Pazar, Mayıs 24, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ -2 TAHKİKAT KOMİSYONU


“Tek Parti” döneminin zulüm dönemi olduğunu söyleye söyleye iktidara gelip, yepyeni bir tek parti dönemi yaratmanın yolunu bulan Demokrat Parti Yönetimi, Amerikalı akıldanelerinin kulaklarına sufle ederek kendilerini cesaretlendirdikleri “Mc Carthy” uygulamalarının benzeri, önceleri muhalif her unsuru bilahare de kendilerine destek vermeyen herkesi ve her kesimi susturmayı ve yok etmeyi hedefleyen “Tahkikat Komisyonu”nu, tereddüt dahi etmeksizin kendi saltanatlarının sürmesi adına uygulamaya koymuşlardır. Türkiye siyasi hayatı açısından çok önemli bir süreç olarak tarihe geçen “Demokrat Parti” dönemi, hamamda türkü çığıranları bile kıskandırır biçimde, kendi kendilerine ve Göebbels bile imrendirecek şekilde “beyaz ihtilal” yapıyoruz, algısı yaratılarak, 3 dönem üstüste seçim kazanmanında üzerlerinde yarattığı zafer sarhoşluğu ile kendilerine biat etmeyen her kesimi yok etmenin her türlü numarasını çevirilen, her yola başvurulan bir dönemdir. Dönemin ilk yıllarında Demokrat Parti, genelde Amerikanın Sovyetler Birliği ile girdiği her alandaki yarışmasının, özelde de ülkenin emperyalizmin bu çılgın hamlesine teslimiyet bayrağı çeken bedhahların kara propagandası ile yaşanan ve teslimiyetin bedelinin defaten tahsili neticesinde ekonomideki dinamizm, özellikle 2. Savaşın kara günlerinde haddinden fazla sıkıştırılmış vatandaşın gözünü boyayarak, sonraları çokça lanetledikleri halde üzerlerinde defosu bulanacak şekilde kalan, dönemin aydınlarının önemli bir kısmını bile yandaş haline getirmişttir. Dönemin muktedirlerinin tercihlerinin emperyalizme teslim olmak olması hasebiyle aldıkları uluslararası sınırsız ve orantısız destek sayesinde yoğun şekilde özgürlükçü, yenilikçi ve demokrat propagandaları kısa vadede işe yaramış, gözler kamaşmış olsa bile, “sırları dökülmüş ayna” misali aslına rücu eden fikriyat, despotik ruhu kaçınılmaz olarak dışavurmuştur. Dışavuran despotizm artık muhalefet edilmesine tahammül edemez hale gelmiş, başlarda gözleri kamaşan unsurlar tekrar ayakların yere basması neticesinde yaşadıkları cilalı  kısa süreli rüyadan adeta övendire kullanılarak uyandırılmış, önceleri CHP hedefmiş gibi gösterilen saldırılar, meclisi, üniversiteleri, basını, yargıyı, orduyu ve her türlü muhalefeti de hedefleyince, kış uykusundaki dimahlar uyanmaya başlamıştır. Demokrat Parti ilk başlarda, CHP yi hedef alıp, devletin her türlü imkanını kullanarak muhalefeti susturduğu ve bastırdığı iddiaları ile hayli taraftar bulmuş iken, sırlar dökülmeye başlayınca basında aleyhte yazılar ve haberler yapılmaya başlamış ve uyanan dimahlarında etkili muhalefet yapmaya başlaması neticesinde, köşeye sıkıştıkça karşı yeni hamleler, sonu neye mal olursa olsun ruh haliyle ardı ardına alınmaya başlamıştır. Yasalardaki anti-demokratik unsurları derhal ayıklayıp kaldıracağım vaatleri çabuk unutulmuş, eskisini de mumla aratacak şekilde ceza yasalarını daha ağırlaştırararak daha fazla baskı uygulayabilme cihetine gidilmiştir, tıpkı tüm ardılları gibi, tıpkı tüm benzerleri gibi... Arda arda gelen baskıcı uygulamalar, memurların siyasi haklarının sınırlanması ile başlayıp, yargıçların ve profesörlerin erken emekli edilmelerine kadar hatta sorgusuz sualsiz memur işten çıkarılmasına kadar varan abuk subuk ve devlet ciddiyeti ile bağdaşmayan noktalara vardırılmıştır... Artık akli muvazene yitirilerek gözler kendi çıkarlarından başka şeyi görmez hale gelince, yargının kendileri için “el freni” olduğu gerekçesiyle, aralarında Yargıtay Başkanı, Yargıtay Üyeleri ve Cumhuriyet Baş Savcısı emekliye sevk edilince, muhalefet ve basının önemli bir bölümü konuyu sürekli işlemeye başlar, hatta bazı katıksız Demokrat Parti destekçisi gazeteler bile taraf değiştirince, ve hatta Demokrat Parti kurucularından Fuat Köprülü istifa edip muhalefete başlayınca, artık kaçınılmaz olarak “tam susturacağız” moduna geçilmiştir.

Mecliste “Tahkikat Komisyonu” gibi masumane bir ad altında ve tüm üyeleri Demokrat Partili olan bir komisyon kurularak; tüm siyasi faaliyetler hakkında önleyici karar almak; mitingleri, toplantıları yasaklamak, muhalefet ve basın aleyhinde ortaya atılan tüm iddiaları soruşturmak, her türlü yayını yasaklamak, yayın organlarının basım ve dağıtımını durdurmak ve kendilerince gerekli görülen her belgeye el koymak gibi başta olmak üzere her türlü kararı almak mezkur komisyonunun görevlerinin başındaydı ve komisyonun öngöreceği önlem ve kararlar kesin olup, bu önlem ve kararlara zinhar itiraz edilemeyecekti. Mezkur komisyonun evvel emirdeki kararlarından bazıları, partilerin kongre ve miting düzenlemelerini yasaklamak, komisyon kararlarının basın yoluyla eleştirilmesi ile Mecliste bile aleyhte soru önergesi verilmesinin önüne kararnameler yayınlayarak geçilmesidir. Bazıları tüm bu söylenenleri, despotik uygulamaların odağı olduğu iddia edilen CHP’yi hedeflediğini söylese de, ne yazık ki benzer programları ve hedefleri olmasına rağmen, önce MP (Millet Partisi) bilahare devamı CMP (Cumhuriyetçi Millet Partisi) biat etmiyor olmalarından ötürü hedef olmaktan kurtulamamışlardır. O kadar kurtulamamışlardır ki, CMP ye 5 milletvekiliğinin tamamını veren “Kırşehir ili”, özel bir kanunla ilçe haline getirilmiştir, varın siz öfke ve kinin büyüklüğünü düşünün. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası gibi parti kurulma girişimlerinin, dönemin muktedirleri tarafından ilgasını içine bir türlü sindiremeyen gruplar, günümüze kadar hiç durmaksızın girişimde bulunmuş ve Cumhuriyetin kurucularından ve kurucu felsefesinden rövanşı alma çabasını sürdürmüşler ve sürdürmektedirler. Mezkur girişimlerin ezcümle bu kabilden olduğu bilinerek geleceğe bakmak gerekmektedir. Tarihten ders almayanlar için tarihin tekerrürden ibaret olması mukadder görüşünden hareketle, demokrasi şehidi diye anılanların icraatlarını bir kez daha hatırlayarak, tüm çağdaş anayasaların öngördüğü kuvvetler ayrılığı ilkesini yok sayarak tüm kuvvet ve yetkileri tek elde toplayanların, muhaliflerine tahammül edemeyenlerin, meclis çoğunluğu bendedir istediğimi istediğim gibi yaparım diyenlerin, asla ve kata unutulmaması gerekmektedir.

 

Pazar, Mayıs 17, 2015

HALK NEZDİNDE KENAN PAŞA (!!!!)


İçimizdeki Amerikalıların 1 numaralısı, NATO gizli ordusu “STAY BEHIND” komutanlarından olduğu iddiası büyük ölçüde kesinleşen, canım yurdumun canına okuyan 12 Eylül faşist darbesinin mimarı; Kenan Evren, ne yazık ki doğru dürüst yargılanamadan, arkasındaki güçleri açıklamasına fırsat bulamadan, yaşlarını büyültüp insanları “asmayalım da besleyelim mi” diyerek elleri titremeden idam sehpasına göndermesinin hesabını vermeden, yaptıkları takipçilerinin koruması ve kayırması sayesinde yanına kar kalarak, ölmüş, dünyadan göç etmiştir. Hatırlanacağı üzere, Amerikalılar, içimizdeki temsilcileri olduklarını “our boys” diyerek tarihe geçirdikleri 12 Eylül cuntasının 5 li çetesinden, Ahmet Kenan Evren, ''Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının tamamını veya bir kısmını değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya ve Anayasa İle teşekkül etmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasına engel olmaya cebren teşebbüs ttmek'' suçlarından, sulandırılmış bir biçimde de olsa yargılanmış, kurduğu tüm kurumların dimdik ayakta bulunmasına ve onu korumasına rağmen, toplumsal baskı ve vicdanların rahatsızlığının yarattığı atmosfer karşısında mahkum olmaktan kurtulamamıştır. Aslında, az daha yaşayabilseydi de, tüm rütbelerinin sökülmüş haliyle defnedilseydi, muhtemelen de sadece ailesi ve akrabaları tarafından, sıradan bir mezarlıkta olacaktı tüm bu işlemler... Gerçi ölüm, ölenden ziyade arkada bıraktığı aile efradı ve akrabaları tarafından büyük bir acıdır, bilineceği üzere... Diktatörün kızı büyük bir öfke içerisinde, darbeye ve darbecilere ve halk düşmanlarına, sokakta, kahvehanede, meyhanede, okulda, fabrikada, evlerde vs. vs. lanetler yağdırılmasına karşı hamle kabilinden; CNN Türk’te Mirgün Cabas’a “70 milyonun 60 milyonu Evren Paşa diye takdirle anıyor” diyerek, içindeki fırtınayı bastırmaya çalışmakta olduğu görüntüsü vermiştir, Allah selamet versin, ya sayı saymasını bilmiyor ya da dayak yememiş diye bir söz vardır ya, tamda öyle. “Böyle bir babaya sahip olduğumuz için çok mutluyuz. Çok babacan, dürüst, hiç kin tutmayan, herkese iyilik yapmayı seven, şimdiki televizyonlardaki söylenenleri hak etmeyen bir insandı” diyerek devam eden, “yoğurdum ekşi” demeyen esnaf duruma düşmüş, ama kendisi açısından ne gam ne keder, canım Yurdum artık ve tamamen uluslararası ajanların cirit attığı ve yön verdiği, bağımlılığın geriye dönülmez noktaya geldiği bir ülke olmuş... Ama zor tabii ki, gittiği her şehirde, kasabada kendisine verilen “şehrin altın anahtarlarından”, ziyarete gittiği üniversitelerden aldığı “fahri doktor ve fahri profesörlük” ünvanlarından, her gittiği yerde “paşam bu ülke seninle gurur duyuyor” diye uluyanlardan, “astığı astık, kestiği kestik” tiranlığı karşısında taktir görmesinden, şatafatlı yaşamdan sonra, kimse yüzüne bakmasın noktasına gel, eee vallahi, kolay değil tabii ki bunu sindirmek... Ne kadar tepki gösterilse yeridir... Haklısınız, nerede şimdi o, yargılanırken bile, hani şimdilerde bizde işkence mağduruyuz diyen, yargılananların “fikirlerimiz iktidarda ama bizler yargılanıyoruz” diyerek methiyelere mazhar olan, Amerikanın içimizdeki çocuğu, nerde şimdi cenazesine bile sadece Mehmet Ağar ve İsmet Sezgin dışında siyasetçinin katılmaya cesaret edemediği ortam... Ne deseniz haklısınız... Devr-i iktidarlarında, kudretinin tartışılamadığı, parmağı ile yanlışlıkla bile gösterdiği yerlerin yakılıp yıkıldığı, % 8 lik onurlu bir azınlığın dışında, herkesin el pançe divan durduğu, elleri patlayıncaya kadar alkışlayanlar, avurtları patlayıncaya kadar canhıraş bağıranlar, bir baktınız ki darbe ve darbeci lanetleyicileri olmuşlar, işte bu terk edilmişlik ve lanetlenmiş duygusu sizi kahrediyor... Haklısınız, hem de ailecek... Nerde ahd-e vefa, ne yazık ki yok, işte necip Türk milleti sizi terk etti... Siz hala zannediyordunuz ki, %92 oranında bir katılım olacak cenazeye, vay zavallı ve mahsun kalış vay... Aslında sizler bunları görebilecek kadar, malum mahfillerden sufleye haizdiniz, sizler ailecek gizli faaliyetler ve operasyonlar yürüten bir grup olarak bu vefasızlığı öngörebilecek kadar bilgiye sahiptiniz ama güç ve yarattığı sarhoşluk böyle bir şey işte, başta gözler kamaşır, sonra akıl nasırlaşır, sonra vicdan sıfırlanır, sıkarlar suyunuzu atarlar posanızı... Güle güle kullanın son ve kadim halinizi, güle güle... Ama siz yine de ve herşeye rağmen şanslısınız, arkadan yolcu edilecek Ali Tahsin Şahinkaya’nın durumu daha vahim olabilir, çünkü Genelkurmay başkanlığı formaliteler gereği babanızın cenazesine sahip çıktı, onunkine sahipte çıkamayabilirler... Yine de bu duruma şükretmelisiniz...

