Pazartesi, Ağustos 08, 2016

TAHARET ve TAHARET MUSLUĞU

Yıllar önce, bir arkadaşımla birlikte gittiğimiz bir yurt dışı seyahatinde, yapılan sohbetlerden birisi de “taharet” konusu olmuş ve arkadaşım (h.k.) bu konu üstüne benden bir yazı beklediğini söylemiş idi. Tam da bugünlerde penguen belgesel dizileri yazma kararı almam üstüne, İMO’dan (İnşaat Mühendisleri Odası) bir arkadaşımızın (v.y.) konu ile ilgili facebook üzerinden paylaştığı aynı başlıklı bir yazıyı gördüm ve konu üstüne güzellemeler oluşturma kararı aldım… Bu arada da hormonlu ve parlatılmış hatta şişirilmiş demokratlara da selam göndermeyi atlamayalım, Allahın selamı üzerlerine diyerek, devam edelim…

“Doğu” diye burun kıvrılan İslam ya da Türk uygarlığı, dübür yıkamaktan aceze, “batı” diye arş-ı azam edilen tüm kefereye, “Tahir” olabilmenin tılsımlı icadını iftiharla takdim buyurmuştur. Bu konudaki kelamın azameti karşısında, oluşan hafif gülüşmelerin farkındayım, lakin kefere memleketlerinde bulunup ta, taharetlenmede acze düşmüş zevat ne demek istediğimi çok iyi anlayacaktır, eminim. Doğu dünyasının batı dünyasına, tek kale oynayıp, pozisyon vermeden galebe çaldığı ender konulardan biridir, “taheret”, elhak… Doğu uygarlığının fertlerinin gâvur ellerinde, taharetlenme konusundaki müşkülatlarına binaen, “taharet musluğu” gibi, çok gerekli, çok kullanışlı, çok yararlı bir icadın, nasıl olur da, neredeyse bilimsel buluş ve icatların tamamına imza atmış batı dünyası tarafından düşünülememiş olması karşısında da acze düşmüşlerdir. İşte bu acz ve fakr-u zaruret fikriyatı bu kadar gazlanır ve hormonlanırsa, taharet musluğu gibi harika bir buluşun mucidi bir ırkın afadı, teyennüm ve tarladaki taş kullanımı konusundaki acziyeti de hemencecik unutur ki, müşkülatlarını unutmak vukuat-ı adiyedendir kendilerince ve ne kadar gururlansalar da yeridir. Gerçi ehl-i müslüm zevatın bir kısmı, özellikle Arap dünyası ülkelerinde aslında alaturka tuvaletler için planlanmış ama ne yazık ki klozeti de batıdan ithal etmeleri nedeniyle diğerlerinde de kullanılan, taharet musluğuna bağlı bir hortum ve hortumun ucunda küçük çaplı duş başlığı benzeri mekanizmadan oluşan,  “taharetmatik” denilen bir alet kullanmaktadır ama asla icat olarak klozetteki benzerine, sosyal ve siyasi açıdan yaklaşamaz.

Doğu dünyasını küçük göstermek ve görmekten asla ödün vermeyen bu kefere takımı, uzun yıllardan beri, “Türkler ve Müslümanlar hiçbir şey icat edemezler” fikriyatının bataklığına saplanmış olmaları hasebiyle, bu müthiş icat karşısında fikir değiştirmiş durumuna düşmemek adına, bu müthiş icadı kullanmama konusunda çok kararlı olduklarını göstermektedirler. Def-i hacetini müteakip dübürünün suyla irtibatının olamayışı neticesinde dübüründe her daim necaset bulunma ihtimali yüksek olan ırkın afadının maksad-ı husumet veçhiyle daha da uzun süreler bu müthiş icadı kullanmayacakları anlaşılmaktadır, gerçi kefere ellerinde yaşayan vatandaşlarımız sayesinde bu çok gerekli, çok kullanışlı, çok yararlı bir icadın çok yavaş ta olsa, batı dünyası evlerinde ya da işyerlerinde yer aldığı müşahede edilmektedir. Beklenen ve hatta umulan odur ki; bu artış zaman içinde geometrik dizi takip ederek, tüm cihanı fethetsin…

Gerçi; Batı Dünyası, Doğu Dünyasının taş kullanımına alternatif olarak sonradan tuvalet kağıdı diye bir icat ile ileri bir hamle yapmış olsa da, bilahare yaşanan, tuvalet ve kanalizasyon tıkanmaları karşısında düştüğü acz üstüne “tuvaletlere tuvalet kağıdı” atmayın diye koca koca uyarı yazıları yazmak zorunda kalmıştır… Eeee be adam, su temin eden taharet musluğu olmaz ise, kullanacağın tuvalet kağıdı miktarının çok artacağını hatta her def-i acedin bir rulo tuvalet kağıdına tekebül eden bir faaliyet olacağını ve bunun defi konusunda müşkülata düşüleceğini bile hesap edememişsin, ne diyeyim… Gerçi Batı uygarlığının geliştirdiği “bidet” (bide) uygulaması yaygın olmasa bile, kullanımı biz doğulularca bilinmekte ve uygulanmaktadır. “Bidet” (bide) icadına rağmen kendilerinin bile bu uygulamayı en azından biz doğululara üstün bir hizmet sunulması adına sadece otellerde de olsa yaygınlaştırmamış olmaları hayrete şayandır. Her türlü zorluğa efsunlu necip milletimizin aslan fertleri bu zorluklar karşısında, sorunun çözümüne yönelik, somut durumların somut analizine dayanarak, klozet’in banyo bataryasına yakın tuvaletlerde, banyo bataryasının hortumu ile, aksi takdirde tuvalet kağıdının iyice katlanarak ıslatılması vasıtası ile silme yaparak ya da önceden hazırladıkları boş içecek şişelerini kullanarak, ya da şimdilerde kullanılan “ıslak mendiller” vasıtası ile silme, ya da eylemi gerçekleştirmeden içinde biriktirerek gavura necasetini bile teslim etmemek gibi, çözümler üretmişlerdir.

Aman Allahım; uzun yıllar sonra, eğer dünyada çok ciddi bir su sorunu yaşanırsa, mezkûr döneme tekabül eden torunlarımız, “ulan ne rezil atalarımız varmış, dübürlerini bile su ile yıkıyorlarmış” diye de bizi anacaklardır diye korkmaktayım mazallah, düşünebiliyormusunuz… Diğer taraftan; Taharet musluğu ve borusu kullanamadan yurda dönen necip milletimizin afadı muhteremler, “azizim, bu gavurlar çok pis millet, dübürlerini bile yıkamasını bilmiyorlar” diyor ya, yanarım da ona yanarım, daha düne kadar tarım ağırlıklı ve de ailece ve ilkel koşullarda tarım erbabı ve ne yazık ki taş ötesi bir mucize ile tanışmamış milletten bu kadar çağdaş bir çıkış, bravo…

