşallah bekleme sürenize de uygun ve de makul olabileceği düşüncesiyle her biri tuğla gibi kalın kalın kitaplar koymuşlar… Hadi iyisiniz, kitabı da beleşe getiriyorsunuz…

Bu arada, süslü mü süslü görüntüsü altında, tam bir “Mercedes görünümlü murat 124” alımı ve çalımı ile ortalıkta dolaşan, prezantabıl ama düşünme fonksiyon eksikliği içindeki genç kızımız, fatura üstündeki tüm bu tutarsız tarih belirtmelerini göstermenize rağmen, size “tutarlı olun” talimatı verme cüret ve yetkisine haiz olduğunu hissettiriyor. Azıcık iddialı bir durumda hatalarını anlatırsanız da hemen, bu süslü kızımızın yanındaki masalarda mesai eyleyen yandaşları da size “sessiz olun, çalışıyoruz uyarısında” bulunuyorlar, eğitilebildikleri seviyeye uygun bir lisan ile… İtirazınıza devam ederseniz de, “dilekçe ile bizi şikâyet edin” diyerek sırlarının döküldüğüne şahit oluyorsunuz… Hele birde “ben neden şikâyet edecekmişim, bekliyorum, siz beni şikâyet edin bakalım” dediğinizde de, artık cila falan da kalmıyor, ekşimiş suratları görüyorsunuz… Bu arada, muhtemelen şirketlerinin “nakit akışını” feraha kavuşturma gayreti içinde, gözleri paradan ve tahsilâttan başka bir şey görmeyen bu güruh, hiç tüketim olmadığı halde, mezkûr izahata binaen gerçekleştirdikleri faturalamayı iptal etseler bile, ödemede gecikme oldu diyerek “açma-kapama” bedeli altında bir geçirme de yapıyorlar… Özeleştirmelerin güzelleştirmelerini, göremeyenlere ithaf olunur gayri… Hele birde bu kadar yüksek bedel ödüyor olmamıza hiç önem vermeden size yardımcı oluyoruz, deme terbiyesizliği ve aymazlığı gösterilmiyor mu, kahrolmamak elde değil, adamın “sen bana yardımcı olma işini yap, sana dünyanın parasını ödüyorum lan” diye bağırası geliyor.

Değer mi bu olanlara be, “özelleştirme dostu olan vatandaşım” değer mi diyesim geliyor, hem daha çok para veriyorsun, hem daha kötü muamele görüyorsun, hem de haksızlığa itiraz edince de azarlanıyorsun, sizi kötü niyetlerine alet eden politikacıların “özelleşecek ve de güzelleşecek” yalanına (aslında başka bir şey ya, neyse) kanarak, sonuçta da sadece güzel bir mekânda hizmet almaya, hani bu mekânı da sizin için yapsalar da gam yemeyeceğim, cilalı binalar, cilalı personel ama eskisinden daha kötü hizmet… Aman ha aman, bu değerlendirme de zannedilmesin ki, malum parti ve hükümeti hedefe konuyor, hiç fark yok, “özelleştirmenin” adını ağzına alan herkes, her parti ve her siyasi görüş, hedefindedir bu iddianın… Hani, biz çalmadan özelleştireceğiz, biz daha iyi fiyata özelleştireceğiz, biz şeffaf özelleştireceğiz vs. vs. kabilinden iddialarda bulunanların da farklı bir şey yapmaları söz konusu dahi olamaz…

Özelleştirmenin son tahlilde artık serbestleştirilme olduğu da ortaya çıktı, hayırlı uğurlu olsun, kimsenin şikâyet hakkı da kalmadı…

Eskiden; devlet kurumu, köhnedir, personel ilgisizdir, maliyetler yüksektir gibi abuk subuk ve kesinlikle yanlış, hatta yalan yakıştırmalar neticesinde, üzerine yalandan methiyeler dizilen “özelleştirme”lerin artık gözümüze övendire sokması yetmiyor, şimdi de cebimize ellerini sokuyorlar ama maşallah hala durumu kavrayabilmiş değiliz… Yahu be adam deseler, özelleştirmeler öncesi, eğer tüketiminiz “0” (sıfır) ise fatura gelmezdi, şimdi öyle mi ya, “sayaç okuma bedeli”, “aydınlatma bedeli”, “TRT payı” gibi ödemeler sabit kalıp bir şekilde tahsil edilmektedir, bu söylenene kimse inanmaz değil mi, öyleyse devam… Yahu eskiden borcu olanın elektriği kesilince “açma-kapama” bedeli tahakkuku yapılırdı, şimdi öyle mi, son ödeme tarihini 1 gün geçse dahi, o bedel ödenmek zorunda… Hele bu özelleştirmeler neticesinde başarılı olup, dümene geçen firmalar açısından, kayıp-kaçak oranlarının yükseltilmesi, bağlantı bedeli, brüt kâr marjının yükseltilmesi, vs.vs. gibi ad ve nam altında, patronların ceplerini doldurmasının ve dolayısıyla kendi cebinin biraz daha boşaltılmasının acısını bile hissedemeyenlerin, “ne yapsınlar çok para verdiler ihaleyi aldılar, bunlar olacak” demesi var ya, süper valla…

“Her şey güzel olacak” başlıklı, herkesin bildiğini zannettiğim ama biraz müstehcen bir fıkra var, durumumuz aynen böyle, fıkrayı bilmeyenler bilenlerden öğrensin, olmadı, bana müracaat etsinler, anlatayım…

Sonuç olarak; Kamu malının, mülkünün; umumi olmaktan çıkarılarak özel ve güzel sektöre, hoppppppp kucağa edilmesinin adıdır, özelleştirme… Kapitalistleşmenin kaymaklı evresidir… Sürekli devlet memurlarını çalışmadan para alırlar diye suçlayanlar, özelleştirmeye yol açanların erketeliğini yapmaktan da utanmazlar, yahu bre zındıklar gâvur diye aşağıladığınız insanların devlet memuru olarak nasıl çalıştığını bir bilseydiniz…  Bre zındıklar kamu kurumlarının, direk-endirek personel dengesi ters yüz ederek, 1 e 5 iken, 5 e 1 e ben mi indirdim, ben mi bu verimsizliğin sorumlusuyum… Devlet don fanila üretmez hafife almasıyla başlayıp, bilahare kamu yatırımını itibarsızlaştırıp, finalde de yaratılan verimsizlik üstünden deyim yerindeyse belaltı vurarak, var olanı satmak ve sistemi yerleştirmek, buna halk arasında suyundan da koy derler ya…

Peki, TEDAŞ böyle de, Çeşme açısından İZSU farklı mı, zinhar… Bir başka yazıda da, o rezalete değineceğim…

Problemi özelleştirmeciler yaratmışlardır, problemin çözülmesi problemi yaratanlardan beklenmemelidir önermesi gereği davranıldığının bu topraklarda da bir gün görüleceğini umut etmekten başka çaremiz yoktur… Devlete özelleştirme, Özel sektöre güzelleştirme, Vatandaşa ise yerleştirme, hayırlı uğurlu olsun…

Pazar, Ocak 25, 2015

SERGEY PASSAD


Moskova’nın yaklaşık 75 km. kuzeydoğusunda yer alan ve Moskova’nın banliyösü olan, XIV. Yüzyıldan beri Rus Ortodoksları tarafından “Haç mekanı” olarak ziyaret edilen, Sergey Lavra Manastırının yüksek ve kalın duvarları içerisinde yer alan; Trinity Katedrali, St.Sergius Kilisesi ve Assumption Katedrali başta olmak üzere, daha birçok kilise ve şapeller bulunmaktadır. Özellikle “Assumption Katedrali” tüm benzer Rus kiliselerinde görülen mavi ve altın renklerle bezenmiş muhteşem soğan benzeri kubbeleri ile öne çıkar. Sovyetler Birliğinin kurulması ile faaliyetlerine son verilen manastır, II. Dünya savaşı sonrası yeniden kısmen de olsa faaliyetlerine izin verilmiş ve günümüzde ise UNESCO tarafından dünya mirası listesine ve dolayısıyla korumaya alınan bu dini merkez, halen yaklaşık 300 civarında rahip ve 1000 den fazla çalışanı ile Rus Ortodoksları için bir çekim merkezi haline dönüşmüştür. Bu haliyle de SERGEY PASSAD, başta hacı olmak isteyen Ortodokslar olmak üzere, onbinlerce turistinde önemli bir destinasyonu haline gelmiş durumdadır. Sovyetler döneminde adı “Zagorks” olarak bilinmekte olan Sergey Passad, 100.000 i aşkın nüfusu ile bir taraftan bir sanayi merkezi olmanın yanında, diğer taraftan Rus Ortodokslarının, Vatikan ile, tıpkı Rum Ortodokslarının iddiasına benzer şekilde “ekümeniklik” iddia ve çekişmesini de sürdürmekte olan çok ciddi bir dini külliye merkezdir.