Ayrıca; yine mezkur programda; “o çocukları babam mı astırdı” diye bir ifadeniz oldu, evet babanız astırdı...hemde elleri titremeden kalemlerini kırarak astırdı, yetmedi nefreti o kadar büyüktüki hatta yaş büyültülmesi için talimat ta verdi... Babanıza haksızlık yapıldığını, tarihin bunları bir gün yazacağını söylemişsiniz, hayır sayın Gürvit hayır, bakın tarih babanızı nasıl yazacak biliyormusunuz... Eli kanlı bir diktatördü, komutanlarından olduğu NATO gizli ordusundan gelen talimatlara göre, onlarca kanlı katliamların düzenlenmesine ön ayak oldu, insanları suçlu suçsuz yargılanmadan idam ettirdi, isimlerinin sayılmasına gerek olmayan birkaç bini geçmeyen bir sayıdaki işkenceciyi yetkilendirerek, binlerce insanın sakat kalmasına neden oldu, yüzlerce insanın işkencelerde ölmesine neden oldu, nerdeyse her emniyet müdürlüğü binasından en üst katlardan insanların öldürülmek üzere atılması moda olmuştu sayesinde, siyasal hayata ve topluma deli gömleği giydirdi... Ama asıl olarakta, bize bir şey olursa, hengi örgütten gelirse, bunun cevabı, tüm cezaevlerinde bu örgütten yargılan insanların öldürülmesi şeklinde olacaktır, kararı aldığını açıklaması bile lanetlenmesi için yeterlidir... Daha çok şey yazabiliriz ama yer ve yen dar gayri...

İşte bu ahval şeriatta, seninki gibi değil benimki gibi bir babası olması gururlandırmalı insanları... Size tavsiyem bu acılar ile çekilin bir kenara ve susun...

Pazar, Mayıs 10, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ -1 6-7 EYLÜL OLAYLARI


Sene 1955, aylardan Eylül ve Eylülün 6’sı; İstanbul’da yayınlanan “İstanbul Ekspress” diye bir gazete var, gazetenin yönetiminde ilgili herkesin iyi tanıdığı Gökşin Sipahioğlu diye biri bulunmakta, ama arka planda siyasi iktidarın bulunduğu tüm saklamalara ve reddetmelere karşın açık seçik bir biçimde görülmekte ve bilinmektedir. Yine aynı dönemde, ne yazık ki büyük acılar içinde, emperyalistlerin oyuncağı konumundaki yönetimler aracılığıyla adeta bir cenderede tutulan Kıbrıs’ın iki halkı, görüntüde birbirini boğazlamakta ise de, aslında tarafların bir iç savaş provası yönettiği, katliamlar yaptığı da çok açıktır. Bu politikaların sonuçlarından olmak üzere, canım yurdumda ise yaratılan hassasiyetler üstünden toplumu gererek, tıpkı tüm muktedirlerin her sıkıştıklarında benzer davranışa baş vurması gibi; sığınılacak tek yol, toplumda her türlü gerilimi arttıracak, hatta birbirlerine düşürecek provakasyonları hazırlamaktır.

Gerek uluslaraarası alanda kaypak politika izlenmesinin, gerekse de ulusal düzeyde, yaratılan ekonomik değerlerin çarçur edilerek, memleketi baştan başa yollarla donatıyoruz propagandasıyla, yolsuzlaşan canım yurdumunda, gerek genelde emperyalizmin içine sürüklendiği bunalımın, gerekse de canım yurdumdaki emperyalizmin yerel uzantılarının krizden etkilenerek aralarında birbirlerini tasfiye savaşları neticesinde ortaya çıkan olumsuz ekonomik tablonun neticesinde gözü kararan Demokrat Parti iktidarının artık yapamayacağı bir şey kalmamıştır... Artık iç savaş dahil herşeyi patlatmaya hazırdır... Allahtan “Kıbrıs Türktür Derneği” diye Demokrat Parti yöneticilerin yerleştirildiği bir dernek vardır... Ehven ortam ve makul şartlar oluşmuştur...

Hemen; her dönemde, her ülkede olduğu üzere, muktedirin emrine girmiş, yandaş basın devreye girer ve sonuçları itibariyle asla ve kata telafi edilemeyecek bir provakasyon hazırlanır... Dönemin Başvekili ve Demokrat Parti genel başkanı, şimdikilerin de cemaziye’l evveli konumundaki, Adnan Menderes devreye girer ve 5 Eylülde İstanbul’a gelir, provakasyonun merkezindeki güç olan Kıbrıs Türktür Derneği kıdemli ve önemli yönetim kurulu üyesi Hikmet Bil ile görüşür... Tabii ki bu görüşmede neler konuşuldu, ne kararlar alındı bilinmez ama sonuçlardan yola çıkılnca da neler konuşulmuş olacağını tahmin etmekte zor olmasa gerektir... Diğer taraftan, yandaş basın İstanbul Ekspres kendisine düşen rolü, tartışmasız oynayacaktır... İstanbul Ekspres gazetesi, düzenli olan tirajı 20 ler civarında iken, dönem itibariyle gazete kağıdının sadece ve sadece tahsis yoluyla temin edilmesi gerçeği olmasına rağmen, mezkur gazetenin gazete kağıt stoğu yapması gözlerden kaçmaz, ancak anlamlandırılımaz... İstanbul Ekspres gazetesinin, 6 Eylül 1955 te 2. baskısını 290.000 adet tiraj ve “Atamızın evi bombalandı” başlığı ile yapması, artık stoğun da gerekçesini ortaya çıkarır, diğer taraftan “Kıbrıs Türktür Derneği” üyelerince bütün İstanbul'da satılma ve dağıtılmaya başlar, zaten Kıbrıs’ta yaşanan olayların canım yurdumu germeye yetmiş durumundan da, halkın galeyana getirilmesi çok kolaydır. Milliyetçi ve mukaddesatçı cenahın, bir tarafıyla Kıbrıs politikasına destek olmasını temin etmek, diğer tarafıyla da toplumun, günün yakıcı sorunları dışında “cambazın kuşa bak” deyişi misali dikkatini başka taraflara çekme ihtiyacının karşılanması çerçevesinde, başta İstanbul’un yoksul kesimlerinden toparlanan ve kamyonlarla İzmit ve Adapazarı hatta Sivas, Erzincan ve Trabzondan taşınılan bindirilmiş kıtalarla, İstanbul’un başta Rum olmak üzere tüm azınlıkların yaşadığı semtler 2 gün boyunca yağmalanmış adeta talan edilmiştir. Kolluk kuvvetlerinin olaylara 2 gün boyunca seyirci kalmasının gözlerden kaçacağı savıyla, alavere dalavare Kürt Mehmet nöbete dümeniyle de, 4.250 ev, 1.000 işyeri, 75 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu yaklaşık 5.350 mekânın saldırıya uğraması ve yağma edilmesinin suçu “komünistlere” atılarak, minarenin kılıfına uydurulması hedeflenmiştir. “Türk milleti galeyana geldi, olayları gerçekleştirdi” diye defalarca savunulması nedeniyle sonuçta suç, her zaman olduğu üzere bir avuç çapulcunun sırtına yüklenerek, kapatılma cihetine gidildi. İlaveten Merkezi Otoriteye karşın yaşanan gelişmeler sonucu, Kıbrıs Türktür Cemiyeti yönetim kurulu üyesi Hikmet Bil ve dernek üyeleri başta olmak üzere tutuklunan kişiler de “Ya bizi serbest bırakırsınız ya da biz bazı şeyleri ifşa ederiz” karşı hamlesi ile behemehal serbest bırakılırlar, iddiası da hiç nihayetlenmeyecektir... Artık ortada gerçek suçluları ortaya çıkaracak bir davada kalmaz. Ancak ve ne yazık, 27 Mayıs yargılamalarından da anlaşılan o ki, mezkur ve rezil yağma düzeninin tüm sorumluluğu birkaç siyasiye atılarak kapatılmak istenmiş olup, çok sonraları Özel Harp Dairesi Başkanlığı da yapmış Sabri Yirmibeşoğlunun anılarında da “6-7 Eylül de bir Özel Harp işiydi. Amacına da ulaştı. Sorarım size, muhteşem bir örgütlenme değil miydi?” biçimiyle geçeceği üzere açıktan bir üstlenme tahammüden ıskalanmıştır. Gerek Özel Harp Dairesi, gerekse de MAH’ın, çok sonraları Nevşehir valiliğine kadar getirilmiş, dönem itibariyle Yunanistanda öğrenci olarak bulunan muhterem vasıtasıyla işin içinde olduğu çok söylenmiş olmasıuna rağmen konunun şifreleri halen deşifre edilmemiştir.

Canım Yurdumun siyasi tarihinin kara harflerle kayda aldığı bu vahşet düzeni saldırı, siyasi otoritenin, kendi siyasi zorluklarını aşmak adına, başta Rumlara olmak üzere, bilahare de Ermeni, Yahudi ve Levanten gibi tüm gayrimüslim azınlıkları hedefe koyması, bir tarafı ile etnik arınmanın bir başka iğrenç safhası, diğer tarafı ile de ırkçı, çapulcu ve tecavüzcüler eliyle de sermaye devşirilmesinin bir yolu gibi görünmektedir, bugünden bakılınca... Şüpheli ve karanlık metotlarla, halk hareketlerini ve muhalefetini susturma çabaları açısından bakıldığında sicili hiçte iyi sayılamayacak canım yurdumun; artık, bu konularda cemaziye’l evvelinin söylemde değil ama eylemde düzgün olanlarca yönetilme beklentisi ve özlemi hiç bitmeyecektir.

