Pazar, Aralık 20, 2015

GAVAT, PEZEVENK, DEYYUS, DÜMBÜK, DÜRZÜ

Söyleyenlerin yalancısı ve geçte olsa oluşan lüzum üzerine...

Gavat; Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğüne göre, kelimenin doğrusu "kavat" olup, kökeninin Arapçadan gelip “kavvad” olarak söylendiği belirtilmektedir. Çağdaş Türkçenin Etimoloji sözlüğü sayılan “Nişanyan Sözlüğüne” göre de,  Dede Korkut masallarında 1400 yıllarında ilk kez ve hakaret olarak “kavvad” olarak kullanılmış ve “gawt” çukur ve anüs anlamında, “gawwat” ise çukurcu ve ...çü anlamındadır. Diğer taraftan;  Türk Dil Kurumu (TDK) Güncel Türkçe Sözlüğüne göre de; Yolsuz birleşmelere aracılık eden erkek ve karısının hoppalık yapmasına göz yuman koca, anlamında kullanıldığını belirtilerek, sözcük'e ve anlamına nezaket ve naiflik katmaya çaba göstermiş olup, bir anlamda “kavat”ın özenilir gibi algılanmasına yol açmış olabilir. Argoda ya da halk ağzı olarak "gavat" diye kullanılmakta olan bu sözcük, genel anlamda pezevenk anlamında kullanılsa da, özelde sadece karısını, kızını ya da kızkardeşini, gizli ve gayri yasal cinsel ilişki amacıyla para karşılığı pazarlayan adam anlamında kullanılmaktadır. Mezkur kelimeyi tekrar meşhur eden resmi ve onu sıkça kullanır hale getiren gayriresmi kahraman gavatlara da yazdıkları destanlar için bu vesile ile şükranlarımızı arz ederiz, yoksa bu kadar şeyi nasıl öğrenirdik, bu kadar muhabbet konusu nasıl bulunabilirdi... Ayrıca; Osmanlıcasının Köftehor, Kürtçesinin Kouvat, İtalyacasının ve Arnavutçasının Cavatina, Almancasının Kavatine, İspanyolcasının Kavades, Yunancasının kavadis olduğu da yakıştırılmakta olup İtalyancasının aynı zamnda komisyoncu olduğu rivayet edilmekte ve biz de ise bugünlerde de komisyoncu anlamına gelse de çok çok özel bir ticari faaliyeti ifade etmektedir. Ama illada önemli bir muhteremin, sıkıştığında sözcüğün doğrusunun “kavat” değil, kavas olduğunu söylemesidir.

Pezevenk; Türk Dil Kurumu (TDK) Güncel Türkçe Sözlüğüne göre ; Gizli ve yasal olmayan cinsel ilişki öncesinde aracılık eden kimse, (gizli olmayan ve yasal olan cinsel ilişkiye aracılık edene ne denirdi?), Çağdaş Türkçenin Etimoloji sözlüğü sayılan “Nişanyan Sözlüğüne” göre de, 1512 tarihlii II. Bayezid Kanunnamesinde “Püzevenk”, Camiü’l Fürs’e göre “Pizevenk”, Evliya Çelebi Seyahatnamesinde “Büzevenk”, Ermenice “Pozavak” diye etimolojik bilgiler verilerek, “Türkçe sözcüğün etimolojisi en azından 17. yy'dan beri spekülasyon konusu edilmiş ve Ermenice yaygın bir sözcük olan ve önseste değişkenlik gösteren poz/boz "orospu" ile alakalı olması makul görünüyor. Ancak Tietze'nin önerdiği pozavak bileşiğine Ermenice kaynaklarda rastlanmadı” geniş tarif yapılmıştır. Pezevenk; “kavat”tan farkı, kavat,; karısı, kızı, kız kardeşi gibi sınırlı bir meta ile çok özel hizmet verirken, pezevenk bu konuda kesinlikle sınırsızdır, yani anlayacağınız olabildiğince profesyonel olup, pazarlayabildiği tüm kadınları bedeli mukabili pazarlamaktadır. Diğer taraftan, bazı kaynaklarda, Farsça'daki “pejavend” (kapı tokmağı, sürgü) kelimesinden geldiği söylenmekte ve anlamının genişletilmesi ile de “kapı arkasında bekleyen, kadın ticareti yapan kişi” anlamındadır denilmiş olsada, ciddi sözlüklerde bu bilgi yer bulamamıştır. Öyle ya da böyle bir sürü kelama uygun bir sözcük olmakla birlikte aslolan fuhuş sektörünün en önemli öğesi olduğudur.

Deyyus; Karısının, kızının veya kızkardeşinin, iffetsizliklerine ya da  başkaları ile düşüp kalkmasına ses çıkarmayan muhteremlere verilen isimdir. Kavat’tan farkı, bu eylemde bir pazarlama faaliyetinin olmaması olup, yer yer de karısı ya da sevgilisi tarafından aldatılan erkek anlamında da kullanılmakta, ilaveten bazı kaynaklarda da; boynuzu yiyip sineye çeken bu muhteremlere “derare” denildiğinede rastlanmıştır. Çağdaş Türkçenin Etimoloji sözlüğü sayılan “Nişanyan Sözlüğüne” göre ise, Arapça kökenli olduğundan bahisle, ilk olarak 1354 yılında Mesud b. Ahmet’in Süheyl ü Nevbahar eserinde, “Eşek ḳaltabānsın u ebleh deyyūs̠” şekliyle yer almıştır. Kıdemlilerine ise deyyus-u ekber denilmektedir.

Dümbük; Karısı, kızı ve kızkardeşi kötü yolda olup ancak kendisinin haberinin olmaması halindeki muhteremlere verilen isimdir. Muhterem  konuya muttali olunca hemen rütbe alarak deyyusluğa terfi eder. Çağdaş Türkçenin Etimoloji sözlüğü sayılan “Nişanyan Sözlüğünde” Ahmet Vefik Paşa’nın Lugat-ı Osmani’de, Tembük diye geçmekte olup, Farsça kökenli bir sözcük olduğundan bahsedilmektedir.

Dürzü; Yukarıda verilen tüm külliyata şamil ve havi bir söz olup, görüleceği üzere anlam derinliği yüzünden maşallahı bulunmaktadır.

Bu paylaşım üzerine gelen yorum, soru ve cevapları ise şöyledir.

T.U. ; Demek bu mesleklerde gayetle bir artış var ki, kavramlar ve konular tartışılır hale geldi... Demek ki ülke doğru yolda ...Yahu Ruhi baba, bir de “godoş” ya da “kodoş” vardır. O ne anlama gelir acaba? Sayıca ötekilerden az değildir bunlar da!
R.M.Ç.; kodoş Gayserililer tarafından Godoş haline getirilmiş olup pezevenk ile aynı anlamdadır TDK ya göre...
T.U.; peki mesela makamını, karısının iş kurması için kullanıyor diyelim, buna ne diyorlar?
R.M.Ç.; Kurduğu işin finansmanının temini için ise, “gavat”, yok iş kurarken gördüğü iltimasların karşılığı karısının ya da kızının finansman temincileri ile fingirdemesine ses çıkarmıyor ya da göz yumuyor ise deyyuz, eğer adamın karısı ve kızından haberi yok ise de dümbük, umarım kafi derecede açıklayıcı olmuştur. Bundan gayrısı melunların tefsiri olur ki, zinhar cehennemde yanacaklardır...
T.U.; Hay allah, kafam karıştı yahu. Peki, adamın parası var, ama mesela kızını başka bir adam okutuyorsa?
R.M.Ç.; Parası varken kızını başkası okutuyorsa Allah Muhafaza tam cehennemlik, ama kızını okutuyorsa ve kendisi bilmiyorsa da dümbüklükle iktifa edilecektir...
T.U.; Yani en azından “dümbük” diye bileceğiz, demek ki ... Belki de tanrı, “siz o kadarını bilin yeter, gerisini ben bilirim” demiş olabilir...
R.M.Ç.; bunların bir de “day use” olanları varmış, ulemanın bildirdiğine göre...
T.U.; hiç duymadım hocam
K. H.; dürzü ile Lübnandaki dürziler akraba mıdır..??
R.M.Ç.; ordakiler değil ama burdakiler olabilir Kemal...
K. H.; teşekkür ederim aydınlandım..

Bu yazıyı niye mi yazdım? Hiç değişiklik olsun diye... Bakarsın bilmeyenler olur, faydalanıp etraflarına bu gözle baksınlar diye... Fena mı oldu, memleket hizmet görsün...

Pazar, Aralık 13, 2015

ÇOCUK EVLİLİĞİ

Gediz Üniversitesi Hukuk Fakültesi ile Gediz Üniversitesi Kadın ve Aile Araştırmaları Merkezi, “Zorla Evlendirme” konulu bir konferans düzenliyor ve maalesef bu ülkenin başına nasıl bir bela daha örüldüğünün ve daha da kötüsü örülmeye devam ettiğinin ve en kötüsü de daha da büyük belalara yol açacağını; bir kez daha, bu seferde istatistiki değerlerle gözümüze sokmuşlardır. Maalesef, canım yurdumun başı beladan kurtulmuyor ve korkarım ki de kolay kolay da kurtulmayacak...

Konferansta konuşan “İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Avukat Nuriye Kadan; çocuk hakları konusunda en önemli hak ihlalinin, “çocuk yaşta evlendirilmeler” olduğunun altını çizerek, Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması sonuçlarına göre de, her 3 evlikten birinin çocuk evliliği olduğunu söyleyerek ve “Ülkemizde ne yazık ki 181 bin 36 çocuk gelin bulunuyor. Bu evlilikler imam nikahına dayalı olduğundan, sayının çok daha fazla olduğunu düşünüyoruz. 2012 yılında 20 bine yakın aile 16 yaşından küçük kızlarını evlendirebilmek için dava açmış. Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre erken evlilik ve nişanlılık nedeniyle eğitime devam edemeyenlerin yüzde 97.4'ü kız öğrenciler. 15 - 19 yaş arası genç kızlarda birinci sırada ölüm nedeni, hamilelik ve doğumun yol açtığı sorunlar. Kızlarımızı oyun çağındayken anne olmaya zorlayan bu acı durum, ataerkil ve geleneksel toplum yapısı yüzünden normalleştirilip meşrulaştırılıyor.” diyerek devam etmiş ve konuyu damaya çıkarmış... Bunun üstüne daha ne söylenebilir ki, Allasen...

“Medeni Kanunu; İsviçre’den aldık, bize hiç uymuyor” yaygaraları kopartılırken, bu yaygara kervanına katılan herkes “sarı öküzü” gözden çıkartmış oldu... Bu yaygaralarla, görece çağdaş ama geliştirilmesi gereken tarafları ihya edilmeden, sadece dini saiklerle bu işleri görme adına, bu yasanın itibarsızlaştırılmaya başlandığı gün konunun, bu ellerle nereye gideceği belli idi aslında. Aklın bir tarafında yatan, çocuk gelinlere yol açacak kapıların sonuna kadar açılmasıymış... Allah selamet versin...

