Pazartesi, Eylül 28, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ – 5 KIRŞEHİR’İN İLÇE YAPILMASI

Yere göğe “Demokrasi şehidi” hasebiyle sığdırılamayan, neredeyse demokrasinin ulu ve ulvi yıldızı diye tapınılan, ama “dindar ve kindar” nesil yetiştirme uzmanı ve öncülü olduğu bilahare ortalığa saçılan, her türlü hile, hurda ve desise dolu işler işleyip sonradan pişman olan ya da çark eden, seçim kazanıp iktidarını koruma adına, insan olanın asla ve kat’a aklına gelemeyecek, malum meleği bile hasetinden çatlatacak düzeyde kararlar alınan bir dönemin lideridir malum zat...

Malum hareket, “yeter söz milletindir” diyerek, ABD den aldığı sınırsız ve katıksız destek ve gaz ile ortaya çıkıp, ve de, ne yazık ki öngörüsüz ve çapsız bazı aydın çevrelerin de, tıpkı şimdiki zamanlardaki “yetmez ama evetçi” benzerleri gibi, çoşku ile desteklediği, Demokrat Parti (DP), 1950 seçimlerinde, o günkü seçim kanunun da, el ve yol vermesiyle, %53 oyla TBMM’de % 85 oranında bir temsiliyet yakalar ve canım yurdumun artık kaderinin, tarihe kara bir leke gibi düşmesine, neden olur... Esasen de; TBMM deki bu adaletsiz ve hukuki ama ahlaksız temsil, iktidar sahiplerinin başını döndürür, artık kendilerini deyim yerindeyse ali kıran, baş kesen gbi hissetmektedirler... Nasıl olsa TBMM’de çoğunluk kendilerinde, artık hilafeti bile getirmek isterlerse getirebilirlerdi, gücün hoyratlaştığı, hoyratlığın saldırganlaştığı, saldırganlığın yok etmeye kadar vardığı sürecin, vitesi bir arttırılmıştı... Akıl ve izan ihsan eylesin yaklaşımlarına kapılar kapatılmış, Allah ta verdikçe veriyordu bunlara gücü.... Çağdaş ve uygar dünya için birer angutluk sayılabilecek, günlük kar ve yaklaşımların siyasetin merkezini oluşturması devri başlamıştı, artık... Reis ne istiyorsa o oluyordu, hukuk ayaklar altına alınmış, ne gam ne keder... Aslolan paşazadelerin iktidarı devam ede...

1954 yılında milletvekili genel seçimleri yapılır; oyların % 58 ini DP, %35 ini CHP, % 5 ini CMP ve % 3 ünü Bağımsızlar alır ve TBMM’de temsil ise DP 502, CHP 31, CMP 5 ve Bağımsızlar 3 milletvekili şeklinde olur... Görüleceği üzere, tablo seçim sistemi tercihinden ötürü çok anlamsız ve temsil hakkaniyetine hiçte uygun düşmemektedir. Liderliğini Osman Bölükbaşı’nın yaptığı CMP (Cumhuriyetçi Millet Partisi), sadece Kırşehir İlinde 5 milletvekilliğini alır, alır da, gerek seçim çalışmaları süresince DP muhalifliğinin yoğunluğu, gerekse de eleştirilerin şahsiliği ve ağırlığı karşısında, DP iktidarı Kırşehir’e mim koymuştur artık...

Uzun çalışmalar neticesinde, kendilerine oy vermeyen Kırşehir İlini ilçe yapma kararı alınır ve derhal uygulama için kanun hazırlanır, talimatla komisyonda hazırlanan Kanun tasarısını inceleme görevini üstlenen komisyonun Başkanı DP’li olmasına rağmen o bile dayanamaz ve kanun tasarısının hiçbir hal ve şartta adalet düşüncesi ile bağdaşmadığını öne sürerek istifasını verir. Artık kinini ve öfkesini esirgemeyen bir ekip iş başındadır ve her kim ki muhaliftir, bir anlamda katli vaciptir, hatta o kadar ileri gidilmiştir ki söylemde; CHP nin aldığı %35 oy bile sindirilememiş ve Başvekil Adnan Menderes’in tarihe bir ibret konuşması olarak geçen sözü etmesine sebep olmuştur, “Demek ki, bu memlekette demokratlaştıramadığımız yüzde 35’lik bir halk var”... Bu ne hırs, bu ne doymazlık, bu ne kin, Allah gözünüzü doyursun... Nerdeyse fırınlara talimat edip, muhaliflere ekmek verdirmeyecekler...

Neyse, tekrar Kırşehir’in ilçe yapılması olayına gelelim; zaman itibariyle, Kırşehir ilçe yapılınca bir kısım ilçeleri ayrılarak Nevşehir ili oluşturulur, bir kısım ilçeler ise, Ankara ve Yozgat’a bağlanarak, konu, tam da Demokrat Parti ve yönetiminin şanına uygun ve son derece demokratik(!!!!) bir biçimde derdest edilir. Gerçi, Kırşehir 1957 yılında, artık hangi akla hizmet ya da hangi anlaşma mucibince tekrar il yapılır bilinmez ama daha önce kendisine bağlı ilçelerin önemli bir bölümü artık başka illere bağlanmıştır. Geçmiş olsun...

Dedik ya, kindar ve dindar bir yönetimin son derece demokratik(!!!!) yönetimi altında inim inim inler canım Yurdum, bu dönemde sadece CMP liderinin seçildiği ille mi sınırlı kalır, nerdeeee, CHP liderini de tercih eden Malatya, bu demokratlaştırılma operasyonundan nasibini alacaktır, hemen buradan bölünme suretiyle Adıyaman diye yeni bir il ihdas edilecektir. Şimdi diyorlarki; bugünlerde yaşananlar ilk olup daha önce yaşanmamışlardır... Hadi bakın bakalım ilkmiymiş... Beklenen oy verilmeyince ne yapılıyormuş, hemen cezası kesiliyormuş, nasıl kesiliyormuş, kanun marifetiyle, buldun mu beleş el kaldırıcıları hemen kanunlar çıkarılıveriyor ve oluyor sana kanun nizam hakimiyeti, sevsinler... Gerçi malum hikaye; Kırşehir’den gelen adam Kadıköy’ü görünce, “buraya Köy, bizim oraya da şehir diyenin boynu altında kalsın” demiş ya, bizim açımızdan da, Kırşehir il olsa ne olur, olmazsa ne olur, ama konu, nasıl bir kin ve öfke fışkırmasıdır, görülsün diye... Bu olay, basında ve tarihteki yerini “Kırşehir faciası” diye alınca, hemen Başvekil Adnan Menderes, hani Demokrasi havarisi ilan edilir ya, “Kırşehir faciası diyorlar... Eğer memlekette ilçe olmak facia ise, hemen söyleyeyim ki, memleketimizde halen yaklaşık 500 ilçe daha vardır. onlar da bu hale göre facia içindedirler” diyerek, kendisi gibi düşünmeyenleri ne kadar ciddiye aldığını gösterir, gücün sarhoşluğunun yarattığı ahlak ve terbiye kaybıyla, tıpkı diğer tüm ardılları gibi...

Şimdi yeniden seçimlere gidilirken, malum zatın ardıllarından beklenen, benzer davranışlardır, hatta daha da sofistike olanını uygulayabilirler, mesela, Çeşme ilçesini, Yozgat’a ilçe yapıp, Yozgat’ın Yerköy ilçesini de İzmir’e ilçe yapabilirler, vs. vs...

 

Cumartesi, Eylül 19, 2015

KENTLERİN YAYALAŞTIRILMASI


Ülkemizin içinde bulunduğu kentleşme süreci; hayatın diğer alanlarındaki gibi, ne yazık ki, insanı öne al(a)mayan, arabesk bir gelişim gösteren ve kentlerin artan nüfusunun kentsel mekanlar olan yayalaştırılmış alan arayışlarının arttırmasına rağmen, taşıt ulaşım ve trafiğini düzenlemeye yönelik şekillenmektedir. Kent ölçek ve dokusunu ihmal eden bu anlayış, taşıt araçları ve ulaşımı öncelikli bir ulaşım ve ulaştırma mühendisliğine evrilmiş durumdadır. Kentler açısından, bir yenilenme ve yeniden yapılanma süreci sayılabilecek “kentlerin yayalaştırılması” öngörülü projelerin artması, bu anlamdaki bilinç artışı ile birlikte doğru orantılı ilerlemektedir ve ilerleyecektir. Hayatın total olarak ticarileştirilmesi sürecinde, cazibe alanlarının doğru ve isabetli tayin edil(e)memesi, ticaret yapılıyor olmasının tapınılır duruma gelmesi, kent yaşamında insanı geri plana itmektedir, varsa yoksa daha çok, daha çok nasıl para kazanılır... Yaya ağırlıklı ulaşımın zorunlu ve gerekli olduğu kentlerde, maalesef mevcut durum içinde, halkın toplu kullanımına tahsis edilecek yeni yerler ihdas edilmesinin, imar ve mülkiyet mevzuatı açısından zorluğu ortada olup, bu kabil kullanımlara yönelik alternatif alanlar içerisinde hemen öne çıkan, konut alanlarında çocuk oyun yerleri teminine ve ticari alanlar içerisinde daha dinamik ama daha güvenli bir ticaret ve temaşaya yönelik, taşıt trafiğinin süreli durdurulması kaçınılmaz olup, daha estetik, daha ekolojik bir kent oluşumuna katkı sunar, aynı zamanda daha katılımcı ve daha paylaşımcı bir toplum yaratmanın en önemli öğesini de oluşturur...