St Sergius kilisesindeki Rus Ortodoks dini mimari tasarımının göz kamaştıran ihtişamı yanında, Trinity Katedrali, Kuyudaki Şapel ve Kutsal Ruh Kilisesi başta olmak üzere bol miktarda kilise ve şapellerinin ziyareti yanında, Assumption Katedra’inin göz alıcı, beyaz duvarları ile altın ve mavi renkli yıldız soğan kubbelerine hayran kalınmaktadır. Hıristiyanlığın temel inancı olan, “baba, oğul ve kutsal ruh” üçlemesine ithafen “Trinity Katedrali” adı verilen kilise ise; önceleri, Sergey Larva tarafından inzivaya çekildiği bu bölgede mürit ve takipçileri ile birlikte kurdukları bir “ahşap” bir ibadethane olmuştur. Lavra’nın ölümünü takiben, Tatarlar tarafından bir saldırıda yerle bir edilmiş olup, bilahare de, Lavra’nın azizlik mertebesine yükseltildiği dönemde yeniden inşa edilmiş ve bugünkü halini almıştır. Eğimli dış duvarları, altın kubbesi ile Rus kilise mimarisinin nadide örneklerinden sayılan bu yapı, diğer kiliselere ilham kaynağı teşkil etmesi yanında, gerek Aziz Sergey, gerekse de halefinin mezarlarını da bulundurması açısından da bir başka önem taşımaktadır. Katedral de gerek mezkûr azizlerin, kutsal emanetleri kapsamında bol miktarda sergilenen değerli eşyanın yanında, gümüşten yapılmış türbesiyle ve Andrei Rublev’in “ikonostasis”ini de barındırmaktadır.

Dünyadaki pek çok “Ruhani yapı ve külliyeler” içinde mutlaka “kutsal su” bulunan bir bölüm bulunur bilindiği üzere ve insanoğlunu günahlarından arındırdığına, hastalıkları iyileştirdiğine, büyü ve beddua gibi zararlı güç ve etkilerden koruduğuna, zararlı güçlerin etkisini azalttığına, insana din ve iman kazandırdığına canı gönülden inanılan ve de genellikle bir efsaneye dayanarak kutsiyet affedilen, su, buralarda gerek bedeli mukabili gerekse de bedelsiz olarak talep edenlere dağıtılır. Bilindiği üzere Müslümanlar için “Zemzem Suyu” kutsal iken, Katolikler için Selçuk “Meryem Ana” manastırındaki su kutsaldır ve Rus Ortodoksları içinde Mezkur kompleks içindeki kapalı mekanda bir haç üstüne monte edilmiş 2 adet çeşmeden akan su çok kutsaldır ve bu mekanlara ziyaret için ya da hac için gelen herkesin mutlaka aldığı da aşikardır.

Bugünlerde; her gün sabah saat 08:00 ile öğleden sonra 18:00 saatleri arasında ziyarete açık olan bu dini kompleks, hafta sonları dini ayinler dolayısıyla kapalı olması dışında görülebilir. Bu Ruhani merkez içinde dolaşırken etrafınızda bir taraftan bol miktarda, malum sakalları ve giysileri ile dua ederken ya da dolaşırken görebileceğiniz papazlar varken, diğer taraftan da etrafınızda inançlı Ortodoksların mum yakarak dua ettiklerini ve kutsal emanetleri öptüklerini görebilirsiniz. Yine merkez içinde bulunan “müze” pazartesileri hariç, hergün açık olup, içindeki muhteşem ikon koleksiyonu ile kraliyet portre koleksiyonu ilgi ile izlenebilir durumdadır. Moskova turuna katılmış herkese ve özellikle de zamanı varsa mutlaka ziyaret edilip görülmesi gereken bir ruhani merkez olarak tavsiye edilen bir yerdir, Sergey Passad. Kalınan otelden düzenlenen günlük turlara katılmanın mümkün olabileceği gibi, vakit dar ve grup ile gezme sevilmiyor ya da tercih edilmiyorsa, özel araç kiralayıp gitme şansıda var, ancak Moskova Metrosu biliniyorsa, en güzeli ama zoru ve yorucusu da “Komsomolskaya” Metro durağından, Yaroslav Tren İstasyonuna çıkarak demiryolu ile bu tur tamamlanabilir, ancak tren saatleri konusunda önceden bilgi edinilmesi şartıyla, ayrıca bilinmelidir ki, Rusya’da  trenler verilen kalkış ve varış programlarına sıkı sıkıya uyarlar.

Pazar, Ocak 18, 2015

TULA ŞEHRİ

Moskova’nın yaklaşık 200 km. güneyinde yer alan, müzeleri ve birçok tarihi eseri bulunan, Tula Şehrine yolumuz düştü… 500.000 nüfuslu bir kentte, aslında olması gereken kadar, küçüklü büyüklü onlarca müze bulunmakta olup her birisi kentin tarihi, kültürel ve ekonomik değerlerini yansıtmaktadır. Başta büyük yazar Lev Tolstoy’un müzeye dönüştürülmüş çiftliği Yasnaya Polyana olmak üzere; Şehir kalesi “Kremlin”, silah, semaver, pryanik denen bir çeşit pekmezli kek ya da zencefilli kek, akordiyon, savaş temalı açıkhava tarihi müzeleri bulunmaktadır.

Lev Tolstoy’un müzeye dönüştürülmüş çiftliği; Rus edebiyatının dev eserlerinden, “Savaş ve Barış” ile “Anna Karanina”yı yazdığı yer olarak tarihe geçmiş bulunmakta olup, hali hazırda yazarın mezarının da bulunduğu bu çiftlik, döneminde Rus aydınları için bir çekim merkezi olmuş, ünlü ressamlar, yazarlar, müzisyenler, besteciler, feylesoflar için zaman içinde uğrak merkezine dönüşmüştür. Ünlü yazarın doğduğu ve 60 yılını kitaplar yazarak, dergiler çıkararak, tarım yaparak geçirdiği şehir merkezinden yaklaşık 15 km. uzakta olan bu topraklar, şimdilerde de yerli ve yabancı turist akınına uğramaktadır. Diğer taraftan, semaverleri ile de ünlü kentin, semaver fabrikası kurucu ortaklarından birisidir aynı zamanda Lev Tolstoy…

Kuruluş yılı Moskova ile hemen hemen aynı olan Tula, Rusya tarihinin her döneminde büyük bir rol üstlenmişliği ile bilinir, Moskova’ya ulaşım yolu üzerinde son direniş noktası olarak ta, hep tarihteki yerini almış olarak bilinmektedir. Bu direnişin, yani, Moskova’nın düşmesine engel olunuşun tarihteki en şanlıları, Tatar işgal orduları ile Adolf Hitler yönetimindeki işgalci Nazi Almanya’sının Sovyetler Birliğini işgal planları çerçevesinde, tank savaşı üzerine geliştirdiği yıldırım savaşı taktikleri ile meşhur General Heinz Guderian’ın panzer birliklerine, karşı verilen savaşlardır. Sonuç itibari ile Nazi Almanya’sına karşı Sovyet direnişinin sembolü olan bu savaş ile 2.paylaşım savaşının belki de kaderi değişmiş oldu. Tula aynı zamanda, benzerleri içerisinde sayılan en eski Kremlin’e sahiptir, bilindiği üzere İtalyan mimarlar tarafından gerçekleştirilen Moskova’daki Kremlinden hemen sonra inşa edilmiş, bugün hala tüm görkemi ile ziyaretçilerine kapılarını açmış vaziyettedir. Kremlin içinde bulunan ve 1764 tarihinde inşa edildiği bilgisi verilen, 5 kubbeli katedral ise tüm şirinliği ve güzelliği ile ziyaretçilerine kapılarını açmış vaziyettedir.

Moskova ile 1867 yılından beri demiryolu ile birbirine bağlı olan, ağır sanayi ve el sanatları konusunda bir hayli gelişmiş olmakla birlikte, şehirde 5 adet üniversite ve enstitü bulunmakta olup adeta bu haliyle de tam bir öğrenci kenti görünümündedir.

Tula, diğer taraftan, silah üretimi konusunda da bir hayli eski bir tarihe sahip görünmekte ve yazılı kayıtlara göre 1724 yılından itibaren dönemin imparatoru tarafından, Rus ordusu için tüfek yapımına başlanılmış ve zaman içinde silah üretimin merkezi konumuna yükselmiş ve bugün hala fabrikada üretime devam edilmektedir. Tula Kremlin’i içerisinde, yaklaşık 10.000 eserden oluşan bir silah koleksiyonu müzesi bulunmaktadır. Sergilenen silah koleksiyonu, Osmanlı İmparatorluğundan başlayan, Hintlileri, Japonları, Arapları, İranlıları ve Kafkasyalıları da içine alan, çok geniş ok, kılıç, kalkan, balta ve gürz gibi akla gelen ve geçen yüzyıllara ait her türlü silahı barındıran 1. kat ve 20. yüzyılın modern teknolojisi ile üretilen her türlü silah, mühimmat, füze vs. gibi silahların 2. katta sergilendiği, son derece modern ve iyi dizayn edilmiş bir müze görüntüsü vermektedir. Hele dünya çapında en çok kopya edilen silah olan, Kalaşnikof bölümü ise en fazla zamanın ayrıldığı bölüm olarak görünmektedir, öyle ki mezkûr bölüme gelince ne yazık ki sizden önceki gruba verilen bilgi sunma hizmetinin bitmesi için bir hayli beklemek durumunda kalınmaktadır.

Semaver müzesine de ev sahipliği yapan Tula; bu anlamda Rus halkının günlük yaşamının önemli bir parçası olan çay içme ritüelinin boyutlarını yansıtması açısından da, göz kamaştırmaktadır. Mezkûr müzeye adım attığınız anda, anlıyorsunuz ki, semaver, bu insanlar için sadece bir su kaynatma ve çay demleme aracı olmaktan daha fazla mana taşımaktadır. Üretiminin yaklaşık 300 yıl önce başladığı ve ilk semaver fabrikası kurucu ortakları arasında yer alan Lev Tolstoy’un olduğu da düşünülürse, önemi haliyle artıyor müzenin. Sosyal iletişimin, hoş sohbetlerin bir aracı da olan, çay içmenin, hazırlandığı semaver Rusya’da her zaman önemsenmiştir. Müzede bulunan çok değişik semaverlerin her birisi neredeyse birer sanat eseri gibi sergilenmekte ve gerek gövdeler, gerek muslukları ve gerekse de kolları ve ayakları dikkate şayandır.