Oysa; evliliklerin ve evlenilecek kişilerin seçimlerinin tamamen özgür irade ile kararlaştırılması gereken bir durum olduğunu bilmeyen var mı, yok vallahi de yok billahi de yok... Ama hinlik başka noktada ya bu konunun da herkes tarafından bilindiğini bilmekteyim... Eş seçme ve evlenme konusunda kişilerin seçim hakkı hem ulusal yasalarla, hem de uluslararası yasaların onaylanması ile güvence altına alınmış olmasına rağmen, kamu görevlilerinin lakait yaklaşımı ve hatta hoşgörüsü ve de korkarım ki yer yer de cesaretlendirmesi ile imam nikahı patlaması yaşanmıştır ne yazık ki, rakamlar bunu gösteriyor canım yurdumda... Oysa ki ne diyor yasalarımız, yasak diyor, yasak hemşerim yasak, ama bu abiler dinler mi... Analarının dizinin görünmesinden tahrik olan, kızını tahrik olurum korkusuyla kucağına alamayan, hadi kötü bir kelime kullanmayayım, bu sapıklardan ne olur, haaaa da bu olur işte... Bırakın çocuğu bir kenara, bir yetişkini bile evlenmeye zorlamanın suç teşkil etmesi ve çok ciddi cezalarla cezalandırılması gerekmektedir ve çocuklarını ise cebir ve şiddet kullanarak evlendirenlerin çok şiddetle cezalandırılması kaçınılmazdır, aksi taktirde, çocukluğunu yaşayamamış, çocuk iken çocuk doğurmaya çalışırken yaşamını yitiren, sakat kalan ya da çocuğunu yitiren, ya da akılını yitiren ve sağlıksız bir toplum ile karşı karşıya kalınacağı aşikardır. Ama ne gam, ne keder...

Ama, ne yazık ki, yaşanan bu günlerde, torunu yaşındaki çocuk ile zorla cinsel ilişki kurdu diye yargılanan gazeteciyim diye geçinen yobazın birisine göz yumulması, görmezden gelinmesi karşısında, yönetimler, adalet mekanizması, meslektaşları, akrabaları ve hepsinden önemlisi kocaman bir toplum, 3 maymunu oynamıştır, duymamıştır, görmemiştir ve konuşmamıştır... Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bu ahlaksız herif, bu sübyancı herif çıkıp; “ben olmasaydım bu kız fahişe olurdu” diyor ve Allahını seven kimse ses çıkarmıyor, yuh be kocaman bir yuh... İşte bir ülkede seçilmişler, eğer evliliği; yasal ve mübah birlikteliğin önkoşulu olarak değerlendiriyorsa, bunun üstüne kimse tepki vermiyorsa, bir adım daha atar ve gençler erken yaşta evlenirlerse sorun olmaza kadar dayar konuyu, sonra sen de “ne oldu bize” diye abuk subuk konuşursun... Oysa, zaten bilgi sahibi olmaktan ziyade, olmamayı tercih etmiş irşadın ehli olarak canım yurdumun necip ferdi, sonrasında fazla çocuk yaparmış, çocukların rızkı vardır yaklaşımı mucibince de eğitime ve öğretime ne hacet kalırmış, çocuk nasıl daha sağlıklı ve bilgili yetiştirilirmiş, hastalıklarla nasıl mücadele edilirmiş, ne gam ne keder... Kendisi 31 yaşında iken 13 yaşında gördüğü bir çocuğun kendisine eş olma ihtimalini düşünebilen ve annesine bu kızı bana isteyin diyen birisinin siyasi kılavuzluğu altında nerelere varılır gayri siz düşünün... Allah akıl fikir ihsan eylesin, ama o kadar çok ihtiyaç sahibi de varki, bundan nasıl nasiplenir bilemiyorum gayri...

Çocuk yaşta evlendirilen kız çocuklarının sayısının her geçen gün artıyor olmasının, bir anlamda kadının sosyal ve ekonomik hayattan elinin ayağının çekilmesinin hedeflendiği behemehal tespit edilerek, gerekli ahlaki ve hukuki düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Kadının cinsel emtia olarak görüldüğü pek çok toplum vardır dünyada ama canım yurdumda ilaveten bu abukluğu tetikleyen din adamlarının çokluğu da maalesef canımızı yakmaktadır, ilaveten geçmişten ve önderlerden örnekler verilerek konunun tavsamasına çalışanlara da bu toplum artık gerekli cevabı verebilmelidir, yoksa... Vallahi; yoksa, diye hiç bir cümleyi başlatmayacak günler dileğiyle...

 

Pazar, Aralık 06, 2015

GELENEKSEL RUSYA DÜŞMANLIĞI


Dünün AKP muhalifi görüntüsü taşıyan, aslında kesinlikle taraftar olduklarını asla gizleyemeyen zevat, nihayet Rusya’nın uçağının Türkiye-Suriye sınırında düşürülmesi üstüne, “kokteyl milliyetçiliklerini” göstererek, zımni desteklerini aleniye çevirme fırsatını buldular, zaten bizim bildiğimiz bir durum olması hasebiyle de sürpriz oluşturan bir durum yoktu, asıllarına rücu etmişler idi... Ehhhh bu arada da; ileri demokrasiden, dinamik demokrasiye de yükseltilmiş oldu ya vites, bunlara da durmak yola devam mehterine ayak uydurmak kaldı... Bu zevatın bugünlerde, “yaratıcı akla sahip olamayanların, tekrarlayıcı akla sahip olmaları kaçınılmazdır” sözü mucibince, “Rusya’nın Suriye’de ne işi var, siz her davet edilen yere gidermisiniz” sözünü tekrara alarak, dalga dalga toplumun her katmanına beyin yıkama metodları ile akli nakşetmelere başlamışlardır. Ve bu muhteremlerin ezici çoğunluğunun milliyetçi kardeşlerden, azıcık bir bölümünün de “nakıs aydın” keyfiyetindeki “yetmez ama evetçi”lerden oluştuğu gözlenmektedir. Ebeee; az bilir çok karar verir, ebeee; hiç okumaz çok üfler, ebeee; bildiği her şeyin yanlış olduğu kardeşim, siz bilmezmisiniz ki; bu ülkede canım yurdumu 1952 yılında NATO belasının kuburuna sokan, ki siz bunları, öncülleri ve ardılları ile birlikte her daim desteklediniz ve de onlar geldiler canım yurdumun bağrına, kuzeyden güneye, batıdan doğuya yaklaşık 100 adet üs kurdular (1966 yılında ABD üs sayısı 112 idi) ve bu üslerin önemli bir bölümünü sizin siyasi ve askeri otoriteniz denetleyemedi hatta bazılarına bırakın denetlemeyi giremediler bile... Siz bunları, gördünüz, duydunuz ve konuştunuz ama, tüm bunları bilmezden gelip, şimdi birileri istedi diye, “Rusya, Suriyede ne işin var” diyorsunuz... Peki, sizce Amerika Birleşik Devletlerinin (ABD) canım yurdumda ne iş var, ya da siz bir günden bir güne “ABD’nin Türkiye’de ne işi var” dediniz mi? Ben eminim ki, demediniz, diyemediniz vs. vs. yahu geçtim demeyi, siz ABD’nin işgal gücü 6. Filonun İstanbul açıklarında demirlemesini protesto eden, Yurtsever, Devrimci insanlara saldıranlara ya katıldınız ya da destek verdiniz en iyimser tahminle de sesinizi çıkarmadınız. Hatta T.C. Genelkurmayının, “ABD yi sevmeyenler komünisttir” açıklamasına bile ses çıkarmadınız... Bu olsa olsa, bu zevatın ruhlarının stratejik derinliklerinde kalmış “geleneksel Rusya düşmanlığı”nın ihya olmasıdır, başka türlü bu koyun-keçi diyaloğu izah edilemez, hani iyi bilinir, koyun telden atlarken, koyunun mabadı görünür ve keçi de aaaaa bak koyunun mabadı göründü diye güler ya, durum tam da bu durum vallahi... Vallahi kargaların güldüğü bu duruma ben ağlıyorum, ağlıyorum, çünkü beyindeki protein zinciri bu kadar kısa ve izole bir yurdum insanım var... Allah selamet versin... Evet “Rusya’nın Suriye’de ne işi var” haklısınız, bence de ne işi var, ancak bu soruyu sormak bence sadece “ABD’nin Türkiye’de ne işi var” diye sorabilenlere hak olabilir...

Hele birde; kılavuzu kargadan tutup, burnunu necasetten kurtaramayan bir ekip var ki, onların durumu ise daha da zavallı, kitaplarının nerdeyse tamamını okuduğum, görünür titri gazeteci ama görünmeyen tarafının da hangi mahfillere hitap ve hizmet ettiği fazlaca şüpheye yer bırakmayan, adını hukuksal nedenlerle vermek istemediğim muhteremin der akabından hususiyetle ve hassasiyetle gidilmesi hayrete şayandır açıkcası. “kirli bir Rus oyunu” jargonu ve yaftası ile konuyu asli mihverinden çıkarıp, günün icabına uygun mihvere oturtmaya çalışırken, “Suriye’de uçuşa yasak bölge” tespit ve tayin keyfiyetini öne çıkararak hangi mahfiller ile eşgüdümlü bir pozisyon alındığının gizlenmesinin mümkün olamayacağı tespiti gözden kaçmış herhalde... Daha çok yakın bir zamanda; dönem itibari ile yere göğe sığdırılamadan peşinden gidilen “kısa ve şişman adamın” savladığı, Irak’ta 24. paralelin kuzeyinin “uçuşa yasak bölge” ilanının, siyasi hülyalar ve ekonomik rüyaların dama dediği hemencecik unutuldu galiba, şimdi orada gerçekleşen ve özellikle milliyetçi kardeşlerin sonuçlarına görüntüde de olsa, çok kızdığı sonucun benzerini verecek talebin nelere hizmet edeceği açıktır... Einstein’ın sözü ile bir kez daha söyleyelim ki; belki daha fazla anlaşılır, “Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır”

Canım Yurdumun; ezilmiş, büzülmüş ve de ne yazık ki bir türlü durumun farkına varamamışlarının yarattığı muhteşem bir söz vardır, “söyleyen deli ise dinleyen akıllı olmalıdır” ve bu sözün bilgesel derinliği  mucibince davranması gerekir ve beklenir iken, inanılmaz bir hayal kırıklığı yaratarak ve bu sözün sanki kendilerince yaratılmamış olduğunu kanıtlarcasına bir davranış sergilenmesi hiç bir akıl ile izah edilemez. Bu kadar çok tekrar, bu kadar ezber cildi bozar ama maşallah bizdeki cilt muhteşem, bırak bozulmayı gün geçtikçe güzelleşiyor... Allah selamet versin...