Pazartesi, Mayıs 04, 2015

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK–7


Ülkedeki televizyon kanallarının; istisnasız ve kesintisiz, kendisinden söz ettiği ya da açılışlarından yapılan haberleri ya da necip Türkmen milletine hitaplarının yayınlandığı, abartmasız neredeyse TV yayınlarının tamamını oluşturan nadide bir özelliğe sahip bulunan, Yeni Türkmenistan’ın kurucu lideri, Saparmurad Niyazov ya da kendisine hitap edildiği biçimiyle “Türkmenlerin lideri olarak onları aydınlık ve esenliğe çıkaracak yegane Türkmenbaşı’sın” gazı ile “ömür boyu lider” olarak payelendirilen, konuşma üslubuyla, tam da örnek alınacak(!!!) bir liderlik oluşturmuştur. Madem kendileri nadide bir örnektir, alınmalıdır netekim... Ve de örnek alınmaktadır, netekim... Hele yazdığı ve dillere destan “RUHNAMA” isimli kitabıyla, günümüze ne kattığı ya da katabileceği konusunda ne dediği asla anlaşılamayan ve anlaşılamayacak, mezkur kitap ile derç olunan irade-i seniyenin hikmeti anlaşılamazsa ya da mazallah ezbere bilinmezse, sürücü belgesi bile alamayacağınız, bir kutsiyet oluşturmaktadır, Muhterem Beyefendi... Tüm okullara başlangıçta, bazı ülkelerdeki hazırlık sınıfları gibi, mezkur ülkenin de, “RUHNAMA” merkezli hazırlık sınıfları bulunmaktadır, muhteremin devr-i hükümranlığında, neyseki şimdiki liderin, muhtemelen yazım aşamasında olunduğu rivayet edilmesine rağmen ve mevcut ahvale binaen, kitapsızlığına sığınılarak pabucu dama atılmıştır. Mezkur lider, öylesine yüce bir konuma getirilmiştir ki, herhangi bir yüksek bina olsun ve üzerinde “Halk, Watan, Beyik Türkmenbaşı” yazılmasın, zinhar olamaz... Tahtının tam da sallantıda olduğunu iddia edilen, hatta ha gitti, ha gidiyor, beklentisine girilen bir dönemde, dünyanın birçok diğer ülkesinde de örneklerine rastlanılır biçimiyle, zorluk derecesi bir hayli yüksek, kurmacası pek bir basit olduğu iddia edilen ya da anlaşılan, başını da uslanmaz ve iflah olmaz muhteris muhaliflerin çektiği, havan toplu ve roketatarlı, çok şükür ki başarısız, bir suikast girişimi mucibince bir hükümet darbesi zuhur ediverir, suikast arkasında ne kadar muhalif varsa derdest edilir, neredeyse tutuklanan tüm muhalifler ağız birliği etmişcesine ve Allahın yarattığı nedametle de, “Türkmenbaşı Allah’ın bize bir lütfudur” açıklamalarıyla, durumu kotarırlar... Köroğlu’nun, rüyasına girerek, kendisinin ne ulu bir Türkmen büyüğü olduğunu anlattığını, anlata anlata bitiremeyen, bir ulu Türkmen büyüğü olarak ta kendisinin Türmenleri esenliğe nasıl çıkaracağını, çağ atlatacağını yazıp çizen bu “Yaşulu” muhteremin; ululuğunun bir karşılığı olarak lideri olduğu Türkmen halkının, boş buldukları her yere adını yazıyor olması karşısında, Rusya lideri Putin’in bir ziyaretinde “resmini her yere astırma, kendini öven yazıları her yere yazdırma” benzeri bir söz söylemesi karşısında kendisinin de “ben mi yazdırıyorum, Türkmenler yazıyor” dediği bile rivayet edilmektedir... “Çöle buzdan saray yaptıracağım” gibi çılgın projeleri de olduğu iddia edilen Merhum Türkmen Lider, Saparmurad Türkmenbaşı; depremde kaybettiği annesinin rüyasına girdiğini söylediği bir gece, saat çok geç oldu demeden ve Türkmenbaşı için saatin geç olma hakkının olmadığı bilinciyle, hemen Türkmen TV kanallarının yayına geçmesi emriyle, yayının başlaması üzerine de, kasıla kasıla, annesininden bahisle, hemen aklına geliverdiği haliyle de, haftanın günlerinin değiştirileceği ve bir güne de annesinin adının verileceği muştusunu necip milletine verivermiştir... Artık Türkmenistan’da, Cuma günleri “annagün” dür... Ama lider de olsa, Beyik te olsa, ademoğlu ölümlüdür ve emri hak vaki olunca, yerine gelen ve muhtemelen kendi adına bir hazırlık içinde olması hasebiyle, hemen önceki kararları yok sayar, netekim bu örnekte de böyle olmuştur... Türkmenistan’a düştüğü iddia edilen göktaşına bile, Türkmenistan’ı seçmiş olması hasebiyle kutsiyet biçen, muhterem mezkur taşın artık kendi adıyla anılacağı talimatı vermiştir, neyse ki kendisi böyle bir talimatı olduğu açıklamasını hiç yapmamıştır da, kendisini sevenleri zor durumda bırakmamıştır, tıpkı kendisine benzemeye çalışan ardılları gibi... Devri komünizmde “kızıl”, devri hürriyette “yeşil” olma tercihi yapmış, Beyik Türkmenbaşı olduğu gün, hemen beyaz saçlarını siyaha boyatmış, Türkmenistan Havayollarına ait tüm uçaklarda herkesin göreceği bir yerde büyük bir fotoğrafı olan, kapalı yerde sigara içilmesini serbest bırakıp, açık alanlarda içilmesini yasaklamış, altın diş yaptırılmasını yasaklamış, 35 yaş altı bekar Türkmen kızlarının yurtdışına çıkışını yasaklamış, otomobillerde radyo dinlenmesini yasaklamış, yaygın kablo TV yayınlarını yabancı kanallar izleniyor diye yasaklayıp çanak antenlerin evlerin duvar, balkon ya da çatılarını mantar gibi kaplamasının önünü açmış, benzeri abuk subuk kararlara imza atmış, hatta kendisine “peygamber” denmesinin önerilmiş olduğu bile iddia edilen  muhterem ilave olarakta, kendisinin söylediği herşeyi kabul eden bilahare de kendi kararlarıymış gibi açıklayan bir anlamda ihtiyarlar heyeti gibi duran “yaşulular” meclisi üstünden de demokrasicilik oyunu oynamakta idi, çok şükür şimdiki lider çok partili hayata geçti de durum kurtarıldı...(!!!)

Kendisine her sorulduğunda ülkesinin çok partili bir demokratik ülke olduğu cevabı veren Türkmenbaşı, ülkesine gerçek anlamda ne çağdaşlaşma, ne modernleşme, ne demokratikleşme gibi hedefler koymamış olup, tek derdi, belki de bağımsızlığın ilk gününden bu yana etkisi altında kaldığı, çokuluslu şirketlerin gizli temsilcileri durumunda olan, Almanya, AB, ABD fonlarından sınırsız beslenen “sorozcu” ekiplerin etkisiyle ya da son tahlilde yardımıyla liderliğinin devamıdır... Tek dert odur, maksat lider kalabilmektir...

Evet; benzemek isteyene örnek olmaya devam eden Türkmenistan’ın merhum lideri “Beyik Türkmenbaşı” orada dimdik ayakta durmaktadır... Haydi benzemeye çocuklar...

Pazartesi, Nisan 27, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ VATAN CEPHESİ


DP iktidarı Canım Yurdumda demokratikleşmeyi sağlamak iddiasıyla gelmiş, ancak uygulamasıyla ülkede cepheleşmeyi arttırmış, kendi dışındaki tüm siyasi güçleri tasfiye etmeye çalışmıştı. Bu uygulamalardan birisi de “Vatan Cephesi” adıyla maruf, DP’li olmayanları kapsayacak şekilde  ama özellikle de CHP’lileri hedef tutarak ötekileştiren ve vatanseverliğin ölçüsünü ancak CHP'ye karşı olmakta gören, bir anlayış neticesi, matah bir iş yapılıyormuşcasına mezkur cepheye katılanların  isimleri (ya da kendilerince oluşturdukları listeleri) Türkiye Radyolarında tek tek okunarak psikolojik üstünlük sağlamaya çalışılmış ve diğer taraftan goygoy koyunluğu ödevi tamamlanıyordu. Demokrasi getireceğiz diye yola çıkılıp, süreç içinde sırlar dökülerek gerçeğin ortaya çıkmasıyla, tek adamlığa karşıyız, yeter artık diyerek çıkılan yol, birkaç adamın toplumu nefes alamaz hale getirmesiyle neticelenmeye tam gaz gidiliyordu. Demokrasi demokrasi diyerek, demokrasinin en büyük açmazı ya da engeli toplumu kamplara bölme aracı olan cepheleşme ile nihayetleniyordu...

Başvekil Adnan Menderes, 12 Ekim 1958 tarihinde Manisa'da yaptığı bir konuşmada halkı DP'nin oluşturduğu Vatan Cephesi saflarında yer almaya davet ederken şöyle sesleniyordu; “Muhalefetteki arkadaşlarımızın vatanperverliğine bugün bir defa daha huzurunuzda müracaat ederek rica ediyorum. Kin ve ihtirası desteklemekte devam etmesinler. Vatana hizmetin hangi istikamette olduğunu düşünerek muhalefetin kötü gidişine paydos desinler. Anarşiye ve nifaka paydos dedikten sonradır ki, hakiki demokrasinin ve hürriyetin güneşi bütün parlaklığı ile ortaya çıkacak, milletimizin terakki ve tealisine giden yolu daha da aydınlatacaktır... politikadan ve ihtirastan vareste vatandaşların karşımıza kurulmuş olan kin ve husumet cephesine karşı vatanperverane gayretlerini birleştirip eserlerinin müdafaasına azmetmiş bir Vatan Cephesi kurulması… Bu cephe milletin hizmetinde hiçbir şeyden yılmadan çalışanların karargâhı olacaktır... Vatan Cephesi'nde birleşerek eserlerimizi hep birlikte muhafaza edeceğiz. Dünyada siyasi, iktisadi ve içtimai istikrarı örnek telakki olunabilecek bir mükemmeliyette olarak Türk milletinin bütün gayretlerini bu istikamet üzerinde tevcih edilmiş görmek bize nasip olacaktır. Türk milleti, tezvir ve nifakın peşinde değildir. Vatanperver duyguların manevi seferberliğini yapmış bir halde bulunmaktadır.” 24 Kasım 1958 tarihli Lüleburgaz konuşmasında; “muhalefet liderleri… güç birliği yapmaktan bahsediyorlar. Sanki karşılarında bir düşman halk varmış gibi Güç Birliği cephesi kurmak teranelerinin peşindedirler. Onların Güç Birliği adı altında giriştikleri maksadı şudur: Bir ehlisalip cephesi ile karşımıza dikilecekler.”, 14 Şubat 1960 tarihli İskenderun konuşmasında Adnan Menderes, “iktidara gelmek için bir usul bir yol olan nifakı ezmek lazım... İyi niyetli aziz vatandaşlarımızın nifakı bir defa ezip kahretmeleri ve Vatan Cephesi’ni kuvvetlendirmeleri milletçe yolunda bulunduğumuz hürriyet nizamının, hakiki demokrasinin eseri olacaktır” diyerek, aslında muhteremin demokrasiden ne anladığı, ona göre demokrasinin ne olduğu, özellikle de sinirlendiğinde beyin ifrazaatlarının dışavurumuna fren yapamadığı yukarıdakilere benzer yüzlerce beyannattan çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

Şüphesiz bu coğrafya kavli beladan bu yana, “uzlaşma kültürüne” yatkın insanların yaşadığı bir yer olamamıştır, bu anlamda yüzlerce örnek gösterilebilir ama tam da “demokrasiye” (daha o zaman ileri demokrasi icat olmamıştı) geçildiği iddiasının yeri göğü inlettiği döneme denk gelmesi, biz ve ötekiler ayrımının en keskin yaşandığı bir dönem olarak tarihe geçecektir, tıpkı aslı “McCarthycilik ya da ABD'liler için Kızıl Panik” olan Amerika’ya benzeme çılgınlığından mülhem tenkil çalışmaları gibi... Başvekil Adnan Menderes’in hararetle savunduğu ve adeta seferberlik ilan kabulu ile, tüm halkı, temelde çeşitli baskılar ya da yıldırma taktikleri de uygulayarak, özellikle de “din, milliyetçilik, antikomünizm” söylemlerini öne çıkararak, DP bünyesinde ya da etrafında toplayarak, adeta kin, husumet ve şer cephesi haline gelen “vatan cephesi”, tüm muhalifleri vatan haini ilan etmiştir. Benzer uygulamalar, ABD’nin de yoğun desteği ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti tarihinde her dönem sahne almış ve almaya da devam etmekte olup bu kafayla gidiliyor olması halinde de asla ve kata da sonlanmayacaktır.