Tula adı ile birlikte anılan ve Pryanik denen pekmezli ya da zencefilli kek, oldukça meşhur olup ballı, üzümlü ve yemişli çeşitleri de bulunmakta olup önemine binaen de adına bir müze düzenlenmiştir. Yazılı kayıtlarda ilk defa 1685 yılında yer aldığı anlaşılan bu ünlü kekler, her türlü kutlama masasında mutlaka yer almaktaymış ve zengin fakir ayrımı yapılmaksızın herkesin masalarını süslermiş… Adına, yakınlarda bir de önemli bir bronz anıtın yapıldığını öğrendik.

Diğer taraftan, yine Tula adıyla özdeşleşmiş bulunan armonika üretiminin de merkezi olup armonika temalı bir de müzesi bulunmaktadır. Üretimine 19. yüzyılda başlandığı anlaşılan bu enstrümanlar, önemli bir ihraç kalemi oluşturmaktadır, anlayabildiğimiz kadarıyla…

Tula, daha anlatılacak bir sürü eser, kültürel-tarihi mekân ve olaya sahip ancak, yazımızın da bir sınırı var, devamı ileride olur umarım…

Pazar, Aralık 21, 2014

ÇEŞME’NİN ÇEŞMELERİ


Canım yurdumun; tarihi yayınlardan ve tarihçilerin anlatımlarından anladığımız kadarıyla, yüzyıllardan beri kentlerini ve köylerini, camiler ve köprüler dışında, süsleyen en önemli mimari figürü, üstüne onlarca türküler yakılan, başlarında, testilere su doldurulurken özellikle kadınların muhabbet etmesine olanak tanıyan, tarihi, kültürel ve aynı zamanda da sosyal yapılarıdır Çeşmeler…

Çeşme'nin; tipik Ege mimarisi özelliklerine sahip pek çok yapısının yanı sıra, adını aldığı Osmanlı dönemi “Çeşmeleri”de, bu mimari zenginliğine ayrı bir değer kazandırır. Kentimize, adını veren bu Çeşmeler, gerek yaptıranların, gerek yapanların, gerekse de başka yörelerden devşirilmiş mimari öğelerin, gerekse de seçilen malzemeleriyle, Anadolu’nun tüm kültürel özelliklerini taşıyan eserler olup, 1800’lü yılların başından itibaren, varlıklı ailelerin temsilcileri tarafından yaptırılan ve mezkûr aile temsilcilerinin isimlerini taşıyan ve Osmanlı mimarisi ve estetik sanatının yansımalarının birer temsilcisi niteliğindedirler. Akdeniz ve özellikle de Ege Denizi merkezli deniz ticaretini ellerinde tutan, ticaretin lideri konumundaki Cenevizlilerin, Çeşme’nin 9 mil batısında bulunan Sakız Adasını ticari bir üs haline getirmelerini müteakip, gerek ada gerekse de tam karşısındaki Çeşme, ticari önemlerine binaen ciddi anlamda ve büyük çaplı yerleşimlere mekân olmuştur, mezkûr tarih itibariyle. Batıya, ticari anlamda önem arz eden bir kapı olarak açılan Çeşme, dönem itibariyle ekonomik, askeri ve stratejik öneme haiz konuma yükselmiş ve bağlı olarak ta ticari hayat fazlaca hareketlenmiştir. Çeşme, ticari emtia deposu ve bunların ihracı için korunaklı ve güvenlikli liman olması yanında, ticari filolar için aynı zamanda başta su olmak üzere ikmal merkezi de olmuştur. Yerleşiminin ve bunun öneminin, konumuzu oluşturan çeşmelere yansımasını, çeşmelerinin sayısal fazlalığından anlamak mümkün olup, neredeyse her sokak başında bir adet yapılmış olmasının tek başına hiçte bir yarış ve de gösteriş olmadığının ifadesi olup, bir o kadarda ihtiyacın yüksekliğini göstermektedir. Tarihte yolları Çeşme’ye düşmüş tüm yerli ya da yabancı gezginlerin, “Çeşme’nin Çeşmelerine” gerek mimari özelliklerinin, gerek malzeme özelliklerinin öne çıkarılarak Çeşme’nin Çeşmelerinden söz etmiş olmaları, adeta tarihe bu anlamda not düşmüş olmaları tesadüfî olmasa gerektir.

İlçe merkezi planında yerleri belirlenen bu çeşmelerden en önemlilerinden birkaçı, Kaymakam Sadık Bey Çeşmesi, Ahmetoğlu Hacı Memiş ağa Çeşmesi, Hamaloğlu Hafize Rabia Hatun Heşmesi, Kabadayı Çeşmesi, Maraş Çeşmesi, Mehmet Kethüda Çeşmesi, Şerif Ağazade Seyidi Hasan Ağa Ailesi Hacı Saliha Çeşmesi, Memiş İbn-i Ahmet Çeşmesi, Mimar Mehmet Çeşmesi, Murabıtzade Hüseyin Kaptan Çeşmesi olarak sayılabilir… Daha önce de bahsettiğim üzere tarihi kayıtlarda yaklaşık 150 adet olmasına rağmen günümüze yaklaşık 15 âdeti gelebilmiştir. Genellikle kare ve dörtgen kesitli mimarilere sahip olup tek, çift ve üç cephede çeşme ve yalaklar bulunur şekilde inşa edilmişler, kesme taş ağırlıklı malzeme ile ancak mermer işçiliğin de güzel örneklerinin sergilendiği, suyun depolanması için geniş sarnıç bulunan yapılardır.

Çeşme’nin diğer özelliklerinin yanı sıra, başta Çeşmeleri olmak üzere, görülecek tarihi ve kültürel değerlerinin önemine binaen, gerek yurtiçi gerek yurt dışından gelenlerin büyük bir kısmı kesinlikle “Çeşme sevdalısı” olur çıkar… Görülecek ve dokunulacak bunca tarihi ve kültürel eserin varlığı, Çeşme’nin bunları iyi değerlendirdiği anlamına geliyor mu peki? Zinhar… Çeşme tatilinin, eğlence, dinlence, güneş, kum vs gibi özelliklerinin öne çıkarılmasının yanında, mezkûr merkezli tatilin yanında binlerce yıllık geçmişe sahip pek çok tarihi mekân ve kültürel değeri de gezme ve görme şansına sahip olabilirsiniz. İon uygarlığının 10 kentinden en önemlisi sayılabilecek Erytrai başta olmak üzere, Çeşmeköy harabe ve kalıntıları, tarihi M.Ö. 2000 lere dayanan Bağlararası yerleşkesi, kilseler ve camiler bu mekânların başında gelmektedir.

Su şebekesinin devreye alındığı tarihe kadar, kentlinin su ihtiyaçlarını karşılamasına yardımcı olan bu çeşmelerin, pabucunun dama atılması öyle zannedildiği gibi uzun yıllar öncesine dayanmamaktadır. Ne yazık ki, çok çeşitli ve hatta gereksiz bir dolu yere harcanan bütçelerin varlığına rağmen, son 30 yılda hemen hemen her yerel yönetimin mutlaka restore edeceğiz demesine rağmen, gerçekleşmeyen, hadi hakkını yemeyelim birkaç tanesi dışında gerçekleşmeyen, kaldı ki bu birkaç tanesinin restorasyonu da defi bela kabilinden yapılmanın ötesine geçmediği açıkken, hala bekliyor olmasının nasıl bir izahı vardır bilinemez. Defi bela kabilinden diyoruz, çünkü restorasyonu gerçekleştirilen birkaçı, profesyonel, uzman ve ehil gözler ve eller gerektiren çalışmalar olmasına rağmen, ne yazık ki, son derece amatör, konunun herhangi bir şekilde bilgisine haiz olmayan, hatta sıradan taş duvar ustalarına has özellikleri bulunan insanlar eliyle yapılmış olmasındandır. Aslında bu özensizlik, her fırsatta bize, tarihimize ve kültürümüze nasıl cevval ve cabbar biçimde sahip çıktıklarının propagandasını yapan büyüklerimiz tarafından büyük bir çelişki oluşturacak şeklide yapılmaktadır… O kadar ki; birkaç yerde tanık olmamıza rağmen, konumuz çeşmeler olunca bununla iktifa edelim ve eserin üstüne asılan yazıdan bahsedelim; “dikkat yıkılacak derecede tehlikesi yapı yaklaşmayınız”

Mermer ve taş işçiliğinde teknolojinin insanoğluna bahşettiği, yüksek kabiliyetli ve meziyetli imalatların gerçekleştirilmesine olanak sağlayan CNC tezgâhlarında; restorasyon işlerinde muhteşem sonuçlar alınmasına imkan yaratmış olup kentimize adına veren, çeşmelerin orijinal görüntülerine ve rölövelerine dayanarak restore edilerek Çeşme turizmine kazandırılma çalışmaları behemehal yapılmalıdır. Bir önceki dönemde umutlandığımız envanter ve rölöve çalışmalarının yapılmasının ardından, nedeni bilinmeyen şekilde durdurulan, restorasyon çalışmalarının, en azından bu yeni dönemde gerçekleşmesini beliyoruz.