Yayalaştırmanın; kent açısından, yeniden yapılanma, kentsel yenileme ve yenilenme programı olarak geliştirilmesi noktasında, kent içi yollarda mezkur amaca yönelik planlama, yolların yayalaştırılması, yaşanabilir ve dinamik yollar yaratmanın yanı sıra daha estetik bir kent yaratma adına, perakende ticaretinin arttırılması, kent merkezindeki insan hareketliliğinin arttırılması, kent merkezindeki erişimin kolaylaştırılması, kirlilik ile mücadele, kent merkezi imaj arttırılması, yaya faaliyetlerinin ve güvenliğinin geliştirilmesi, kentin sosyal imajının arttırılması, sokakların etkinliklere açılması ve insanın etkinliğe erişiminin kolaylaştırılması, kentin saygınlığının artırılması, insan-çocuk-sokak ilişkisinin geliştirilmesi, çevresel eğitimin yükseltilmesi vs. vs. açılarından kaçınılmazlığı ortadadır.



Çeşme’nin bir vadedir, kısım kısım da olsa etkili ve kararlı bir biçimde sokaklarında yayalaştırılması projeleri, hayata geçirilmekte ve halkın olumlu yaklaşımı ile karar alıcıları da devamı konusunda cesaretlendirmektedir. Alaçatı’nın taşıt trafiğine süreli olarak uzun yıllardır kapalı olması, ticaret, temaşa, eğlence ve sosyal yaşama nasıl katkı sunmuştur, uzun uzun anlatmaya gerek, bilenler bilir... Çeşme’nin “Old Bazaar”ı, Hurmalı Caddesi (İnkilap Caddesi) aynı şekilde, süreli taşıt trafiğine kapatılarak, canlanmış bir sosyal ve kültürel yaşama, ticaretin daha güvenli yapılıyor olmasına, gürültü kirliliğinden kurtulmaya, kentsel erişimin kolaylaşmasına, vs. vs. evrilmiştir...


En son yayalaştırma projesi olarak gerçekleştirilen; Çiftlik Mahallesi (Çiftlikköy) merkezi uygulaması, geç kalınmakla birlikte, nihayet bu sezonun son ayında, başlamıştır. Çiftlik Merkezde; yaşanabilirliğin arttığı, yayanın rahat dolaşabildiği, yaya güvenliğinin arttığı, taşıt gürültüsünün bitirildiği, eksoz gazının etkisinin kırıldığı, sosyal canlılığın arttığı ve bu nedenle de yaşam kalitesinin artmasına katkı sağlayan bu uygulamanın, genellikle vatandaşlar arasında memnuniyet yarattığı söylenebilir. Yukarıda bayağı detaylı verilen gerekçelerden ötürü, taşıt trafiğinin süreli durdurulması ve sokakların yayalaştırılması projelerinin artması çalışmaları yaptığını bildiğimiz Çeşme Belediye’sine  şimdiden bu çalışmalarında kolaylıklar diliyoruz.


Ancak, Çiftlik Merkez’deki yayalaştırma girişiminin, bir tarafı ile “Çiftlik Plajına” kattığı değer ve hareketlilik, diğer tarafı ile de, taşıt trafiğinin mütekamilen yönlendirilmemesi ve diğer rahatlatıcı önlemlerin ve bölümlerinin planlanmamış olması nedeniyle, ciddi sıkıntılara hatta yer yer taşıt sahiplerinin kızgınlıklarına ve kavgalarına neden olmuştur. Genellikle tüm toplumuzda varolan davranış biçimi burada da, kendini göstermiş, “yasak” tespit ve tayin edilmiş, ama alternatifi ya da yerine ikame olunacak davranış, usul ya da yöntem tespit ve tayin edilmemiş, taşıt trafik yönlendirilmesi için yeterince trafik işareti yerleştirilmemiş hatta yer yer eski yönlendirme levhalarının kaldırılmaması nedeniyle de, özellikle de tatil günlerinde tam bir curcuna yaşanmıştır.
Çiftlik Merkezde; gerek sürekli yaşayanlar ve işletme sahipleri gerekse de yaz süresince yaşayanların önemli bir bölümünün, merkez plaja erişim güvenliğinin artması, görsel kalitenin artması, yürünebilirliğin artması, caddenin genel görüntüsünün daha estetik ve ekolojik hale gelmesi, işletmelerin konuklarına daha gürültüsüz bir ortamda hizmet verebiliyor olmaları açısından memnun olduklarını ancak bu tür kararların hayata daha kolay geçebilmesi, daha çabuk uygulanabilir ve memnuniyetin daha yüksek hale gelmeleri açısından, karar süreçlerine mezkur kesimlerin etkin bir biçimde muhakkak katılması gerektiğini belirtmekte olup, düşüncemize göre de, bu katılımın temini için Çeşme Belediyesi’nin anketler ya da mini referandumlar uygulaması ile daha etkin, daha yaygın, daha adil ve demokratik hale geleceği kesindir.

Pazar, Eylül 13, 2015

ATATÜRK; “MENEMENİ YAKIN” DEDİ Mİ?


Geçenlerde; İlçemizin önde gelen siyasilerinden birisi “sosyal medya” da, “bir subay şehit oldu diye, “Menemen’i yakın” diyen Mustafa Kemal’i özledim” diye buyuruyordu... İnanılır gibi değil, o ki sosyal demokrat olduğu iddiasıyla ve temsil ettiği siyasetin gereği, suhuletle konuşması ve davranması gerekirken, tam tersine savaş tamtamları çalıyor olması, akıllara ziyan... Birkaç nedenle akıllara ziyan diyorum, öncelikle bulunduğu makam suhulet gerektiren bir makam, ilaveten asıl hedef unutularak sarf edilmiş kelam, ayrıca ve en önemlisi Mustafa Kemal Atatürk’ü bir “devlet adamı” olmaktan azade gösterme çabası gibi durmakta, be kardeşim zaten karşınızdaki blok koro halinde zaten “onu”, deli, sarhoş, başınabuyruk, ali kıran baş kesen olarak göstermeye çalışıyor, ne biniyorsun sen de bu trene... Bi sus bilmediğin (belki de iyi bildiğin) konulara fazla karışma, değil mi... Bu zat’a sadece Maria Magdelena hakkında şu küçük hikayeyi iyi okumasını salık veririm... Malumunuz; İsrail'de fahişelik yaptığı gerekçesiyle taşlanan Maria Magdelena’yı (Meryem) Hz. İsa korumaya çalışır ve kadını taşlayarak linç etmek için toplanan kalabalığa “Hiç günahım yok” diyen taş atmaya devam etsin der ve bunun üzerine öfkeli kalabalık dağılır...

Şimdi gelelim, mezkur konunun benim tarafımdan nasıl göründüğünü anlatmaya...

23 Aralık 1930 günü İzmir'in Menemen ilçesinde gerçekleşen, asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay'ın ve yardımına koşan bekçiler Hasan ve Şevki'nin, nihayetinde rejimi ve inkılapları hedef tutan, şeriat ve tarikat bayraklarının açılarak, başta Giritli Derviş Mehmet, Manifaturacı Osman, Hafız Cemal, Tabur İmamı İlyas Hoca, Alipaşazade Ragıp Bey, Şeyh Hafız Ahmet, Giritli İbrahimoğlu İsmail vb. gibi isimlerin bulunduğu, neredeyse tamamı Manisa ilinden gelen yaklaşık 150 civarında kişilerce katledilmesi üzerine, siyasi ve hukuki bir hayli fazla sonucu olan, olaylar zinciridir, mezkur başlığın konusu... Mustafa Kemal Atatürk, olayın kendisine bildirilmesi üzerine, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak,  Kâzım Paşa (TBMM Başkanı Kâzım Özalp) ve 3. Ordu Müfettişi Orgeneral Fahrettin Altay Paşa’yı Çankaya Köşkü’nde bir toplantıya çağırır, olayların seyri ve vahameti üstüne durum değerlendirmesi ve alınacak tedbirler konusunda görüşmüştür. Olayların sadece Menemen’de olmasına rağmen, tüm Manisa ve Balıkesir illerinde sıkıyönetim ilan edilir... Sıkıyönetim komutanı da; 3. Ordu Müfettişi Orgeneral Fahrettin Altay Paşa tayin edilir. 1. Kolordu Komutan Vekili General Mustafa Muğlalı başkanlığında bir Divanı Harp kurulmuştur.

General Mustafa Muğlalı başkanlığında kurulan Divan Harp’te, 24 Ocak 1931 günü iddianame okunur ve 29 Ocak 1931 günü mahkeme 37 (kişinin idama mahkûmiyetine, 41 kişinin çeşitli hapis cezaları ile cezalandırılmalarına, yaklaşık 70 kişinin de beraat ve suçsuzluğuna karar verir. infazlar gerçekleştirilir... Ancak, iddia edildiği gibi küçük bir olay ise, neden hem Manisa hem Balıkesir illerinde topyekün bir sıkıyönetim ilan edilir ve “isyanı bastırmak” ve “suçluları cezalandırmak” adına olağanüstü önlemler alınır ve bu olağanüstü önlemlere uygun, yoğun(!!!!) çalışmalar yürütülür, bugün bile pek anlaşılır görünmemektedir. Ya olay söylendiği gibi küçük ve yerel bir durum değildir, ya da niyet biraz da başlıktakine uygun düşmektedir...