İttihat Terakki iktidarı, İtiafçıları yok sayarak, Demokrat Parti, CHP yi yok sayarak, Adalet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Selamet Partilerinin oluşturduğu Milliyetçi Cephenin başta devrimci ve yurtseverler tüm muhalifleri yok sayarak, bugünkü AKP nin tüm muhalifleri yok saymasına ilham kaynağı olmuştur... Yaklaşık 1,5 ay sonra, Güzel Ülkem yeniden seçime gidiyor, görülüyor ki geçmişten ders alınmamış, seçimden sonraki dönemin gelişmelerini bugünden görmek için kahin olmaya gerek yok, kamuoyu araştırma şirketlerinin açıkladıkları tablolar gerçekleşirse eğer, cepheleşme vites arttırarak, bugünkünden daha büyük sorunlara yol açacaktır.

Büyük Şair Nazım Hikmet’in dizeleri ile; hasret ve daveti bir kez daha yineleyelim...

Dört nala gelip uzak Asyadan
Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim
Bilekler kan içinde
Dişler kenetli
Ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak
Bu cehennem, bu cennet bizim
Kapansın el kapıları
Bir daha açılmasın
Yok edin insanın insana kulluğunu
Bu davet bizim
Yaşamak bir agaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardescesine
Bu hasret bizim

 

Pazartesi, Nisan 13, 2015

... VE EVİNİZ YIKILIRSA YENİDEN YAPIN


“Ve eviniz yakılırsa yeniden yapın... tahılınız yakıldıysa yeniden ekin. Çocuklarınız ölürse daha çok doğurun. Sizi ovalardan kovarlarsa dağlarda yaşayın ama yaşayın. Hep liderler arıyorsunuz, hatasız güçlü adamlar. Hiç yok, sadece sizin gibiler var. Yaşarlar, değişirler, bırakırlar, ölürler. Liderler yok, sadece siz varsınız. Güçlü bir halk, süren tek güçtür. Amacımız topraktı, bir düşünce değil. Aileleri besleyecek buğday ekili toprak. Özgürlük bir kelime değil ama akşam evinin önünde güven içinde oturan bir adam. Barış bir rüya değil, dinlenmek, nezaket için zaman. Kafamda bir soru var: Kötü bir davranıştan iyi bir şey çıkabilir mi? Bu kadar şiddetin sonunda nezaket çıkabilir mi? Bu kadar cinayetten barış çıkabilir mi? Öfke ve nefret düşünceleri içinde doğmuş bir insan, barışı sürdürülebilir mi? Barış içinde yönetebilir mi, bilmiyorum? Öyle uzun zamandır savaşıyorum ki barışı anlayamıyorum.”

Yukarıdaki sözler; haksızlıklara, adaletsizliklere karşı halkın biriken hıncının patlaması olarak görülen, halen başta Meksika olmak üzere tüm Latin Amerika’da yoksul köylülerin ruhlarında yaşattıkları, Meksika tarihinin en radikal planı olan, toprakların kademeli olarak kamulaştırılması ve topraksız köylülere dağıtılmasını hedefleyen sürecin lideri, Emiliano Zapata’ya aittir...

Bilindiği üzere; Emiliano Zapata, 20. Yüzyılın başlarında ABD’li şirketlerin Meksika’ya gelerek doğal kaynakları önemli ölçüde kendi amaçlarına uygun kullanımı konusunda imtiyazlar elde etmesine ve mezkur müstevlilerin yerli işbirlikçilerinin yağma düzenine ve toprak sahiplerinin zorbalığına karşı mücadele etme amacı ile kurulan ve başta tamamen barışçıl yöntemler ile hareket eden ve barışçıl yöntemlerin işe yaramadığının ve karşı tarafın daha da pervasız saldırmaya başlaması üzerine de silahlı mücadeleyi benimseyen ve buna uygun örgütlenen köylülerin başına geçen, bilahare de “Ejército Libertador del Sur-Güney Kurtuluş Ordusu” adlı ordunun komutasını üstlenen, bir Latin Amerika Devrimci Halk kahramanıdır.

Emiliano Zapata Salazar 1879 yılında dünyaya gelir, ailesi, köylü nüfusun %97 sinin topraksız olduğu Meksika’da, toprak sahibidir ve görece iyi bir hayat sürmektedir. Başlangıçta iyi bir hayata sahip olmanın göstergesi sayılacak faaliyetlerde bulunur, özellikle de, revaçtaki rodeo ve boğa güreşlerinde boy gösterir... Lakin toplumsal gelişmeler, başta da toprak sahipleri ile merkezi otoritenin siyasal ve ekonomik zulümü karşısında, görece iyi bir hayata sahip, Zapata’yı politikleştirir ve “iyilerin seyirci olduğu dünyada kötülerin kazanacağını” bilen birisi olarak artık seyirci olamazdı ve de olmadı...

Toprak sahiplerinin sözünün geçtiği yozlaşmış rejimin yıkılması ve yabancı şirketlerin kovulmasıyla da bir toprak reformu yapılmasını, “toprak işleyenin, su kullananın” saikiyle de işledikleri toprağa ve kullandıkları suya sahip olunmasını hedefleyen ve bu amaçla da kurulan; lakin, sayı ve teçhizat bakımından merkezi düzenli orduya karşı çok zayıf görünen “Ejército Libertador del Sur-Güney Kurtuluş Ordusu”nun başında iken uyguladıkları gerilla taktikleri ile kısa sürede durumu lehlerine çevirmişler idi. 1910 yılına gelindiğinde; iktidardaki diktatör Porfirio Diaz’a karşı, muhaliflere yakın ve ülkedeki düzenin değişebilmesinin bir fırsatı olarak görülen Francisco Madero ile ittifak kurularak desteklenmeye başlanır. Bu yıllarda ülkedeki huzursuzluk ve gerilla gruplarının mücadeleleri ile 1911'de, Pancho Villa ve isyancı köylülerin desteği ile Porfirio Diaz yönetimi yıkılır. Yeni yönetim Francisco Madero önderliğinde “Meksika Devrimi”ni ilan eder, ancak başkan ilan edilen Francisco Madero, köylülere verdiği sözleri hemen unutur, mevcut mülkiyet ilişkilerinde en küçük bir değişiklik yapmaya yanaşmaz, Emiliano Zapata'ya toprak ve başka vaadlerde bulunarak konuyu geçiştirmeye çalışır, Zapata ise işbirlikçi ve satılık olmadığını açıklar ve yönetimindeki orduyla birlikte güneye çekilerek savaşmaya başlar. “Diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmek yeğdir” şiarının takipçisi, Meksikalı devrimci Emiliano Zapata, bir kısım eski yoldaşlarının ihaneti ile tuzağa düşürülerek peşindeki insan avcıları vasıtasıyla hükümet güçlerine teslim edilmiş ve 10 Nisan 1919 da da hükümet güçlerince öldürülmüştür.

Önemsiz insanların; Köylülerin bu yiğit önderi, Meksikalı devrimci Emiliano Zapata, bu ölümden sonra tam bir efsane haline dönüşür. “Güçlü insanı zayıf halk yaratır. Güçlü halkınsa, güçlü insana ihtiyacı yoktur” diyerek, tüm Dünya halklarına ve bugünlere selam yollamış bu yiğit devrimci, tüm diğer devrimci önderlerin tersine bir köylü olarak, hiçbir entellektüel birikimi olmamasına rağmen, “Yurda ve halkın özgürlüğüne düşman olanlar, her zaman halkın soylu davası uğrunda kendilerini feda edenlere haydut gözüyle bakmışlardır” diyerek te, öğretiminin olmamasına karşın, erişilen yüksek eğitimli, ahlak ve zekanın nelere kadir olduğunun adeta bir abidesidir.

“Toprağın sahibi olmaz. biz toprağa aitiz ve bize nimetlerini sunduğu icin doğaya dua etmeliyiz” diyen, Latin Amerikanın asi çocuğu Emiliano Zapata’yı bir kez daha, günümüze ışık tutması açısından, özlemle anıyoruz... Viva Zapata...

 

Pazartesi, Nisan 06, 2015

TÜRKMENİSTANA BENZEMEK–6


Dünü, bugüne, bugünü de yarına bağlayacak tespitleri yazmaya, “istiare” yoluyla devam ediyorum. Bakalım; konumları, yaşamışlıkları, tecrübeleri, topoğrafyaları çok farklı olmalarına rağmen, mezkur ülkeden hareketle hedef ülkenin tanım ve tarifi yeterince yapılabilecek mi?

Mezkur ülkenin eski ve yeni yöneticisi, uygar dünyanın ölçütlerini ülke yönetirken asla ve kat’a dikkate almadı ve almamaktadır. Bizde de kısa boylu şişman yönetici ile birlikte hayata geçirilen, akşam gönlünden geçenleri sabah yönetim ilkesi diye sunma ya da dayatma modeli, bu coğrafyada öykünülen yere taş çıkartırcasına geliştirilmiş ve nihayetinde öykünülen yer artık kendilerine öykünülmeye başlar hale gelmiştir. Akıl ve bilim dışı tercihlerin yönetim ilkesi haline gelmesi giderek bir metot, giderek bir alışkanlık, nihayetinde de kaçınılmaz olmuş ve insanlar için ise de makus kader... Hani, öyle ya da böyle her türlü şeyi söyleyerek bir devr-i sabık yaratmaya çalışır ve bu haliyle de yaratılan mağduriyet üstünden de akıllara ziyan hasılat-ı hikmet ve hasılat-ı selahiye devşirilmeye çalışılır ya, hayali cihana değer... İşte bu girişten bile, benzemenin ne tür ilzamlara yol açacağının ipuçları görünmektedir... Şahsi menfaat ve keyfiyetlerin, her şeyin önüne ve üstüne geçtiği bu ortamlarda bile, durumun vahameti görülmeyecekse, “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul-zurna az” sözünün haklı çıkması da kaçınılmazdır.

Bu genel giriş ve tanımlardan sonra, gerek iş seyahatlarında gerekse de çalışma hayatımın bir döneminde tanık olduğum olayları altalta sıralayınca, atılan başlıktan muradımın ne olduğu kolaylıkla anlaşılacaktır. 

Muhteşem ikilinin, birincisinin döneminde, üstelik de “tek millet, iki devlet” şiarının ciddi sahiplenicisi görüntüsünde olan muhteremin sonuçları itibariylede tam bir Türk düşmanı olarak sonuçlanan, kendi ülkesinde “Türkmenin Türkmenden başka dostu yoktur” uydurmacası mucibince ülkeyi bir önceki etaba göre daha şiddetle zapt-u rapt altına almanın, ülkeyi daha da içine kapatacak ve her türlü hukuksuzluğun meşru görülebileceği hale getirmenin yolu olarak, nerdeyse tüm dünyada benzerleri tarafından tekrarlanan mizansen olan, “suikast iddiaları” ile geniş ve ciddi tutuklamalara girişme çabaları asla unutulmayacak ve vebal ve günahı da, asli failler Türkiye’den gelenler ve erkete ve yatakçı Türkmenler rol dağıtımı çerçevesinde gerçekleştireceği senaryonun tusunamileri olan halüsinasyonlar neticesinde tam bir Türk fobisi oluşmasına yol açacaktır. O kadar büyük bir fobi oluşur ki, anlatmak mümkün değildir, ancak başkaca da bir çare üretilememesi ve maksat ve murada en uygun ülke olan Türkiye ile başta inşaat ve sonuçları itibariyle de iş kolaylaştırma harcamaları bölüşümü mucibince de perde önünde koyu bir dostluk görüntüsü verilmektedir. Neyse biz, yeniden, halüsinasyonların, keyfiyete haiz rüyaların dünya gerçeği sanılması sersemliği içinde yapılan saçma sapan karar ve uygulamaların sıralanmasına gelelim. Gelelim ki ülkemizde olan bitene bir anlam yükleme konusunda zorlanmayalım...