Diğer taraftan necip milletimizin asil temsilcilerinin, taharetlenmenin, taharet musluğu ve tuvalet kağıdı gibi 2 komponentli uygulamasına daha hala alışamamış olması hasebiyle, umumi tuvaletlerdeki, taharet musluklarının necasete bir şekilde dokunmuş ellerle açıp-kapatmaları nedeniyle, teşhid-i sirayet üzre mikrobik taşımalar konusunda ne mahir durumda olunduğunun da ayrıca bir alamet-i farikasıdır. Dolayısı ile tecrübe ile sabit olan dübür-el ilişkisi neticesinde teşhid-i necasetin men edilmesinin ya da minimize ediliyor olmasının yegâne yolunun, taharet suyu ve tuvalet kağıdından oluşan 2 komponentli yapıyı mutlaka ve mutlaka kullanmaktan geçtiği aşikardır. Lakin yine de siz siz olun, umumi tuvaletlerde, sizden önceki müşterilerin ayakta def-i tebevvülü nedeni ile sirayet-i tebevvüle dikkat kesilerek taharet musluklarını kullanın, aksi taktirde temas-ı tebevvül neticesi mikrop taşır hale gelebilirsiniz, diyelim, faydalı bir hizmet tavsiyesi adına… Yine meraklısına sunulması elzem bir hizmette; taharet musluğu ve borusu asla, alaturka tuvaletlerdeki çeşmeler ve hemen yanlarında dübüre su nakline haiz maşrapalarla karıştırılmamasıdır.


Etimolojik sözlük denince akla gelen “Nişanyan Etimolijik Sözlüğü”ne bakılınca; “Taharet” Arapça kökenli bir sözcük olup, temiz, pak anlamındaki “Tahir” kökünden türetilmiş ve temizlenmek, paklanmak anlamında kullanılmaktadır. Türk Dil Kurumu (TDK) Güncel Büyük Türkçe Sözlük ise; “taharet” için, 1. Temizlik, temiz olma. 2. Sidik ve dışkı yapıldıktan sonra suyla temizlenme. 3. din b. İslam dini inanışlarına uygun olarak yapılan temizlik.” biçiminde bir tarif yapmaktadır.

Pazar, Temmuz 31, 2016

FLİT

Penguen belgesel dizilerine devam ediyoruz, memlekette demokrasi karşıtlarının “demokrasi” havarisi kesilmesinin son bulmasına kadar da devam edeceğiz, öyle gerekiyor… Şimdilerin şişirilmiş, parlatılmış ve hormonlu demokratları varken bize de bu rol düşüyor, başta da Ahmet Hakan’a selam kabilinden… Eğer ki bu dizilere, “yahu gündem ne, sen ne yazıyorsun” diye itiraz eden olursa, “arkadaş senin itiraz etme kültürün de mi vardı” diye cevap vereceğim, bundan kelli…

Bir zamanlar; şimdilerde olduğu üzere, her haşereye ya da uçucu böcek ya da sineklerle mücadele için ve de her birine ayrı ayrı olmak üzere çeşit çeşit aerosoller, spreyler ya da püskürtücüler bulunmaz idi… Tüm bunların yerine, bir tarafı ile püskürtülebilen kimyasal bir tarafı ile de bu püskürtmeyi temin eden, bisiklet pompasının ucuna sanki kimyasallar için yerleştirilmiş bir haznesi bulunan aletler kullanılmakta idi. Gerçi o dönemde püskürtme aleti denince ama ademoğlunun icadı anlamında söylüyorum tabii ki, sadece ve sadece hanımefendilerin fısfıslı parfüm şişeleri dışında bir şey akla gelmezdi… Anlayacağınız bu parfüm şişeleri dışında sıvı ya da gaz püskürtme aleti olarak tek alet, “flit”ti… Düşünün ki, kuru temizlemecilerde bile, “kola” ya da ütü yapılırken, ilgili personel, ya ağızlarına su alır püskürtür ya da yanlarındaki su dolu kaba parmak uçlarını sokar, parmak uçlarındaki suyu serperlerdi. Hele o ağızlarına aldıkları suyu dudaklarını büzerek bir püskürtmeleri vardı ki, tam evlere şenlik kabilinden, ancak “Allahları var”, haklarını yemeyelim, ütülenecek ya da kolalanacak yere doğru eğilerek, eğer geniş alanda ise de kafalarını sağa sola döndürerek ya da tam saha intikali için vücudu hareket ettirip kafayı gezdirerek suyu zerrecikler halinde, düzgün ve dengeli püskürtürlerdi. Evet, ne önemli bir alet tanıtımı yapmak adına girişilen bu girizgâhtan sonra, tekrar gelelim asrın bu önemli buluşu olan flite…

Bilindiği üzere; “flit” bir haşere ilaç markası olup, ilk kez Kimyager Dr. Franklin C. Nelson tarafından 1923 yılında başta sivrisinekler olmak üzere her türlü uçucu böcekler ile mücadele için petrol bazlı üretilen bir üründür. İlk önce “Standart Oil Company” tarafından bilahare de diğer firmalar tarafından üretilmiştir.
Canım Yurdumda, 1970'li yıllarda, “flit” bir hayli meşhur olan bir böcek ilacı markası olmasına rağmen, “flit pompası” denen bu alet vasıtasıyla püskürtülmesine binaen pompasının da adı flit olarak anılırdı. Flit pompası, herkesin kolayca bilebildiği bisiklet pompasına benzer ancak pompalananınca içindeki kimyasalın püskürtülmesi için de ucuna hazne yerleştirilmiş bir alettir… Mezkûr yıllarda, evlerde ve işyerlerinde başta hamamböcekleri ve uçamayan haşereler olmak üzere, yine başta sivrisinekler olmak üzere her türlü uçucu zararlılar ile mücadelede kullanılmak üzere bulunur idi. Başta DDT ve Folidol gibi zehirli ilaçlar mücadelenin kapsamına bağlı olarak değişen konsantrasyonlarda, su ile karıştırılarak, flit pompasının haznesine doldurulur, hedef haşerelerin bulunduğu taraflara köşe bucak ama ciddi bir biçimde bir taraftan pompalanarak ama mutlaka yön değiştirerek püskürtülürdü, bu işleme de flit pompasından mütevellit flitleme denirdi. Ancak, bugünden bakınca ademoğlu, bugün gelişen teknolojiye bağlı sofistike ilaçlar ya da aletler kullanmalarına rağmen, o günlerdeki kadar başarılı mücadele yürütemiyorlardı gibi hatırlıyorum… Hatta o kadar ki, sivrisineklere karşı fesleğen bitkisinin hayli yoğun yetiştirilmesi ile elde edilen başarıya, yaygın mücadele çerçevesinde henüz erişilememiştir. Mezkûr dönem itibari ile evlerin ağırlıklı ahşap ya da ahşap kâgir olmasından ötürü, haşere konusunda oldukça mümbit bir ortam bulunmakta idi ve hamamböceği, tahtakurusu, bit, pire, karasinek, sivrisinek, fare vs. gibi zararlılar için oldukça ehven bir ortam oluşturuyor idiler… Hele yaygın bit ve pire popülâsyonu karşısında, gerek evlerde gerekse de okullardaki tespit ve mücadele çalışmalarını o yılları görmüşler net bir şekilde hatırlayacaklardır, okullarda tırnak kontrolü yanında kafalarda bit kontrolleri de hayli meşhur idi. Sonra ki bir yazımda; Çeşme’de 1914-1918 yılları arasında kaymakamlık yapmış olan, Hilmi Uran’ın hatıralarından, tamamen doğal yollarla yapılmış bir pire mücadelesi hikâyesi anlatacağım. Farelerle mücadelede kedilerin öne çıktığı dönemin flit hikâyeleri de vardır şüphesiz…