Pazartesi, Aralık 15, 2014

FESTİVALLER KENTİ ADAYI ÇEŞME

2014 seçimleri öncesi, O zamanki Alaçatı, şimdiki Çeşme Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç ile seçilmesi halinde, neler yapmayı planladığı üzerine ettiğimiz sohbetlerin bir bölümünde, Çeşme’nin bir festivaller kenti olacağını ısrarla ve bıkmadan tekrarlayarak, şüphe ile karşılandığı hallerde de, büyük bir inanmışlık ve kararlılık göstererek, Çeşme yarımadasının değişik bölgelerinde yapılacak ve sonuçta da “meşhur Alaçatı ot festivali yanına, 8 adet yeni festival daha ilave ederek, 9 merkez, 9 marka, 9 festival diye yola çıktık" iddiasını hep göstermiş idi… “İlgili bölgenin kendine has özelliklerini öne çıkaracağız, örneğin “Germiyan Ekmeği” meşhur, neden onun üstüne bir festival olmasın, hiçbir festival hormonlu olmayacak, hepsi yereli yansıtacak” diye her fırsatta tekrarlaya gelmiş idi.

Evet; “Germiyan Ekmek Festivali” diye düşünülürken; “Germiyan Yöresel Lezzetler ve Sağlıklı Yaşam Festivali” gibi sadece adı değil içeriği de son derece zengin ve bir o kadar da yapaylıktan uzak ancak en önemlisi de yöre insanını da işin içine çeken hatta başrole oturtan bir sonuç oluşturulmuştur. Kendisine, yerel ve geleneksel yöntemlerle, doğal ve katkısız ekmek yapımını hedef seçerek yola çıkan, henüz yaygınlaşmamış ya da yeterince bilinemeyen yerel gastronomik zenginliklerin ortaya çıkarılmasına ve yerelden genele taşınabilmesine, tıpkı Alaçatı Ot Festivalinde olduğu üzere, aracılık etmiştir ve görünen o ki yıllar içerisinde daha da büyük önem kazanacaktır. Çeşme Belediyesi sponsorluğunda; “Alaçatı Sanat ve Kültür Derneği”nin, titiz ve başarılı çalışmaları ve “Bereketli toprakların büyüsü” sloganı ile yola çıkan festival daha ilk yılında, unutulmaya başlamış bazı yerel lezzet ve tatların yeniden güncellenmesi ve toplumsal değer ve kültür haline dönüşmesinin umudu olmuş gibi görünmekte olup, ilgili içerikle birlikte bu yöreden genele oluşacak bir farkındalık oluşturmaktadır. Her yıl 24–26 Ekim tarihleri arasında tekrarlanması planlanan bu festivalde, yöre halkı ile üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve nihayetinde yurdun çok çeşitli yerlerinden gelecek katılımcılar buluşacak; kapsamlı ve renkli ve bir o kadar da öğretici ve geliştirici hatta yöre halkı açısından teşvik edici bir faaliyet haline bürünecektir, görünen o. Tüm bu başarılı çalışmayı düşünen ve uygulayanlara teşekkür edilmelidir. Yöresel gıda ürünleri tanıtım ve satış stantlarının açılışı, basın toplantısı, geleneksel yöre giysileri ve fotoğraf sergisi, geleneksel ekmek yapım ve mutfak gereçleri sergisi, ekmek yapımı atölyesi, ekmek yarışması, ev sabunu yapımı atölyesi, kopanisti yapımı atölyesi, söyleşiler, konser ve geleneksel Yörük kına gecesi ve nikâhı ve düğün yemeği gibi içeriklerle donatılmış bu festivalin gelecek yıllarda daha çok başarılı olması, Çeşme Turizmine çok ciddi bir katkı oluşturacaktır. Ayrıca; yapılan ekmek pişirme yarışmasında; “Nohut ekmeği” ile “Ekşi maya ekmeği” gibi unutulmaya yüz tutan geleneksel ekmekler de yeniden hatırlanmıştır. Ancak bana göre; Germiyan ekmeği dışında 2 ürün mezkûr festivale damga vurmuş ve ulusal ve uluslararası düzeyde tanıtıma sunulmuştur, biri “Hurma zeytin” ve diğeri de “Kopanisti peynir”. Ekolojik koşullarda ağaç üzerinde tatlılaşarak, kahverengi renk alan, dalından düştüğü anda yenilebilecek mükemmel bir lezzete sahip ve canım yurdumda sadece Karaburun-Urla-Çeşme üçgenine bahşedilmiş bir zeytin olan Hurma zeytin ile keçi sütünden üretilen, üretim sürecinin uzunluğu ve meşakkatinin çokluğu nedeniyle, sadece evlerde üretimi sürdürülen ve peynirin, peynir suyu ile fermante edilmesiyle “acı ve kokulu peynir” olarak bilinen kopanisti peyniridir.

Bilindiği üzere daha önceleri; yine Alaçatı Belediyesi öncülüğünde organize edilen “Alaçatı Ot Festivali” 5 yıl önce temelleri atılmış olup, artık 3 günlük süren festivalin izleyicileri 50.000 ler düzeyine ulaşmıştır. Çevre, doğa, ekolojik tarımın öneminin her geçen gün arttığı dünyamızda doğal beslenmenin önemine dikkati çekmek, diğer taraftan yerelin demografik yapısını önemli ölçüde yansıtacak yerel beslenme kültürünü ve birikimini, genele tanıtmayı amaçlamış bir çalışma idi… Artık tecrübesi ve sonuçları itibariyle her geçen gün yeni açılımlar ve gelişmeler kat edilecek gibi görünen mezkur festival, çok yakında klasik olarak anılacaktır herhalde…

Ayrıca; açık deniz balıkçılığının en önemli gövde gösterisi haline gelen ve her ne kadar da zengin insanların ithal edilmiş festivali görüntüsünde de olsa,  “Alaçatı Sportif Balık Avı Turnuvası” geniş ölçüde kabul görmüş ve izleyici bulmuş, rüzgârın hiçbir şey esirgemediği Alaçatı’da “uçurtma festivali” ve “Uluslararası Kaybolan Lezzetler Festivali” de ciddi mesafeler kat edilmiştir.

Şimdi; yine Çeşme Belediyesinin öncülüğünde, Çeşme Kent Konseyi, Üniversiteler, Çeşme Ortak Yaşam Platformu, Ovacık Köyü Muhtarlığı ve Ovacık'lı üreticilerin ortaklaşa düzenlemeye hazırlandığı, “Ovacık Tarımsal Kalkınma Projesi” adı ile yeni bir festival düzenleneceğinin duyurusu yapılmıştır. Umuyor ve bekliyoruz ki, bu da diğer öncüleri ve benzerleri gibi uzun vadeli olur, bir taraftan üreticiye katkısı ve diğer taraftan da yerel değerlerin ulusal ve uluslararası düzeye taşınması işlevini gerçekleştirir. Amacı ise, ilgililer tarafından yapılan duyuruda; yereldeki lezzetli ve nadide ürünlerin, şifalı bitkilerin, yöreye has hayvanların yetiştirildiği tarımsal alanların korunması, organik tarımsal uygulamaların ve üretimlerin daha verimli ve sağlıklı sürdürülebilmesi, yörenin ürünlerinin korunması ve geliştirilmesi, yerel tohumlarla üretim yapılmasının temini, olarak açıklanan bu projenin de başarılı olacağı görünmektedir.  

Bakmayın siz; bazı münafıkların, İtalya “San Remo Festivaline” rakip bir festival devraldılar ama onu düzenlemeyi iptal edip yerine bu tür festivalleri düzenliyorlar gibi savlarla, festivallerin başarısını küçümsediklerine hatta itibarsızlaştırmaya çalıştıklarına, verilebilecek en doğru kararın bu olacağını artık “sağır-kör sultan” bile görmüştür. Yereli yansıtmayan hiçbir şeyin, yerelin insanına bir şey katmayacağı, hatta deyim yerinde ise, taşıma su ile değirmen dönmeyeceği atasözü mucibince ve sadece eğlence dünyasına yönelik sabun köpüğü misali elit birkaç konser ile konunun geçiştirilmeyeceği açıktır…

Pazartesi, Aralık 08, 2014

HELAL OLSUN


Çeşme sosyal demokrasi cephesinde, var olma ve gelişme sürecinde emeği geçen bir dostumuzu, Yaşar Karaoğlu’nu kaybettik. Bu vesile ile ailesine, yakınlarına ve sevenlerine sabırlar ve baş sağlığı diler, merhumunda yattığı yerin nurlar içinde olmasını niyaz ederim.