Peki; Mustafa Kemal Atatürk, böyle bir laf etmişmidir? Bu lafı söylediğini iddia edenlerin neredeyse tamamı, Atatürk karşıtları, hilafet yanlıları ve Osmanlı hayranları olduğuna göre buna şüphe ile bakılması kaçınılmazdır... Anıların sahiplerine de bakınca, her birinin de içlerinde sanki saklı kalmış bir canavara yol veriyormuşçasına, konuya dört elle sarılmış durumdalar... Özellikle, bu lafı Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediğini iddia eden şahsın, itham edileceği konuların katmerleşmesine yol açacağını bilmesi gerekir diye düşünüyorum ama bir özür bile dilemediğine de bakılırsa, Atatürk’ü ilzam ettiğinden, hatta hukuktan, kanundan anladığının da bu kadar olduğu kanısına vardım, ne yazık ki... Yahu be adam; “Atatürkçüyüm”, “Mustafa Kemal’in askeriyim” diye içi ne yazık ki yeterince dolu olmayan kelam ettiğinde, inandırıcı olmayı bir kenara bırak, muhalefet eden insanların da çıkıp; mazallah, akşam toplanıp yemekte kararlar üretilip uygulanıyordu, hükümete danışan yoktu, Büyük Millet Meclis’ine danışan yoktu, 2-3 kişi her türlü kararı alıp uyguluyordu der çıkar ve ne yazık ki senin de cevabın olmayacağını bilmen gerekir... Sonra mazallah, bu sinirli adam, bu “sarhoş” adam canının istediği gibi yönetmiştir bu ülkeyi denildiğinde, savunma için  söylenecek söz bırakmazsınız kimseye... Diğer taraftan; böyle bir laf edilmiş ise, o lafı emir olarak uygulayacak kişinin General Mustafa Muğlalı olduğunu da unutmuşa benziyorsun... O general ki, 3. Ordu Komutanlığına atandığı zaman, hem de korkmadan yazılı (arşivlerde kolayca bulunabilecek) emirlerle neler yaptığını hepimiz iyi biliyoruz, dolayısıyla söylenecek fazlaca kelam yok...

Ama anlaşılıyor ki, bu zat ve benzerleri için hukuk önemli değil, anlaşılan o ki, gizliden gizliye benzemeye çalıştığı; Kenan Evren de, benzer bir talimat verdiğini anılarında anlatır, yani suçlu ya da değil önemli değil... Hepsini yok edin... Günümüze, bu şaibeli sözün taşınmış olmasının en önemli sebebi; “intikam değil, katliam istiyoruz katliammmmmm” diye haykıranlara hak vermek gibi akıllara ziyan bir iklim oluşturulur...

Bu lafı böyle söylenmiş diye kabul ederseniz, “velev ki” söylenmiş olsun, 21. Yüzyılda hala bir geçerliliği vardır gibilerden yaklaşım gösterenlerin, hukuktan ne anladıklarını sorgulamaya bile gerek yok... Allah bu kabil insanlara iktidar yüzü göstermesin, muhtemelen bu günleri bile bize aratır hale gelebilirler...

M. Armağan ve M. Çelik gibi sözde tarihçilerimiz olduğu sürece, canım yurdum insanının öğrenebileceği şeyler, mezkur zatın öğrendiklerinden fazlası olmaz...Allah selamet versin, demekten başka birşey de, bize düşmüyor... Bir de yıldık artık, bu  muktedirlerin işine gelmeyince, olayın içinde İngiliz ajanları vardı, provokatörler vardı gibi kabak tadı veren açıklamalarından, be adamlar devletin tüm gücü elinizde, yakaladınız da, ifşa ettinizde ve bizde gördükte, inanmadık mı? Ama lütfen insanoğlunun aklı ile dalga geçmeyin, herkeste, en az sizde olduğu kadar, akıl ve zeka vardır...

Pazar, Eylül 06, 2015

SAVAŞI ZENGİNLER ÇIKARIR FAKİRLER ÖLÜR


Bugün köşemi Kübalı şair Nicolás Guillén’in savaş karşıtı güzel bir şiirine ayırıyorum.

BOLİVYALI KÜÇÜK ASKER

Bolivyalı küçük asker, 
Bolivyalı küçük asker, 
sırtında tüfeğin, gidiyorsun 
tüfeğin Amerikan malı 
tüfeğin Amerikan malı 
Bolivyalı küçük asker 
tüfeğin Amerikan malı.

Sinyor Barrientos verdi onu sana 
Bolivyalı küçük asker  
Mister Johnson' un armağanı 
kardeşini vurman için  
kardeşini vurman için 
Bolivyalı küçük asker  
kardeşini vurman için. 

Kim bu ölü, bilmiyor musun 
Bolivyalı küçük asker? 
Bu ölü Che Guevara, 
Arjantinliydi Kübalıydı 
Arjantinliydi Kübalıydı  
Bolivyalı küçük asker, 
Arjantinliydi Kübalıydı.

En iyi dostundu senin, 
Bolivyalı küçük asker, 
yoksulların dostuydu 
doğudan dağlara kadar 
doğudan dağlara kadar 
Bolivyalı küçük asker  
doğudan dağlara kadar. 

Gitarım tepeden tırnağa 
Bolivyalı küçük asker
yas tutuyor, ağlamıyor 
ağlamak insan işi 
ağlamak insan işi 
Bolivyalı küçük asker  
ağlamak insan işi.

Sırası değil ağlamanın  
Bolivyalı küçük asker  
ele mendil yakışmaz şimdi 
ele tırpan yaraşır 
ele tırpan yaraşır 
Bolivyalı küçük asker 
ele tırpan yaraşır. 

Para veriyorlar sana  
Bolivyalı küçük asker  
alıp satıyorlar seni  
bu iş zalimin işi 
bu iş zalimin işi 
Bolivyalı küçük asker 
bu iş zalimin işi. 
 
Vakti geldi uyanmanın 
Bolivyalı küçük asker  
dünya ayağa kalktı 
erkenden doğdu güneş 
erkenden doğdu güneş 
Bolivyalı küçük asker
erkenden doğdu güneş.

Doğru yolu tutmaya bak
Bolivyalı küçük asker
kolay bir yol değil bu
kolay değil, düzgün değil
kolay değil, düzgün değil
Bolivyalı küçük asker
kolay değil, düzgün değil.

Şunu öğrenmen gerek
Bolivyalı küçük asker
kardeş dediğin vurulmaz
kardeşini vurmaz insan
kardeşini vurmaz insan
Bolivyalı küçük asker
kardeşini vurmaz insan.

Pazartesi, Ağustos 31, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ – 4


GÜNLÜKLER

1950 yıllar, Canım Yurdumun bağrına çöken “yeni tek parti” despotizmi mucibince, demokrasi ve özgürlük talebinde bulunmak, “yeter söz milletin” faslından derdest edilmek için yeterlidir, artık... Muhalefet edilmesini bırakın, nihayetinde kendilerinden olunmamasının bile rahatsızlık yarattığı ve tenkil edilmek için yeterli sayıldığı sath-ı mail oluşmuştur gayri... Hani bize bazılarının kakalamaya çalıştığı üzere, “her şey güzelmiş” halinin zinhar oluşmadığı dönemdir aslına bakarsınız... İçine saldırgan kurtları almışların, yüzüne astıkları kuzu postlarının, kendilerini çok fazla koruyabilmeleri mümkün değildir, çünkü kurt içeride de olsa kuzuya baskın çıkmaktadır. Kendilerine itiraz edilmediği sürece son derece uyumlu, kapının önünde başka, kapı arkasında başka konuşmaları, uysal ve çelebi görünmeleri sahte olup, asla ve kata uzun süreli olamamaktadır, içlerinde kurtlar onları önünde sonunda ama sürekli ele vermektedirler... Bunun en iyi anlaşıldığı ya da sobelendiği yerler de, kendi mahremleri olarak sonsuza kadar kalması gereken ancak bazen bunun da ihlal edilmesi sonucu dışarıya vuran, tutulan “günlük”lerdir. Dönemi yansıtması açısından, önemi ve görevi itibariyle çok da ciddiye alınması gereken bir kişinin, Ethem Menderes’in günlüklerinden, çok önemli ve günümüze tutacağı ışık açısından önemli bulduğum bölümleri aşağıda aktarıyorum. Bilindiği üzere, Ethem Menderes (1899-1992) Adnan Menderes’in çok yakın çalışma arkadaşı, aynı zamana içişleri, savunma, bayındırlık ve devlet bakanı olarak görev yapmış, Başvekil Adnan Menderes, Ethem Menderes’te o kadar büyük bir sevgi oluşmasına sahiptir ki, onun “Ertekin” olan soyadını bile çabucacık değiştirip, kendisine yakınlığını daha da ileriye taşıdı. İşte, bizlere demokrasi şehidi, diye takdim edilen, oysa vaka-i nüvis olmayan kayıtlara göre ise, şeriatın, edebiyata, musikiye, adliyeye, tapuya, nafıaya, vakıflara sinmesine ya da çökmesine yol veren, şeriatın vaiz ile imam ile taaa köylere kadar bir saltanat kurmasına zemin hazırlayan  Başvekil Adnan Menderes’e bu kadar yakın olan birinin bile ilerleyen yıllarda neler düşündüğünü, nelerden korktuğunu hatta nelerden dehşete düştüğünü anlatan, “Ethem  Menderes günlüğü”nden kısa birkaç not... Falih Rıfkı Atay’ın bir sözüne göre de; Türkiye’de demokrasi hoca ve mürteci saltanatı demektir... Lafın tamamı da cahile söylenirmiş, işte...