Bu kardeş ülke; ne yazık ki, yetiştirilen rengarenk ve hoş kokulu çiçeklerin, bu vasfının yani hoş kokmasının evcil hayvan beslenmesi nedeniyle engellediği savıyla, evcil hayvan beslenmesinin yasaklanması gerçeği ile bir dönem yaşamıştır. Şimdilerde durum nasıldır bilmiyorum...

İnsanların saç ve sakal uzatmalarının “devlet başkanı buyruğu” nedeniyle yasaklanmış olmasını bana daha önce söylemiş olsalardı resmen gülerdim, ancak “ikamet ve çalışma izni” almamım ardından, içişleri bakanlığı yetkililerinin yaptığı kontrollerde, pasaporttaki sakallı resmimin olmasına rağmen sakalsız oluşumu sorduklarında olabildiğince nazik bir biçimde yasak olduğunu duymam üzerine kestiğimi beyan edince, sanki doğru değilmişcesine, ülkede demokrasi olduğu her isteyen insanın sakal bırakabileceğini beyan etmişler idi. Burada bahse konu yaklaşımın “yasağın” kendisine olmadığı, sadece böyle bir yasağın beyan ediliyor olmasına olduğunu anlamak hiçten bile değildi, oysaki... Konu o kadar fren tutmaz bir hal almış ki, bayanların kısa saç bırakmasına karışılmasına kadar konu genişletilmiş idi... Neyse ki bu subuk uygulama sonradan ya kaldırıldı ya da görmezden ya da takip edilmezden gelinmeye başladı... Çok şükür ki, estetik ve moda işini bu kadar yakından takip eden ve bilen bir “Devlet Başkanı” var...

Banttan müzik verilerek üstüne canlı performans anlamına gelen “playback” müzik yapımı, bir devlet başkanı fermanı ile yasaklanmıştır, yine bu ülkede... Ferman özetle; “Türkmenistan’da bundan böyle, bayramlarda, düğünlerde, yaşgünü kutlamalarında, kültürel etkinliklerde playback fon müziği çalınmayacaktır”. Ancak bu kadar absürdlüğe de “makul” bir izah bulunması da şarttır ve aranan izah ise, playback müziğin Türkmen müzik sanatın gelişimi önünde ciddi bir engel oluşturmakta olup devletin bu engeli kaldırmak gibi bir görevi vardır... Çok şükür ki, sanat ve kültürel faaliyetlerini bu kadar yakından takip eden ve bilen bir “Devlet Başkanı” var...

Canım yurdumda da; yaklaşık 30 yıldan beri sürekli yasaklama hamleleri yapılmasına rağmen, bir türlü murada erişilemeyen “opera ve bale” nin yasaklanması konusu, Türkmenistan’da bir çırpıda ve tereyağından kıl çeker gibi çözülmesi de ayrıca demokrasi adına sevindirici bir hamle... Türkmen kültürüne uygun olmadığı için yasaklana... Nokta...

Görüldüğü üzere, benzemeye çalışılan ülkede işler “Türkmen tipi Başkanlık” modeli sayesinde kısa sürede çözülmekte, Türkmenistan demokrasisinin el freni olmayışı nedeniyle de, dünyanın en gelişmiş ülkeleri sıralamasında en önlerde saf tutması da sürpriz değildir... Nokta...

Pazartesi, Mart 30, 2015

KAÇMAK


“Niye kaçıyorsunuz? Durun burada, niye gidiyorsunuz? Peki niye kaçıp gidiyorsun o zaman? Nereye kaçarsanız kaçınız, sizi bulacağız. Madem dürüstsünüz neden kaçıyorsunuz” şeklinde efelenip, sahip olduğı gücün kendisini sarhoş, gözlerini kör etmiş olması haliyle meydan okuyor muhterem... Tam bir somun pehlivanı edası...

Peki; kaçmak sadece dürüst olmama durumu ile izah edilebilir birşey mi acaba? Sadece dürüst olmayanlar mı kaçar? Dürüst olanlar kaçmaz mı yani? Sadece sahtekarlar mı kaçar? Korkarak kaçanlar, başına muktedirlerin ne çorap öreceğini görerek kaçamazlar mı? Kaçmanın bir çaresizlik olma ihtimali nedir? Bir ülkeden kaçışlar ne zaman başlar, ne zaman artar, insanlar neden kaçarlar? Kaçışın hukuki ve sosyolojisi nedir?

Memleket yönetiminin son dönemine damga vurmuş olanlar, şu parti, bu parti ayrımı yapmaksızın söylüyorum, bilmiyorlar mı ki, gerçekte asıl kaçanlar bizzat kendileridirler... O kadar ki, kendi koydukları yasadan bile kaçıyorlar, kendi atadıkları polislerden bile kaçıyorlar, kendi tayin ettikleri mahkemelerden bile kaçıyorlar, gazetecilerin sorularından kaçıyorlar, halkın tepkisinden kaçıyorlar, vs. vs... Bu kadar kaçak güreşirlerken, başkalarını kaçak olmakla suçluyorlar, tam da keçinin, koyunun telden atlarken kuyruğunun kalkıp, malum yerinin görülmesinin arkasından takındığı tavra benziyor, takındıkları tutum.

Yazar Cemalettin Canlı; “O Çocuklar O Yapraklar” adıyla yayınladığı ve Zakir Koçak’ın, bazı hayatlar herkesin hikayesi görüsüyle, Tren istasyonlarında, 6-7 Eylül’ün Beyoğlu’sunda, Ankara gecekondularında, TİP’te, DEV-GENÇ’te, Kızıldere’de yaşananlarla, Ulucanlarda, Mamak’ta işkencelerin ve hücrelerin, Türkiye devrimci yolunun hikayesinin arka plan oluşturduğu ortamı yazdığı kitabın bir bölümünde, 27 Mayıs 1960 darbesi öncesinin muktediri Adnan Menderes ve ekibinin kaçış hikayesini anlattığı bölümde şöyle yazmaktadır.

“Darbe haberini Eskişehir’deyken alan Menderes, Kütahya’ya doğru kaçıyor. Malum, Menderes bir ara Kütahya milletvekilliği yapmış, bazı yatırımları da var. Dolayısıyla Kütahya’da saklanabileceğini düşünüyor. Bundan dolayıdır ki Kütahya’da olağanüstü önlemler alınıyor.

Ben daireden çıktım, vilayet’in önünde silahlı olarak üç havacı binbaşı ve bir de inzibat yüzbaşı konuşuyorlardı. Konuştuklarından Menderes ve yanındakileri Kütahya’ya girmeden enterne etmeyi düşündükleri anlaşılıyordu. Kente girdiklerinde halkın sahip çıkmasından korkuyorlardı. Araçlarına binerek Eskişehir yönüne hareket ettiler. Ben de arkalarından gittim.

Kütahya çıkışında, Azot sanayine yakın bir noktada haki renkli steyşın bir arabanın yaklaştığı görüldü. Ben yavaşladım. Haki steyşın durdu, ama onları karşılamaya giden asker dolu araç son sürat haki steyşının üstüne gitti. Gelen haki steyşından inen üç kişi araziye doğru kaçmaya başladı. Ben sağa çekip dururken binbaşıların kaçanların peşinden “dur” diye bağırdıklarını duydum. Kaçaklar durdu, ellerini başlarının üstüne koyup yaklaşmaya başladılar. Önde Menderes, arkada Hasan Polatkan ve geride Tahsin Yazıcı vardı. Alıp arabalarla şehre getirildiler, ben de daireye geri dönüp olanı biteni anlattım. Sonrası malum.”

Muktedirlerin gazabından, hiddetinden ve şiddetinden kaçan garibanların durumunu, hadi güzel güzel kulplar bularak, açıklıyorsunuz, mezkur kaçışları suçluluğa bağlıyorsunuz, velev ki doğru, yukarıda kısaca anlatıldığı üzere, dönemin muktedirinin bu kaçışını ve korkusunu neye bağlayacaksınız...

Son söz; Dünya şairi, büyük usta Nazım Hikmet’ten, korkuyu iyi tanımlayan bir şiir olsun...

TARANTA - BABU'YA
SEKİZİNCİ MEKTUP

Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU!
Tek başına
      yapayalnız
              karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
                                  bağıra bağıra
kendi sesiyle uyanarak,
korkuyla tutuşup
               korkuyla yanarak
durup dinlenmeden konuşuyor.
Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU
çok korktuğu için
               çok konuşuyor!.

Cuma, Mart 20, 2015

DENGELER


Sermaye sahiplerinin asla doyurulamadığı bir sistem olan kapitalizmi, özgürlüklerin rejimi zanneden zavallıların, Canım Yurdumun siyasi ve ideolojik olarak aslına tamamen yabancılaştırılarak, 1940 lardan sonra da müstevlilerinin kendi amaçlarına uygun, bilinen jargon “soğuk savaş” kapsamında yaratılan “anti-komünist” yapılanma öncülüğünde, askeri yüksek teknolojinin siyasi temsilcisi konumundaki Emperyalist ABD’nin estirdiği rüzgarın sarhoşluğunda, bir hayli de militanca atılan bir slogan vardı, “kahrolsun komünizm”... İşbirlikçi ve sağcı ideolojinin, malum propaganda etkisi altında ve asla herhangi bir ilave çaba göstermeksizin pasif öğrenicilik kolaycılığı ile bu kabil yaklaşımları göstermiş olmasını ne yazık ki yıllarca, tüm karşı çıkışlarımıza ve koyduğumuz çekincelere rağmen dinledik... Diğer taraftan, sol cenahta da, Çin Komünist Partisi ve Arnavutluk Komünist Partisi’nin yoğun etkisi altında kalan, tamamen onların gözü ile gören, onların aklı ile analiz yapan, gerek canım yurdum ve gerekse de enternasyonal düzeyde başka gruplar vardı ve “kahrolsun Sosyal Emperyalizm” ve “Kahrolsun Sovyetler Birliği” diye diye bir yol tutup, tüm eleştirilere kulak tıkayarak, varsa yoksa, Sovyetler Birliği’nin yıkılması rüyasıyla yatıp kalkarlardı... Hele ki Canım Yurdum, kurtuluş yıllarındaki “emperyalist blok” karşısında varolma savaşı verirken, büyük bir akıl tutulması ile olsa gerek, Sovyetler Birliği’nin yaptığı destek ve yardımları unutarak, beğenilmese de Cumhuriyetin ilk yıllarında enternasyonal düzeyde tutturduğu “denge politikasını” hiç düşünmeksizin terk ederek, II. Paylaşım savaşının muzaffer ve mağrur gücü ABD Emperyalizmi yanında saf tutarak, anti-komünist ve anti-sovyet tutumunun “koçbaşı” olmayı tereddütsüz kabullenmiştir, ölsem de gam yemem gayri. Son tahlilde ve zımnen, gerek sağ blokta ve de gerekse de sol blokta, çok farklı gerekçelerle ve farklı ideolojik tanımlamalarla da olsa, konu ve hedef “Sovyetler Birliği” olunca, aklı baliğ ve devrimci tutumu içselleştirmiş bloktan da, Sovyetler Birliği üstüne gerçekçi olmayan bu analiz ve tespitlere, kendilerinince de olan analiz ve tespitleri ortaya koyarak karşı çıkışlar olmakta idi, şüphesiz... Yaşanan acı deneyimler ve sancılı dönüşüm ve sıçramanın, sonradan aklı baliğ Devrimcileri haklı çıkarması bir kenara, kaldı ki artık bunun en azından Sovyetler Birliği yıkılması ve Dünyanın tek başına bir zulüm imparatorluğuna terk edilmişliği dışında bir önemi de yoktur... Artık Dünya tek kutuplu hale geldi, astığı astık, kestiği kestik, çaldığı düdük, zulüm imparatorluğu başta kendi ve yakın müttefikleri olmak üzere lehte ne varsa o yönde karar alıp uygular hale geldi, adeta kendi çalıyor kendi oynuyor... Evet bu konuda emeği geçenlere ABD Emperyalizmi, müteşekkirdir herhalde...