Ancak; böyle muhteşem püskürtücü bir alet icat edilir de, Necip milletimizin bulunduğu topraklara gelir de, sadece bu amaçla sınırlı kalmasına müsaade edilir mi, şüphesiz hayır, derhal yeni amaçlar tespit edilir… Fazlaca sulanması istenmeyen ya da fazla suyun verilmesi halinde farklı zararların oluşabileceği yerlerde çiçek sulama başta olmak üzere ütü ve kolalama hizmetlerinde bile kullanılmaktadır… Şimdilerde ise teknoloji mezarlığında yerini almış olduğunu düşündüğümüz bu aletin yerine, mücadelede asla sonuç alınamayan ancak mucitleri ile üreticilerini zengin eden bir hayli geniş ürün gamı bulunmaktadır.  


Görüldüğü üzere; gayet makara bir yazı çıktı ortaya, insanların rüya görmesi engellemeyelim kampanyası kapsamından, bırakın rüya görmeye devam etsinler aksi takdirde gerçekler gözlerine övendire gibi girecektir. Hayırlara vesile olsun, inşallah…

Cumartesi, Temmuz 23, 2016

TROLEYBUS

Bir zamanlar, şehir içi ulaşımında; sessizliği ve hava kirliliği konusundaki cimriliği ile çevre dostu olarak ünlenen, aynı zamanda ekonomik olan bu araçların, sürücüleri yetenekli, sabırlı ve olabildiğince beyefendi belki de zamanın ruhuna uygun olarak olmuş olan ve gücü yol boyunca direkler arasına gerili vaziyette asılı olan elektrik tellerinden temin edilen ve bu tellere 2 adet boynuz biçimi bağlantı elemanı ile irtibattanmış “troleybüs” denen araçlar kullanılmakta idi.

Bilindiği kadarı ile ilk troleybüs Almanya’nın Berlin kentinde 19 yüzyılın sonlarına doğru kullanılmış olup Canım Yurdumda ise 1947 yılında ilk defa Ankara’da kullanılmaya başlamıştır. Güzel İzmir’de ise 1954 yılında kullanılmaya başlamış ve nasıl ki en son kullanılmaya başlanmış yer olmuş ise son kullanılan yer olarakta 1992 yılına kadar kullanılmıştır. Dile kolay; tramvayların yerini alan bu boynuzlu araçlar yaklaşık 40 yıl hizmet vermişlerdir. Tramvayların trafiği tıkadığı kararına varılarak, devrim niteliğinde araçlar nitelemesi ile “troleybüsler” devreye alınmış ve Alman Siemens firması tarafından aracılık edilerek temin edilen kredi vasıtasıyla, ilk kez Güzelyalı- Konak arasına döşenen hatlarla başlayan serüven, sembolik olarak bırakılan son hattın da sökülmesiyle, maç petrolcüler lehine sonuçlanmış olur. Raylara bağımlı tramvayların yerine yıldızları parlayan troleybüslerin yıldızları bir anda parlıyor ama çevre dostu olan bu araçların serüveni denizin dibini boylamakla da bir anda kararıveriyor. Yaklaşık 75 yıllık tramvay saltanatına son veren troleybüs ise ancak 40 yıla yakın dayanabilmiştir, İzmir yollarında, İzmir’in büyük politikacılarına… Artık seferden kaldırılan “troleybüsler” balıklara yuva teşkil etsin diye koca koca ve çafçaflı törenlerle körfeze atılmış ve balıkçılarımızın her nereden öğrenmişler ise talepleri karşılanmıştır.

Ekonomik olmadığı, trafik tıkanıklığına yol açtığı varsayılarak, burun kıvrılarak, devre dışı bırakılan bu araçlar, hem yatırım hem de işletme maliyetleri açısından yerine ihdas edilenlere göre daha uygun oldukları daha sonraki yıllarda anlaşılacaktır ama her konuda benzer davranışı gösteren necip milletimizin gadrine de uğramaktan kurtulamayacaktır. Az bilgi ve düşünme ile çok proje uydurmakta üzerine toz kondurulamayacak durumda ki mahir önemli şahsiyetler ekonomik olmamayı hangi hesaba dayandırırlar bilinmez ama km başına yaklaşık 2 KwA(kilovat) elektrik tüketimi olan bu araçlar taşıdığı minimum 100 kişi ile de kişi başına en az enerji tüketen araçlar olarak bilenlerin zihinlerinde yer etmeye devam edeceklerdir. Üstelik söylenildiği ya da iddia edildiği gibi de yavaş ilerleyen araçlar da olmayıp, bugün yerine ihdas edilmiş araçların hiç gerisinde de değillerdir. Elektrik kesilmelerinin önüne geçememiş necip milletimiz, sık sık boynuzların kablolardan kurtularak, sürücüsünün hemen aşağıya inerek yeniden yerine yerleştirmesi işine de haylice bozulurlardı…

Şimdilerde; mezkûr büyük politikacılar, bir “devrim” ile troleybüsler tarafından saltanatına son verdikleri “tramvayların” yeniden kullanıma alınacağının açıklanması ve şehir içi ulaşımın kanser haline getirmiş olduğu trafik sorunun tek çözümünün olduğunu savlamaktadırlar. Madem öyle idi, neden kaldırdınız ve neden yeniden ihdas ediyorsunuz. Maksat ekonomik aktivite olsun, cepler dolsun… Benim oğlum okur, döner de bir daha okur… Mehter marşının bu topraklarda icat edilmiş olması boşuna değil, bir adım ileri, iki adım geri…