Cenazesine kalabalık bir cemaat katıldı ve Çeşme’de bu vesile ile de bir ilk yaşandı… Bu kadar cenaze törenine katıldım ancak ilk defa, cenazeye katılanların, cenaze namazını kıldıran hocadan ve verdiği vaazdan şikâyetçi olduğunu, hatta yer yer homurdanmaların ve hatta saflardan ayrılmaların olduğunu gördüm… Evet, bu bir ilkti, Çeşme’de ve cemaat açısından biraz da ağır geçen bir ilk’ti… Cenaze namazının artık merhum ile son buluşma noktası olması hasebiyle, adetler gereği cenazeye katılanlar ile merhumun helalleşme faslı ise, hiçte Çeşmelilerin alıştığı biçimde gelişmemiştir. Bilindiği üzere cenaze namazını kıldıran hoca, “Hak ve hakkınızı helal ediyor musunuz?” sorusunu sorar, cemaatte “Hak ve hakkınızı helal ediyor musunuz?” sorusuna hep “helal olsun” diye cevap verir ve bu fasıl 3 kez tekrarlanırdı. Bu biçimi ile verilen ve bugüne kadar kimseyi hiçte rahatsız etmeyen ve kimsenin de rahatsız olmadığı cevap “helal olsun” iken, şimdi bir anda yeni müftü tarafından cemaate adeta ayar verilerek “Allah rahmet eylesin”e dönüştürüldü… Peki, soru; “Hak ve hakkınızı helal ediyor musunuz?” ise, cevap nasıl böyle olur diye insanlar soruyor… Eski köye yeni adet…

Diğer taraftan cenazenin kendisi ile pek ilgisi olmayan, bunun dışında da edilecek her kelamın gereksiz hatta yersiz olacağı açıkken bile, hatta yakınlarını kaybeden insanların acılarının tazecik olduğu sırada, normalde, en azından kendi irfanı çerçevesinde, çokta akli ve mantıklı gelen izahat ve vaazların, anlamsızlaşması ne yazık ki yaşandı. Yakınımızdaki bazı insanların, “Yahu bunlar başka yerlerde konuşmuyorlar mı acaba? Yahu bunlar sadece kendilerinin mi bu işleri iyi bildiklerini mi zannediyorlar? Yoksa bu muhteremler, başkalarının acılarına saygı mı beslemeyip, orayı da bir propaganda meydanı mı zannediyorlar? Yoksa bunlar başkasının alışkanlıklarına, itikatlarına, itikatlarının şekillendirmelerine izin vermeyen bir kafadan mı geliyorlar? İnsanlar orada acılarını yaşıyorlar, onlar kalkıyor “o öyle olmaz” ya da “bu böyle olmaz”, bırakın kardeşim kıldır namazını, ettir duanı kalk git değil mi? Hayır konuşacak, anlatacak, hem de bıktırana kadar… Acına mı yanarsın, adamın konuyu uzatıp “Cuma hutbesine” dönüştürüp, insanların homurdanmaya başlamasına mı, bilemedik gayri…” gibi sözler etmesine tanık oldum… Bu kabil yaklaşımların yeniden gözden geçirilmesi konusunda gerekli uyarıların yapılacağına inanıyor ve eski köye yeni adet taşınmasının önüne geçilecektir diye de umuyorum. Hatta yeni müftünün; helalleşme faslını olabildiğince ve gereksiz uzatması üzerine, 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün Lozan görüşmeleri sırasında, bezdirebilmek için, Winston Churchil’in yaklaşık 2 saat hiç susmadan konuşması üzerine “sn. Churchill bildiğiniz üzere ben çok ağır işitiyorum, bu anlattıklarınızı anlayamadım bir kez daha tekrarlar mısınız?” sözünden esinlenip, müftüye aynı şekilde seslenmeyi bile düşünen birinin varlığına tanık oldum… Ancak Müftünün yaşının gençliği, dimağının tazeliği ile “zaman, mekân ve teknik terakki” analizini kısa sürede yapacağına inancımız var olup, cemaat ile anlamsız gerginliklerin yaşanmasına yer verilmeyeceğini umuyoruz.

Hatırlanacağı üzere; Fenerbahçe spor kulübü eski başkanlarından Ali Şen'in trafik kazasında hayatını kaybeden 17 yaşındaki torunu Alp Ali Şen'in cenazesinde defin sırasında yaşanan nahoş bir olay yaşanmıştır. Ali Şen torununun cenazesinde, defin sonrası imamın vaazı, “Fatih Sultan Sümbülü Sinan Seyit Merkez Efendi kibarı evliyaullah Anadoluyu bizlere yurt yapan Malazgirt fatihlerinin” deyip başlayan ama bir türlü bitmeyen, hazır bu kadar dinleyiciyi de bulmuşum bakın ne kadar çok şey biliyor ve ardı ardına hepsini sıralayabiliyorum edasıyla devam etmesine, sinirlenen hadi dayanamayan diyelim, “Masalı kes” diye bağırarak, imamı kısa kesmesi konusunda uyarmıştı. Büyük ve tarifsiz acılar yaşarken, birisinin kalkıp normal zamanlarda en azından kendi aralarındaki sohbetlerde, çok anlamlı ve mantıklı olan sözler ediyor olsa bile,  katlanmak kolay olmasa gerek… Ezbere dayanan kelamların, her yerde geçerliliği varsayılan yaklaşımların, cenazeye katılanların ruh hallerini göz önünde tutmayan, ama ne yazık ki ayar verme gibi algılanmasının önüne de geçilemeyen sözler ederek, sabırların ve aklın fazlaca zorlanmaması gerekir herhalde…

Ne demişti, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, dönemin başbakan’ının İzmir’i “gâvur İzmir” ilan etmesini müteakip, “İzmir’in irfanı eksik, İzmir dindarlığının irfan geleneğine ihtiyacı var” diyerek “atayacağımız Müftülerle bu irfan eksikliğini gidereceğiz.” gibi bir beyanatta bulunmuş idi… Sonra bu lafın siyasi sonuçları olmaya başlayınca da, çevir kazı yanmasın kabilinden, “İzmir gibi çok kültürlü, çok boyutlu ilgi, bilgi ve duyarlılık eksenlerine sahip müstesna bir şehirde bu çeşitliliği kuşatacak yegâne dilin irfani bir perspektif olacağını” vurgulayarak, bir değişiklik yaptığı görüntüsü altında ama aslında görüşten hiçbir sapma olmadığının altını çizmişti.

Bu yaşananlar bu yaklaşımın bir sonucu değildir diye düşünmek istiyoruz, ama yaşananlar ne yazık ki bizim istediğimiz gibi olmuyor… Cenaze törenini takip eden gün, Çeşme sokaklarında neredeyse herkes bu konudaki, eleştiri ve olumsuz görüşlerini paylaştı birbirleriyle, görebildiğim kadarıyla… Her şeye rağmen, her şeye ve her düşünceye sonuna kadar saygılı, ölçülü ve eşit mesafedeyiz ve de olmaya devam da edeceğiz… Sevgili dostumuz, Yaşar Karaoğlu için bir kez daha, varsa bir hakkımız “helal olsun, helal olsun, helal olsun”…

Cuma, Kasım 28, 2014

RES’ÇİLERİN DENSİZLİĞİ VE SEFALETİ

Anlaşıldı ki; turizm cenneti Çeşme’nin, “Çevrecinin daniskasıyız” diye kendilerine paye biçen muktedirler ve gözleri kesinlikle paraya doymaz ve bu uğurda gözlerini budaktan esirgemez yandaşları tarafından kalemi kırılmış… Çeşmelilerin adeta balkonlarına yerleştirmeye çalıştıkları RES’ler ile açtıkları savaş yetmezmiş gibi, üstüne de her türlü tezviratı alet ederek, yerli erketecileri ile birlikte, propagandanın babası sayılan Almanya’nın faşist rejiminin propaganda bakanı Joseph Göebbels’i hiçte aratmayacak yöntemlere başvurmaktadırlar. Hukuksuz ve hukuksuz olduğu için ahlaksız da olan bu projeye karşı çıkanları, RES’lere karşı çıkıyormuş gibi göstererek, son günlerde yandaş yerel “basın” üstünden vurmaya çalışıyorlar, oysa Çeşmelilerin tek isteği ve beklentisi, benzerlerine göre daha az zararlı rüzgâr enerjisi türbinlerinin yerleşim yerlerinden uzak yerlere konulması, yoksa RES’ler dertleri değil, makul ve mantıklı yerlere yerleştirilmeleri halinde… Bu basın rolü üstlenmiş ancak kara propaganda aracı durumuna düşmekten kurtulamamış matbuat, öyle “organize işler” kotarmaya çalışıyor ki, yine yalanın ve kara propagandanın tartışılmaz lideri Joseph Göebbels’in, “Basını, hükümetin kullanabildiği dev bir klavye olarak düşünün” sözü mucibince olsa gerek, bir nüshasında ve ne yazık ki yerelde üyelerinin çok büyük bölümünün bu uygulamalara karşı çıktığı, direndiği aşikâr olan CHP’nin milletvekili bir muhteremden konunun geneline yönelik verdiği ve son derece cinlikle alınmış röportajı yayınlayıp, hemen arkasına da ABK şirketinin hukuksuz ve hukuksuz olduğu için ahlaksız projesinin, her türlü “photoshop” hilesi ile fotoğraflanmış duyurularını vererek algı yönetimi yapıyor…

Bakın mezkûr matbuattaki duyuru nasıl veriliyor; “gerçek dışı haberlerin doğruları aşağıdadır” deyip daha ilk sırada; “şirketimiz imara kapalı olan ve doğal SİT olan proje alanında hukuken gerekli tüm izinlerini ve imarını almıştır” diyerek, “secaat arz ederken sirkatin söylermiş merd-i Kıpti” durumuna da düşmekten kurtulamıyor. Şimdi buradan sonra söylenecek ne kalıyor, bu hukuksuz ve hukuksuz olduğu için ahlaksız olan projenin yürütülmesi üzerine… Neymiş; buraları SİT alanıymış ve bunlar imara açmışlar… Nerede bu SİT kurulları, hani vatandaş orada bir bahçe duvarı inşaatı yapmaya kalksa, anasından emdiği sütü burnundan getiren, oradan bir ağaç kesmeye kalkan vatandaşı sürüm süründüren SİT kurulları… Buralarının SİT alanı olduğu, ABK duyurusunda da ilan edildiği üzere açıktır, ilaveten buraya “imar” alındığı belirtiliyorsa, bu projenin hukuka uygun olmasından bahsedilebilir mi, kesinlikle hayır, bu proje sadece bu yüzden bile olsa, hukuksuzdur ve hukuksuz olan her şey ahlaksız olacağı için de ahlaksızdır…