Aslında bir Neyzen Tevfik beyiti ile sonuçlandırmayı düşünüyordum ama hukuksal sonuçları üzüntü verebilir kaygısıyla hatta korkusuyla; Nazım Hikmet’in canım yurdumun canım insanına katlanmanın zor olduğu bir günde yazdığı muhteşem bir şiirle bitiriyorum...

Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
- demeğe de dilim varmıyor ama -
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

Pazartesi, Kasım 30, 2015

BASIN ve DEVLET SIRRI


Malum hikayedir; zamanın behrinde adamın biri ülkede yaşanan tüm olumsuzlukların sebebi gördüğü devlet büyüğü muhtereme bir hayli fazla kızmakta ve ne yapıp edip bu kızgınlığını bir şekilde herkesin içinde muhteremin yüzüne hakaretamiz bir şekilde söylemek için fırsat kollamaktadır. Ne zaman ki duyar, muhteremin bulunduğu kente ziyaret proğramını hemen gider dostu ve aynı zamanda çok ünlü hukukçuya sorar “ben bu adama herkesin içinde hakaret edersem, ne ceza alırım” diye danışır, ünlü hukukçu; “hayvan, eşek, öküz” gibi kelimelerle hakaret edersen, en fazla 6 ay hapis cezası alırsın der... Adam içinde birikeni atabilmek için 6 ay mahpusluğa rıza gösterir... Ünlü devlet büyüğü kente gelir ve “çoklu açılış törenleri” sırasında, kendisine yaklaşır, “hayvan, hayvan oğlu hayvan, eşek, öküz” diye yüzüne haykırır... Koruma ordusu hemen hakaretamiz sözler eden adamın üstüne çullanırlar, doğru gözaltına alınır, sorgu-sual derken, iddianame yazılır, mahkeme açılır, “Sulh-Ceza Hakimliğinde” dava görülmeye başlar, iddialar, savunmalar, bilir kişiler, itirazlar süreci tamamlanır, nihayetinde hakimlik karar açıklama aşamasına gelir... Hakim kararını açıklar, maksimum 6 ay hapis cezası alacağını bekleyen kişide sükunet içerisinde kararı dinler, “sanık devlet büyüğü muhtereme hakaretten suçlu bulundu ve 20 yıl 6 ay hapis cezası ile tecziyesine karar verildi” deyince, heyecandan ve hışımla ayağa fırlar ve “Hakim Bey, ama bu fiilin cezasının maksimum 6 ay olması gerekir, ben danışarak bu fiili işledim” der, Hakim ise son derece sakin bir şekilde, “evet evladım, devlet büyüğüne hakaretten 6 ay ceza verdim 20 yıl ise devlet sırlarını ifşa etmekten” der...

Bugünlerde, devlet büyüklerine hakaretten ve devlet sırlarını ifşa etmekten, içeri atılan, soruşturmaya uğrayan, işinden olan gazeteci ve vatandaş sayısı bir hayli fazla olunca aklıma malum hikaye geldi... Devlet sırrı imiş, maşallah bilmeyen yok, görmeyen yok, ama sır, sevsinler sizi... İlaveten yapılmasının devlet işi, yazılmasının ve söylemesinin devlet sırrı olması gibi bir gudubet uygulama olsa olsa bize has olurdu, netekim oldu ve bir hayli de şık duruyor açıkçası... Ayrıca, devlet işi yapanların ikrar ve inkarı bir suç teşkil etmez iken, bunu görenler, duyanlar ve söyleyenler suç işlerler, Allah selamet versin... Şimdi varsa yoksa “basın” bir casusluk faaliyeti aracılığı gibi görülüyor ya, inanılır gibi değil, ya casusluk tanımı kanunlarda farklı, ya bizim filmlerde ve romanlarda gördüğümüz casusluk faaliyetleri doğru değil ya da biz anlamamışız, yahu kardeşim bu casusluk denilen şey gizli yapılmaz mı, yani adam casusluk faaliyetini gazetede haber yaparak mı gerçekleştiriyor, kafamız karışık, ya da zaten biz hiç birşeyi anlayabilecek düzeyde bir akla sahip değiliz... Oysa madem ki bu iş “sır” tanımına giriyor, aslolan yakalanmamak olmalı, madem ki suç üstü yapılıyorsun, herşey herkes tarafından biliniyor hale geliyor, başta yakalatan da suç işlemiş olmuyor mu, gizli yapması gereken bir işi, hem de mesleği gereği olan bir işi yapamıyor, beceremiyor, eline yüzüne bulaştırıyor, yakalatıyor, yapılmasının irade-i seniyesi suçsuz, kimseye yakalatmadan nakliyeyi yapması gereken memur suçsuz, ama kanun namına suç üstü yapan suçlu, bu da yetmiyormuş gibi bunu vatandaşın haber alma hakkı babından yayımlayan suçlu, hay Allah...

Ama bu konu ile alakalı asıl sorulması gereken ise, “devlet gizli kapaklı işler yapar mı?” olmalıdır... Peki, devlet gizli kapaklı işler yaparsa, bu işler ne kabil işlerdir, madem ki “devlet millet içindir” diye anlatıyor bize muktedirler, devlet sırrı millet sırrı demektir gibi olur aslında, yani milletin bilmesinde bir sakınca olmamalı durumu... Belki de bizde millet değilizdir, hay Allah tam kafa karışıklığı ve kısa devre...

Peki, devletin gizli-saklı işler yapma bölümünü yine devletin gizli saklı işlerini yani kanun tarifi dışında kalan işlerini yakalama bölümü yakalarsa, hangisi suç işlemiş olur, buna kim karar verir... Bu soruya cevap olarak, irade-i seniye diyorsanız, siz buradan ötesine karışmayın zaten...

Peki, devletin gizli kapaklı işler çevirdiğinin basılması durumunda ortaya çıkan sonuçları basın mensupları yazar çizerse suç işlemiş oluyor ise, devletin gizli kapaklı işler çevirme bölümüne, ne tür gizli kapaklı işler çevrilmeli senaryoları yazan basın suç işlemiyor mu? Yani basının bir bölümü bir senaryo ve ihbar müessesesi olarak çalışırsa normal mı karşılanmalı bu durum? Mesela, bir basın mensubu dolayısı ile çalıştığı basın kurumu, pasa sabahtan akşama yalana, talana ve riyaya dayalı planlar yaparsa, kumpaslar kurarsa, bunlar üzerinden senaryolar yazarsa ve bunları bir vade içinde doğru imiş kabulü ile de, ihbar olarak devletin ilgili kurumlarına aktarır ise, buradan da devletin ilgili öteki kurumları da refleks olarak gizli yapılması gerektiğine inandığı operasyonlar planlarsa ve sonucunda da suç üstü olursa, tüm bunları da diğer basın mensupları yazarsa, bu sürecin neresindeki insanlar suçlu sayılacaklar, hadi buyrun cevaplayın bakalım... Peki gazeteciler, polis fezlekesi tadında haber yaparlarsa ne olur... Peki, polisler gazetecilik, gazeteciler polislik yaparlarsa, ne olur memleketin hali... Bu yazının nereye gideceğini bende pek öngöremedim vallahi... Bakalım hayırlısı... Birinin, uyduruk bir haberinin daha doğrusu dedikodusunun, haber değeri yüksektir değerlendirmesiyle, üstüne neden atlar bazı basın mensupları, bu uyduruk ya da dedikodu olduğu gayet sarih olan haberinin üstüne kamunun temeli sayılacak yargı neden atlar acaba, tüm bu olanların ne olduğunu hattızatında iyi bildiğini, kahvehanelerdeki dedikodulu sohbetlerinden iyi bildiğini anladığımız sarıklı ve çarıklı erkan, neden ses çıkarmaz acaba... Acaba da acaba...

“Eğer dikkatli olmazsanız gazeteler sizin mazlumlardan nefret etmenizi, zalimleri ise sevmenizi sağlar” diyor Malcolm X... Ne yapmak gerekiyormuş, dikkat etmek... Dikkatttttt.

 

Salı, Kasım 24, 2015

“NE OLUYOR BİZE” DENSİZLİĞİ

“Türkiye Futbol Direktör”lüğü gibi ne olduğu bilinmez bir makama, neden ve nasıl getirildiği bilinmeyen ama kesinlikle ve kolay tahmin edilebilir olan Fatih Terim, Yunanistan maçı öncesi bir grup taraftarın konuk ekibin milli marşını ve saygı duruşunu ıslıkla protesto etmesine sert tepki göstermiş medyamıza göre; “Yunanistan Milli Marşı okunuyor, ıslıklar yükseliyor. Ölmüş insanlara saygı duruşu yapıyoruz, 1 dakika sabredemiyor muyuz? Lütfen! Ne oluyor bize...” buyurmuş… Aslında bildiği konuyu, hatta yaratılan bu tablodaki payını biz ona tane tane anlatalım da anlasın “ne oluyor bize” sorusunun cevabını, umudum yok anlayacağına dair de, belki taraftarlarının bir kısmı imana gelir… Aslında herkes görmeli ve bilmeli, bu beyefendinin sportif karşılaşmalarda, müsabaka kaybetmenin dünyanın sonu geldi kabilinden nasıl saldırganlaştığını, etrafındakileri salt kendi apoletlerine binaen nasıl mevzilerinden fırlayıp düşmana saldırtılan askerler gibi kullandığını…

Aslında bu beyefendinin futbol hayatını taaa Adana Demirspor günlerinden beri izleyenler bilir ki, kazananın terbiyesizliğini terbiye gibi, kaybedenin provokatörlüğünü ise hakkı yenilmişliğin tepkisi imiş gibi oynayan birisidir ve asla bu huyunu terk edememiştir. O zannediyor ki, biz de unutuyoruz canım yurdumun insanı gibi, tüm yaptıklarını, hani çetelesini tutmuyoruz ama önemli olaylarının satır başlarını hep hatırlıyoruz.  Mesela, Galatasaray kaptanı iken Adanada, Adana Demirspor’a karşı oynanan maçta kaçırılan penaltı sonrası, 3-0 geriye düşmüşlüğün yani kaybetmişliğin saldırganlığına soyunarak, gidip karşı takımın kendisinden bir hayli uzun olan defans oyuncusu Erol Togay’a sıçrayarak yüzüne kafa atışını unutmadık ve unutmayacağız…