8 kasım 1957: Grubun havasını beğenmiyorum. Dün gece Samet (Ağaoğlu), Şem’i (Ergin), Hayrettin (Erkmen) vesaire arkadaşlar Cumhurreisi’ne (Celal Bayar) davetli idi. Bayar, “Tehlikeli vaziyetteyiz, icap ederse diktatörlükle idare edeceğiz” demiş, dinleyenler üzerinde tesir menfi. (Bu hava) Yavaş yavaş grup içinde yayılıyor, Hayrettin endişede, Şem’i tenkit ediyor; Samet de.

14 Kasım 1957: (Celal Bayar’ın) Umur motöründe (teknesinde) Cevat Açıkalın ve Fahrettin Kerim (Gökay) ile beraber konuştuk. Açıkalın daha sonra geldi. Bayar “icap ederse İsmet Paşa’yı da sehpaya götürmekte hiç tereddüt etmem” dedi. Korkunç ihtiras. Böyle bir sebep hiçbir zaman mevcut olamaz. Bu telkinler karşılıklı, Başvekil’le (Adnan Menderes) hangisinden çıkıyor acaba?

11 Haziran 1958: Başvekil (Adnan  Menderes) milletvekili Fahri Ağaoğlu’nun gruptaki konuşması münasebetiyle çok ağır konuştu. Kırıcı mukabele taraftarı. Başvekilliği bırakmamak için silaha dahi müracaat edeceğini söyledi. Bir nevi delilik alameti.

9 Mayıs 1959: Başvekil (Adnan Menderes) İzmir’de İsmet Paşa’ya (İnönü) selam durdurulan emniyet ekibinin subayı hakkında sordu. Emniyet ekibini selama durduran subayın vaziyetini halletmek mühim imiş? Küçük işlerden kurtulamayacaklar.

6 Haziran 1959: İktidarımız durmadan yıpranmakta. Zavallı Başvekil (Adnan Menderes) 78 ay evvel “Vatan Cephesi harekatı ile üç, beş ay içinde Halk Partisini boş çuvala çevireceğim” demişti. Zeka ile idraksizlik bir arada.

7 Ekim 1959: (Başbakan) Menderes, Avni Doğan’a “seçimi kaybedeceğimizi hissedersem Halk Partisi’ni dağıtırım, yine iktidarda kalırım” demiş. Düşüncesi de bu; “Radyo mücadelesi ile Halk Partisini eriteceğim, İsmet Paşa’yı mahvedeceğim” diyor.

Türkiye siyasal gelişimi içinde, gericileşme ve irtica, her zaman demokratik bir kılıf bularak, arkasına da bazen “yetmez ama evet”çiler kadar solcuları takarak, aman hemen bugüne gelmeyin, merak edenler “Demokrat Partinin” de yetmez ama evetçilerine bakabilir, artarak devam etmiştir ve etmektedir de... Türkiye Cumhuriyeti’nde, gericileşmenin ve irticanın önünü sonuna kadar açmış, hatta “siz isterseniz şeriatı bile getirebilirsiniz” sözü ile daim ve kaim kılmış, irticanın bir siyasal ideoloji haline gelmesini temin etmiş bir partinin “Demokrat” olarak anılması kadar absürd bir durum olmasa gerek... Taze demokrasi girişimini, ABD nin de isteği doğrultusunda, irtica ve gericiliğin kucağına oturtarak, bugünkülerine de öncülü olmaktan iftihar etme fırsatı verdikleri için, sürekli yad edilmekte olsalar da, asla ve kat’a, mutlakiyet özlemlerini gizleyememişlerdir.

Hiçbir şey ve hiç bir eylem idam ile cezalandırılmayı makul ve haklı kılmaz, kılmamalıdır, ancak artık birilerinin de bize “Demokrasi şehidi” kakalamasını bırakmasını istiyoruz... Daha çok günlükler var...Vakit buldukça yayınlayacağım...

 

Cumartesi, Ağustos 22, 2015

SAVAŞI ZENGİNLER ÇIKARIR, FAKİRLER ÖLÜR

Savaş bilindiği üzere yoksulları vuran, zenginleri daha da zengin eden ve hatta savaş zengini haline getiren, siyasilerin siyasi ömürlerini uzatan, siyasilerin sobelenmesinin önüne geçen, savaş kışkırtıcılarını adeta kutsallaştıran, kapitalizmin krizi karşısında yeni fırsatlar yaratan ve nihayetinde tüm insanlığı tehdit eden bir insanlık suçudur...

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, hemen seçimler öncesi, inanılmayan ve güvenilmeyen ama çaresizlikten umutvar bir durum diye değerlendirilen; “Silahlı mücadelenin, yerini, demokratik siyasete bırakmasının” sözü, ne yazık ki, seçimlerde gerekli desteğin verilmemesinin muhtemel bir sonucu olarak, konuya yaklaşım, “Allah bir daha bu millete evlatlarını şehit verme fedakarlığı yaratacak şartları göstermesin. Ama gerektiğinde sizler ve bizler bu vatan için, gelecek için evlatlarımızı da kendimizi de feda etmeye hazırız. Bu fedakarlığı da dünya alem bilmelidir” şekline evrilince, artık olanlar olmuş... Artık zemberek attı ya; kaç silahı olduğunu açıklayanlar mı ararsın, mühimmat stokunun ne olduğunu açıklayanlar mı ararsın, kimse gelmezse bile kanının son damlasına kadar savaşacağını ilan eden devlet büyükleri mi ararsın, artık ortalık Zaloğlu Rüstem’lerden geçilmez hale dönmüş, at izi it izine karışmıştır. Bu savaşla ilgili söylenebilecek en güzel sözleri, aslında yüreklerine ateş topu düşmüş, her iki tarafın yakınları söylemektedirler, ama kim dinleye, kim duya bu feryadı...Hemen hemen birbirine çok benzer kelamlar edilmekte; “Halklar bin yıldır kardeşçe, birlikte yaşadı ve yaşamakta. Halklar arasında sorun yok. Bu sorun küçük bir elit kesimin çıkar sorunu. Artık bu sorunu bitirin, bir çözüm getirin. Anadolu'daki fakir çocuklar artık ölmesin. Bu sorun çözülmezse herkes bu kanda boğulacak. Kimsenin, Kürt'le, Türk’le, Çerkez’le, Laz’la bir sorunu yok. Halklar kardeşçe yaşıyor. Bu mozaik ayrılırsa hiçbir millet için iyi olmaz”... Nokta...

Elbet birgün Canım Yurdumun insanı da anlayacaktır, önlerine dayatılan bu savaşın; gençlerin yitimi, kan, gözyaşı, matem, işkence, tecavüz, yoksulluk, tahribat, işsizlik demek olduğunu, barışın ise; artık, gençlerin yitimi, kan, gözyaşı, matem, işkence, tecavüz, yoksulluk, tahribat, işsizlik olmadığını...
Birgün bu topraklar da, barış yüzü görecek ve işte o zaman, bugünün bu savaş sevicileri lanetle anılacaktır, bunu daha önceki pratikler böyle göstermiştir ve de bunun böyle olacağına dair en ufak bir şüphem bulunmamaktadır. Türk ve Kürt analarının, şehitleri ardından döktükleri gözyaşı elbet birgün, nehirlere dönüşüp, bu savaş sevicilerini boğacaktır... Nedir bu ülkenin, bu açık ve gizli savaş çığırtkanlarından çektiği, yeterin be düşün, Canım Yordumun yakasından... Bakın bakalım, tüm şehit askerlerin, askerlik sonrası beklentilerine, hangisinin planında siyasete atılmak var, tam aksine tamamına yakınının, köyündeki ya da sıladaki yavuklusuna ya da çocuklarına kavuşmak, anasına ve babasına kavuşmak, iş güç kurmak ve çoluk çocuğa karışmaktan başka ne var... Ve elbet bu topraklarda da birgün anlaşılacaktır ki, en kutsal şey insan yaşamıdır, ne birilerinin siyasi ikballeri, ne de diğerlerinin ekonomik ikballeri yaşama hakkından daha kutsaldır...

Fransız yazar ve düşünür, Jean-Paul Sartre’a ait olan; “savaşı zenginler çıkarır, fakirler ölür” sözünün siyasi, ahlaki, sosyolojik ve ekonomik “stratejik derinlik”i anlaşılması ve gereğinin yerine getirilirmesi en büyük dileğim olup, günün anlam ve önemini ifade etmesi açısından önemi olan bir fıkra ile bitireyim.

Ahal-i Osmanide, yeniçeri ve sipahi gibi sürekli askerliğin yanı sıra seferberlik hallerinde zorunlu askere alınma da varmış. Padişah efendinin değerlendirmeleri neticesi İhtiyaç hasıl olduğunda, seferberlik ve savaş hallerinde, 18 – 45 yaş aralığında askerliğe müsait tüm erkekler silah altına alınırmış. Mezkur fıkramızın konusunu oluşturan, Anadolu’nun bir köyünde, köylünün biri, üç erkek evlada sahiptir ve bunlarla birlikte tarım yaparak hayatlarını idame ettirirler. Osmanlı’nın bitmek tükenmek bilmeyen küffar üstüne seferlerinden birinde, sipahiler köylünün de kapısını çalarlar, padişah fermanı uyarınca köylünün büyük oğlu askere alınır, alınır ama alınış o alınış. Büyük oğlan artık şehit olmuştur, kutsal padişahın kutsal savaşı uğruna... Köylü büyük oğlunun şehitlik mertebesine varmasının acısı ve yası henüz taze iken, padişahın baharda yeni bir seferi söz konusudur, kefere dünyasına... Bu kapsamda köylünün kapısı yine çalınır, ortanca oğlanı da seferberlik kapsamında sialh altına alırlar... Nihayi sonuç değişmez, kısa süre sonra kapısı çalınır, kara haber gelir, ortanca oğul da şehadet şerbeti içmiştir. Küffarla girilen bu cenklerden sürekli şehadet şerbeti içmek garip köylü çocuklarına düşer ya, köylünün içine ateş topu düşmesine rağmen oğlunun şehitlik mertebesine ulaşmasından ötürü, içinin yanmasına rağmen sesini de çıkaramaz. Günlerden birgün yine köylünün kapısı sipahiler tarafından çalınır, köylü yiğit gibi 2 evladının acılarını kalbine gömmeğe uğraşır, tevekkül içinde hayatını idame ettirirken, kapıdaki sipahileri görünce, yine padişahın kefere üstüne seferberlik düzenlediğini ve sıranın 3. oğluna geldiğini anlar... Yine sipahiler aynı minval üstünde, padişah topraklarının korunması ve genişletilmesi üstüne, kahramanlık destanları düzüp, küffara karşı cihadın, şehadet şerbetinin kutsaliyeti üstüne nutuk atarak, “oğlunu askere alacağız” demeleri üstüne, “gidin sarayda ki padişahınıza söyleyin, benim zürriyetime güvenerek küffara harp ilan etmeye”..