Lise öğrenciliğimin geçtiği yıllarda, sıklıkla kullandığım, Güzelyalı-Konak-Alsancak hattındaki troleybüslerin, biletleri troleybüs içerisindeki bilet satıcısından temin edilir, bilet satıcıları troleybüsün her kapısından giriş çıkış yapılabildiğinden, önceleri içeride dolaşarak bilet verir, para toplar iken bilahare de, sadece ön kapıdan girilip diğer kapılardan çıkıldığı dönemlerde orta kapının yanında tahta bir korumanın arkasında oturur, yeni binenler önünden geçerek bilet alır ödeme yaparlardı… Böylece bilet satıcısının tüm mesai boyunca ayakta bulunması sorununu da çözmüş oldu, canım yurdumun canım sendikacıları… Oysaki biletçinin serbest dolaştığı zamanlarda, o troleybüsün içerisinde, iyi günler, günaydın, iyi akşamlar ve iyi geceler dileklerinin iletilmesi eksiksiz olup bitimsiz bir hoşluk katardı seyahate… İnsanların büyük ölçüde birbirlerini tanıyor olması ya da göz aşinalığına binaen, birbirlerine hitabı da bir başka idi o devirlerde, Muhterem, Üstat, Azizim, Mirim gibisinden hitaplar başlarda gelirdi, hatırladığım kadarı ile. Yaşlılara yer verilmesini bir kenara bırakın insanların kendilerinden az da olsa büyüklerine yer veriyor olmaları vukuat-ı adiyeden idi… O dönem rahatsız edici tek şeyin, körüklü ve havalı kapıların “bammmmm” diye yüksek bir sesle kapanıyor olması idi hatırlayabildiğim kadarı ile… Diğer taraftan, sürücü acemiliğimi idi bilemiyorum ama bazen kalkışlarda yolcuları silkelemesi, ya da durur iken ani frenlere bağlı savrulmalar da olurdu ama bugünkü otobüslerdeki şöförleri ve sundukları rahatsız yolculukları asla tercih haline getrimeyecek kadar idi… Hele koltukların, sert formikadan oluşu ama asla bizi rahatsız etmediğini hala hayretle hatırlarım, belki de oturma organlarımız o dönemlerde daha da yumuşak olup bir rahatsızlık duymamızın önüne geçerdi, kim bilir, açıkçası o tarihte herhangi bir yaşlıya bu konuyu sormayı da akıl edememişim…


Penguen belgesel dizilerine devam, şimdilerin parlatılmış demokratı Ahmet Hakan’a selam…

Pazartesi, Temmuz 18, 2016

RODOS

Rodos; 12 adaların en büyüğü, Yunanistan’ın adaları içerisinde de en büyük 4. Adası olup, en çokta akıllarda, ünlü Rodos şövalyeleri ve New York Özgürlük anıtına da esin kaynağı olduğu varsayılan, antik çağın 7 harikasından biri kabul edilen, Yunan Güneş Tanrısı Helios'un sembolize edildiği Rodos liman heykeli, “Kolossos” ile yer etmektedir. 32 mt. yüksekliğinde ve tunçtan imal edildiği anlatımlardan edilen bilgilere göre varsayılan heykel, Rodos Mandraki Limanının, bugün yerinde sütunlar üstüne yerleştirilmiş karşılıklı “2 ceylan” heykelinin yer aldığı yerde ve bir bacağının liman girişinin bir tarafına, diğer bacağın ise diğer tarafına bastığı düşünülmektedir.

Rodos; geleneksel kapitalist turizm anlayışı açısından, Yunanistan adına, tam bir “amiral gemisi” gibi duruyor anlaşıldığı kadarı ile… Genel kabul görmüş turizm faaliyetleri içerisinde her şey dâhil sistemi buraya uğramamış, neredeyse 15-20 dakikada bir uçak inen, birkaç limanında ciddi miktarda Kruvaziyer gemisi bulunan, birkaç marinası ağırlıklı yabancı bandıralı yatlarla dolu olan, Türkiye’den bile yıllık 250.000 turistin gittiği ada halkının 120.000 olan toplam nüfusunun %70’sinin 6 ay boyunca sadece ve sadece hizmet sektöründe çalıştığı söylenmektedir. Plajlarının tıklım tıklım dolu olduğu, sokaklarında özellikle de “ortaçağ kent” bölgesinde insanların neredeyse 24 saat esası ile iğne atsan yere düşmez kabilinden kalabalıklar oluşturduğu kentte, eğer burada sivil giyim ile görev yapmıyorlarsa, pasaport kontrolü dışında polis görmek zor mesela…

Rodos bizler açısından; hem tarihi hem de kültürel bir hazine değerindedir ve Fethi Paşa Saat Kulesi ve Süleymaniye Cami'ininde içinde bulunduğu, başta da Rodos Ortaçağ Kenti bu yüzden UNESCO tarafından “Dünya kültür mirası” listesine tereddütsüz alınmıştır. Ancak bu kadar değerli olmasının yanında, turizme ve ticarete kurban edilmiş görüntüsünden de kurtulamamıştır. Kapitalizm için dur durak yoktur, sahip olunan ve korunması gereken değerlerin, ticaret malzemesi haline getirilme konusunda ve Rodos tam da bu yüzden ne yazık ki çok kötü bir örnektir, bana göre. Her türlü kültürel ve tarihsel yapı birer ticarethane haline getirilmiş ve kimisi kafe, kimisi taverna ve kimisi de hediyelik eşya satılan dükkân haline dönüştürülmüş… Gerçi bu bazı ziyaretçiler açısından, hem alışveriş, hem de aynı zamanda tarihi mekân gezme gibi güzel bir durum oluşturuyor olsa da, fazlaca banal görüntüden kurtulamıyor.

Tarihe 1. Dünya savaşı diye geçen, sömürge paylaşım savaşları içerisinde, sömürgecilerin anlaştıkları ve kararlaştıkları üzere, İtalya tarafından, Osmanlı İmparatorluğunun, başta Kuzey Afrika’daki toprakları olmak üzere, savaş içerisinde hedef olmuş, bilahare de savaş sonrasında Güney ve Güney-Batı Anadolu hedef tutulmuş ve bu kapsamda içlerinde Rodos Adasının da bulunduğu 12 ada işgal edilmiştir. Bugün hala kullanılan ve genellikle kamu binalarının çok büyük çoğunluğunu oluşturan yapıların, İtalyan işgal güçleri tarafından yapıldığı bilinmektedir.

Ekonomik krizin hayatı ne kadar etkilediği konusunda; ironik ama son derece sade anlatım ile bir tarife kulak misafiri oldum ki, muhteşem idi ve ben bunu burada ne kadar anlatabilirim bilemiyorum ama deneyeceğim. Katıldığım bir gezi sırasında, Tur Otobüsünün şoförünün hemen yanımdaki masada oturduğunu gördüğüm ve tura katılan ve sonradan İtalyan olduğunu anladığım 2 hanımefendinin yanına gittiği ve Yunanistan’da durumların nasıl olduğunu sorduğu anda, İngilizceyi muhteşem tatlı Yunan aksanı ile ama şamata ve abartı içinde yaya yaya konuşmasını bildiğimden kulak kabarttım, el cevap, yaşasın Komünizm, yaşasın Chipras Komünizmi diye başlayıp, “katıldığınız bu tur geçen yıl 6 euro, bu yıl ise 12 eurodur”. Artık söylenecek laf bitmiş, yeni konuya geçilmişti bile…

Sabah erken saatlerde; yürüyerek şehrin hemen dışındaki panorama tepesinin yanındaki antik stadyuma gittiğimde, korunaksız ama bakımlı olduğu, insanların adeta tarih soluyarak sabah koşularını yaptıklarını gördüm, muhteşem büyülü bir atmosferde sabah sporu yapıyor olmanın mutluluğu “good morning” deyişlerine yansımakta idi, anlatılır gibi değil…

Gökçeada’lı bir Rum asıllı Yunanistan vatandaşı ile sohbetimde, adadan, tarlalarına el konularak nasıl göçe zorlandıklarını ve bundan nasıl rahatsız olduğunu üzüntü ile dinledim, ancak hem Adnan Menderes, hem de şimdi ki Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’dan nasıl memnun olduğunu duyunca da hayrete düştüm… Büyük bir talan hareketi olan 6-7 Eylül olaylarının, düzenleyicilerin başının A. Menderes olduğunu biliyor olmasına rağmen bu takdiri anlamak mümkün değil idi şüphesiz, şimdi ki yönetimin ise “Ruhban okulu” izni için sevildiğini anlayınca da, suyun hem bu tarafında, hem de o tarafında düşünme organını yeterince kullanmayan ne çok insan olduğunu, tekrar acı acı anımsadım.