Gerek yerel ve gerekse de enternasyonal düzeyde, savunulan ve mezkur savunuya dayalı hamlelerin, son tahlilde kimlerin işine nasıl uygun ortamlar hazırladığı, ne yazık ki bugün de anlaşılamamaktadır... Dün zımnen yaşananların bugün aleni hale gelmesi bile, sınıflar açısından olmasa bile geniş halk kitleleri açısından ne tür tuzaklar doğurduğu ve yarattığı, övendire görevi yapamıyorsa, daha ne söylenebilir ki, ilaveten... Dün karşı çıkılanların, bugün içimizi kanatıyor olması bile, bir halta yaramamışsa, o günkü zımnen kurulan ittifakların, kimlerin değirmenine su taşıdığı hala görülemiyorsa, daha ne söylenebilir ki, ilaveten... Despotlara karşı çıkılıyormuşcasına yaratılan janjanlı ideolojik ortamda, “yetmez ama evet” tarzı ittifaklar oluşurken, akla davet edenleri, dudak bükerek, küçümseyerek ya da en hafifinden gülümseyerek karşılayanların, bugün gelinen noktadan rahatsız olmamaları, akli körlüğe mi yoksa akli kötülüğe mi yorulacak varın siz düşünüm gayri... Bir taraftan “Türbanın insanı özgürleştireceği” savlanarak sosyalistlik taslanması, diğer taraftan zulmün ve despotizmin ideolojosi karşısında “işbirliğine hazırız” hafifmeşrepliği takınılması karşısında sessiz kalınması, tarafsız olunması iddiası bile, bir taraflılık tercihidir. Bu konuda kimse gak guk ederek, uzun uzun analizler yapmasın, konu yeterince açık ve seçiktir. Sonradan dökülecek timsah gözyaşlarının, dün güzel güzel yenilen hurmaların, çıkarırken tırmalamalarına perdeleme yapacağını yiyeceğimizi asla ve kata zannetmesin... Sizlerin sorunlarınızı çözenlerin bizlere itelediği faturalar, yeterince kabarık oldu, sizlerin sulh ve salahınız adına, bazı münkir, münafık ve zındıklara ait olması gereken sloganlar, yenilir yutulur cinsten değil, hatta hayatımızın ayrılmaz parçası oldular, diye itiraz eden insanlara kulak verin, anlamaya çalışın, empati kurun ve bu daveti yapanları da hoş görün, derlerse de fazla itiraz etmeyin...

Sovyetler Birliği yıkılsın, yok olsun diyenlere dediklerimizi, şimdi de CHP yıkılsın, yok olsun diyenlere, söylemek istiyoruz... CHP içindeki Gerici, Faşist ve Yobazları hedef göstererek kendilerine hoşgörülü bakılması talebi ile davet yapanlara, hatırlatılması gereken yegane şey, içlerindeki, Yobaz, Faşist ve Gericilere bakmaları gereğidir. Dün CHP lilere; “Yahu Ekmeleddin İhsanoğlu’nu nasıl içselleştirdiniz”, “İçinizdeki Faşistlere nasıl katlanıyorsunuz” şeklinde sorularımızı, bugün, bu iddia sahiplerine tevdi ediyoruz, yoksa “biz sosyalistiz” kolaycılığı içinde bunlar kapatılamıyor... Ayrıca ve ilaveten “sosyalizm” öyle sizin bildiğiniz kadar sığ ve basit değildir, diyelim ve şimdilik bunlarla iktifa edelim... Sosyalizm, ne zamandan beri “Saidi Nursi” anma toplantıları yapmaya cevaz veriyor diye sorarlar adama, mazallah... Artık yapılanlar sıradan örnekler olmanın ötesine taşındı ve sabırları zorluyorlar, biline... Çıta “sosyalizm” olarak konulunca gözler kamaşıyor herhalde ve görülmesi gerekenler de görülmüyor gayri ve galiba...

Pazartesi, Şubat 23, 2015

TÜRKMENİSTANA BENZEMEK–5

Türkmenistan’da çalıştığımız yıllarda; bazı anılarımızı, bugünümüzü yarına bağlayacak gelişmelerin analizinde faydalı olacağı mülahazasıyla kısa kısa yazmanın, tam zamanıdır… Türkmenistan’ı bilenler için bir yazı olmayacağını söylemenin bir anlamı yoktur sanırım, zaten onlar orayı iyi bilirler ancak geniş kitlelerin oraya da gitmiş olma ihtimalinin olamayacağından bu yazı, bir taraftan bilenlere hatırlatma diğer taraftan da bilmeyenleri bilgilendirmeye yönelik olacaktır.

Bir dönem bizimle birlikte çalışan, eski İçişleri Bakanının kardeşi ki, bir dönem kendisi de önemli bir mevkide görev almış bir Türkmen arkadaşımızın anıları üstünden; şüphesiz ki daha başka gözlemlerimizle birlikte, sistemin analizi ve işleyişini gözler önüne sermeyi, müstakbel geleceğimiz açısından, tarihe not düşmek adına çok önemsiyorum. İçişleri Bakanı olarak, bir dönem bizimle birlikte çalışan iş arkadaşımızın kardeşi, haklı ya da haksız olma ihtimalinin hiç tartışmadan, görevden alınması ve akabinde kendisine reva görülen yaşam koşulları hiçbir insanın kabul edemeyeceği biçimde olup, hele hele bir dönem bakanlık yapmış olmasının vefasızlığının en yoğun uygulamasına engel olamamış olmasıdır. Ailesinin herhangi bir ferdinin kamuda çalışmasına artık izin verilmemesinin yanında, kendisinin sadece yaşadığı evin bahçesine çıkabilmesine izin verildiği, sülalesinin herhangi bir ferdinin herhangi bir nedenle bir başka ülkeye gitmesine bile izin verilmediği bir ortamı varın tahayyül edin gayri. Mezkûr ülkenin sistemi, tam da bugün gizli gizli canım yurdumun hedeflediği ya da önüne dayatılan sisteme bir dolu detaylar açısından çok benzemektedir. Şimdi bu sistemin; ilk Devlet Başkanının, gem vurulmaz halüsinasyonları ve kibrin aklı kör ettiği ruh haliyle yaptıkları, söyledikleri ve yazdıkları üstünden yan etkilerini, bir potpuri halinde sıralamaya başlıyorum.

Başşehrin en önemli binalarını, meydanlarını süsleyen “Halk,watan beyik Türkmenbaşı”, “Beyik Saparmurat Türkmenbaşı” gibi, tek adamlığın kutsanması, değerli “o” ve değersiz diğerleri dayatması, ayaktakımı diğerleri davranışını içeren sloganların sık görülmesi karşısında, bir resmi ziyareti sırasında Rusya Devlet Başkanı Putin’in eleştirisine hedef olunca, savunma hemen, “ben mi istiyorum, halk yazıyor, ben ne yapayım” biçimiyle olduğu rivayet edilir.

Şehir içi ulaşımda otobüs, troleybüs kullanımları, sosyalist dönemdeki kadar yoğun kullanılmasa bile, halkın büyük çoğunluğu hala ve büyük ihtimal ihtiyaç nedeniyle de hala sık olup, Devlet Başkan’ının geçiş saatlerinde, geçiş güzergâhına denk düşen seferleri behemehal iptal edilir, aynı güzergâhta otobüs duraklarında bekleyen insanlar behemehal duraklardan uzaklaştırılırlardı. Gerçi bunu şehir yöneticilerinin, “neden insanları duraklarda bekletiyorsunuz” diye Devlet Başkanından fırça yemeleri nedeniyle yaptıkları söylenirdi ama… Aslında, bu konu Devlet Başkanı’nın aynı geçiş güzergâhlarındaki evlerin pencerelerinin bile geçiş anlarında, güvenlik birimlerince kontrol edilip kapattırılıyor olması ile birlikte değerlendirildiğinde hiçte halk sevgisine dayalı olmadığı kolayca anlaşılır. Kendisine yapılan ve büyük ölçüde Türkiye’den gelen insanların karıştığı iddia edilen suikast girişiminin etkisi olduğu düşünülmektedir. Hatırlanacağı üzere; Devlet Başkanı’nın geçiş güzergâhında, kendisine kalabalık bir grubun ağır silahlarla ve roketatarlarla saldırdığı iddiasıyla, adeta cadı avı başlatılıyor ve büyük bir tutuklama operasyonu gerçekleştiriliyor. Ancak, bu çaplı büyük ve şehrin göbeğinde yapılan suikast girişimi halk tarafından pek duyulmuyor ama olaydan sonra hedef olmuş ve ciddi hasar görmüş araçlar rahatlıkla sergilenebiliyordu. Ne tuhaf değil mi, başka ülkelerde de bu kabil hikâyeler hem anlatılır hem de gerçekleşti diye hikâye edilir, işte tesadüf, ne diyelim…

Oralarda bulunan insanların büyük ihtimalle dinlemiş olduğu bir başka trajikomik bir hikâye çok rahatlıkla ama işitme engellilerin kullandığı dille anlatılır. Dönemin “Karayolları Bakanı” bir sabah işe geldiğinde, birden önü güvenlik ekibi tarafından kesilir ve artık bakan olmadığı ve kendisinin artık arazide çalışan bir işçi olduğu bildirilir… Artık eski bakan, arazide kürekle çalışmaya başlamıştır… Kalkar giderim, çalışmam, kaçarım ülkeden, onlar kimmiş de beni bu şekilde çalışmaya zorlarlar diye düşündüğünüzü kolayca tahmin edebiliyorum ama oranın gerçekleri hiçte öyle değildir, yedi sülalenizin tek tek analarından emdiklerini burunlarından fitil fitil getirirler, gerçeği çok çarpıcı ve yakıcı durmaktadır.

Bakanlar kurulu bazen naklen bazen de banttan tamamen yayınlanır, vatandaş ilgi ile izler, Devlet Başkanı’nın Bakanları başarısız olduklarını düşündüğü konularda, çocuk azarlama kabilinden azarlamasını büyük bir haz ile anlatırlar… Neden buğday yeterince yetişmedi, pamuk neden yeterince yetişmedi, filan firma neden inşaatı bitiremedi gibi, çok çeşitli şartlara ve parametrelere dayalı izah edilmesi gereken konuları bile, o andaki ruh haline bağlı olarak değerlendirip, Bakan’ı azlediyor, ruh halinin vahametine bağlı olarak ta Bakan kapıda kendisini bekleyen, kolluk güçlerince tutuklanabiliyor… Kolayca anlaşılacağı üzere; “Bakanlık” gibi siyasi sorumluluk ve makam yerine, bizdeki şu andaki duruma göre genel müdürlük bile olamayacak düzeyde bir teknisyen makam… Tamamen, “top man and others” batılı deyimiyle, devlet örgütlenmiş durumda, demokrasi bu değilmiş kimin umurunda, varsa yoksa “yaşuli”… Devlet Başkanı, gece rüyasında kaybettiği annesini görüyor, bir şiir okuma ihtiyacı ve ruh hali oluşuyor, hemen TV’de canlı yayına bağlanıyor, diğer yayın behemehal durduruluyor, muhterem hiç şiire uygun olmayan hali ile şiiri okuyor, arkasından vatandaşlara gerekli nasihatleri veriyor… Kafasına göre haftanın günlerinin ve yılın aylarının adını değiştiriyor, örneğin; Nisan ayı, muhteremin annesinin adı olan “Gurban Sultan” oluveriyor. Eylül ayını kendi yazdığı kitabın ayı “Ruhnama”, Cuma gününü “Annagün” olarak değiştirebiliyor.