Ne diyor, “Yalan atın, mutlaka inanan çıkacaktır.”, ne diyor, “Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar.”, ne diyor, “yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur”… İşte kara propagandanın babası sayılan muhtereme nazire yaparcasına, bu duyuru ile yapılıyor her şey… Şimdi, mezkûr duyurunun en tehlikeli, en bayağı ama en saldırgan yazılmış tarafına gelelim; “DEĞERLİ ÇEŞME HALKI, TÜM BU GERÇEK DIŞI HABERLERİ YAYMA GAYRETİNDE OLANLARIN NİYETİ, İYİ NİYETLİ HALKI KANDIRARAK ARKASINA ALMAK VE PROJEYE KARŞI KIŞKIRTARAK…” diye başlayan son paragrafına… Yahu ne demek gerek bu duyuruyu kaleme alan zevzeklere, şimdi düşündüm taşındım, alçak desem, değiller, çünkü çukurlar, satılık desem, bunların reel sektörde ederi olmaz, pazar bulamazlar… Bre zındıklar, bre münafıklar, bre münkirler, siz kim oluyorsunuz da projeye karşı çıkanları “kışkırtıcı” ilan ediyorsunuz ve bu kışkırtıcıların Çeşme halkını kandıracağını iddia ediyorsunuz, siz herkesi, kendiniz gibi 3 kuruş paraya bilimi satacak, 3 süslü lafa kanacak kadar andevül mü sanıyorsunuz? Bizi “kışkırtıcı” ilan edecek kadar cüreti nereden buluyorsunuz, kaleme aldığınız duyuru baştan aşağı yalan, dolan ve iftira ile vıcık vıcık olmuş durumdadır. Bu hukuksuz ve hukuksuz olduğu içinde ahlaksız olan projede görev alıyor olmak, arkanızı muktedirlere dayamış olmak, ÇED yönetmeliği değişikliği yaptıracak kadar siyasi güce sahip olmak, yerel kolluk kuvvetleri himayesi ve koruması altında bulunuyor olmak, tüm bunlara da dayanarak inşaatı sürdürüyor olmak sizi meşru kılmaz, olsa olsa zorba kılar…

Bir de Çeşme’li vatandaşlara bir şeyler demek istiyorum, yahu bugün itiraz etmeyecekseniz ne zaman itiraz edeceksiniz, Allahaşkına. Yahu bu kadar sessiz kalınması hatta buradan çıkar medeti umulması gibi bir görüntü vermek sizi rahatsız etmiyor mu? Peki, Çeşme’nin; hukuksuz ve hukuksuz olduğu içinde ahlaksız olan bu proje kapsamında, adeta bağrına dikilen RES türbinleri sizi rahatsız etmiyor mu? Çeşme’nin geleceği olduğu iddiasında bulunduğunuz “Turizm” hamlelerini zedelemiyor mu? Sevgili Çeşmeliler size kolay kandırılır insan diyen bu zevzekleri haklı çıkarmak sizi rahatsız etmiyor mu? Yahu; sadece savaş hallerinde kullanılacak “acil kamulaştırma” uygulamaları ile adeta yangından mal kaçırırcasına, mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesi sizleri üzmüyor mu? Nazi Almanya’sının propaganda bakanı Joseph Göebbels’in; “İnsanların beyin tembelliğini gördükçe, her istediğimizi yapabileceğimizi anladık.” sözünün bu seferlik uygulanmasına karşı çıkılmalı bence. Lütfen, sizde çevrenize sahip çıkanlara sahip çıkın, çünkü beyin tembelliği çevre talanının en büyük dostudur, çünkü gelecek bir gün gelecek ve işte o zaman ahlar ve vahlar, kaybedilenleri geri getirmeyecektir… Ve unutmayalım ki; çocuklarımıza temiz bir çevre ve doğa bırakmak sırtımızdaki mecburiyettir. Yorulduk artık bu saldırıları göğüslemekten, yeter… Kamu adına görev yapanlara bir kez daha söylemek isterim ki, bu harami, görgüsüz ve ahlaksız şirketlerin dediklerini ya da istediklerini yapıyor olmak size hiçbir şey kazandırmaz, kazandırmayacağı bir kenara yaptığınız görevi itibarsız hale getirmenize yol açar…

Bütün bu görgüsüz ve sınırsız ve hasmane, hatta fütursuz bilgiçlik, bana Turgut Özal döneminin bir bakanını hatırlattı, hani Çernobil nükleer santralinin patlamasından ve canım yurdumu ciddi anlamda nükleer serpinti ile radyasyon etkisi altına aldıktan sonra, çay stoklarını yakmamak uğruna, bir ülkenin geleceğini riske edecek kadar cüret gösterip, TV’lerde  “bak ben çay içiyorum, bir şey olmuyor” diye boy göstermişti hatırlanacaktır ve ne yazık ki kendisi de kanserden vefat etmiş ve daha da kötüsü bu yaklaşımdan sonra canım yurdumda kanser vakaları adeta patlayarak geometrik bir artış izlemişti… Sonraki yıllarda, “kuş gribi” salgını sırasında TV’lerde tavuk yiyerek sahne alan ardılları gibi tıpkı… Yüce rabbim bu bakanlardan, verdikçe verdi güzel yurduma sonraları, canım yurdumun sırtı yerden hiç kalkmasın diye, herhalde… Tarih; tarihten ders almayanlar için tekerrür etmeye devam etmektedir ve de edecektir de.

Alwin Toffler’in bizleri, övendire ile dürtme anlamına gelen bir sözüyle yazımı nihayetlendiriyorum; “21. yüzyılın cahilleri, okuma-yazma bilmeyenler değil; okumayanlar, öğrendikleri yanlış bilgileri değiştirmeyenler ve yeniden öğrenmeyenler olacaktır.”

 

 

Cumartesi, Kasım 22, 2014

RES(ci)LERİN REZALETİ

Turizm cenneti Çeşme’mizin huzuru bir süredir, yerleşim yerlerine çok yakın, adeta balkonlarımıza inşa edilecek gibi planlanan RES’ler yüzünden, kaçmış durumda, kendilerine “Çevrecinin daniskasıyız” diyen zihniyetin takipçileri tarafından bu hukuksuz ve hukuksuz olduğu içinde ahlaksız projeye karşı çıkanların da tepkisi her geçen gün artmaktadır. O kadar ahlaksız yollar takip edilmektedir ki, hangisi hangisinin önüne konulursa, ahlaksızlığın boyutu daha iyi anlaşılır diye bakıyoruz, ne yazık ki hepsi birbirinden daha ahlaksız. Yine de haksızlık etmeyelim bu projelere, vatandaşların evlerinin balkonuna yapılmalıdır, 1. derece doğal SİT alanlarına yapılmalıdır, özellikle seçim kazanamadığımız için de, en önemli değeri turizm olan, Çeşme yok edilmelidir mealinde bir uhrevi kural ve kayıt vardır belki de, kırmızı kitapta…

Örneğin, “acil kamulaştırma” yapılarak yangından ve hatta gerçek yargıdan mal kaçırırcasına kararları alacaksın, ÇED yönetmeliği “bir defa delinmeyle bir şey olmaz” yaklaşımını binlerce kez tekrarlaya tekrarlaya, gına verme noktasına getireceksin, devletin uygulama ayağı sus pus olacak, vatandaş tarlasına ya da bahçesine küçük bir duvar yapsa “anasını ağlatacak SİT kararlarını” önüne çıkaracaksın, başkasına ait araziden, bırakın TIR ya da traktör geçirmeyi, eşek geçirenin, “eşek sudan gelene kadar anasını ağlatacaksın”, olmadı hukuksuz ve dolayısıyla ahlaksız projenin, malzemelerini taşıyan TIR’lar, yolun uygun genişlikte olmaması nedeniyle geçiş yapamayacak buna rağmen protestoculara salt protesto haklarını kullanmalarına rağmen eşkıya muamelesi yapacaksın, özel mülkiyet araziden araç geçirmeye çalışan ABK firmasının derebeyi yöneticileri yanında tavır alacaksın, vatandaşın hakkının savunulması ile görevli emniyet güçleri marifetiyle de, arazi sahibine sahipliğini ispatla daveti yapacaksın… Olmadı ajan muhabbet ve erketelerine yatılacak, olmadı arazisinin çiğnenmesine karşı tavır alanlara tazminat davaları açılacak ve kazanılacak, olmadı Çeşme’nin yaşanabilir kalması için kurulmuş “Çeşme Sürdürelebilir Yaşam Platformu” nun alternatifi “Çeşme Ortak Yaşam Platformu”  bir anda ve bilinmeyen nedenlerle (!!!!!!) kurulacak… Sen de buna inanacaksın…

Memleketin, acil kamulaştırmalarla ki, diğer anlamı vatandaşın hilafı rızasına mülksüzleştirme; maden aranacak acil kamulaştırma, HES yapılacak acil kamulaştırma, RES yapılacak acil kamulaştırma, Havaalanı yapılacak acil kamulaştırma, köprü yapılacak acil kamulaştırma, yol yapılacak acil kamulaştırma, furyasından anası ağlamış vaziyette, zannedersiniz ki, madenler, rüzgâr ve sular acil firar kararı akmışlar ve istihbarat kurumu da bu firarı istihbar etmiş, tam gaz acil kamulaştırma… Yahu kardeşim, kendi yaptığınız kanun diyor ki; acil kamulaştırma “savaş hallerinde uygulanır”, yoksa savaş varda biz mi bilmiyoruz, kaldı ki savaş halinde HES ve RES yatırımı yapma cüret ve uyanıklığını gösteren tek millet olma unvanı alınır bu durumda, yok eğer savaş canım yurdumun doğasına açılmış ise, bırakın bu demagojiyi de açıktan ve delikanlıca ilan edin durumunuzu derler adama…