Bu ülke gündeminde bu yazı da ne şimdi diyenlere cevap, bu da bizim "penguen belgeseli" olsun, Ahmet Hakan'a kapak olarak... Sarı öküzü sakın kaptırmayın denildiğinde hiç kulak asmadınız ya, ahaada size penguen hikâyesi…

Bir şiirinde, “RODOS HEYKELİ” benzetmesini yapan tüm zamanların en büyük şairi Nazım Hikmet ile son…

Ayağına 45 numro Amerikan kundurası geçirmiş
bir RODOS HEYKELİ gibiyim!
Sigorta şirketleri
…………            sigortalıyor beni 101 seneye.
Herkes
          …………gözlerinin bebeğine sığmayan
…………          vücudumu yekpare mermer sanıyor.
Halbuki ben
         …………dev gövdemin

         ……………kof bir alçı kalıp olduğunu biliyorum.

Pazar, Temmuz 10, 2016

ABDÜLHAMİT HAN

Son dönemimizin en fazla parlatılan ve gündeme getirilen, kerameti hudutsuz addedilen, Cumhuriyet karalayıcılarının verdiği isimle sözde “cennet mekân Abdülhamit Han Hazretleri”, özlemle peşine takılıp hedeflerine hilafeti getirmeyi koyanların sunumu ile hudutsuz hedefleri, ufku, hayalleri ve projeleri olduğu beyanı ile sempatik bir halife ve padişah portresi yaratılmak istenir. Yaşanılan dönemin sorunlarını kesinlikle görmek istemeyen bu aveneler, “Ulu Hakan” adını verdikleri muhteremi de, derin bir strateji ve diplomasi kurdu, siyaset cambazı ve büyük devlet adamı ve de hatta bir dünya lideri olarak anlatırlarda anlatırlar… Bu “herkesi kör, âlemi sersem” zanneden, sahip olduğu tek kitabı bile layığı ile okumamış azınlık güruh, bilmez mi ki, biz ne derin strateji uzmanları, ne siyaset cambazları ve ne diplomasi kurtları görmüş bir neslin ahfadıyız… Ayrıca bilmezler mi ki, bize kakalamaya çalıştıkları, gördüğümüz ve okuduğumuz bu muhteremlerin her biri aldıkları görevleri ellerine yüzlerine bulaştırıp, bırakıp kaçmışlardır ve tarih boyunca bunların izlerini takip etmekten de bu millet yorgun ve bitap düşmüştür. Neyse ardıllarını bir kenara bırakıp, yine bazılarına göre “Ulu Hakan” a dönelim; 31 Mart vakasının yaratıcısı kimler, hasta adamı yaratan kimler, tarihe 93 harbi diye geçen Rusların ve Bulgarların ta İstanbul kapılarına dayanmasına yol açan felaket savaşını planlayan ve her şeyi ile teslim olan kimler, Kıbrıs adasını İngiltere’ye veren kimler, Girit adasındaki çatışmaları bahane edip küçücük Yunanistan’a savaş açıp hemen ardından mütareke isteyen kimler, Osmanlı donanmasını Haliçte çürümeye terk eden kimler, Meclis-i Mebusanı kapatan kimler, Ortadoğu’da bugün bile huzur bulunamasının temellerini atan kimler, hala kahredici ve yok edici zaptiye yöntemleri bugüne bile ilham veren kimler, yargısız infazların müsebbibi kimler, bir türlü sonu gelmeyen sürgünlerin planlayıcısı kimler, her muhalif sesi hapislerde süründüren kimler, bugün bile sırıl sıklam hissedilen sansür uygulayıcısı kimler, vs vs diye azıcık tefekkür edilse, hala ulu denilir mi yoksa hemen kızıl tanımlamasına mı geçilir, görürüz… Ne diyor bu Göebbels eğitimli avanak aveneler;  “Abdülhamit Han, güzel ahlaklı, dinine çok bağlı, hayâ ve edep sahibi, akıl, izan, ilim ve irfan sahibi, adaleti yüksek, ümmeti adına gece-gündüz durmadan çalışır, düşmanlarına bile iyilik yapar, vs. vs.” öne çıkarılarak anlatılır da anlatılır, ne kadar çok tekrarlanırsa o kadar çok inananı olacağı tespitiyle bıkmadan usanmadan, tekrarlanır. “Boş vakitlerini marangozhanede geçirir, harika oyuncaklar ve mobilyalar yapar, bunları sattırır ve parasını fakire fukaraya dağıttırır, son derece şefkatli bir insan olan Sultan Abdülhamit kendisini öldürmek isteyenleri bile bağışlar, eğitim ve kültüre önem verir” gibi yaklaşımlar olsa olsa tam bir Nihat Hatipoğlu anlatımı, gözler yaşlı ya da nemli, sözcükler boş ama düşünmeye hoş ancak tılsımlı, vay ki vay, canım yurdum… Hele modern Türkiye’nin temellerini atan padişah demezler mi, meşruiyeti ilan etti demezler mi, hay Allah, edebiyatta buna ne denirdi bir anda unuttum, aklıma gelince yazacağım yeniden…
Şimdilerde bakıyorum başta “Osmanlı Oğlanları” olmak üzere, bindirilmiş kıtalar ve onların mıntıka temizleyicisi durumundaki yalaka akademisyen, uyduruk tarihçiler, matbuat kalemşorları, siyaset erbapları vb. aveneler savaş açıp, hemen ardından Batılı Güçlerin dayatması sonucu barış anlaşması yapmak zorunda kalmasını kendisinden ziyade dış güçlerin oyununa bağlamaktadırlar. Evet, bu aklı evveller bizi de kendilerine benzer zannettiklerinden, aslen de isimlerinin önünde torpille ve intihallerle edindikleri her halinden belli akademik unvanlarını öne çıkararak ve ne söylenirse yediğimizi düşünerek,” hani siz çok güçlü idiniz ne oldu baskıya dayanamadınız” gibi itiraz edilebileceğini göz ardı ederek, sıkıyorlar da sıkıyorlar…
Dış güçler tarafından ayarlanan komplolar ve hareketlerle tahtan indirildiği iddia edilen bu padişahın, devlet adamı olmaktan çok uzak, yönetim ehliyetine, keyfiyetine ve zafiyetine bakmadan, “paranoyaklık” düzeyindeki tüm ruhunu kaplamış korkuları ve vesveseleri nedeniyle istihbarat ve polis teşkilatı üzerindeki tahakküm kurması sonucu ortaya çıkan istibdadın, hafiyeliğin ve sansürün bugünlere bile kötü örnek teşkil etmesine neden olarak, sadece ve sadece kendisine dokunulmasının önüne geçebilmek adına yapamayacağı hiçbir şeyin olamayacağını göstermiştir.
Bu anlamda, Sultan Abdülhamit; ne Ulu Sultandır, ne ermiş ne de başka bir şey, sadece ve sadece ardıllarına din bezirgânlığı geleneğini miras bırakan bir kilometre taşı olup, dini duyguları sömürme ve bununla yaşama, ayakta kalmanın talihsiz bir örneğidir.
Onun kulağına bir şey söyle, bunun kulağına başka bir şey söyle, sonra hepsini inkâr et, sonra memleketi ne kadar güzel yönettim diye övün.