Durum bu iken; çıkılıp, “ben bu ülkeyi ziyaret etmem, çünkü bir diktatör tarafından yönetiliyor” diyen eski Cumhurbaşkanını, bu durum zinhar diktatörlük değildir diye eleştir ve en sık gittiğin ülke haline getir.  Yaşasın başkanlık… Sevsinler bu düzeni…

 

Pazartesi, Şubat 16, 2015

TECAVÜZ MEŞRUİYETİNİN İKLİMİ

Kadından sorumlu bir bakan; “medya olayları abartıyor, kadına yönelik şiddet algıda seçiciliktir”
Yere göğe sığdırılamayan bir belediye başkanı; “anası tecavüze uğruyorsa, çocuk neden ölsün, anası ölsün”,
Çok önemsenen bir öğretim görevlisi; “kadın, yüzünü kapamalı”, “Parfümlüye cennet yasak”, “saç boyama dinen caiz değil”, “kadının evden çıkması caiz değil”, “dekolte giyene tecavüz edilmesi normaldir”,
Camilerde vaaz veren önemli bir hocaefendi; “Çalışan kadın fuhuşa hazırlık yapıyordur”,
TRT televizyonlarının müdavim tartışmacılarından; “hamile kadının sokakta dolaşması terbiyesizliktir”,
Yere göğe sığdırılmayan bir yorumcu; “6 yaşındaki kızlarla evlenilebilir”,
Aile danışmanı diye parlatılan bir hanım; “eşime bir hanım gösterdim”
Çok önemsendiği anlaşılan bir vakfın lideri; “annen de olsa dizinin üstü tahrik eder”,
TRT televizyonlarının müdavim uleması; “banyoda çıplak yıkanmak mekruhtur”,
İl genel meclis üyesi bir zat; “kızlar okuyunca, erkekler evlenecek kız bulamıyor”,
Ağlamaktan sorumlu bir bakan; “kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak”,
Bir il başkanı; “kadınları hafifçe dövüp korkutabilirsiniz”,
Bir efsane başbakan; “kadına şiddet abartılıyor, ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum”, polisin orantısız güç uygulaması karşısında tepki koyan bir hanımefendiyi hedef alıp, “bir tane kız mıdır, bir tane kadın mıdır”, ?
Kimlik aidiyeti başka bir ülkeye ait olduğu iddia edilen bir bakan; “kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek”,
Bir başka efsane bakan; “evdeki işler sana yetmiyor mu?”,
Bir başka bakan; “tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar”,
İnsan hakları komisyon bir milletvekili; “tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur”,
Üzerine titrenen sanatçı diye halka kakalanmaya çalışılan biri; “mini eteği giyiyorsan bas bas bağırmayacaksın”,
Göklere çıkarılan yargıçlar; “küçük kız çocuklarına tecavüz vakalarında rızası vardı kararı üreten”, “tecavüze uğrayan bağırmadığı için rıza göstermiştir”, “tecavüze yeltenip gerçekleştiremeyen hallerde yarım kaldı ceza indirimi uygulayan”, “tecavüzü kameraya alan sapık eski sevgilisi olduğu gerekçesi ile ceza indiriminden faydalanıyor”, “ruh sağlığı bozulmadı mütalaası ile ceza indirimi uygulayan”, “tecavüz neticesinde hamile bırakanı zaten bakire değildi diye ceza indirimi ile taltif eden”,
Konuşunca yeri göğü oynattığı söylenen, derin hoca diye sunulan üfürükçü başı; “öz kız çocuğumu kucağıma alıp sevemiyorum, çünkü tahrik oluyorum”

Şimdi bu beyanatların üstüne söylenecek bir şey var mı diye düşünebilir insanlar… Aslında gerçekten söylenecek bir şey yok, kelamın dama dediği noktadır burası… Sonuçta kolayca görüleceği üzere, ötekileştirmeyi ve şiddeti meşru kılan anlayış, sürekli biz ayaktakımlarının, kafasına nakşediliyor… Her tecavüz girişimine, şeytanın aklına bile gelmeyecek, numaralarla, hoşgörü, adalet tesettürü, sonra timsah gözyaşları… İşte şiddet ve tecavüzün iklimi böyle oluşuyor ve oluşturuluyor. Bu yazı; son günlerde büyük tepkiler yaratan, acımızı ve öfkemizi patlatan, hunharca işlenen ÖZGECAN ASLAN cinayeti üzerine kaleme alınmıştır. Bu katliam özelinde konu, bir kadın cinayeti, bir kadına tecavüz cinayeti olsa bile, aslında kendisini güçlü görenin güçsüze şiddet uygulama hakkı bulduğu, diğer güçlünün şiddet uygulayan güçlüye destek verdiği, ahlaksız bir düzenin lağımının patlamasıdır. Bir tarafı ile dini ve ideolojik olarak kadın-erkek eşitliği reddedilirken, erkek egemen kültür pekiştirilirken, diğer taraftan kadının güçsüz gösterilmesinden hareketle de, güçlünün güçsüz üzerindeki hâkimiyetinin kaçınılmaz olduğu kültürü yaratılmaktadır.

Canım yurdumun, yakın tarihinde “tecavüz” ve “şiddet” atbaşı sık sık başvurulan bir, yok etme, direnç kırma, tahkir ve kişiliksizleştirme aracı olarak bolca kullanılmıştır ve görüldüğü üzere halen de kullanılmaktadır. 12 Eylül işkencehanelerinin en önemli işkence aracı olarak tecavüz öne çıkmıştır, hem de erkek kadın ayrımı yapmaksızın, erkeklere jop ve şişe uygun görülürken, kadınlara ise resmen ve alenen tecavüz uygun görülmüştür. Peki, 12 Mart işkencecilerinden ve 12 Eylül sonrası siyasetçilerinden Turgut Sunalp ne demişti, jop ile tecavüz etme olayları için, “elimizdeki 20 yaşlarında taş gibi delikanlılar varken neden jop kullanalım”… İşte kafa bu, jop kullanmanın ayıp olduğu, yerine ise 20 lik delikanlıları kullanmanın dayanılmaz şehveti… Bu tür aşağılık yaklaşımlar ne yazık ki, bir yöntem olarak kullanıldı ve kullanılmaktadır. Daha çok yakın zamanda Pozantı cezaevinde çocuklara tecavüz edildiği ortaya çıkarıldığı zaman, tecavüzcülere herhangi bir yaptırım uygulama konusunda, iştahsız davranıp, araştırıyoruz, soruşturuyoruz, suç duyurusunda bulunduk, bulunuyoruz gibi gak-guk kabilinden konu savuşturulurken, konuyu araştıran kamuoyuna aktaran gazeteci “Devletin mahremiyetini ifşa etmekten” büyük bir iştah ile tutuklanırsa, millet te sorar, devletin mahremiyeti çocuk tecavüzcülüğümüdür diye… Ali İsmail Korkmaz’a sopalarla, bir sürü sapık ne idüğü belli olmayan güruh saldırıyor, dövüyor, dövüyor, dövüyor, döverek öldürüyor, sonrasında konu savsaklanırsa, sana söylenecek söz kalmıyor ama taraftarlarına söylenecek söz, “Allah müstahakkınızı versin” olabiliyor ancak…

Görüldüğü üzere, eteğin minisinden ziyade, aklın ve ahlakın minisinden korkmak gerekmektedir. Bütün bu rezil yaklaşımlara; “YETER BE” toplumu dumura uğrattınız, denmediği sürece, tüm bu olanlar zımnen onaylanmış olur… Kadın dövülebilir, kadın eve kapatılabilir, kadının kariyeri evi ve çocuklarıdır, kültürüne sahip çıkılırsa, şiddet ve tecavüzün sonunun gelme ihtimali sıfırdır…

Şimdi birde “idam edelim” gibi akıllara zarar bir şeyi kamuoyunun önüne atıp tartıştırıyorsun, bu iklimin oluşmasına engel olmazsanız, bunlara idam edersiniz yenilerini yaratırsınız… İklim vasatının ortadan kalkması önemlidir… Yolu da bellidir… Şimdilik şu kadarını söyleyelim, İran’da, Suudi Arabistan’da idam var, peki tecavüzler bitmiş mi, zinhar…

Ne yazık ki; şiddet hayatımızın merkezine oturmuş durumda, her şeyin şiddet uygulayarak çözülebileceği inancı zihinlere yerleşmiş durumda, behemehal şiddet ve tecavüzün iklim ve vasatını oluşturan bu anlayışın değiştirilmesinin yolu bulunmalıdır, aksi takdirde toplumun var olan tüm dengeleri bozulacaktır.

Pazar, Şubat 08, 2015

BİLGİSİZLİK GÜÇTÜR

Artık, günümüzü; ister işyerinde, ister kahvehanede, ister sokakta olsun, geometri ve matematik doldurmaktadır, Allah razı olsun, büyüklerimiz sayesinde, paralel di, değildi ile geometri, odalardaki, kutulardaki paralardan hareketle havuz problemleri ile de matematik, üstüne yapılan muhabbetler doldurmakta.

Bende bu kervana; çok bilinen ama az hatırlanan, bir formül ile dalıp, bilgisizliğin nasıl büyük bir güç olduğunu ispata çalışayım…

Bilindiği üzere, daha ilkokul ya da ortaokul sıralarında, öğrencilere; “Güç=İş / Zaman” diye bir fizik formülü öğretirler… Hani, gücü ya da işi zaman ile ilişkilendirip tarif etme, somuta indirgeme ve daha anlaşılır kılma adına… Burada, günlük hayatımızda çok kullanılan tarifler ile küçük değişiklikler yaparak, daha da kolay anlaşılır ve derdimizi ve meramımızı ifade edelim istedik… Kolayca bilindiği üzere insanlığın ittifakla kabul ettiği, birkaç önerme vardır, bilgi=güç, zaman=nakit gibi… Şimdi bunu, mezkûr formülde yerlerine koyarak, “Bilgi = İş / Nakit” haline dönüştürelim. Yine öğretilen içler dışlar çarpımı ile gerekli değişikleri yaparak (çekerek), “Nakit = İş / Bilgi” formülüne ulaşılır… Artık buradan ne anlaşılması gerektiğini uzun uzun anlatmaya gerek yoktur sanırım, bilgi ne kadar az ise, nakit o kadar çok olacaktır, yani bilginin fazla olması hiçbir işe yaramıyor, yani bilgisizlik daha önemlidir, açıkçası bu yaklaşıma göre bilgiye gerekte yoktur… Görüldüğü üzere ne kadar az bilgi o kadar fazla güç… Yaşasın “bilgisizliğin gücü”

Aslında; tam da şamata bir vaziyette, bize dayatılan biçimiyle, bilgiyi zaten batılılar üretiyor, neden biz de üretelim, hazırını ithal ederiz daha ucuz oluyor, fikriyatı ağır basıyor, bizim muktedirlerde. Gerçi lafı bu keskinlikte söyleyince de kimse kabul etmiyor ya da üstüne alınmıyor ama bütçe yapma kudretinde olanların kavli beladan beri bilim üretimine ayırdıkları bütçelere de bakınca, sırları dökülüveriyor hemencecik. Nedense bilim ve bilgi hep, hotzot ile iktidar sürdürmeye niyeti ve eğilimi olanlara uzak durmuştur ya da bu kabil muktedirler bilim ve bilgiyi kendilerinden hep uzaklaştırmışlardır. Onlar için varsa yoksa hurafe, menkibe, safsata vs. vs. Tam bir bekçi Murtaza, portresi ve şablonu…