Gelelim bir de KAMU adına hareket ettiğini söyleyip kamunun kendisini iteleyip kakalayarak ABK’nın hukuksuz ve hukuksuz olduğu için de ahlaksız projesine destek veren, “kamu görevi” yaptığı iddiasında olan emniyet mensuplarına, diyorsunuz ki, bu ABK şirketi şantiye sorumlularından bir kısmı sahte imza ile TEDAŞ adına Çeşme Belediyesine ruhsat başvurusunda bulunmuş, kaldı ki söylenenlere göre bu “evrakta sahtecilik” işi de ilk değilmiş, malzeme taşıyan TIR’ların “seyr-ü sefer” belgesi yokmuş, bu TIR’ların bu yolu kullanmaları için UKOME’ye yaptıkları başvuru karar verilemeden 15 gün sonraya ötelenmiş ve karar beklenmeden bu yolun kullanılmasını hukuksuz bulup, protesto eden çevrecilere ve Çeşmeseverlere “yolu açın” diye çıkışacağınıza, yolu asıl, yolun yetersiz genişlikte olması nedeniyle TIR’ların kapattığı ısrarla söylenmesine kayıtsız kalmalarına, özel mülkiyet sınırlarını LİKAB’tan ve Belediye’den yetkili haritacıların aplikasyonları gösterilmesine rağmen ciddiye alınmaması, konu ile ilgili müteaddit defalar alınan mahkeme kararları gösterilmesine rağmen, tüm bunlar göz ardı edilerek, özel arazinin içinde durarak, geçen TIR’ları protesto eden çevrecileri itecek-kakacaksın, yasal olmayan yolu açarak, ABK’nın TIR’larını selametle şantiyelerine ulaştırma konusunda çok hassas davranacaksın, ama özel mülkiyeti için, iş makinesi çalıştırmak isteyen mülk sahipleri için gelen makinelere belge sorup, ceza yazan, hatta iddia o ki, iş makinesi sahiplerine tek tek telefon ederek gelmemeleri konusunda tehditle karışık uyaracaksın, sonra bana da kamu görevi yapıyorum diyeceksin, yahu kamu görevi yapmak ABK şirketinin korumasını mı yapmaktır. Bırakın bu aklımızla dalga geçme işini diyenlere de kızacaksın, sıra bizi bu ABK şiddet ve hiddetinden ve talanından korumaya gelince de,  hassas düşünme yerine hoyrat olmayı tercih edeceksin… Hukuksuz ve ahlaksız emir olmaz, lütfen artık bilin ki sizin kadar bizde hukuk biliyoruz… Hukukun ne yazık ki bir kez daha kaybettiğini, Polis yetkilisinin “biz savcıdan talimat aldık” yolu açacağız diye insanları itelemeye başlamasıyla anlaşılmıştır… Yaşasın adalet… Polis yetkilileri bir tarafta vatandaş, diğer tarafta ABK’nın hukuksuz ve hukuksuz olduğu için de ahlaksız projesinin yetkililerinin dizildiği ortamda, pozisyon alırlarken bir taraftan “biz tarafsızız” deyip bir taraftan da ABK’lıların yanında durmaları da gözlerden kaçmadı, aslında hukuken olmasa bile fiilen nerede olduklarını gözümüze sokarak ihsas etmişlerdir.

Bir de asıl komedi, kendisine basın organı gözü ile bakılan bir de yerel gazete var, neresinden başlasak ABK ve onun hukuksuz ve hukuksuz olduğu için de ahlaksız olduğu aşikâr projesi karşısındaki, tam sayfa bir ilan alınıyor arka sayfaya, ön sayfalarda da bir CHP milletvekilinin bilerek mi, bilmeyerek mi verdiği ve RES leri genel anlamda da olsa öven bir röportajı da yerleştirip, cücük akılları ile algı yönetimi yapmaya kalkışmışlar… Yerleştirilen fotoğraflardaki, fotoshoplara mı laf edelim, sıralanan yalanlara mı, yapılan hakaretlere mi yanalım, siz kimsiniz de insanları provokatörlükle suçluyorsunuz be kara cahiller, sizin bildiklerinizi, biz mühendis olarak ta, enerji bilgisi olarak ta, unuttuk gayri… Protestocuları, provokatörlükle suçlayanları da, bizim de 3 kuruş maaşa Çeşme’nin geleceğini satıyorsunuz değerlendirmesi yaparak cevap vermemiz mümkün, ama biz onlara, seviyeyi bozmamak adına satılık demeyeceğiz asla ve kata… Hele bir de tam bir rezalet olan açıklama var ki ne diyeyim, “buralara RES yapılmazsa; bunlar, buraları imara açıp talan edecekler” demiyorlar mı, yahu be densizler, be münkir ve münafıklar, asıl sizin yaptığınızın adı “TALANDIR”. Yahu siz, bizi kendiniz gibi aklı az mı sanıyorsunuz, size bu manada anlatılan masallara inanabilirsiniz, ama biz yemeyiz bunları… Bu düzeyde ve ilkokul bebelerinin bile yemeyeceği palavrayı büyüklere anlatanların seviyesini göstermesi açısından da bu palavralar ibretliktir açıkçası… Bu açıklamaya cevabımızı, ömrümüz olursa yakında detaylı olarak vereceğiz…

Cuma, Kasım 14, 2014

ZİTO İ EPANASTASİS


Yıl, 1919 İngiliz Emperyalizminin, ileri karakolu görevini üstlenmeyi kabul eden, Genç Yunanistan, emperyalistlerin 1. paylaşım savaşı ardından, enerji kaynaklarının merkezi konumundaki Ortadoğu’nun giriş kapısı niteliğindeki Anadolu’nun, açık işgali kararı mucibince gerekli askeri düzenlemeler ve sevkiyatlara başlamıştır. Zalimlere karşı, mazlumların safında yer alınması şiarı gereğince, Yunanistan Komünist Partisi, “Yeni Türkiye yapılanmasının gerçekleştiği, Anadolu’nun işgal planları bir emperyalist dayatmadır ve egemen güç İngiltere’nin emperyal amaçları ve beklentileri doğrultusunda, Ortadoğu’da yeni ülkeler ihdas edilmesi ve yeni sınırlar çizilmesi adına mazlum ulusların kanının akıtılmasına sebep olacak bu haksız ve ahlaksız işgalin” gerçekleştirilmemesi için bir kampanya açmıştır. “Biz, mazlum Anadolu halkını öldüremeyiz, onlar kardeşlerimizdir” çıkışı ile başlayan kampanya ne yazık ki, büyük bir tenkil ve tedip hareketine maruz tutulmuş ve gerek Yunanistan’da, gerek çıkarma gemilerinde ve gerekse de işgaline girişilen topraklarda, binlerce Komünist Parti taraftarı katledilmiştir. Peki; bunca karşı çıkışın ve direnişin bir etkisi oldu mu girişilen işgalin engellenmesine, şüphesiz hayır… Ama onlar, bedeli kurşuna dizilmek olan bu direnişlerinden asla şüphe duymamışlar ve geri adım atmamışlar ve “Başkaları için ölmek, ne büyük bahtiyarlıktı.” diye düşünmekten geri durmamışlardır. Tıpkı; yazar İnönü Alpat’ın “Günlüğe düşen notlar”ı kitaplaştırırken yazdığı bir hikâyeyi ele alması, benzer durumların müthiş bir tasviriymişçesine. Malum hikâye; milyonlarca karınca bir uçurumun kenarına gelir, karşıya geçmeleri gerekmektedir. Tek yol vardır önlerinde, yüz binlercesi canı pahasına uçurumu dolduracak, arkadan gelenler ölen karıncaların üstüne basarak karşıya güvenle geçecektir. Önden gelenler öleceklerini bilerek atarlar adımlarını uçuruma. Uçurum karınca ölüleri ile dolar ama arkadan gelenler rahatça geçer. İşte işgale karşı çıkan bu yiğit insanlar; tıpkı uçurumu arkadan gelen karıncalar geçsin diye dolduran öncüleri gibidir, dünyada önceden ve sonradan olan binlerce benzerleri gibi tereddütsüz bir şekilde bu ahlaksız ve haksız duruma karşı durmuşlardır.