Sen takımında; basın mensuplarına her türlü galiz küfürü eden, rakip takımın futbolcusuna ırkçı davranışlarda bulunan, siyasetin taa göbeğine dalan Emre Belözoğlu gibi bir oyuncuyu ısrarla tutacaksın, İngiltere’ye maça giderken, futbola siyaseti hadi siyaset ağır oldacak, sokak kabadayılığına dönmek anlamındaki davranışla yakın dövüş uzmanı, komondolar götüreceksin, 1996-1997 sezonunda İstanbulspor takımı ile yapılan müsabaka sonrası, rakip takımın teknik direktörü Saffet Susiç’i hedef alarak “Benim ülkemde bir Sırp bana böyle laf söyleyemez” diyecek, üstelik Susiç’in bir Boşnak olduğunu bilerek, ırkçılığını öne çıkaracaksın, seni eleştiren gazetecilerin bir kısmının bıyığı ile cinsi temas hevesinin kamuoyuna mal olmasına sessiz kalacaksın diğer kısmını da başka küfürlerle susturmaya çalışacaksın, her maçta karşı takımın Teknik Direktörlerini saha içinde bile hedef alacaksın, milli takımlar sorumlusu diye geçinen adı malum zatın İsviçre milli müsabakasını kast ederek, “60.000 adet fanatik seyirci istiyorum” açıklamasına seyirci olacaksın, İsviçre maçının tam bir dünya savaşı haline gelmesine zemin hazırlayacaksın, sonra çıkıp “ne oluyor bize” diyeceksin… Sevsinler seni…

Canım benim hele adamın şikayet ettiği konuya bakın.... Böyle deyince kendisine özellikle Türkiye-İsviçre maçının sonunu hatırlatmak gerekiyor, maçın hakemi Türkiye’nin elendiğini tayin eder düdüğü çalıyor, bugün timsah gözyaşları döken efendi, etrafındaki futbolcu, yedek futbolcu ve yardımcılarına, koşarak sahadan çıkan daha doğrusu kaçan İsviçreli futbolculara hucum emri verir... Yardımcı teknik direktör Mehmet Özdilek (sözde schifo) İsviçreli futbolcuya tekme atarken, Müfit ve Eser hocalarda oyunu kaybedişin yarattığı kendilerini kaybedişten ötürü komutanlarına uyarak, soyunma oda koridorlarında rakip takım oyuncularına saldırır şekilde efelenmelerini kim unutur… Hele maçın içinde, İsviçreli bir oyuncuya faul yapılması isteğini kendisine biat etmiş futbolculardan istemesini vatandaşlar unutsa bile futbol tarihinin arşivi unutmayacaktır. Bu futbolculardan, Alpay, Tümer, Selçuk gibi şimdilerde TV köşelerinde insanlara centilmenlik dersi verme rolüne soyunmuş olmaları hiç sindirilebilir bir durum değildir ve de olmayacaktır da… Sen kabadayılık adına her türlü herzeyi yiyeceksin, Trabzon’da olanlara sesin çıkmayacak, Konya’da olanlara sesin çıkmayacak, sanki “milli marş” saygısızlığı bu lkede ilk defa yapılmış gibi yapmanın kimseye bir hıyrı dokunmaz, adam gibi tedbir alacaksanız alın, almayacaksanız da, “laf ola beri gele” kabilinden tepki vermeyin, biz içeride yiyoruz da, dışarıda müşteri bulamıyorsunuz bu pespaye tavırlara... Şimdi bir diğer tarafı da var bu söylenenlerin... “bunu gidip anlatamıyoruz” diyor, yani bir anlatabilsek ya da onlarda bizim Federasyon gibi bizim çocuklar çok gerildiler, eee onlara da orada benzer şeyler yaptılar gibi göz yumulsa bunlar normal olacak bu beyefendiye göre.... Yuh be koca bir yuh... Ele güne karşı mahçup olduğumuzdan yanlış, mahçup olma yoksa normal... Yabancıya bir anlatabilsek bunların normal olduğunu sorun yok ama anlatamıyoruz...


“Vur kır parçala bu maçı kazan” sloganlarına gizli destek ver ya da göz yum ya da ses çıkarma sonra biz bu hale nasıl geldik... Şimdi diyeceğim sana bir laf ama hukuki sınırları zorlamayalım... Fatih Paşa sana bir son söz; bilirsin hani bir Mevlana var, ahada ondan; “ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol”...Öyle bir öyle bir böyle, kafamızı karıştırma, ne olur... Gerçi biz senin ne olduğunu iyi biliyoruz da, biraz da sen kendini öğren...

Pazartesi, Kasım 16, 2015

YUNANİSTANDAKİ PONTUS DERNEKLERİ ve SOYKIRIM


Geçtiğimiz günlerde Çeşme’den ÇESO (Çeşme Esnaf Sanatkarlar Odası) heyeti ile birlikte gerçekleştirdiğimiz Yunanistan Sakız Adası seyahatinde; program gereği gezilen “resim sergisi” arkasından 2 saatlik serbest zaman bitiminde bir araya gelinecek, kararlaştırılan buluşma saati öncesi Sakız Adası Büyük Park önüne geldiğimde, parkın içinde “Birleşmiş Milletler Göç İdaresi” tarafından tahsisi yapılan çadırların aralarında, göçmenlerin durumuna tanıklık etmek adına dolaşırken birden, biraz ileride pankart asan birkaç genci görünce merak edip pankartların ne olduğunu anlamaya çalışırken, birden kulağıma “Karadeniz Maçka” türküleri gelmeye başladı, asılan pankartlara biraz yakında kurulan aletlerle müzik yayını yapılmaya başladı, anlamaya çalışırken, sahne siyah cüppeleri ile “din adamları” tarafından dolmaya başladı... Müziklerin kendisi, din adamlarının varlığı ve de özellikle her ne kadar anlayamadıysam da pankartlardaki görünüm, milliyetçilerin bir protesto görüntüsünü ortaya çıkarmaktaydı... Bir kenara çekilip, fotoğraf ve video çekmeye devam ettim... Her dakika, din adamlarının sayısı artıyor, her yeni gelenin önceki gelenden daha önemli bir mevki işgal ettiği her hallerinden belli oluyordu, birkaç ta sivil giyinimli gösterici de oradaydı, an itibariyle...

Grubumuza rehberlik eden bir Sakızlı Arkadaşa gösterinin konusunun ne olduğunu sordum; Yunanistan Eğitim Bakanı Nikos Filis’in katıldığı bir televizyon programında; kendisine sorulan bir soru üzerine 7 yıl önce Avgi Gazetesinde de yazmış olduğu; “Pontus soykırımı yoktur” açıklamasını tekrar etmiş ve şöyle devam etmiş; “Yıllar önce gazeteci olarak çok sayıda tarihçi ve uluslararası uzmanın görüşüne katılarak bu Pontus Hellenizmine soykırım yapılmadığına ilişkin açıklama yaptım. Kan dökülerek yapılan “etnik temizlik” ile “soykırım” arasında bir ayrım yaptık. Bu, Jön Türklerin vahşetinden çeken Pontusluların acısını ve dökülen kanı tanımadığımız anlamına gelmez. Bu başka bir şey. Bilimsel anlamda soykırım başka bir şey”. Yandı gülüm keten helva... Protestolar, istifa çağrıları...

Canım Yurdumun, ünlü ancak, 50 yılda, 50 farklı çizgi savunucusu olarak tarihe geçmiş, şu anda bir partinin de liderliğini yapan malum zat’a gün doğmuş hemen... Malum zat; “Türkiye'nin  Strazburg'da kazandığı AİHM zaferinin gerekçeli kararını Filis de tekrarlıyor.  Buna göre, soykırım hukuki bir tanımdır. Uluslararası Mahkeme kararı ve soykırım  tanımı olmaksızın soykırım tanımı kullanılamaz. Tehcir, soykırım değildir ve bu  nedenlerle ulusal parlamentoların aldıkları soykırımı tanıma kararları yanlıştır” diyerek açıklamaya sahip çıkıyor... Meşrebe ve damara uygun ya... Hani insanın sormadan duramadığı, hangi mahkemenin, hangi kararı, hangi döneme ve hangi yöne göre alınan karar, ne amaçla kullanılma hedefi olan karar... Karar da karar... Kararın bata diyesi geliyor, velev ki o tanım, velev ki bu karar, ula insanlar yok oldu, insanlar... Velev ki tehcir, velev ki tatile gönderme, velev ki soykırım, ne değişir, insanlar öldü, insanlar yok oldu... Ama beylerin umrunda mı? İnsanlar yok olmuş, insanlık irtifa yitirmiş... Varsa yoksa, toprak istenir, tazminat istenir... Yani toprak istenmesin, tazminat istenmesin, varsın yüzbinlerce insan ölsün... Sevsinler sizi, emi...

Ancak; bu ara detaylardan azade, tanık olduğum protesto gösterisinin “asıl oğlanları” din adamları idi, tıpkı dünyanın her yanında, her dininde, her milliyetçi ve egemen şakşakcısı ve savunucusu gösteride olduğu üzere... Malum olduğu üzere, eşitsizlik ve yoksulluğun yok edilmesi iddiası ile tezahürünün hilafına, muktedirlerin ve egemenlerin düzenine itiraz ve isyan eden, hatta bu itiraz ve isyanın zorla bastırılmasına baş kaldıran ve yaratılan değerlerden daha fazla pay talep edenlere karşı bir nevi terbiye tadadı gibidir, din ve din adamlığı... Eeee tarifi de böyle yaparsanız, adamların rolü de gayet açık ve anlaşılır olur... Tabii ki, mabed-i muazzama ve maâşât-ı muazzama tahsisat-ı hükümet olunca, durumun farklı olması beklenemez... Ne demişler, “parayı veren düdüğü çalar”... Ayaktakımlarının, enalttakilerin, açların, işsizlerin, yoksulların, emeğinden başka satacak şeyi olmayanların, yanında olma tercihi konulursa, mezkur durum hayal olur... O nedenle akıllı olmak gerek tabii... Bakın bakalım, etrafınızdaki ülkelerin ya da kendi ülkemizin mezkur zevatının durumuna, durumları gereği nerede olmaları gerekir ya da oldukları yere nasıl gelmişlerdir, sorusunu kendi kendinize sorun ve cevabını 100 kere aklınıza veya defterinize yazarak, konuyu çalışın...

Hatırlayın bakalım; dünyanın en önemli dini lideri Papa Hazretlerine Filipinler seyahati sırasında 12 yaşındaki kız çocuğunun “Tanrı neden bizim seks işçisi olarak çalışmamıza izin veriyor” sorusunu... Var mı cevabı...

Hatırlayın bakalım; bir sürü andevül din alimi diye ortalıkta endam deviren zevatın; “Kızlar 9 yaşında evlenebilir”, “iz bırakmadan kadınları dövün”, “kadın recm edilir”, “faiz haramdır deyip en büyük faizci düzenin parçası olunmasına”, “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” vs. vs. gibi daha şimdi saymaya gerek olmayan,  bir sürü subuk kelamları karşısında, Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlığı bütçelerinin toplamlarından fazla bütçe harcayan ve kendilerini fetva makamı diye kakalamaya çalışanların ne dediğini... Hiç... Kocaman bir hiç... Maksat müesses nizam devam ede, beylerimiz nemalana... Onların umruna mı işsizlik, onların umruna mı yoksulluk ve yolsuzluk, onların umruna mı hastalık, onların umruna mı doğa katliamı, onların umruna mı Irak, onların umruna mı Suriye... Vallahi yeter şiştim...