Ziya Paşa’nın “Terkib-i bend”inden birkaç beyit ile nokta…

En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun,
Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?

Bir gün gelecek sen de perîşân olacaksın,
Ey gonca bu cem’iyyeti her-dem mi sanırsın?


Pazartesi, Haziran 20, 2016

KAMU YARARI

Bilindiği üzere; diğer benzerlerinde olduğu üzere, Çeşme ilçesinde de “İnşaat yasağı” diye bir uygulama var ve hiçbir mantıklı izahı olmamasına rağmen “gürültü yönetmeliği” ilgili maddelerine istinaden ancak sürekli ahlaki boyutu tartışılmasına rağmen, uzun yıllardır uygulanır, inşaat yaptığımız dönemlerde doğru bulmasak ta, katılmasak ta, toplumsal ve medeni hayat adına mecburen uyduğumuz kurallardan biridir… Çünkü Çeşme’nin tüm esnafı turizmin “inşaat yasağı” neticesinde gelişeceği, iş yapma kapasitesinin artacağı gibi bir uydurmacaya inanmış ve inşaatların devam etmesi halinde de tam tersinin olacağı varsayılmıştır. Bu kapsamdan olmak üzere; her yıl 1 Haziran ve 15 Eylül tarihleri arası inşaatlar paydos ettirilir idi, gelenek bu yıl da devam etti ve karar Çeşme Belediyesi Meclisi Mayıs toplantısında karara bağlandı ve ilgili herkese tebliğ edildi… Kararın oy birliği ile alındığı toplantıda yasağa uymayanların 2.500 TL para cezası ile cezalandırılması da, oluşması muhtemel görüntü ve ses kirliliğinin önüne geçilmesinin bir aracı olarak karara bağlanmış. Yukarıda da bahsettiğim üzere mezkûr kararın, ahlaki ve hukuki olmamasının yanında vicdani de olmadığı konusundaki genel ve yaygın mesleki görüşe rağmen, alınmış bir karar olduğu için hep uyulmuştur, asla, “karara saygı duymuyorum, ayrıca uymuyorum da” denilmemiştir.

Yerel yönetim; bu kararı her yıl alır ve uygulardı, homurdanmalara yol açsa da uygulanması konusunda bir tereddüt hiç oluşmamıştı. Ancak bu yıl konu biraz farklı, farkı nedir bilmiyorum ama farklı işte… Çünkü seçilmiş yerel yönetimce kararın tebligatına rağmen bir takım inşaatların devam ettikleri müşahede edilmiş ve anlaşılmıştır ki, bu yıl yeni inşaat şirketleri faaliyete dâhil olmuşlardır. Acaba bu kabil yaklaşımla, Çeşme’nin varlığı, mezkûr şirketlerin varlığına armağan mı ediliyordu? Acaba; gerçekten bu şirketlerin faaliyetinin varlığı yerel yönetim üzerinde etkili oldu da, bir ayrıcalık mı oluştu diye konuşulmaya başladığında, bir de baktık ki, yerel gazete ÇEŞME GÜNEŞİ’nde bir haber… İzmir Valiliği Mahalli Çevre Kurulu, seçilmiş yerel yönetimin aldığı kararı yok sayan bir karara imza atar, Çeşme’de faaliyet gösteren Folkart inşaata ait; biri Fener Burnundaki Folkart Çeşme Blu, diğeri de Paşa Limanındaki rezidans projesi, adlı 2 inşaata, gece ve hafta sonları da dâhil olmak üzere çalışma izni verir… Valilik, görüldüğü üzere “Folkart İnşaat” lehine, Çeşme Belediyesi Meclis kararını yok sayıyor, saygı duymamasının anlaşılır tarafı olsa da, uygulamıyor ve yok sayıyor olmasının hiçte anlaşılır olmadığı sarihtir. Valilik şimdi kendilerine bir soru sorulsa derhal yazılı bir açıklama yaparak; alınan kararın “kamu yararı” mülahazasıyla alındığına işaret buyuracaklardır, daha önceki benzerleri gibi, muhtemelen… Eeee kamu diye, halkın yerine devleti koyarsanız olacağı budur. Varsa yoksa kerim devlet… Şüphesiz valiliğin böyle bir karar alırken, usulen yerel yönetime danışalım dememesi, hatta karar alındıktan sonra ivedi şekilde yerel yönetimi bilgilendirelim ve ne menem bir kamu yararı olduğunu görsünler dememesi, konunun ve de özellikle Çeşme Turizminin en azından alınmış kararların tekliği açısından hiçte umurlarında olmadığının göstergesi mi sayılır acaba, varsa yoksa “KAMU YARARI”.

Peki; seçilmiş Belediyenin atanmış Valilik karşısında, mağlup olmasının Çeşme için nasıl bir faydası vardır da, bu karar alınır… Peki; Belediye de diğer ve Valilik tarafından kapsam dışı tutulan inşaatların da devam etmesi yönünde bir karar alırsa, bundan Valilik hanesine nasıl bir artı yazılır acaba… Hani seçilmişlerin kararları atanmışlar karşısında daha kutsal idi, bize olunca evet, size olunca hayır… Muvafık iseniz evet, Muarız iseniz hayır… Gayet güzel… Harikulade… Süper hatta turbo süper… Biri de çıkıp bu nasıl “kamu yararı”, bu olsa olsa “yandaş yararı” derse şık mı olur… Bu kararın behemehâl gözden geçirilmesi gerekmekte hatta kaçınılmazdır. Öncüllerinin “anayasa bir kez delinmekle bir şey olmaz” diyerek “davranışı” sulandırmaları, kendileri ile öğünen ardılları için de, mezkûr zihniyetin ne yaman temsilcisi ve takipçisi olduklarını ispat etme fırsatı olmuştur. Allah selamet versin… Kendi tercihleridir denilebilecek bir durum olmadığı da gayet sarihtir.