Benden bu kadar...




Pazar, Ağustos 09, 2015

BAHANE BULMA PROFESÖRLERİ

Kars İli, Allahüekber dağlarının eteğinde Selim İlçesi, Bozkuş köyü, dönem itibariyle 400 haneli ve bölgenin en büyük köylerinden biridir, dağlardan gelen ve hemen köyün yanından geçen oldukça büyük ve yaz kış akan deresi, fazla geniş olmamakla birlikte verimli bir araziye sahip bir köydür. Karların eridiği dönemlerde, suyun karşısına geçmenin bir mesele olduğu, kurak geçiyor denildiği dönemde bile karşıdan karşıya at ya da öküz arabaları ile geçilebildiği bu dere aslında doğa vergisi olarak susuzluk sorunu yaşanmasının önünde en önemli engeldir. Bir keresinde yağışlar eskisi gibi olmayınca ve aslında dere yine gümbür gümbür akmakta iken, toplumda her şey Allahtan beklenir ya, bir yağmur duası yapalım, işi kolaylaştıralım fikri takıntısı hasıl olur. Hemen Hoca Efendiye müracaat edilir, Hoca efendi düşünür taşınır ve planını açıklar. Köy ahalisi evlerinde, küçük küçük pasta benzeri ama yerel dilde “kıkırık” denen çörekler-kurabiyeler hazırlayacak, ama ahalinin hiçte alışık olmadığı biçimde hafifte tuz ilave edilecek bu çöreklere-kurabiyelere ki, yiyen muhteremlerin canı su çekecek ve canı su çekenlerin can-ı gönülden, “mevlam su ver” ritüeline katılım ve katkıları sağlanacak. Hoca efendinin umurunda değil tabii ki yaşlıların ve tansiyon sıkıntısı olanların durumu, onun gözünde varsa yoksa milletin içi yana, ta içlerden gelen mezkur yangına uygun bir şekilde duaya katıla… Maksat yağmur duası ya, insanın içi yansın ki, talep güçlü olsun…
Derenin karşı tarafındaki harman yerine gidilecek, bir anlamda piknik düzeneği içinde kurabiyeler yenilecek, hutbe okunacak, mağfiret dilenecek, yağmur duası edilecek ve beklenecek yağmur… Oysa dere gürül gürül akar, çok şükür ki motopomplar icat edilmiş, traktörler icat edilmiş, su tankları icat edilmiş, su hortumları icat edilmiş, ama kolayına kaçmakta beis yoktur. Hatta derenin suyu ile bir taraftan da değirmen çalıştırılmakta, tıpkı övendire misali… Olsun ne gam, ne keder… Su neden zahmet edilerek taşınsın, neden ciddi bir masraf ve çaba harcansın… Mademki Müslüman toplumuz, yalvarılır yakarılır Allah’a, sorun çözülür…   
Gün geldi çattı, sabahtan her katılan abdest tazeleyerek derenin karşısındaki harman yerlerine gitmek için hazırlandı, öncelikle çocuklar taşındı öküz arabaları ile karşıya… Kalabalık adeta mahşer yerine çevirir harmanlar bölgesini… Çocuklar tatlı olmadığı için çörek-kurabiyelere fazla teveccüh göstermeyince büyüklere iş düşer bir taraftan yesinler diye çocuklara ayar verirlerken diğer taraftan da hepsini yer bitirirler, içleri yanıp susadıkça suya ve de dolayısıyla yağmura hasret artar…
Ahali yağmur duası yapılacak alana gelince; duadan önce verilmesi vacip olan sadakalar verilir, yapılan haksızlıklar için helallikler zikredilir, Hocanın arkasında, cemaatle kılınması mendup olan 2 rekat namaz eda edilir… Hoca ahaliye döner ve neden bunların yaşandığına dair geniş ama pek anlaşılmayan bir hutbe verir… Hoca kıbleye döner, ahali arkasında ayakta saf tutar, Allahtan Müslümanlar için mağfiret dilenir, yağmur için Allaha yalvarılır yakarılır…
İçleri yanmış ama gönülleri yaşanan huş içerisindeki günün manasına uygun biçimde dingin vaziyette evlere dönülür… Akşamüstü, gökyüzünü yavaştan kara bulutlar kaplar ve aniden büyük bir gök gürültüsünü takiben yoğun bir yağmur başlar, bilahare yağış iri taneli doluya dönüşür… Sonuç itibariyle bir felakete dönüşen yağmur, tarlalarda hasadı bekleyen ürünleri tarumar eder, köylünün iyi olsun diye beklediği ürün tamamen yok olur…
Sinirler çok gergindir, hasarın çok büyük olmasını bir türlü içine sindiremeyen ahali, yaşanan dolu felaketinin müsebbibi olarak Hocayı görür, Hoca; ya duayı yanlış okumuştur, ya da yanlış bir şeyler yapmıştır, neyse gayri, her ne şekil değerlendirilmişse… Köyde hareketlilik başlar, sopasını, baltasını, küreğini ya da çapasını kapan burnundan soluyarak dayanır cami havlusundaki hocanın yaşadığı eve… Hoca çık dışarıya, yaşanan felaketin hesabını ver diye bağırtılar artıkça hoca, daha sağlam tahkim eder kapıyı bacayı… Tabii ki çıkmaz dışarıya, korku dağları sarmıştır… Aradan birkaç gün geçer, sinirler az da olsa yatışır, hocaya saldırma hocayı linç etme arzusu biter… Araya da giren önemli erkanlar vasıtasıyla, hoca ile konuşulur ve hoca; tüm suçu çöreklerin-kurabiyelerin içine konulan tuzun miktarına yükler… Ben bunlara kıkırıkların (çörek-kurabiyelerin) içine azıcık tuz koyun dedim bunlar gitmişler, tuzluk doldurur gibi tuz doldurmuşlar, az koysaydılar yağmur yağacaktı çok koymuşlar dolu yağdı diye durumu izah etmiştir…
Yaşanmış bu hikayeden, bugüne taşınacak hissemiz; yaşam, iyi bahane üretenlerin gemisini iyi yürüttüğü, yapamadıklarını meşrulaştırmak adına güzelce gizlediği bir düzenek haline gelmiş olmasıdır… Elektrikler kesilir, kediler trafolara girmiş olur… Madenciler katliam gibi iş kazalarında ölür, ihale işin fıtratına gider… Seller ortalığı götürür, doğayı biz mahvettik denilmez, takdiri ilahi’ye sığınılır… vs… vs… Tam bir “anne cici, baba kaka” yaklaşımı, sevsinler sizi ve mantığınızı… "Osuraklı g.t. çavdar ekmeği bahane" gibi muhteşem bir söz yaratma kabiliyetine haiz bir toplumun, bahane üretme profesörleri karşısında, dut yemiş bülbüle dönmesini de anlamak hiç mümkün değildir…