Pazartesi, Kasım 09, 2015

CHIOS, BARIŞ ve HUZUR

ÇESO (Çeşme Esnaf ve Sanatkarlar Odası) Başkanı Osman Köfüncü; Çeşme ve Sakız Adası ilişkilerinin geliştirilmesi adına yapılan ziyaretin konuşmalar ve temenniler bölümünde, 2012’de bu işin temellerinin atıldığını beyan ettikten sonra “keşke 20 yıl önce yapabilseydik, kesin NOBEL Barış ödülüne aday olurduk” gibi fantastik bir yaklaşım gösterdi, bunun bir istek, bir niyet, bir kararlılık olduğunu anlıyorum, ama 20 yıl öncenin konjonktürü göz ardı edilerek, niyetlenilecek bir durum değildir bu... Ama yine de kulağa hoş gelen kelamlar bunlar... Ancak bu kadar hoşluk yanında bir de ciddi bir resmi tarih tespiti sözkonusu ki, asıl tenakuz orada başlıyor... Hani, her 16 Eylül Çeşme’nin Kurtuluş törenlerinde, temsiliyete haiz her zevat der ya; “düşmanı denize döktük”... İşte bu dil düzelmeden ya da düzeltilmeden, diğer taleplerin altı nasıl dolar, Allah bilir... “Düşmanı denize döktük” diye övünenlerin ve de onların torunları bugün artık, turistik, ekonomik, kültürel, sportif ilişkiler oluşturarak yeni ve barışa hizmet eden bir arayış ve gelişme istemektedirler. Ve bunun “Ege’nin” 2 yakası için bir gereklilik, hatta kaçınılmazlık olduğu ortadadır. Artık, ya “düşmanı denize döktük” teranesi terkedilmeli ya da bu sevda terkedilmeli gibi durmaktadır... Bir taraftan işbirliği ve üstüne barış arayışında ve beklentisinde olacaksın ve diğer taraftan da beklenti içinde olduklarını yılda birkaç kez de olsa düşman nitelemesi ile yaftalayacaksın, kargalar da güler...

Genelde “barış”, devrimcilerin, solcuların ve sosyalistlerin işi ve uğraşı olup, ısrarla talep ve takip etmeleri neticesinde bir eylem planına bağlanır, ama, Çeşme ve Sakız adası arasındaki bu dostluk en azından Çeşme ayağı (çünkü Sakız ayağındaki önemli kişinin sosyalist olduğunu biliyoruz) genellikle sağcılardan oluşmuştur, Eski Belediye Başkanı Nuri Ertan, Eski Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu, Eski ÇESO Başkanı Mustafa Cenger, şu andaki ÇESO Başkanı Osman Köfüncü vs vs... Bu da not edilmesi gereken bir durumdur, en azından benim açımdan böyledir. Bu köprülerin barış ve sonucunda yaratılacak sosyal ve siyasal iklimin, kültürel, tarihsel ve turistik ve sportif faaliyetlere yol vereceği açık olmakla birlikte, velev ki barıştan gayrısı olamadı, bu iş salt barış için bile yapılır, ben bu sonucu bile çok önemsiyorum... Diyelim ki bu girişimlerin altında, şeytanın avukatlığına soyunarak söylüyorum, salt ticari kaygılar, turist rekabeti ve fazlalığı yaratma çabası vardır, öyle olsa bile, umarım ve dilerim ki, barıştan yana girişim ve kararı üstünden, bu anlamda tribünlere oynanan bir şey değildir tüm bu olanlar... Adamlar gayet güzel karşılık birbirlerine saygı ve sevgi baslediklerini beyan ediyorlar, ama söylenenler gerçekten harika şeyler, efendim gerçek öyle değildir diyenler olabilir, eee valla ben bilemem, ben niyet okuyacak durumda değilim, ne diyorlarsa o... Ha dediklerinin hilafına da bir davranış görürsek, onu da yazmak bize vazifedir hemde sık eleyip, derin ve sert eleştirerek... Umarım tribünlere oynanmıyordur. Bizim barışa ihtiyacımız var, ama hem içeride hem de dışarıda, hem de behemehal, hatta bir hayli fazla ihtiyaç var, barış ve huzur bekliyoruz.... Yurtta barış, Dünyada barış... Milliyetçiler, buradan bakıp karşı adına iç geçirir, karşıdan bakıp bura adına iç geçirirler, kim ne derse desin, ne yazık ki bu böyledir... Hangi milliyetçiler mi, ne fark eder ki, ha Yunan milliyetçisi, ha Türk milliyetçisi, ha Kürt milliyetçisi...

Ortadoğu’da yaşanan kirli savaşın, kişisel olarak değil ama ülke yönetimi olarak müsebbibi sayılma suçlamasının etkisiyle, Çeşme’de yaşanan “Suriyeliler krizi”nin nasıl bir dram olduğunu, dakika dakika izleyen, gönlü bulanan, yüreği daralan ve sürekli gözleri yaşaran birisi olarak, maalesef Sakız Adasında da, bin beter vaziyetlere tanıklık etmenin ilave üzüntüsü de, birlikte olduğumuz insanların hem zihinlerini, hem de gündemleri işgal etmiştir. Savaşı bilmeyenlerin, savaşa gitmeyenlerin, savaştan umar şeyleri olanların, yarattıkları savaşta, ne ocaklar sönüyor, ne hayatlar son buluyor, aman allahım bu nasıl bir ızdıraptır dedirten manzaralar... Sahilde, patlamış botlar, atılmış can yelekleri, her yerde görülüyor, tüm sakız adasının Çeşme tarafına bakan sahilinde... Diğer taraftan, kale etrafında, rıhtımda, sokak aralarında, parklarda, her yerde “göçmenler”... Ufacık bezlerden yarattıkları küçücük kapalı alanlarda çocuklarını uyutmaya çalışırken, kendileri açıkta, ayazda... Şanslı olanlar UNHCR nin “Göçmen idaresi” çadırları altındaki daha kabul edilir, ızdıraplı yaşamları... Kimse bu göçmenlere, taksilere binemezsin, dolmuşlara binemezsin, otobüslere binemezsin demiyor, yine de... Savaşı bilmeyen, ama savaşı isteyen ve yaratan ve savaşlardan umarı ve muradı olan beylerin vicdanlarının sorgulandığı yerdir, barış ve huzur dolu olan yerler, bu anlamda barışın kıymetini bilmek gerektiği asla ve kat’a unutulmadan, öyle gaza gelip, herşey vatan için gazıyla, yola çıkılırsa sonumuz, mazallah... Peki savaş umarcısı ve yaratıcısı beylerin, bu sonuçları bilmediklerini söylemek mümkün mü? Hayır, şüphesiz hayır...

Evet, tam da bu yüzden, barışı kim istiyorsa, kim barış için çaba gösteriyorsa, bu uğurda kim samimi girişimlerde bulunuyorsa, bizden destekten başka bir şey beklemesin, destek, hem de tam destek... Bu anlamda Osman Köfüncü ve ekibine bir kez daha teşekkür ediyor ve başarılar diliyoruz.

Ne olursa olsun barış, ne olursa olsun huzur... Her türlü gönülsüz göç dalgası yaratan girişimlere hayır...

Adalılar da bizim insanlarımız gibidir ve bu yüzden karşılıklı gidişler, gelişler, çalışmalar, ikamet etmeler “kuralsız olmalıdır” diye düşünüyorum, hem de herkese ve her kesime... Efendim, şöyle olurmuş, böyle olurmuş, olsun, nasıl olsa bir vade içinde bir düzene kavuşur, ve  belki de dünyada sınırsızlığın bir ilk adımı olur bu. “yaşasın sınırsızlık”, yaşasın sınırsızlık diyen ve diyebilenlerin yüzü suyu hürmetine gelişecektir..

Bana da gazeteci denmez ama, ÇESO’nun bu seyahatini izledim, ne mi yazacaktım, seyahat izlenimleri mi, olmadı, ama ne yapalım bana da böyle bir görev düştü.

 

Salı, Kasım 03, 2015

SEÇİMLER ARDINDAN

1 Kasım 2015 Milletvekili seçimleri sonrasında, bazı kesimlerce çok sıkıntılı ve sarsıcı kabul edilen sonuçların doğduğu kabul edilse bile, bizler açısından hiç te sürpriz bir durum olmadığı çok nettir. Geç saatlerde seçim sonuçlarının resmi olmayan kesin sonuçları ortaya çıkınca, dostum, çok iyi bir siyaset analisti Sn. T. Uslu’dan detaylı bir değerlendirme aldım... Değerlendirmeden de görüleceği üzere geniş kitlelerin tercihlerinin yoğunlaştığı merkez siyasette ciddi değişikliğin olmadığı, kenarlarda ise merkeze doğru geçişlerin olduğu, ki bunların makul karşılanması gerektiği açıktır. Ayrıca, Canım Yurdumda, necip milletimiz açısından dünya yansa, kılı kıpırdamama durumu çok şükür ki devam ediyor.

“1 Kasım seçimlerini 2011 seçimleri ile kıyaslamamız daha doğru olacaktır. 7 Haziran seçimleri, cinayetler ve tehditler karşısında 5 ayda bu denli savrulabilen kaypak bir seçmen kitlesinin varlığı bakımından doğru bir kıyaslama ölçüsü oluşturmuyor.
“2011 seçimlerinde AKP % 49,95 oyla 326 milletvekili kazanmıştı. Şimdi, % 49,41 oyla 316 milletvekili kazanmış...
2011 seçimlerinde CHP % 25,94 oyla 135 milletvekili kazanmıştı. Şimdi % 25,38 oyla yine 134 milletvekili kazanmış...
2011 seçimlerinde MHP % 12,98 oyla 53 milletvekili kazanmıştı. Şimdi %11,93 oyla 41 milletvekili kazanmış...
2011 seçimlerine bağımsız olarak katılan BDP adayları 36 milletvekilliği kazanmışlardı. Şimdi % 10,70 oyla 59 milletvekili kazandılar...
Bu sonuçlara göre AKP ve CHP oy olarak neredeyse tam yerinde saymışlar. CHP milletvekili sayısını 1 azaltmış, AKP ise 10 milletvekili kaybetmiş...
Yine bu sonuçlara göre MHP % 1 oy kaybına karılık 12 milletvekili yitirmiş.
Ve HDP, hem oy oranını oldukça önemli bir oranda artırmış ve hem de milletvekili sayısını 36'dan 59'a çıkarmış...
Bu sonuçlara göre iki seçim arasında sadece HDP başarılı bir sınav vermiş görünüyor. Bırakınız eğlentileri, zafer naralarını, balkon konuşmalarını... Tablo meydanda... Eşeği kaybedip bulduktan sonraki nafile sevinçleri önemsemeyin. Ülkeyi öyle zorlu günler bekliyor ki, bu AKP tek başına iktidarda olsun ve görelim...”