Diğer taraftan “yasak başlamasına” rağmen inşaatın devam etmesine, kanunen böyle bir karar verme hakları vardır diye suhulet ile yaklaşıp, daha bize karar intikal etmedi demek ise, kamu yönetimi açısından munis kabul edilse de, pratik hayat açısından hiçte öyle değildir… Şimdi inşaat yapanlar çıksa ve dese ki; “Çeşme Belediyesinin aldığı karara saygı da duymuyorum ve uymuyorum da” ne olacak… Gelsin cezalar, gelsin mahkemeler… Hülasa “kaos”…

Dostluklar ve düşmanlıklar üstünden ikame edilecek politikaların bu ülkede bölünmeleri tetiklediği alenen bilinmesine rağmen “ezer geçeriz” fikriyatı egemen olmaktadır ve ne yazıktır ki alkış ta almaktadır… Aslında “ne yapmalı” gayet iyi bilinmektedir ama şimdilik, Allah bu zihniyeti ikame edenlere akıl, fikir ve izan ihsan eylesin demekten başka bir çare görünmemektedir. Gerçi o da faydalı değildir ama ne yapalım elden ancak bu geliyor…

Pazartesi, Haziran 13, 2016

AKREP

Akrep; “scorpiones” takımından eklembacaklı bir böcek olup, genellikle sıcak ve nemli bölgelerde yaşar, vücutları sert bir tabaka ile kaplı, zehirli iğnesi olan kıvrık ve kalkık bir kuyruğa sahip, zehirli iğnesi ile sokan bir hayvan olmakla birlikte, diğer taraftan hemcinslerini ziyadesi ile yoran ve bıktıran, hatta canından bezdiren ve de hatta nefret edilen insana verilen addır. Akrepler, doğadan ve düşmanlarından olumsuz etkilenmesini önleyecek düzeyde, adeta çelik zırhlı bir gövdeye sahip bir tankı andıran, 2 gün boyunca su altında kıpırdaman kalabilen adeta amfibik bir tank, yaklaşık 3 yıl herhangi bir şey yemeden hayatta kalabilme becerisine sahip, derin dondurucuda bile canlı kalabilme yeteneği ile teçhiz, buz kabında su içinde dondurulması halinde bile, 1 hafta sonra buz çözüldüğünde tekrar hayata dönebilecek yetenekte, 2 gün boyunca nefes almadan yaşayabilen, kopan organlarını onarabilen, radyasyona son derece dayanıklı hatta zehiri katmerleştikçe radyasyon direnci artan yeteneklere haiz olmakla birlikte, etkisi yüksek zehiri ile de adeta bir ölüm makinesidir de, mezkûr zehirden antinükleer aşı serumu üretilmektedir. Doğanın kendisini bu kadar mukavim ve cevval-i cabbar kılmasına rağmen, çiftleşme sonucunda erkeğini yiyen, sinirli ve saldırgan, adeta hayvanlar âleminin nefret söylemine haiz en önemli canlısı olma özelliği, bu canlıyı, insanlar âlemindeki benzerlerine müteallik kılmaktadır. Bilindiği üzere sıkıştığında kendi kendini sokarak intihar eden, özellikle de etrafının ateşle çevrilmesi halinde derhal kendisini soktuğu bilinen, ancak aşırı sıcakta pişen bir yumurtayı andıran bir durumda kalması nedeni ile bu sokmanın gerçekleştiği savlanan, bu özelliklerin de doğada sadece 3 canlıda olduğu bilinmektedir, balina, yunus balığı ve insan, tarihteki zor durumda kalan padişahların ya da imparatorların da bu hayvanlardan esinlenerek zor durumda kaldıklarında intihar ettikleri bilinir. Ateşe karşı bu duyarlılığın, intihara sürüklediği akreplerin, intihar etmenin günah olduğu ve karşılığının da cehennem olması hasebiyle, öteki taraftaki durumlarının ne olacağı konusu halen diyanetin önüne gelmemiş olsa gerek ki, konu ile ilgili bir fetvaya henüz rastlanmamıştır. Ama kesinlikle merak edilmesin bu konu ile ilgili bir sorunun taraflarına tevdi edilmesi halinde toplanacak yüksek bilim kurulu gerekli açıklama ve fetvayı verecektir, eminim. İnsanın; “lan nasıl bir hayvan ile karşı karşıyayız” diyeceği cinsten olan akrep, gerek böcek olarak gerekse de âdemoğulları içindeki karşılıkları bakımından her ülkede bol miktarda bulunmakta olup hayvanlar âlemindeki karşılığının ülkeden ülkeye, boyu, zehiri ve rengi değişirken, âdemoğulları içindeki karşılıkları da benzer farklılıklara haiz olmalarına rağmen, rahle-i tedrisleri hep bir merkezden temin edilmiş, bot ile kep arasına sıkışmış, akli melikelerde ise protein zinciri yerine samani zincirin ikamesi söz konusu olduğu ciddi ciddi iddia edilmektedir.

Hayvanın akrebi kadar insanı da olsa, bilindiği üzere aynı adla anılan, saatlerin içinde saatin kaç olduğunu gösteren kısa kol,  bir silah ve bir de özel hareketçi aracı bulunmaktadır. Saatin akrep’ini saatçi abiler, silah ile zırhlı aracı da kullanan polis abiler iyi bilir…

Her şeye rağmen, akrep yine de akrep olmasına rağmen, her türlü hinlik ve cinlik yapabilmesine rağmen, insandan korkan bir böcektir, düşünün gayri bu hayvanın gözünde bile nasıl bir hinmiş âdemoğlu…

Ve, Nazım Hikmet ustanın bir şiiri ile, nokta…

Akrep Gibisin Kardeşim,
Korkak Bir Karanlık İçindesin Akrep Gibi.
Serçe Gibisin Kardeşim,
Serçenin Telaşı İçindesin.
Midye Gibisin Kardeşim,
Midye Gibi Kapalı, Rahat.
Ve Sönmüş Bir Yanardağ Ağzı Gibi Korkunçsun, Kardeşim.
Bir Değil,
Beş Değil,
Yüz Milyonlarlasın Maalesef.
Koyun Gibisin Kardeşim,
Gocuklu Celep Kaldırınca Sopasını
Sürüye Katılıverirsin Hemen
Ve âdeta Mağrur, Koşarsın Salhaneye.
Dünyanın En Tuhaf Mahlukusun Yani,
Hani Şu Derya İçre Olup
Deryayı Bilmiyen Balıktan Da Tuhaf.
Ve Bu Dünyada, Bu Zulüm
Senin Sayende.
Ve Açsak, Yorgunsak, Alkan İçindeysek Eğer
Ve Hâlâ Şarabımızı Vermek İçin Üzüm Gibi Eziliyorsak
Kabahat Senin,
— Demeğe De Dilim Varmıyor Ama —

Kabahatın Çoğu Senin, Canım Kardeşim!