Pazartesi, Ağustos 03, 2015

FARELİ KÖYÜN KAVALCISI

“Fareli Köyün Kavalcısı” hikayesi, yaygın olarak bilinen ve Ortaçağ Almanya’sında geçtiği düşünülen, gerçekte pek çok çocuğun evlerinden döneme uygun malum nedenlerle ayrılıp ve sonra da ölümleriyle sonuçlanan bir olaydan hareketle önemli bazı yazarların hikayelerinde yer almış bir hikaye olup, günümüzü yansıtması açısından da ayrıca özel bir öneme sahiptir.
Hikaye; savaş öncesi canım yurduma bir, “kıssadan hisse”si bol olmak kaydıyla, aynen aşağıdaki gibidir.
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer tellal, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir köy varmış. Günlerden bir gün, mezkur köyün bütün evlerine fareler dadanmış, binlerce fare köyün sokaklarında, evlerinde dolaşmaya başlamış. Köylüler yatak odalarına gitseler, mutfağa girseler farelerden kurtulamıyorlar, fareler ne bulurlarsa yiyorlarmış. Halk ne yapacağını şaşırmış vaziyette, Muhtardan bu işe bir çare bulmasını istemiş. Muhtarın da elinden bir şey gelmiyor ve böylece köyün adı “fareli köy”e çıkmış… Günlerden bir gün fareli köye bir kavalcı gelir, Muhtara: “Eğer bana bir kese altın verirseniz, köyü farelerden temizlerim” der, tüm köy halkı bu habere sevinerek, aralarında hemen kavalcının istediği bir kese altını toparlamış ve muhtara teslim etmişler. Halkın tek istediği bu farelerden kurtulmakmış. Kavalcı isteğinin kabul edildiğini görünce başlar kavalını çalmaya ve kavaldan öyle tatlı, öyle güzel sesler çıkar ki, fareler saklandıkları yerlerden akın akın çıkarak kavalcının yanına toplanır, kısa sürede kavalcının etrafı yüzbinlerce fare ile dolar, köydeki bütün fareler kavalcının etrafında toplandığı sırada kavalcı yürümeye başlar, Köye gelirken gördüğü dereye doğru yürür, kavalcı önde kavalını üfler, fareler peşinden gelir, kavalcı dere kenarına geldiğinde suyun içine yürür, farelerde peşinden gelince, hepsi suda boğulur ve ölür. Kavalcı bütün farelerin öldüğünü görünce de, ödülü olan bir kese altını almak için hemen köye geri dönmüş.
Fareleri yok eden başarısından sevinç duyduğu için, emin adımlarla yürür ve köye varınca: “Bir kese altınımı alırım. Bu altınlarla şehre gider, zengin insanlar arasına katılır ve rahat yaşamaya başlarım” diye düşünmüş. Bu düşüncelerle muhtarın yanına varan kavalcı muhtardan ödülü olan bir kese altını ister, Muhtar oyunbozanlık yapar “Nasıl olsa farelerden kurtulduk, bir kese altını vermesem olur” diye düşünür. Kavalcıya çeşitli bahaneler göstererek altınları vermez, kavalcı kandırıldığını anlayınca: “Ben size bir oyun oynayayım da görün” der ve başlar kavalını çalmaya, kavalın büyülü sesini duyan köyün bütün çoçukları kavalcının yanına koşar, kavalcı hem kavalını üfler hem de yürümeye başlar, köyün tüm çocukları kavalcının peşinden gider, Köyde hiç çocuk kalmaz, analar babalar başlar kara kara düşünmeye… Köylüler muhtara gider: “Ne yapacağız, ne edeceğiz, sen kavalcının hakkı olan bir kese altını vermeliydin. Bak şimdi çocuklarımızı aldı götürdü” derler… Kavalcı kızgın kızgın, peşinde çocuklarla birlikte ormana varmış, yorgunluk çökünce de, ormanda bir ağacın altında uykuya dalmış, kavalı kapan bir çocuk ise, arkadaşlarının yanına gelmesi için başlamış çalmaya, kavalın sesini duyan çocuklar hemen ormanda toplanırlar ve annelerinin babalarının yanına dönerler. Analar, babalar çok sevinir, şenlikler düzenlenir,  kırk gün kırk gece bayram edilir… Onlar erer muradına, biz çıkarız kerevetine…
Siz, artık bundan sonra; farelerin gittiğine mi, yoksa çocukların gittiğine mi üzülürsünüz, kendiniz karar verin... Hani çocukların yerine farelerin gittiğine üzülenlerin bol olduğu yeterince bilinmekte olup, kimsenin sesi soluğu çıkmamaktadır yine de... Her şey iyi giderken fareler götürülürken, aman bu götürme işinin sonu kötü bitebilir diye uyarılara kulak kapatanların, sıra çocuklarına da geleceğini bilemezler ya hikayenin sonu bu yüzden kötüdür işte… Mezkur hikayede; kim kavalcı, kim muhtar, kim köylü, kim fare, kim çocuk, tamamen size kalmış… Senaryo bu, kime hangi rolü verirseniz verin gayri…
Bugün savaş tamtamları çalanlara inat, büyük usta Nazım hikmet şiiri ile devam hayata;
kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli
Oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
Büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
Gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
Külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
Hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
Kağıt gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı,
Teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin

Şeker de yiyebilsinler.

Salı, Temmuz 28, 2015

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK – 8

ÖMÜR BOYU DEVLET BAŞKANLIĞI
Türkmenistan’ın tüm televizyon kanallarının; mecburen, istisnasız ve kesintisiz, kendisinden söz ettiği ya da açılışlarından yapılan haberleri ya da necip Türkmen milletine hitaplarının yayınlandığı, abartmadan söyleyelim ki bu nadide özelliğe sahip bulunan, Yeni Türkmenistan’ın kurucu lideri, Saparmurad Niyazov ya da kendisine hitap edildiği biçimiyle “Türkmenlerin lideri olarak onları aydınlık ve esenliğe çıkaracak yegane Türkmenbaşı’sın” gazı ile “ömür boyu lider” olarak, tamamen kendi isteğinin emir haline dönüşmesine müteakip, avanesi tarafından payelendirilen, bu anlamda özlemlerle yanıp tutuşan diğer dünya liderlerine, tam da örnek teşkil edecek bir liderlik oluşturmuştur. Bazı sözüm ona liderlerde, mademki önlerinde böylesine nadide bir örnek bulunmaktadır, hiç sakınmadan, çekinmeden hatta arlanmadan bu örnekten esinlenerek, kendi ikballeri için, avaneleri vasıtasıyla uygun iklim oluşturmaktan hiç geri durmamışlardır. Gün geçmez ki; mezkur zatın yüce Mevla tarafından bir başkasına bahşedilmemiş bulunan özellikleri, avaneleri tarafından, bulunan her propaganda vasıtasıyla ve her zeminde anlatılmasın… Madem kendileri nadide bir örnektir, alınacaktır netekim... Hele yazdığı ve dillere destan “RUHNAMA” isimli kitabıyla, günümüze ne kattığı ya da katabileceği konusunda ne dediği asla anlaşılamayan ve anlaşılamayacak, mezkur kitap ile derç olunan irade-i seniyenin hikmeti anlaşılamazsa ya da mazallah ezbere bilinmezse, sürücü belgesi dahi alamayacağınız, bir kutsiyet oluşturmaktadır, Muhterem Beyefendi... Pasa propaganda, pasa şişirme operasyonu… Bu kadar gazın insan sağlığını bozacağını bilemeyenler, bir gecede Türkmenistan Komünist Parti 1. Sekreterliğinden, dini bütün, milliyetçi ve mukaddesatçı bir lidere, aksaçlı bir liderden kapkara saçlı, yağız bir lidere nasıl dönüştüğünü, fark ettiklerinde artık her şey için çok geç kalınmıştı…

Türkmenistan’ın az nüfusu olmasına rağmen olabildiğince “doğal gaz” zenginliği, bu anlamda Asya’nın Kuveyt’i ya da “Katar’ı” görüntüsü vereceği umuduyla, paranın gözlerini döndürmüş olduğu her hallerinden belli olan, batının anlı, şanlı “demokrasi sever” liderleri ve önemleri kendilerinden menkul koca koca uluslararası örgütleri tarafından, her şeye rağmen hoş görülen ve karşılanan, bu anlamda da nemalanma ve mamalanma sürdüğü sürece de rejimin ne olduğunun çok bir önemi olmadığı hep bir şekilde tebarüz ettirilmiştir. Hani bugünlerde ülkemizde de çok önemli bir işadamının, “sermaye için huzur önemli olup rejimin ne olduğu önemli değildir” diyerek ne kadar demokrasi havarisi olduğunu vurgulamıştı ya, mezkur konuda dünya ölçeğinde ne yazık ki tam da böyle işlemektedir.

İçeride bu şişinme ve böbürlenmenin yeni tarz bir halifeliğe evrilmesinin dışarıda beklendiği kadar ve her şeye rağmen fazlaca bir karşılığının olamayacağı açık olup, nitekim muhalif olmaları nedeniyle de ülkede barınamayıp dışarıya gidenler, bu akıl dışı gelişmeleri reddederek karşı duruşu örgütlemeye başlarlar… Ancak; lugatlarında muhalif ve muhaliflik gibi kavramların olmadığı çok açık olan mezkur zat ve benzerleri için, bu kabul edilemez bir durumdur, nitekim bu muhalifliğin bedelini içerideki gelişmelerden huzursuz olan ancak yine de pek etliye-sütlüye karışmayan vatandaşlar ödeyeceklerdir. Kendi hukuksuz pozisyonunun tahkimi açısından şeytanın bile aklına gelmeyecek işler kotarılırken, gözü dönmüşlüğün ifadesi sayılabilecek bir biçimde yer yerde olsa kendi hayatını bile riske edecek, kendisi gibi bir gecede 180 derece dönen KGB artığı istihbarat örgütünün tavsiyeleri ile olsa gerek, akıldışı operasyonların yapılmasına rıza göstermiştir. Sürekli suikast tehdidi riski propagandası yapılarak, hassasiyet tesisi adına geçtiği yollardaki binaların pencerelerinin bile geçiş sırasında açılmasına müsaade edilemeyecek, sürekli koruma ordusu geliştirilecek ve arttırılacak, sürekli bir görev değişiklikleri furyası yaşanacak vs. vs. Sözlü propagandanın bile artık gelişmelerin önünü kesemediği noktada, devreye sahte suikast girişimleri sokulacak ve Hollywood filmlerindeki benzerlerini aratmayacak senaryolar yazılacak ve uygulanacaktır… Hedef alınması üstünden hamaset ile pozisyon daha güçlü tahkim edilecek, muhalefet bu yolla susturulacak, bir yandan cadı avı başlatılacak, hülasa “ya tarafsın ya da bertarafsın” fikri beyinlere çakılarak, kendinden yana olmayanların yaşam hakları ellerinden alınacaktır…