Buradaki; 7 Haziran seçimlerinin değerlendirme dışı tutulmuş olmasını okuyucularımız, garipseyebilirler ama 7 Haziran seçimleri zaten yok sayılmıştır, değerlendirme dışı tutulmuş ve red edilmiştir, yok sayıldığından da tekrar seçim adı ile maruftur ve tam da bu yüzden bizde değerlendirmenin 2011 ve 2015 seçim sonuçları arasında kıyaslanarak daha doğru olacağına karar verdik. Yani, aradaki aşamada, “serbest bırakırsan ya davulcuya, ya zurnacıya varır” sözü mucibince yaşanan savrulma sanal bir durumdu... Ve şimdi yeniden; necip milletimiz asli tercihine rücu ederek, durumu özür dileme kabilinden dengelemiştir.

Neymiş “istikrar” kazanmış, sevsinler sizi... Nasıl bir istikrar ise bu, fıtrat, TOMA, biber gazı, sniper, sokağa çıkma yasağı, makarna, kömür, döviz hareketleri, ABD, Rusya, AB, Ortadoğu vs. vs... AKP, şehit cenazeleri göstererek, neler olacağını tebarüz ettirirerek avantaj elde ettiği seçim sonrası, CHP “Sorumluluğumuz arttı”, MHP, “Partimizin tüm organları görev başında”, HDP, “Kızılca kıyametin içinde barajı geçtik, başarıdır” diyerek, durumu stretejik derinlikte tespit edip değerlendirmiştir. Hepinize Allah selamet versin... Yine gak guk... Meseleler bir başka bahara ötelenmiştir... Diğer taraftan, en hızlı AKP’li anket kuruluşları bile böyle bir sonuç tespit ve tayini yapamamışken, hatta AKP bile durumu sürpriz olarak görmüşken, insanların “oy çalınacaktır” iddialarını ne oranda ciddiye almış oldukları da ayrı bir değerlendirme konusudur. Eğer ciddiye alınıp ta gereği yerine getirilmemiş ise ve ilaveten halkın acil, yakıcı ve kahredici sorunlarına kalıcı ve ahlaklı çözümler bulunamadığı ortada iken, tercihini hâlâ böyle kullanmış halkın cahil olduğu iddiasının ardına sığınarak durum izah ediliyor ise, olsa olsa en hafifinden cahilliktir. Evet halk cahil, çözüm diye bulabildiği tek şey uhrevi duruma ve dünyevi 3 maddelik ve sıradan maddiyata sarılmak ise, burada kabahat, elbette kendisinde olduğu kadar çözüm bulma ve önerme makamında bulunanlardadır da... Ayrıca da bu halk seçimler öncesi çok güvenilecek kadar eğitimli ve öğretimli idi de, bir gece de mi cahil oldu, dün söylenmeyenlerin bugün söyleniyor olması en hafifinden ikiyüzlülüktür...

Birde “emanet oy” meselesi vardı, ilgili herkes, körün fil tarifi misalince, “asıl emanet oylar diğer partilerde” ya da “emanet oyların olduğunun bilincindeyiz” ikilemi içinde güme gitti ama hayat böyle işte konuşanı susturursanız, hayat size bunu fatura eder misali, emanet oy konusu kısa sürede doğruluğu ispatlanmış bir konu olarak önümüze dikildi... Üstelik de HDP’nin emanet oyları batıdan ziyade, ağırlıklı oy depolarının bulunduğu illerde, AKP’den alındığı ve günü gelince aslına rücu ettiği ağırlıklı olarak görüldü. CHP’nin HDP’ye emanet oy vermemiş olduğu da ispatlandı, hani 7 Haziran seçimlerinde “bir kısım” CHP’liler bizim önemli miktarda oyumuz, HDP barajı aşsın diye HDP’ye gitmiştir gibi “gak guk” kabilinden geyik yapmışlardı ya, onun da aslı ve astarı olmadığı açığa çıkmıştır.

Diğer taraftan, iddia edildiği üzere, salt korkunun yarattığı oy geçişidir bunlar diye de izah edilmesin, vallahi “bir Türk dünyaya bedeldir” ya da “bir Kürt dünyaya bedeldir” iddiası da güme gider... Çok parametreli bir tercihler manzumesidir tüm bu olanlar. Sonuç itibari ile; bu sonuçlar necip milletimizin özgür iradesi ile tezahür etmiş ise, adama derler “yahu verseydiniz bu oyları 7 Haziranda, bu kadar ölüm olayı ile karşılaşılmasaydı” ... Gerçi söyleneni, kimin söylediğine bağlı olarak halkımız iyi dinler, bu seçim bunu da kanıtlamıştır, gerçi 400 istendi ama ne yapsınlar cepte bu kadar vardı... Ne mesaj mı verdi, güldürmeyin...

Cuma, Ekim 23, 2015

ZAT, AYDIN KORKMAZ, PATRON, SEVGİLİ AYDIN

Bu hafta; İstanbul Atatürk Havalimanında yaşadığı olumsuzluklar karşısında, havalimanı tuvaletinde ayakkabı bağıyla intihar ettiği söylenen, İngiliz gazeteci Jacqueline Annen Sutton üzerine; bir insanın tuvalette uzunluğu en fazla yaklaşık 1.00 mt olan ve özellikle 78’lilerin hiç yabancı olmadığı ayakkabı bağı ile nasıl intihar edebileceği üzerine yazayım diye içimden geçirirken... Keyif alarak yazılar yazdığım YENİ ÇEŞME Gazetesinin bu haftaki sayısının bir gün önceden basılıp, erkenden elime geçmesi ve 3. sayfada gördüğüm, beni hedefe koyan iddialı yaklaşım üzerine polemiğe son kez kabilinden, gazetenin 3. sayfasındaki Zat’a, Aydın Korkmaz’a, Sevgili Aydın’a ve Patron’a, son kez ve ne olursa olsun bir daha asla vermeyeceğim cevabı vereyim kararı aldım...

YENİ ÇEŞME Gazetesinin 3. Sayfasındaki; Zat, Aydın Korkmaz, Sevgili kardeşim, Sevgili Aydın; diye kendisine hitap edilmiş olmasını, bir kararsızlık meselesi ve nitelemede tutarsızlık zannetmiş, oysa ki, bu tam tersine, sıfatlarının neredeyse sayılamayacak kadar, en azından benim nezdimde, çok olduğunun göstergesi olarak algılanmasını gerektiren bir yaklaşım olup, bana da sadece, Ruhi Çilek diye başlamış ve öyle devam edeceğini ve de gerekirse öyle bitireceğini söylemiş, eeee tabii ki benim bilgim, ilgim, tecrübem, becerim, kabiliyetim, belagatım, hassasiyetim çok sınırlı olunca, ona tekabül eden sıfatlarım da sınırlı olacaktır, hatta o kadar ki, Ruhi Çilek’in, takdim-tehir edilerek, Çilek Ruhi denilmeyi hak edecek kadar bile değil... Önceki yazımda; kendisine hitap şekillerimin de sayısal dökümünü yapmış sevgili kardeşim, ne diyeyim, Allah selamet versin. Günün mode deyimidir ya; “algı”, ahada tam da öyle... “Ördek Memet” hikayesi yani... Evet, tam da “senin anlattığın karşıdakinin anlaması ile sınırlıdır” durumu... Ancak; “uslup meselesi, ayakkabı köselesi değil” gibi kurtlar vadisinden fırlamış gibi görünen bir feylosofianın, makul ve kabul edilebilir görünüp, bu yaklaşımın düstur edilebileceğinin kabul edilmesi hedeflenir iken, bunun üstüne daha da uzun uzun kelam ediyor olmanın “vatana ve millete bir faydası olamayacağının” üstüne parmak basmaya gerek yoktur diye düşünüyorum...

Bir başka başlık ise; “herkes kendi köşesinde İlçemiz ve Ülkemizdeki olaylara kendi dünya görüşlerine göre yorum yapıyor” diye yazarak, gerçekten gereksiz bir alınganlık eseri olduğunu düşündüğüm bir konuya giriyor ve sanki bir satır önceki “Yeni Çeşme Gazetesi, bir platformdur” iddiasını tekzip edercesine, burası insanların, en azından benim öyle, diğerlerinin durumu ne beni ilgilendirir, ne de bilgi sahibiyimdir, ücret karşılığı çalıştığım bir yer değil, elbette, kendi özgür irademle karar verdiğim şeyleri yazacağım, siparişle yazı yazılacak platformlar ile bir ilişkim yok, olamaz da ... Evet, polemik başlattığını bildiğimiz yazımda da, belirtmiş idim; bir kez daha yazayım, “açıktan ve direk söylemek gerekirse gerçekten övülecek işler yapmakta olup, kendince ve olabildiğince bağımsız ve tarafsız bir tutum almaktadır”, bunda gazetenin patronunun tutumu kadar, biz düşündüğü gibi yazanların da payı vardır. Sen, senin gibi düşünmeyene sayfa tahsisi etmeme hakkını kendinde görüyor olabilirsin, ama bilesin ki biz düşündüğü gibi yazanların da o sayfayı kullanmama hakkımız vardır... Yoksa platform başka bir şey haline dönüşür, Allah muhafaza...

“Karakolda doğruyu söyler, mahkeme de şaşar” , eee, Sayın Aydın Korkmaz, Sevgili Aydın, Sevgili Kardeşim ve de patronum, ben zat-ı alileriniz gibi, karakol ve mahkeme yüzü görmediğimden bu savının daha baştan şaştığını söylemem seni üzmez herhalde, ama bak ben Amerika’ya da gitmedim ama üstüne laf edebilme konusunda herhangi bir bilgi eksiğim yoktur diye düşünüyorum.