Yahu Allah aşkına, yoksa bir ülkede, kitaplığına uygun ölçüde ansiklopedi arayan insanların bolluğu nasıl izah edilebilir, var olan hatta var olması da durumu değiştirmeyen kitaplıklarını misafirlerini ağırladıkları odalarda bulunduranlar nasıl anlatılabilir, her dönemde yasak kitap yasak yayın yasal düzenlemeleri yapılıyor olması nasıl açıklanabilir, bilim diye çağdışı öğretiler nasıl parlatılabilir, çağdaş sansür örneklerinden sayılan bir sürü abuk subuk, ama açıklamaya gelince de “asla sansür kuruluşu olmayan” kuruluşların olmasını nasıl izah edilebilir, vs. vs. Kim, nasıl izah edebilir, çok kitabı olanın çok okuduğunu hatta okuduğunu doğru anladığını, bakıyorum da toplum tam bir cilalı imaj dönemi yaşıyor, Allah selamet versin…

Peki, diğer taraftan, tek başına bilgi depolamak, çok bilgili olmak yeterlimidir, eğitimli bir kafaya sahip olmak için, zinhar…

İşte bunu çok güzel anlatan bir hikâye daha;  hani buda çok bilinen ama asla hatırlanmayan, hadi haksızlık etmeyelim, az hatırlanan diyelim…

Almanya’da bir lise müdürü, her öğretim dönemi başında, öğretmenlere şu mektubu gönderirmiş. “Bir toplama kampından kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. Bilgi ile donatılmış ve iyi yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, çok bilgili doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekleri, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar. Öğretimin çok iyi olmasından kuşku duyuyorum bu yüzden. Sizlerden istediğim ve beklediğim şudur. Öğrencilerinizin çok bilgili olmaları yanında, eğitimli ve vicdan sahibi iyi birer insan olarak yetiştirilmeleridir, bu yönde hiçbir çabayı esirgemeyin. Çabalarınız bu anlamda eksik olursa, öğrencilerinizin bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar haline dönüşmesi kaçınılmazdır. Matematik, tarih, kimya, din ve ahlak bilgisi, öğrencilerinizin daha iyi insan olmasına yardımcı olursa, önemlidir yoksa hiçbir önemi yoktur.”

Kıssadan hisse; iyi matematik, kimya, tarih, coğrafya, din bilgisi biliyor olmak, iyi insan olmak için yeterli değildir…

Bilginin ya da bilgili insan artışından beklenen, eğitilmiş kafa yaratmak, eğitimli kafanın, bilgi ile analitik düşünme kabiliyet ve marifetini arttırabilmektir. Yoksa yukarıdaki formül öngörüsü gerçekleşir, bilgi azaldıkça güç artar maazallah…


Pazar, Şubat 01, 2015

CİLALI ÖZELLEŞTİRME SONUÇLARINDAN TEDAŞ


Çeşme TEDAŞ; özelleştirmelerin genelde yarattığı güzelliklerin bahşettiği huş içerisinde, ceplerimize ortak olmaya devam etmekte, peki, sadece ortaklık etmekte kalıyor mu, hayır, ilaveten işkence kabilinden davranışlar da hiç eksik olmuyor ve ne derseniz deyin, ne yazık ki hiçte haksız çıkarılamıyor, hacıyatmaz gibi sürekli de haklı olmaya devam ediyor… Yeni uygulamaya başladıkları abuk ve de subuk faturalandırma ile de bıçak kemiğe dayanıyor…

Ocak 2015 faturaları geliyor; son okuma tarihi 31.01.2015, son ödeme tarihi 19.01.2015, fatura tahakkuk tarihi 08.01.2015…

Şimdi bu abuk ve de subuk faturalama tarihlerini fark ettin, ettin, etmediysen geçmiş olsun, uygulaması… Fark edenler açısından ne oluyor, hemen ilgili yerlere müracaat ediliyor, aaaa, bilgisayar sistemi hatası nedeniyle yanlışlık olmuş deniliyor, fatura düzeltiliyor… Nasıl düzeltiliyor peki, hemen bir dilekçe yazın deniliyor size, yahu madem hata sizin, biz neden dilekçe yazalım, demiş olsanız da, SS formülü ile dilekçe yazılıyor, ama Allahları var matbu dilekçeler hazırlamışlar, hemen yan odaya geçip talep ediyorsunuz, veriyorlar üstelik bir bedel de talep etmiyorlar… Bu dilekçeyi doldurmak ise KPSS sınavı gibi bir şey ama olsun, paralelseniz yardımcı da oluyorlar… Görünüşleri son derece asri, çünkü özel sektör kuralıdır, personel şık, alımlı ve güleryüzlü (bu kelimenin karşılığı olmasa bile) olacak ama kafaları boş (bu da yeni ülkemin yeni özel sektör kuralı) personel ile baş başa, Allah selamet versin gayri… Ancak, inanılmaz bir görevkeşlik içinde olsa gerek, vatandaşın da orada uzun süreler bekleyeceği öngörüsüyle, vatandaşa kitap okuması tavsiye edilir, aaaaa bak çantanızda bir kitabınız yoksa da dert etmeyin abiler ve ablalar sizi düşünmüş ve oraya biraz da kitap koymuşlar, maşallah bekleme sürenize de uygun ve de makul olabileceği düşüncesiyle her biri tuğla gibi kalın kalın kitaplar koymuşlar… Hadi iyisiniz, kitabı da beleşe getiriyorsunuz…

Bu arada, süslü mü süslü görüntüsü altında, tam bir “Mercedes görünümlü murat 124” alımı ve çalımı ile ortalıkta dolaşan, prezantabıl ama düşünme fonksiyon eksikliği içindeki genç kızımız, fatura üstündeki tüm bu tutarsız tarih belirtmelerini göstermenize rağmen, size “tutarlı olun” talimatı verme cüret ve yetkisine haiz olduğunu hissettiriyor. Azıcık iddialı bir durumda hatalarını anlatırsanız da hemen, bu süslü kızımızın yanındaki masalarda mesai eyleyen yandaşları da size “sessiz olun, çalışıyoruz uyarısında” bulunuyorlar, eğitilebildikleri seviyeye uygun bir lisan ile… İtirazınıza devam ederseniz de, “dilekçe ile bizi şikâyet edin” diyerek sırlarının döküldüğüne şahit oluyorsunuz… Hele birde “ben neden şikâyet edecekmişim, bekliyorum, siz beni şikâyet edin bakalım” dediğinizde de, artık cila falan da kalmıyor, ekşimiş suratları görüyorsunuz… Bu arada, muhtemelen şirketlerinin “nakit akışını” feraha kavuşturma gayreti içinde, gözleri paradan ve tahsilâttan başka bir şey görmeyen bu güruh, hiç tüketim olmadığı halde, mezkûr izahata binaen gerçekleştirdikleri faturalamayı iptal etseler bile, ödemede gecikme oldu diyerek “açma-kapama” bedeli altında bir geçirme de yapıyorlar… Özeleştirmelerin güzelleştirmelerini, göremeyenlere ithaf olunur gayri… Hele birde bu kadar yüksek bedel ödüyor olmamıza hiç önem vermeden size yardımcı oluyoruz, deme terbiyesizliği ve aymazlığı gösterilmiyor mu, kahrolmamak elde değil, adamın “sen bana yardımcı olma işini yap, sana dünyanın parasını ödüyorum lan” diye bağırası geliyor.

Değer mi bu olanlara be, “özelleştirme dostu olan vatandaşım” değer mi diyesim geliyor, hem daha çok para veriyorsun, hem daha kötü muamele görüyorsun, hem de haksızlığa itiraz edince de azarlanıyorsun, sizi kötü niyetlerine alet eden politikacıların “özelleşecek ve de güzelleşecek” yalanına (aslında başka bir şey ya, neyse) kanarak, sonuçta da sadece güzel bir mekânda hizmet almaya, hani bu mekânı da sizin için yapsalar da gam yemeyeceğim, cilalı binalar, cilalı personel ama eskisinden daha kötü hizmet… Aman ha aman, bu değerlendirme de zannedilmesin ki, malum parti ve hükümeti hedefe konuyor, hiç fark yok, “özelleştirmenin” adını ağzına alan herkes, her parti ve her siyasi görüş, hedefindedir bu iddianın… Hani, biz çalmadan özelleştireceğiz, biz daha iyi fiyata özelleştireceğiz, biz şeffaf özelleştireceğiz vs. vs. kabilinden iddialarda bulunanların da farklı bir şey yapmaları söz konusu dahi olamaz…

Özelleştirmenin son tahlilde artık serbestleştirilme olduğu da ortaya çıktı, hayırlı uğurlu olsun, kimsenin şikâyet hakkı da kalmadı…

Eskiden; devlet kurumu, köhnedir, personel ilgisizdir, maliyetler yüksektir gibi abuk subuk ve kesinlikle yanlış, hatta yalan yakıştırmalar neticesinde, üzerine yalandan methiyeler dizilen “özelleştirme”lerin artık gözümüze övendire sokması yetmiyor, şimdi de cebimize ellerini sokuyorlar ama maşallah hala durumu kavrayabilmiş değiliz… Yahu be adam deseler, özelleştirmeler öncesi, eğer tüketiminiz “0” (sıfır) ise fatura gelmezdi, şimdi öyle mi ya, “sayaç okuma bedeli”, “aydınlatma bedeli”, “TRT payı” gibi ödemeler sabit kalıp bir şekilde tahsil edilmektedir, bu söylenene kimse inanmaz değil mi, öyleyse devam… Yahu eskiden borcu olanın elektriği kesilince “açma-kapama” bedeli tahakkuku yapılırdı, şimdi öyle mi, son ödeme tarihini 1 gün geçse dahi, o bedel ödenmek zorunda… Hele bu özelleştirmeler neticesinde başarılı olup, dümene geçen firmalar açısından, kayıp-kaçak oranlarının yükseltilmesi, bağlantı bedeli, brüt kâr marjının yükseltilmesi, vs.vs. gibi ad ve nam altında, patronların ceplerini doldurmasının ve dolayısıyla kendi cebinin biraz daha boşaltılmasının acısını bile hissedemeyenlerin, “ne yapsınlar çok para verdiler ihaleyi aldılar, bunlar olacak” demesi var ya, süper valla…

“Her şey güzel olacak” başlıklı, herkesin bildiğini zannettiğim ama biraz müstehcen bir fıkra var, durumumuz aynen böyle, fıkrayı bilmeyenler bilenlerden öğrensin, olmadı, bana müracaat etsinler, anlatayım…

Sonuç olarak; Kamu malının, mülkünün; umumi olmaktan çıkarılarak özel ve güzel sektöre, hoppppppp kucağa edilmesinin adıdır, özelleştirme… Kapitalistleşmenin kaymaklı evresidir… Sürekli devlet memurlarını çalışmadan para alırlar diye suçlayanlar, özelleştirmeye yol açanların erketeliğini yapmaktan da utanmazlar, yahu bre zındıklar gâvur diye aşağıladığınız insanların devlet memuru olarak nasıl çalıştığını bir bilseydiniz…  Bre zındıklar kamu kurumlarının, direk-endirek personel dengesi ters yüz ederek, 1 e 5 iken, 5 e 1 e ben mi indirdim, ben mi bu verimsizliğin sorumlusuyum… Devlet don fanila üretmez hafife almasıyla başlayıp, bilahare kamu yatırımını itibarsızlaştırıp, finalde de yaratılan verimsizlik üstünden deyim yerindeyse belaltı vurarak, var olanı satmak ve sistemi yerleştirmek, buna halk arasında suyundan da koy derler ya…

Peki, TEDAŞ böyle de, Çeşme açısından İZSU farklı mı, zinhar… Bir başka yazıda da, o rezalete değineceğim…

Problemi özelleştirmeciler yaratmışlardır, problemin çözülmesi problemi yaratanlardan beklenmemelidir önermesi gereği davranıldığının bu topraklarda da bir gün görüleceğini umut etmekten başka çaremiz yoktur… Devlete özelleştirme, Özel sektöre güzelleştirme, Vatandaşa ise yerleştirme, hayırlı uğurlu olsun…