Akıllara ziyan senaryolarda, profesyoneller rol almak istemeyince çok amatörlerle düzenlenen suikast görüntüleri sırıtacakmış kimin umuruna, bulursun 3-5 tane kriminal, yazılmış senaryo gereği düzenlersin bir düzmece saldırı, hayatında uyuşturucu içmekten öteye suçu olmamış adamları suikastçı ilan edersin, başlarsın cadı avına, bu suikast ardında oldukları gerekçesiyle de kim var, kim yok, tenkil edersin olmadı tıkarsın içeriye, aha da sana huzur ortamı… Hatta bir keresinde, bir Türkiye firmasında çalışan 6 işçiyi bile benzer iddialarla tutukladıkları bir vakadır… Yaşasın benzemenin dayanılmaz cazibesi…

Pazartesi, Temmuz 20, 2015

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI BÖLÜM-9

“Bize plan değil, pilav lazım”
Başlık; 1960lar sonuna denk gelen tarihlerdeki bir seçim öncesi, populist bir laf ve bilahare de slogan haline gelmiş, bir sözdür… Lafın mucidi ise, Türkiye siyasi hayatının en tanınan ve en meşhur, sağ, muhafazakar, dindar ve lümpen tabanı oportünist politikalara kurban etme konusunda ABD tarafından teçhiz ve tedris edilmiş ve aslında içimizdeki Amerikalılara da ilk ve nadide örneklerden sayılabilecek, meseleleri ciddiye almama konusunda bir uzman, bir dilbaz, bir laf cambazı, bir hazırcevap, bir demagog, bu anlamda bir hayli ve kendisini de aşmış ardıl yetişmesine zemin hazırlamış ve adı “bir bilene” çıkmış, muhteşem Süleyman’dır… Aslında; tabii ki, kendisinin “plan yerine pilava ihtiyaç vardır” demesine bakmayın, kesinlikle bir planı vardır ve de oda memleketi bugünlere hazırlamak idi… Ardılları da “devlet don üretmez” diyerek öncülünün açtığı yoldan ilerleyerek bugünlere gelen bir yol izlemişlerdir… Onların planı, ver pilavı, ver makarnayı al oyu sonra memleket çöksün dizlerinin üstüne, kalsın işler 3-5 müteahhide… Gerçekte ise yapılan her planı pilava çevirerek kime ve nasıl yedirdiklerini ve kimlerin ne kadar semirdiklerini de bizler yaşayarak iyi biliyoruz, ya neyse… Daha da doğrusu, bu muhterem ve muhteşem zat önderliğindeki AP, vatandaşa ne plan, ne de pilav vermişlerdir ya, hepsini kendileri yemişlerdir, ama Allah var fizikleri de bunu hiç yalanlamamıştır. Ayrıca bu millete yaraşan son da kaçınılmaz olmuş ve pilav yemeğe giderken, kuru ekmeğe, kuru soğana muhtaç olmuşlardır… İnanmayanlara ya da abarttığımı düşünenlere; çok sonraları da olsa muhatabının kalp krizi geçirerek ölmesine rağmen bu çokbilmiş, muhterem ve muhteşem zat “verdiysem ben verdim” diyerek tarihe geçtiği olaya bakmalarını şiddetle öneririm…

Şimdi de bu karikatürize sözün; söylendiği zaman, mekân ve teknik terakkiye bakalım kısaca… Aslında çelişki gibi görünse de, son derece basit ve izah edilebilir bir şekilde, fakru zaruretin yoğun olduğu Türkiye Cumhuriyeti kuruluş yıllarında başlayan planlı kalkınma tercihi ve geleneği, ne yazık ki bu geleneğin mensupları tarafından 27 Mayıs 1960’ta yapılan askeri bir darbe ardından da el konulan devlet yönetimi, Türkiye’nin ekonomik ve sosyal kalkınmasını planlamak ve siyasi iktidarlara danışmanlık yapmak üzere 30 Eylül 1960’ta Devlet Planlama Teşkilatını (DPT) kurarlar… Artık kalkınmayı planlayacak ve bu anlamda hayatın her detayındaki ve alanındaki ihtiyaçları öngörecek projeksiyonlar yapacak bir kurum vardır… Ve devleti yönetenlerinde plan yaparak çalışmak gibi de bir azmi vardır gayri… Diğer taraftan planlamanın hele hele de, cılız ve göbekten dışarıya bağlı olan hakim sınıfları olan bir ülkenin böyle bir disipline ihtiyacı yoktur, tam tersine plansızlığın da bir plan olması düsturdur mezkur sınıflar için… Mezkur sınıfların rutin işlerini gördürmek üzere bindirilmiş kıtaları vardır ve görevdedirler, “plan gomonist işidir” girizgahı ile konuya dalarlar, hesapsızlığın-kitapsızlığın, göçerlere has bir şiar olabileceği biçimiyle de, “bize plan değil pilav lazım” sözüne sarılırlar… Ve tabanda bulur bu tür salak sepet yaklaşım, tıpkı sonraları edilen kelamlar gibi…

Yaklaşık, 50 yıldır, “plan yerine pilav lazım” sözü mucibince yemediğimiz pilav kalmadı, maşallah, sadesi, domateslisi, etlisi, tavuklusu, karideslisi, ahtapotlusu, soslusu, sossuzu, patateslisi, soğanlısı vs. vs., ye Memet ye… Ha bu arada yenilen kazıklar mı? O kadar olacak tabii ki… Ancak gelinen nokta ne yazık ki, yarımlığımızın, yamalaklığımızın, eksikliğimizin, boşvermişliğimizin, baş tacı edildiği nokta olup, 30 Tl yevmiye karşılığı kamyon kasalarında çalışmaya giderken trafik kazalarında ölen insanlarımızı görmezden gelip, komşumuz Yunanistan’da bankalardan günde 60 Euro çekilmesine güler hale gelişimizin çaresizliğidir… Allah selamet versin… Ne diyelim pilava devam… Al sana pilav, memlekette 10.000 ihtiyaç olan bir meslek grubundan 200.000 adet meslek erbabı yetiştirirsin, sonra bunları hangi kadrolara atayacağım diye düşünür durursun… Ziraat Mühendisinden Öğretmen, Öğretmenden Pazarcı, İmamdan Mühendis yaratır durursun ve sonra da bu işler neden sarpa sardı diye düşünür durursun…

İdealist bir yaklaşıma karşı söylenmiş bu kabil populist lafların peşine düşenlerin çoğunluğu oluşturduğu Canım Yurdumun hallerinin bu olması da hiç sürpriz değildir zaten… Dün pilav için oy vermişlerin geldiği son nokta da ısınmak için kömür teminine oy vermek olmuştur… Ama Allah var, bu lafın karşılık bulması için de; bu mezkur ve meşhur zat çok ta ciddi çaba harcamış olup karşılığını da hep görmüştür…

Son sözler, Aşık Mahsuni’den olsun:

Mevlam gör diyerek iki göz vermiş
Bilmem ağlasam mı? Ağlamasam mı?
Dura dura bir sel oldum erenler
Bilmem çağlasam mı? Çağlamasam mı?
Yoksulun sırtından doyan doyana
Bunu gören yürek nasıl dayana
Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana
Bilmem söylesem mi? söylemesem mi?
Mahsuni Şerifim dindir acını
Bazı acılardan al ilacını
Pir sultanlar gibi darağacını,
Bilmem boylasam mı boylamasam mı?