“Onca yoksulluk varken”; filminden bahsediyorsun, sen filmi seyretmişsin, bana da tavsiye ediyorsun... Tabii ki, biz sinema yüzü görmediğimiz için böyle bir hak sana doğuyor, Sayın Aydın Korkmaz, Sevgili Aydın, Sevgili Kardeşim ve de patronum... Ama; senin gibi dostlarımdan (al sana bir ilave sıfat daha), hem tiyatro oyunu üstüne, hem filmine, hem de kitabına yönelik çok şey dinlegimden, en az senin kadar kulaktan dolma (!!!!!) da olsa, bilgi sahibiyim, kulaktan dolma diyorum çünkü bildiklerinin düzeltilmeye haydi güncellenmeye ihtiyacı var diyelim, geçelim... Kaldı ki, burada tarafınızca zımnen, ülkenin içinde bulunduğu çok sıkıntılı bir durum yerine, “polemik arayışında bulunuyor olmam”, köşe işgal ediyor olmanın sefaleti olarak değerlendirilmektedir. Memleketin sıkıntılarının önceliğini tayin etme yetkisinin sende olmaması bir kenara, “arkadaşlar” ifadesinin gölgesinden, bazı analizleri ve görüşleri tiye alma hakkının olmadığı da çok açıktır ve bu konuda yaptığımız eleştirileri de makul ve anlayışla karşılamanı bekliyorum. Eleştiri hakkımı, herhalde birilerine, velinimettir tayiniyle temlik edecek halim yok, ben herkese olduğu gibi, sen sevgili kardeşime de eleştiri hakkımı kullanırım, kullanıyorum ve de kullanacağım, bundan taviz yok... Bu lafın bu anlamdaki mealini görmezden gelerek; “Ne yapmışız, neyi söyleyememişsin, neyi yazamamışşın” diye adeta, meydan okuyan bir edayla sesleniyorsun, ee gayet güzel, ben nerde bunu söyleyemedim, nerde neyi yazamadım demişim, yok böyle bir şey... Zaten kast-ı mahsusayı oluşturan böyle bir şart oluşursa, sırtımda yumurta köfesi yok ya... Kaldı ki, böyle ne bir kastım oldu, ne de ima etmişliğim oldu, ne de söylemim, ama “eleştiri hakkımı saklı tutuyorum” ifademi vesile kabul ederek, başka şeyler de ima ediliyorsa ki, sanki öyle bir hava oluştu, duruma kani olduğum an gereğini yapacağımdan başta sen olmak üzere, kimsenin zerre kadar kuşkusu olmasın...

Yani kısaca (!!!!) diyeceğim o ki; Aydın Korkmaz, Sevgili kardeşim, Sevgili Aydın; yaptığın işi saygıdeğer buluyorum ve bu çizgide devam ettiğin sürece bulmaya da devam edeceğim, burada bir köşem olsa da, olmasa da... Bildiğin üzere yazıyor olmamım tek gerekçesi, yarın-öbürgün, torun torba, dost ve arkadaş çevrem, bu adam bu konuda ne düşünmüş diye sorduğunda başvuracakları bir kaynak olsun istedim, bu zaten var, bir blog sahibiyim, aaa senin gazetende bir köşem olmaya devam ederse mutlu da olurum, olmasa da canın sağ olsun... Yoksa ne reklam ve para, ne tanınırlık, ne bilgi satışı, ne de benzeri bir ikbal beklentisi içinde değilim, aman beni karıştırma... Artık ne dersen, de, sana cevap vermeyeceğim...Tıp...Tıp...



Pazartesi, Ekim 19, 2015

SPONSOR ARIYORUM

Bilindiği üzere, sponsorluk; hedefi olan kuruluş ve kurumların amaç ve hedeflerini hızlı ve güvenli gerçekleştirebilmeleri için sanat, kültür, sosyal ve spor alanlarında, gerçek kişi veya tüzel kişilerin, para, araç-gereç ya da hizmet ile desteklenmesi ya da tüm bu çalışmaların planlanması, yürütülmesi sürecinin finansman teminidir. Sponsorluk; sponsor olunana hedefe varmada kısaca destek anlamında olmakla birlikte, sponsorlara da, geniş kitleler nezdinde yoğun izlenen mezkur alan üzerinden de, reklam, beşeri ilişkiler, satış, teşvik vb. hedeflerde ve marka adını kafalara nakşetme, markaya itibar kazandırma, kurum ya da kuruluşa ehven ve sevimli kimlik kazandırma ve de özellikle vergi muafiyetleri ve mezkur kamu ilişkilerinin ehvenleştirilmesi adına bir hoşluk teminidir, aynı zamanda... Kolayca bilinebileceği üzere; her türlü ticari kurum ve kuruluş yanında kamu kurumları da bu alanda, ciddi ciddi yer almaya başlamışlardır. Diğer taraftan, işletmelerin ürünlerinin hedeflere uygun pazarlanabilmesi, hatta “sponsorluk” numarasıyla kitleler nezdinde mezkur ürünlerin bilinirliğini arttırmak, ürünlere ihtiyaç oluşturma, satışları artırmak mümkünse patlatmak gibi bir süreçten bahsetmekteyiz. Pazarlama faaliyetlerinin “tilkileri”; klasik reklamların güvenirlik ve etkinlik ölçümünün gerçekten saptanamaması, yoğun rekabet koşulları içinde güme gitmesi kaygılarıyla, behemehâl reklama türbanı geçirip, siyasal destek verdikleri üzerinden de yasal sponsorlukların yarattığı mamalanmanın mucibince, piyasa kontrolü adına bu icadı hayata geçirmişlerdir. Bir nevi reklam bütçesi olan sponsorluk, vergi mevzuatları mucibince de bol miktarda yağlı bir durum oluşturmuştur. Sponsor ise; Finansal velinimet demektir... Necip Türk Milletinin genlerine işlemiş ve karakteristik özelliğe evrilmeye başlamış, aklın temelinde, “devlet bize baksın”, “herkes bize yardım etsin” ruh hali oluşmuştur...

Sponsorluk; Nişanyan’ın etimoloji sözlüğünde, İngilizce kökenli “bir girişimi destekleyen veya finanse eden, kefil, garantör”, Klasik Latince de ise, “sponsor, kefil ve söz kesmek, ant içmek, kefil olmak”, TDK da ise; “destekleyici” olarak tanımlanmaktadır.

Sponsorluk; sadece yukarıda belirtildiği üzere sadece mezkur alanlarda mı kullanılıyor, şüphesi hayır...Dünyada pek çok ülkede, siyasal yaşamın manipüle edilmesi uğruna, burjuva anlamda da olsa siyasal ahlakın irtifa kaybetmesine neden olunmuştur, ama elimizdeki en azından bendeki verilere göre, bu konudaki ilk çok büyük legal manipülasyon Almanya'nın Faşist lideri Adolf Hitler tarafından yapılmış olup, seçimlere yönelik bastırılan büyük afişlerle, fakir Alman halkına dağıtılan kömürleri Mısır’daki piramitlerin büyüklükleri ile kıyaslayarak anlatmaktadır.
Peki canım yurdumda, bu tür seçmen sponsorluğu ne zaman başladı, açıklık adına seçim izlemelerinin başladığı dönemde, dönemim muktedirleri tarafından kanaat önderlerinin desteklenerek toplumsal manipülasyon hedeflenir iken, 1970 lerde ise, gereken oyun birkaç kat oy pusulası basılarak çalınan ya da kaybedilen mühürlerin fütursuzca kullanılarak, al mühürlenmiş oy pusulasını, getir boş oy pusulasını karşılığında al yeşil doları kampanyası ile al ayakkabının tekini seçim sonuçlarına göre al diğer tekini kampanyası ile direk desteklemeye geçilmiş olup, malum zatın öncülleri başlatmışlardır, dedikodusundan geçilmez olmuştur. Artık bir defa delmekle birşey olmaz denildi ya, beyaz eşya, kömür, makarna, yağ, gıda, giyim eşyası ve para, seçim manipülasyonuna enstrüman olmuştur. Ne yazık ki, bu her siyasi ekibin gözünü kırpmadan yaptığı bir iş olmaya başlamış ve görece de varolsa siyasi etik yerlere serilmeye başlamıştır. Şüphesiz bu enstrümanların tamamı legal ve kanuni zeminde yapılmakta olup, seçimlerin illegal finansmanının manipülasyona yansımaları konusunda delilli söz söyleyecek durumda değiliz. Ancak şu kadarını yazayım ki, bir ülkede soygun ve hırsızlık düzeni siyasal olarak olumlanıyorsa, bir paylaşım piramidi var demektir… Ganimetten pay alan neden ses çıkarsın ki… Sen mutlu, ben mutlu, oyunu...

Eskiden “Adalet” kazanırdı, sonra birden “Anavatan” kazanmaya başladı, şimdide “Adalet ve kalkınma” kazanmaya başladı, “A” ların zaferidir bu efendiler. Eeeeeeeeeeeee ne de olsa alfabenin ilk harfi, bizde hala ve bunca yılda ancak bu kadar öğrenebilmişiz, durmak yok yola devam…

Günün moda ifadesi “sponsorluk” ya, bende yaklaşan seçimlerde sahip olduğum oyuma sponsor arıyorum, oyumu satıyorum demiyorum zinhar, ki kamusal bir sorumluktur oy sahipliği, zam yapmanın adının fiyat ayarlaması, sansürün adının düzenleme olduğu bir ülkede bu da fazlaca sırıtmaz herhalde… Bende oyum için istediğim rüşvetin adını sponsorluk anlaşması talebi diye nitelendirsem çok mu olur acaba? Gerçek vatandaş - sanal vatandaş durumu var sanki canım yurdumda, gerçekler sponsor aramıyor, kamusal sorumluluk alıyor, diğerlerine zaten diyecek kelam yok... Allah selamet versin...


Yazımı önemli feylesof Nietzsche’nin bir sözü ile bitireyim; “Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir.”

Pazartesi, Ekim 12, 2015

GAZETENİN 3. SAYFASINDAKİ ZAT’A CEVAP


Uzun bir süreden beri yazılar yazdığım “YENİ ÇEŞME” gazetesi, eleştiri hakkımı sürekli saklı tutmak kaydıyla, açıktan ve direk söylemek gerekirse gerçekten övülecek işler yapmakta olup, kendince ve olabildiğince bağımsız ve tarafsız bir tutum almaktadır, diyebilirim. Diğer taraftan ise bu gazetede yazı yazıyor olmam, gazete genel politikasıyla ya da gazete sahibi ve yazı işleri müdürü ile tıpatıp aynı şeyleri aynı şekilde düşünüyorum anlamına gelmemektedir, gelmeyecektir de... Zaman zaman, gerek yazı içeriği ve sahip olduğu iddaaya teorik açıdan, gerekse de vaka anlatımlarının takdim tehirlerine itirazlarımı sözlü olarak aktardım ve nihayet bir de yazılı karşılık ve eleştiri yazısı yazmaya karar verdim.