Şair Tuğrul Keskin’in; “ZİTO İ EPANASTASİS” adı ile yayınlanan şiir kitabını okuyorum, “Barış, Zalimin her tür çılgınlığına karşı çıkma cesareti ve inancı” diye giriş yapan Keskin, Av. Saha İlman’ın, Girit’te yaşayan Emfimio Taki Lakekis ile Maria Marioli’nin yardımları ile, 1920’de “Zito i Epanastasis” adı ile yayınlanmış olan manifestonun orjinalinden dilimize çevirisinden; “Yeni yılın ilk günü, burada, yukarıda sizler için de güneş doğacak. Ama bugünün gerçeğinin dehşeti burada durmayacaktır. Arkamızda ve aşağıda baba evimizde, kaç zamandır felaketin karanlığı ailemizi örtmektedir. Biz fakirler, burada, yukarıdayız. Çünkü zenginler ve güçlülerin asker olmamak gibi, evlerinden uzak kalmamak gibi her zaman bir yolları vardır. Bugünkü acılarımızı hafifletecek, geçmiş yılların tatlı anıları neredeler? Hiçbir yerde! Bu son kana bulanmış yılın cehenneminde uyandık ve toplumun kullanıldığı ve güdüldüğünün korkunç gerçeğini gördük. Bu gerçek ile karşılaşmamız için yurttaşlık yaşantımızı terk etmemiz gerekiyordu. Bu karşılaşma milliyetçi rüyalarınızı, vatanlarınızı, çarpık ideolojilerinizi ortaya döktü, ancak bizlere de arkasında neyi gizlediğini, sermaye yönetiminin düzenini apaçık gösterdi. Artık bize özgürlükten söz etmeyin. Çünkü köleliğimizi dayanılmaz şekilde hissetmekteyiz. Artık bize vatanlardan ve eski düzeni yeniden kurmaktan söz etmeyin. İdeolojileriniz, içimizde mahkûm olduktan ve biz körler görmeye başladıktan sonra,  kalplerimiz size karşı düşmanlıkla doldu. Ama hayır bu nefret; sizlerin ve sizin gibi olanların,  işgal ile halklar arasında yarattığı mahvedici, kısır ve öç alıcı nefret değil, bu nefret, Fransız, Alman ve Yunan-Bulgar savaşlarının,  insan katliamları doğuran nefreti değil; başkaldırının büyük, kutsal ve yaratıcı duygusudur. Bu, tarihi süreçte oluşmuş; halkları cesaretlendirip canlandıran ve köleliğin bağlarını paramparça eden duygudur.
Bir süreden beri ve savaşın dumanları arasında; oraya, kuzeye, yeni ve insanca bir düzenin tohumları düşmüştür.
Büyük iktidar sahipleri! İşte bundan dolayıdır ki bizler vatanınızın değil insanlığın gerçek kahraman askerleriyiz…” aktardığı giriş bölümü ile sunuyor şiirlerini.

Savaş meydanlarında ve işkencehanelerde ve sokaklarda ve dünyanın her köşesinde, adlarını bilmediğim, dillerini bilmediğim ancak, tarihin tekerleğini durmaksızın ileriye doğru iten ve bu uğurda canlarını veren bütün yiğit insanlar için bir kez daha; ZİTO İ EPANASTASİS!

Kitaptan “Manifesto” başlıklı şiiri ile bitirelim yazımızı…

Özgür dünyanın zalimleri, efendiler!
Kalplerimiz sizlere karşı nefretle dolu
Yarattığınız yok edici savaşın ardından
Söz etmeyin bizlere asla kurtuluştan
Barıştır ancak kurtaracak, yoksulu acıdan

Ve barış renkli bir kuşun kanadında bugün
Soluk soluğa yükselecek Küçük Asya’dan.

Özgür dünyanın kan emicileri, efendiler
Sizlere karşı duyduğumuz bu derin nefret
Halklar arasında yarattığınız nefret değil
Başkaldıranların büyük kutsal nefretidir bu
Ve kahredecek olan budur kölelik bağlarını

Bunun içindir ki bizler, bir vatanın değil asla
İnsanlığın askerleri olarak öleceğiz Asya’da

Ve ortak dünyanın yoldaşları, kardeşler
Yeni gelen 1921 yılı bu yukarı cephede
Ne boş yere ölenlerin ağıtlarını duyacaktır
Toprak altından kemiklerimiz fakat,
Sonsuza kadar haykıracaktır.

Zito i epanastasis! Zito i epanastasis! Zito i epanastasis!
Yaşasın isyan! Yaşasın isyan! Yaşasın isyan!

 

Pazar, Kasım 09, 2014

KEMALİZM


Atatürkçülük veya Kemalizm, öncelikle emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı veren halkların, “milliyetçi-devrimci” saiklerle ulusal kurtuluş mücadelesinin tezahürüdür. Mustafa Kemal Atatürk ve Kemalizm ile ilgili olarak, Türkiye Devrimi üzerine sarsılmaz analizler yapan, seven sevmeyen, hemen hemen herkesin ittifakla, büyük devrimci, teorisyen ve eylem adamı dediği, Türkiye devrim tarihine, direnen ve teslim olmayan bir önder olarak geçen Mahir Çayan; “Kemalizm, emperyalizmin boyunduruğu altındaki bir ülkede doğu halklarının milli kurtuluş bayraklarını yükselten, emperyalizmi yenerek milli kurtuluş savaşlarını açan bir küçük-burjuva milliyetçiliğidir. Türkiye'deki küçük-burjuvazinin en radikal çizgisi olan Kemalizmi karakterize eden yalnızca “Milli Kurtuluşçuluk” ve “Laiklik” öğeleridir. Kemalizm’i bugüne kadar ayakta tutan, ona ruh veren milli bağımsızlıkçı niteliğidir. Kemalizmin anti-emperyalist niteliği bir tarafa bırakılırsa, ortada Kemalizm diye bir şey kalmaz. Bu nedenle ancak emperyalizmin karşısındaki saflarda yer alanlar, Kemalizme sahip çıkabilirler.” diyerek, Kemalizm değerlendirmesi konusunda devrimcilerin görüşlerinin nasıl olması gerektiğini belirlemiştir. Diğer taraftan da; “1919'da Amerikan mandası isteyenler ne kadar milli bağımsızlıkçı ve Kemalistlerse, 1969'da anti-amerikan hareketleri sabote etmeye çalışarak anti-emperyalist safları dağıtmak hevesinde olanlar, milli kurtuluşçulara “gözü dönmüş demokrasi düşmanları” “halka inanmayan yobaz aydınlar” diye kara çalarak Amerika'ya taviz verme politikasında işbirlikçilerle yarış halinde olanlar da o kadar Kemalisttirler. Ve bu Kemalistler ne kadar devrimci iseler, onları Kemalist saflara sokan görüş de bir o kadar devrimcidir!..” diyerek te kimlerin Kemalist olup olamayacaklarının da tarifini vermektedir.

Evet, Mustafa Kemal, ama kimin tariflediği ya da kimin temsil ettiğini söylediği Mustafa Kemal ve Kemalizm… İsmet İnönü’nün mü? Celal Bayar ve Adnan Menderes ikilisinin mi? Cevdet Sunay’ın mı? Demirel’ in mi? Kenan Evren’in mi? Kimin… Kimin… Çünkü sayılanların ve sayılamayan ve dönem aralarında yönetimde bulunanların tamamı, evet istisnasız tamamı, Kemalist oldukları iddiasındaydılar. Bunların en keskin savunucu görünenleri de 12 Eylül askeri faşist darbesinin, içimizdeki “Amerikan çocuklarının” baş temsilcisi olan, eski “NATO’nun gizli ordusu” komutanlarından olduğu iddiasını yalanlayamayan Kenan Evren idi… Hem de nasıl… Atatürkçülüğü sürekli olarak asıl amaçlarını maskelemek için kullanarak, Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı oldukları görüntüsü ve savunusu içinde, Atatürkçülükte birlikte tariflenen ve tertiplenen ve son derece olumlu nitelenecek, “Türk Tarih Kurumu”, “Türk Dil Kurumu” başta olmak üzere tüm kurumları kapatmakta, Atatürk’ün bağımsızlıkçı şiarının aksine, adeta canım yurdumu dizlerinin üstüne çökertecek şekilde, Amerikan emperyalizmine bağımlı hale getirmekte bir beis görmemişlerdir.

Bugün; müstevlilerin emperyal politikalarının Türkiye mümessilleri, aldıkları pozisyonlara bağlı olarak, gerek göğüs gererek gerekse de mahçup şekilde, Kemalist olduklarını beyan ede dursunlar, hedefteki halk yığınları üstüne zerkettikleri anti-komünist politikalar mucibince, yarattıkları politik rüzgârlara bakılarak yapılacak tespit, ne yazık ki canım yurdumu çok uzun yıllardır yönetenlerin hiç birisi, bağımsızlıkçı olamamışlardır. Yani hiç birisi Kemalist olamamışlardır ya da herkes kendi keyfine göre bir Kemalizm tarifi yapmıştır.

Gelinen nokta itibariyle canım Yurdumda; sahte Kemalistlerin “Atatürkçülük” demagojileri nedeniyle kafalar çok karışık olup, “gardrop Atatürkçülüğü” ile “Kemalizm” birbirine karıştırılmakta ve emperyalizme teslim olanlarla, emperyalizmle işbirliği içinde olanların her geçen gün etkilerinin artması nedeniyle de, bağımlılık Cumhuriyet tarihinin en üst noktalarına ulaşmış bulunmaktadır.

Her ne kadar da, “Kemalizm”; yaşanılan dönemin koşullarına uygun olarak, kâh özel sektörcü, kâh devletçi davranışlar göstermiş olsa da, emek-sermaye ikileminde gel-gitlerle bocalasa da, temelde “İzmir İktisat Kongresi” kararları mucibince yönünü çok açık şekilde tayin etmiş ve sermaye yanlısı olacağını göstermiştir. Bu iktisadi tercihine rağmen, anti-emperyalist ve bağımsızlıkçı tercihleri ve uygulamalarının ciddiyetle takip edilmesi gerektiğine inancımızı bir kez daha belirtmeliyiz. Diğer ülkelerdeki “Milli Kurtuluş” mücadelelerine örnek teşkil etmesi bakımından da, Kemalizm’in önemi ortadadır ve salt bu nedenle bile bu ruha sahip çıkılmalıdır.

Atatürk’ün bu yılki sene-i devriyesi nedeniyle kendisini bir kez daha saygı ile anıyor ve yazımı büyük üstat Nazım Hikmet’ten bir Atatürk tarifi ile bitiriyorum…

 

BÜYÜK TAARRUZ
Dağlarda tek tek
Ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
Şayak kalpaklı adam
Nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
Güzel, rahat günlere inanıyordu
Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
Birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar `üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
Eğildi durdu.
Bıraksalar
İnce uzun bacakları üstünde yaylanarak
Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası’na atlayacaktı...