Pazartesi, Temmuz 13, 2015

İTİBARDAN TASARRUF OLMAZ

“Yabancılar sarayı görünce haa bu devlet büyük devlet diyorlar…” iddia bu, ne diyelim, Allah selamet versin… Ve de bu yüzden lugatımıza yeni bir söz daha katılıyor… İtibardan tasarruf olmaz… Vay ki vay… Aslında durumu izaha uygun daha güzel sözler var, “kel başa şimşir tarak” ya da “ayranın yok içmeye atla gidersin suya” gibilerden… Şakası bir yana aslında “israftan itibar olmaz” şeklinde söylenmeliydi… Eeee ne de olsa öykündüğümüz geride bıraktığımız devri, tarife bir bakalım… Devlet-i Osmani ahalide, terfi-i temayüz ilim irfan ile olmaz, ya olacak kuvvetli iltimas, ya olacak madeni haz, ya da olacak ten ile temas…
Zaten bu yabancılar da, hep bi salak yaaaa… Hiçbir şeyi bilmezler… Sadece sahip olunan binaya bakarlar… Türkiye hakkında her türlü rapor, analiz ve makale yayınlanıyor ve bu yabancılar Türkiye’ye gelmelerine rağmen bunları okumuyorlar… Eğitim öğretimde Avrupa sonuncusu olduğumuzu bilmiyorlar… Sanayi ve teknolojide ne kadar geride olduğumuzu bilmiyorlar… İşçi ölümlerinde dünya birincisi olduğumuzu bilmiyorlar… İş kazalarında dünya şampiyonu olduğumuzu bilmiyorlar… Kadın cinayetlerinde dünya şampiyonu olduğumuz bilmiyorlar… Basın özgürlüğünde ne kadar geri kaldığımıza bilmiyorlar… Asgari ücretin 970 TL olduğunu bilmiyorlar… Çocuk işçi çalıştırma konusunda dünya birincisi olduğumuzu bilmiyorlar… Çocuk evlilikleri, çocuk gelinler konusunda dünya ikincisi olduğumuzu bilmiyorlar… Oteldeki peçete kağıdı üstünden para tahsili yaptığını iddia eden bakanlarımız olduğunu bilmiyorlar… Parkların imar rantına kurban edildiğini bilmiyorlar… İnternet yasaklarının muktedirlerin iki dudakları arasında olduğunu da bilmiyorlar… Milletin şeyine şey edenlerin muktedirlerce baş tacı edildiğini bilmiyorlar… Polisin destan yazdığını söyleyerek gençlerin öldürülmesinin legalize edildiğini bilmiyorlar… 700 TL ücretle çalışıp 700.000 avroluk saat hediyesinin normal sayıldığını bilmiyorlar… TIR’larla neler taşındığını bilmiyorlar… Trafolara kedilerin girip koca ülkenin elektriklerinin kesilemeyeceğini bilmiyorlar… Bir öncelikli müteahhitin yaptığı bir inşaatın 5 yılda iki defa çökmesi üzerine burada yatır vardır deyip, bilimsel izahatlarda bulunduğu için el üstünde tutulduğunu da bilmiyorlar… Zaten bakire değildi denilerek tecavüzcülere ceza indirimi uygulanıyor olduğu bilmiyorlar… Milletin tamamı Türk değildir denilip milli andın kaldırıldığını ve Milletin tamamın Müslüman değil ama din dersinin zorunlu olduğunu bilmiyorlar… Çalıyor ama çalışıyor algısı karşısında resmi ve hukuki tepki gösterilmediğini bilmiyorlar… Kitaptan alınan verginin pırlantadan alınmadığını bilmiyorlar… Son 10 yılda polis sayısının %88 artmasına rağmen öğretmen sayısının %24 azalmış olduğunu bilmiyorlar… Parsel parsel satılmıştır bilgisine sahip olup gereğini yapmayan bakanların olduğunu bilmiyorlar… Camisiz üniversite kalmasın fikrinin şiar olup, okulsuz öğretmen ya da atanamayan öğretmen kalmasın fikrinin unutulduğunu bilmiyorlar… Otelde insanların benzin dökülerek cayır cayır yakılmasının muktedirler tarafından hoş görüldüğünün bilindiği bilmiyorlar… Gelir dağılımı adaletsizliğinde ön sıraları işgal ettiğimizi bilmiyorlar… vs…vs…
Saraya bakarak ne kadar büyük ülke olduğumuza karar veriyorlar… Hadi biz salakız da yabancılar da mı salak…
Aziz Nesin tarafından aktarılan güzel bir anekdot vardır… “Bizde gelenektir; satıcılar, Karpuzu Kurabiye, Salatalığı badem, kavunu reçel, balığı derya kuzusu, armudu tereyağı, diye satarlar… Bazı iktidarlarda bu geleneğe uyup, zorbalığı demokrasi diye yuttururlar.” Yersen gari… Gerçi ister ye, ister gargara yap tarzında bu sunuşu da vardır ya bu davranışın… Allah selamet versin…
Son söz; Dünya şairi Nazım Hikmet; öncüllerinin üstünden ardıllarını da kapsayacak şekilde dizelere dökmüştür, bu kabil zat-ı şahanelerini…

A…. Bey
Türküler söylendikçe Türk diliyle
Seni seviyorum gülüm, dendikçe Türk diliyle
Türk diliyle gülünüp
Türk diliyle ağıtlar yakıldıkça, A…. Bey,
                Ben anılacağım,
                Anılacak Türk diliyle size sövüşüm.
Tarlalarımıza girmiş değil sizin gibisi yaban domuzunun.
Şehrimiz görmüş değil yangının sizden kanlısını.
Bir adınız var, A…. Bey, adımıza benzeyen.
Dilimiz kuruyor dilimizi konuştuğunuz için.
Bitten, açlıktan, sıtmadan betersiniz.
Yüz Türkiye olsa
          Elinizden de gelse
                Yüzünü de zincire vurur
                        Yüz kere satarsınız.
Milletimin en talihsiz gecesi

                Ana rahmine düştüğünüz gecedir.

Pazar, Temmuz 05, 2015

BİR ONUR İNTİHARI

24.03.2015 tarihli gazeteler; “İZMİT Körfez geçişi asma köprüsünde cumartesi günü “Kediyolu-Catwalk” olarak bilinen halatın kopmasından kendisini sorumlu tutan Japon mühendis 51 yaşındaki Kishi Ryoichi bilek ve boğazını keserek intihar etti. Cesedi Yalova’nın Altınova İlçesi’ndeki mezarlık girişinde bulunan mühendisin intiharı ile ilgili “İnsanlar büyük emek harcadı. Olayın sorumluluğu tamamen bana ait. Kimsenin kusuru bulunmamaktadır” şeklinde bir not bıraktığı belirtildi.” diye bir haber veriyorlardı.

Sürekli olarak muktedirler tarafından, kendilerine engel oluyorlar iddiası ile çıkardıkları yasalarla, yetkilerini tamamen kaldırmak istedikleri mesleki kuruluşumuz TMMOB üyesi İMO (İnşaat Mühendisleri Odası) konuyla ilgili, “Mesleki hataları bir kenara bırakalım, insani nedenlerin bile bir insanın kendi canına kıymasına sebebiyet vermesini anlamamız ve kabul etmemiz mümkün değildir” diye başlayan, “ancak bu vahim olayın içerdiği anlamı vurgulu hale getirmek gerektiği açıktır. Meslektaşımızın taşıdığı sorumluluk bilincinin, mesleki etik anlayışımızın, iş ahlakımızın, insana ve topluma karşı sorumluluk duygumuzun odak noktasına alınması, içselleştirilmesi, özümsenmesi mesleki alanda yaşanan sorunların bir nebze olsa da çözülmesini sağlayacaktır. Bu bireysel tavır, mühendislik proje ve uygulamalarında titiz çalışmanın ne kadar önemli ve sonuç değiştirici olduğunu gözler önüne sermiş, hatayı ve dolayısıyla sorumluluğu üstlenme ve özeleştiri kültürünün önce insanın benliğinde başlaması gerektiğinin, devamında ortak payda ilan edilerek toplumsal yaşamda belirleyici bir konuma taşınmasının, kurumsal bir işleyiş kazandırılmasının zorunluluğuna dikkat çekmiştir.” diye gelişen ve “umuyoruz ki, mühendislerden kamu otoritesine kadar üretim ve denetim sürecinin bütün bileşenleri “onur intiharından” gerekli dersi çıkarır.” diye biten bir açıklama yaparak, konuya nasıl bir anlam ve önem yüklediğini göstermiştir. Gerçi benzer açıklamalar muktedirlerin her zaman tepkisine neden olmakta olup, bu kabil araştırma ve faaliyetlerle toplumu aydınlatma çalışmalarına, her türlü engellemeye karşın devam eden odamız, toplumumuzun “yüz akı” olmaya devam etmektedir.

Bilindiği üzere mezkur olay; Japon Meslektaşımızın muhtemel bir felaketi fark ederek, çalışmalara tedbiren ara verilmesini müteakip ve herhangi bir can kaybına neden olmamasına karşın, ne yazık ki yaşanmıştır. Evet, hiçbir olay bir insanın hayatına son vermesine neden olmamalıdır ancak burada, mağrur Japon toplumunda, kabahat ve kusur işlemiş olmak ve bu kabahatin ve kusurun toplum tarafından bilinir ve konuşulur hale gelmesi, çok büyük utanç vesilesi sayıldığından,  başvurulan bir yöntem olarak öne çıkmaktadır. Peki; bu uygulamanın batılı toplumlardaki yansıması nasıl olmaktadır diye bakıldığında, yaygın uygulamanın, işlenilen kabahat ve kusurun toplum tarafından, ispatlanmamış olmasına rağmen sadece konuşulur olması bile “istifa” nedeni sayılması tezahürü ile karşılaşılmaktadır. Ya bizde olsaydı, ne olurdu, Canım yurdumun insanının “ateş olmayana yerden duman çıkmaz” gibi anlamlı bir sözü olmasına rağmen, bu kusur nasıl örtülür-kapatılır diye çalışılır, hatta önceden fark edip tedbiren çalışmaya ara verdi diye, “iş kaybı” oluşması nedeniyle cezalandırılırdı, hatta bu kusuru ifşa edip, “devlet sırlarını açıkladı” diye hakkında hukuki ve cezai soruşturma bile açılırdı… Haydi bazıları kızmasın diye, yazalım, belki de, tedbiren çalışmaya ara verilip, can kaybının önüne geçildi diye, ödüllendirilirdi…(lütfen gülmeyin)… Gülenlere yazalım; 1999 depreminde, resmi rakamlara göre 19.500 gayri resmi rakamlara göre yaklaşık 40.000 kişi depremde yitiriliyor, sonuç ne oluyor, müteahhit diye emekli öğretmen Veli Göçer’in sırtına yükleniyor bütün günah, geçmiş olsun, Allahın takdiri… Riskli alanları imara açarak rant ekonomisinden beslenenler, riskli alana göre proje oluşturmayanlar, riskli alanlara göre oluşturulan projeleri maliyeti yüksek diye uygulamayanlar, projeleri kontrol edenler, denetim yapanlar, iskan verenler vs. vs. geçmiş olsun…

Durumumuzu yansıtması açısından, bir hayli beğendiğim bir meşhur fıkra ile konuyu tamamlayayım… Bir köprü yapımı için, bir Japon, bir Rus, bir Türk Firması konsorsiyum yapar, köprü inşaatı tamamlanmak üzere iken, çöker ve konsorsiyum firmaları yetkilileri incelemeye gelirler, Japon hayretler içinde kendi projelerinde bir hata olmasının mümkün olamayacağını, Ruslar kendi imalatları olan çeliklerin kusurlu olamayacağını tartışırlarken, Türk yetkililer ise kendi aralarında, “bak iyi ki çimento koymamışız, yoksa zay olacaktı” diye konuşurlar… Allah selamet versin…


“anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az”