Son bir kaç sayıda başta olmak üzere özellikle de bu sayıda; biraz da beni ve diğer arkadaşımı kastederek, hatta çaktırmadan dalgaya alarak, “Çeşme’nin devrimci başkanı” söylemimiz üstünden, “Arkadaşlar, Devrimci Başkan, der... Ben ihtiyatlı davranırım. CHP li Sosyal Demokrat Başkan der geçerim.” diye yazmış... Artık cevap vermek kaçınılmaz oldu, asla kat’a bir polemik arayışında değilim ama olacaksa da kaçacak halim yok, hoş geldi sefa geldi makamından başım üstünde karşılarım... Ne yaparmış Aydın Korkmaz, ihtiyatlı yani “tedbirli” olurmuş, vay ki vay... Doğru vallahi, bir önceki Belediye Başkanımız Faik Abimizle ilgili de, bayağı ihtiyatlı davranışları vardı, ben de “ihtiyat”a saygımdan ötürü fazlaca kelam etme ihtiyacı duymamaktayım, eğer bu girişimim bir polemik havası alırsa seve seve bugün ihtiyaç duymadıklarımı, ihtiyaca binaen yazıya dökerim... Başkanın “devrimci” olmasının kendisince nasıl bir tarifi var, ben bilemiyorum, ne yaparsa bir insan devrimci sayılır, ne yapmazsa devrimci sayılmaz tasnifi biraz flu... Mesele devrimci devrim yapar, yapmazsa da devrimci olmaz gibi klasik bir tarife sığınarak, bir tarafı ilzam etmenin yolu sadece budur diye dayatmanın, gelinen nokta itibariyle bizzatihi kendi durumudur, derim ben de... Bilmem anlatabildin mi, biri de kalkar, devrimciyim diyorsun ama sen de devrim yapmıyorsun, dolayısıyla sende devrimci değilsin, der ve cevap bulamazsın bu yaklaşıma... Kaldı ki, literatür gereği başkanın böyle bir sıfat ile nitelendirilmesinin mümkün olmadığını, bende en az kendisi kadar bilmekteyim, ama bunu o bilmekte mi onu pek bilememekteyim... Ben ve diğer arkadaşım başkana hala ısrarla ve inatla böyle demeye devam edeceğiz ve anladığım kadar ile de Aydın Korkmaz da bizi tiye almaya devam edecek... Bizim kasıtlarımız çok açık ve net olup kendisiyle paylaşmışızdır tüm bu tariflerimizi, ama ne yazık ki bu kadar kâr edebilmişiz, demek ki....

Diğer taraftan ama en önemli cevap gerektiren nokta ise, kendisine büyük, ulvi ve anlamlı bir nokta olduğuna inandığım “komünist” mevkiini uygun gören muhteremin, tüm yazılarında, değerlendirmelerini kapitalizmin genel geçer tarifleri, kâr, maliyet, üretim (ihtiyacı gözetmeyen), pazarlama vs. vs. üstünden yapıyorsa, burada kafa bulanıklığının tezahürü söz konusudur bence... Son yazıda, “üretim tesisleri, fabrikalar ve pazarlama” ifadelerini öne çıkararak, Çeşme’lilerin de meşrepleri gereği çok seveceği bir tarife, kendi yazım alışkanlıkları ve tekniği açısından kısaca dalıyor, sevgili kardeşim... “Çok üretelim” demenin, çok tüketelim demenin tersten ifadesi olduğunu bilerek ya da bilmeyerek göz ardı ederek, çok üretelim, çok artık değer oluşsun, işverenin karşılığını ödemediği ya da ödemeyeceği çok değer oluşsun, vay ki vay, nasıl yaklaşım ama değil mi... Konuyu kendisine açtığımda ve bu yaklaşımı bir yerden hatırladığımı ve ilk defa “Çeşme Esnaf Odası Başkanından” duyduğumu söylediğimde de, biraz içerleyerek, “ben bunu uzun yıllar önce söyledim” der ve bende durumu idare etme adına, olabilir başkan da senden duymuştur o zaman dedim, konu mahreç ve telif tartışmasını aştı, çok şükür... Sonra fabrika mülkiyeti üstüne muhabbette, yazıda Belediye’yi kastı çok açıkken, ben mülkiyetin kooperatif olmasını kast ettim diyerek yine soldan bir orta yaptı, bilahare de konuşması ile, biz sosyalist olmayanların kafasını pırıl pırıl berrak bir hale getirdi, sağolsun... Eeeee, tabii ki, sevgili kardeşim, muhtemelen, fabrikalar çoğalsın, işçiler çoğalsın, nasıl olsa işçiler de devrimci olacak, gibi bir fantastik sıralamayı düşünüyordur(!!!!)... Ama konu, konserve fabrikası rayından bir attı, enerjiye kadar onlarca konuda sörfe geçti ama bir türlü, sınırsız üretimin aynı zamanda sınırsız tüketim olduğu konusuna gelemedi, görünen o ki gelemeyecek te... O da ısrarcı, bende ısrarcıyım, bakalım neler olacak... Ben ısrarla kaynaklar sınırlı dedikçe, ben tüketim tasarruflu olmalı dedikçe, ben konfor ısınızı azıcık azaltın dedikçe, ben minimal yaşayın dedikçe, hayati ihtiyaçlar dışında minimum düzeyde giyinin, kuşanın dedikçe, dahili frenler devreye girdi galiba, umarım fren balataları sürekli çalışır hale gelir... Daha çok şey var, yazılacak ama, adam “patron” işime de son verebilir, haddimi bileyim diyor, burada kesiyorum... Bundan kellisini gazetede devam ettireceğiz, merak edenler, Salı ve Çarşamba günleri sabah saatlerinde buyurup gelsinler, eğer işime son verilmezse tabii ki...

Sevgili Aydın; sen yoldaşını bulmuşsun, Allah yolunu açık etsin, 312’lik yoldaşınla, mutlu ol... Ama dikkat et, çıktığın yol ve yola çıktığınla ilgili fazlaca uyarılara muhatap olma istersen... Hayırlı yolculuklar...

Nazım Hikmet’i hep eleştirdiğini söyleyen Aydın Korkmaz’a, aynı iştahı taşıyarak sanayinin yüceltildiği için seveceği bir N. Hikmet şiiri....

Trrruum
Trrruum
Trrruum
Trak tiki tak
Makinalaşmak
İstiyorum
Beynimden, etimden, iskeletimden
Geliyor bu
Her dinamoyu
Altına almak için
Çıldırıyorum
Tükürüklü dilim bakır telleri yalıyor
Damarlarımda kovalıyor
Oto direzinler, lokomotifleri

Pazar, Ekim 04, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ – 6 KORE SAVAŞINA ASKER SEVKİYATI


Sadece adı demokrat ama icraatları ile despotik bir yönetim gösteren Demokrat Parti (DP) hükümeti, başta DP’nin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve DP’nin Başbakanı Adnan Menderes, haiz oldukları vasıfları ve amade oldukları vazifeleri mucibince, “sınırı bulunmamasına” rağmen, dünyanın öteki tarafındaki savaşa dahil olunması için, Anayasa’yı da çiğneyerek meclis kararı almaksızın, 1 tugay askeri Kore savaşına sevk etmişlerdir... Demokrasi yıldızı diye vatandaşımıza kakalanan muhteremlerin vatandaşını, emperyalistlerin amacına vasıl olmaları adına soktuğu ilk savaşlardan biri olarak tarihe geçmiştir, Kore savaşı, bu anlamda sonraları ABD’ye yaranma adına, Afganistan’dan taaa Afrika’ya kadar asker göndermemize yol açması hasebiyle de kara bir lekesidir canım Yurdumun bağrına kazınan.  Bu ne idüğü belirsiz amaçlı, asla kimin kişisel olarak ne kazandığı belirlenemeyen bir savaş olarak tarihe geçen, canım yurdumun insanın kafasında da, “yahu biz 30 yıl önce bu emperyalistlere karşı savaşmış idik, şimdi ne oldu da onların komutasında dünyanın bu ucunda savaşıyoruz” düşüncesi bile oluşturmamıştır ve korkarım ki oluşturmayacaktır da, baksanıza hala açıktan ve bodozlama saldırıyorlar, ne işimiz vardı oralarda diyenlere ve ne yazık ki bu saldıranlara da yurdum insanı saldırı vekaleti vermektedir, Allah selamet versin... Kahramanlık gazı verilerek; Sarıkamış faciasından sonra, canım Yurduma yaşatılan en anlamsız ve gereksiz bir savaştır... Tabii ki başkalarının evlatları üstünden kabadayılık taslamanın moda olduğu, hatta fazlaca karşılık bulduğu bir ülkede yaşıyorsanız, vereceksiniz şehadet gazını, süreceksiniz savaşa... Sonra, dalga geçer gibi yaparak, “benim de amacım şehit olmaktır” diyeceksiniz...Sevsinler sizi...

Hani bir de demezler mi ki, yahu kardeşim bu yaptıklarımızı yapmasak, yani ABD’nin istediği yere asker göndermezsek, ülkemizin işgal edilmesi halinde, ABD yardımımıza koşmayacaktır, anlaşılır gibi değil, ama canım yurdumun insanı açısından sorun yoktur, dost ve müttefik diye görülen ya da kakalanan, gel dediğinde geldiğimiz, git dediğinde gittiğimiz ABD bize, her türlü ambargoyu uygular, askerimizin kafasına çuval geçirir, uluslararası kuruluşlarda hep aleyhimizde tutum takınsa da, içimizdeki ABD muhipleri gibi çalışan zevat, ki onlar hep muktedir rolü alırlar, ne yapıp, ne eder kandırırlar insanları... Bu yalanı söyleyenlere de, “at yalanı seveyim inananı” demek gerek ama yalan her daim karşılık buluyor işte, ne yapalım... Oysa ki, canım yurdumun insanı; “söyleyen deliyse dinleyen akıllı olmalı” diye harika bir sözün yaratıcısıdır ama siyasal tercihi konusunda bu sözü asla kullanmaz... Kore’ye asker gönderme konusunda; aldığı gazla hemen bir dernek kurar necip Türk Milletinin necip fertleri, ve başlarlar gönüllü toplamaya, tıpkı bugünlerdekine benzer şekilde, inanmayacaksınız ama ciddi sayıda da gönüllü başvurusu alırlar hatta o kadar ki dedikodulara göre savaşı tertipleyen ve amiral gemisinde oturan ABD’de bile o kadar gönüllü çıkmaz... ABD’ye şirin görünme konusunda devletimizin tüm kurumları adeta bir yarışa girer, her kurum karınca kararınca katkı sunmaya çalışır, hatta o kadar ki, Diyanet İşleri Başkanlığı; savaşın “komünizm’” karşı bir cihat olduğundan bahisle, toplumsal muhalefet oluşmasını engellemek için fetvalar yayınlar. Bu arada yine savaş aleyhtarı protesto gösterileri yapan “Barışseverler Cemiyeti”nin bir kısım üyeleri tutuklanır ve çeşitli hapis cezalarına çarptırılır.

Büyük Şair Nazım Hikmet; 25 Haziran 1959 tarihinde bu durumu aşağıdaki şiiri ile tespit ve tenkit eder...

DİYET
Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz,
   iki hayın,
        ve zeytini yağlı iki gözünüzle
                 bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
                          ve topraklarına çiftliklerinizin
                                     ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki elinizle okşarsınız,
iki tombul,
   iki ak,
        vıcık vıcık terli iki elinizle
            okşarsınız pomadalı saçlarınızı,
                    dövizlerinizi,
                           ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
ve bütün kaygınız
      iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
              halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
                   Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
            vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
ve ben al kan içinde ölürken
           çığlığımı duymamanız için
                   kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
ölüler otomobilden hızlı gider,
kör gözlerim,
          kopuk ellerim,
                     kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum, Adnan Bey,
göze göz,
ele el,
bacağa bacak,
diyetimi istiyorum,
alacağım da.