Perşembe, Haziran 02, 2016

ALINGANLIK

Hemen hemen herkesin bildiği bir fıkra vardır ve insanların gereksiz ya da tam tersi gerekli alınganlıklarına vurgu yapılır. Öyle değil mi, bir şey anlatıyorsun, hemen üstüne alıyor insan ve başlıyor çemkirmeye… Bunun en güzel örneği 1980 Faşist askeri darbesinin reisi Kenan Evren tarafından verilmiştir… Mezkûr darbeci kendisini aklayacak ve yaşatacak anayasanın yapımı sırasında, hayır oyu karşılığı mavi pusulayı çağrıştırıyor diye, neredeyse mavi gözlü olmayı bile yasaklayacaktı, kolayca hatırlanacağı üzere, karikatürlerde “mavi” rengi işaret eden durumlarda “halkın kafasını karıştırma” mitinglerinde başlardı, görüyorsunuz değil mi sevgili vatandaşlarım, adamın gözünün mavi olduğunu söylüyorlar ya, aslında “anayasaya hayır oyu” verin demek istiyorlar, vs vs…

Fıkra; Adamın birinin lakabı ördekmiş. Arkadaşı da havaya bakıp “hava bulutlandı” demiş. Bunun üzerine lakabı ördek olan arkadaşı sinirlenmiş “Sen bana ördek dedin!” diye çekip gitmiş. Arkadaşı durdurup “Ya ben şimdi ne yaptım, ne zaman ördek dedim” diye sormaya başlamış. Neyse bizim ördek açıklamış “Hava bulutlandı, yağmur yağacak, göl olacak, su birikintileri olacak, orada kim yüzer? Ördek! Sen bana ördek dedin!”

Mesela “hırsız var” diye bağırırsan, hemen hırsızlar üstüne alınıyor… Mesela, ayakkabı kutusu taşırsan, ayakkabı kutusunu başka amaçlarla kullananlar alınıyor… Şimdi yobazlar diyorsun, hemen alınıyorlar, faşist diyorsun hemen alınıyorlar… Yobaz değilseniz ya da faşist değilseniz neden alınıyorsunuz, değil mi? Ya da siz de kalkın yaşasın yobazlar deyin, yaşasın faşistler deyin, değil mi?

Aşağıda, konuya yönelik okuduğum 2 ayrı kitaptan, 2 ayrı öykü bulunmakta olup, yukarıda dediklerimizin teyidi babında yaşanmış ve oldukça etkilidir…

“DİK DUR DEVRİMCİ OL” adlı kitabın yazarı, Hasan Kaplan, 12 Eylül askeri mahkemelerinin, “Ali kıran, Baş kesen” olduğu dönemde, her nasılsa bu mahkemelerde görev yapan ama “illaki hukuk” diyen onurlu bir hâkim Arif Hikmet Korkmaz’ın sıra dışı tutumunu anlattıklarından bir kesit…
Mahkemede tanık olarak dinlenen bir polis; hakimin soruları üzerine,  sanıklardan birini kast ederek,
“Efendim bana faşist dedi”
Hâkim
“Nereden biliyorsun sana dediğini?”
Tanık;
“Bana dedi efendim.”
Hâkim;
“Oğlum nereden biliyorsun sana dediğini?”
Tanık, ellerini önündeki kürsüye iyice yerleştirerek, öne doğru abanıp, gözlerini kısarak; Hâkim’e baktıktan sonra, sesini kalınlaştırarak, ağır, her sözcüğün arasına uzun boşluklar koyarak konuşmaya başladı:
“Efendim, bunca yılın tecrübeli polisiyim. Emekliliğim geldi. Yıllarca, Türkiye'nin her yerinde görev yaptım. Ben bilmem mi? Kime “faşist” dendiğini.”
Hâkim; polisin, bu kendinden emin tavrı karşısında; onun “bana faşist dedi” dediği sanığa, dönerek;
“Sen sanığa faşist dedin mi?”
Sanık ayağa kalkarak; yüzünde alaycı bir tebessümle;
“Efendim faşiste, faşist demeyeceğiz de ne diyeceğiz? Ayrıca sizin de, tanığa “nereden biliyorsun sana dediğini” diye sormanıza gerek yok. Bakın; tanık kendinin ne olduğunu biliyor.”

“TARİHLE SÖYLEŞİLER 2” adlı, sözlü tarih çalışmaları gerçekleştirilen kitapta, Halil İbrahim Arı anlatıyor bölümünden bir öykü…
Bizim için çok önemli şenliklerdi. Ankara’dan Hakkı Zaptçı, Alper Usal, Ali Asker geldiler. Fatsa Çocuk Korosu, Hacıbektaş'tan semah ekibi geldi. Çok ilginçtir, Pir Sultan'ın köyünde üçbin kişilik bir şenlik düzenledik. Ne yapıldı ama? Yıldızeli’nden Pir Sultan köyüne gelirken bir ana şose var. Pir Sultan köyü sağda biraz yukarıda bir yerde. O yoldan ayrıldıktan sonra 1,5-2 kilometrelik yerde yol yok, traktör işliyor sadece. İmece usulüyle biz o yolu yaptık. Hakkı ve diğer arkadaşlar da başında durdu, orada o yol yapıldı bitti bir günde. Arabaların girip çıkacağı rahat bir yol oldu. Çok sayıda Sünni köyü geldi Pir Sultan Şenliğine. Çünkü Yıldızeli’nin Yıldız dağı çevresindeki insanlar onlar, onlar da sahip çıkıyorlar Pir Sultan'a, bir anlamda bizimde ozanımız bizimde adamımız şeklinde bir benimsemeleri var. Ama şunu fark ettim, “Kahrolsun faşistler” denildiği anda -mitinglerde olduğu gibi şenliklerde de millet türkü de söylüyor slogan da atıyor- Sünni köylüler tek tek ayrılmaya başladılar. Üçüncü günün sonunda bir tane Sünni kalmadı. “Kahrolsun faşistler” dendikçe kendilerini dışlanmış ve o slogan hep kendilerine söyleniyormuş gibi algıladılar. Biz bunu fark ettik, durdurmaya çalıştık ama geç kaldık.


Bu kadar alınganlık, olsa olsa doğru tarif karşısında gerçekleşir… Hallarımız aynen böyledir… Aslında hepimiz biliyoruz, ne olduğumuzu da, yüzümüze söylenince kızıyoruz…

Cumartesi, Mayıs 21, 2016

ANNE KAFAMDA BİT VAR


Sinema sanatçısı Tarık Akan; 12 Eylül Faşist darbesi öncesinde Almanya'da yaptığı bir konuşmanın, dönemin iktidar gücünün kanatları altında beslenen, büyütülen, adı görüntüde gazetecilik, aslında da kuzu postunda kurt olmanın yüksek seviyeli icraatının, bugün ortalıkta hala bir şeymiş gibi dolanan Ilıcak ailesinin yönetimindeki o zamanki Tercüman gazetesinin, konuyu bugünkü benzerlerini hiçte aratmayacak şekilde çarpıtması neticesinde yurt dışından gelişinde havaalanında apar topar gözaltına alınır. Sanatçının; gözaltında tutulduğu sürece tanık olduğu işkenceleri, işkencecilerin ruh hali ve davranışları, tutukevlerinde rezaletin ve insanlık dışı tutumları anlattığı ve "anne kafamda bit var" adını koyduğu kitabını ilk yayınlandığı yıllarda okumuş idim. Bugünlerde ciddi manada muhalif görüntüsü veren, muhaliflerin sözcülüğüne soyunduğu iddiasını ortaya atan ancak aslında o günde, bugünde, tam anlamı ile aynı düşünen, davranan ve yaşayan, sadece popüler davranma uzmanlığı hiç eksilmeyen ve de bu yönünü istikbaline tahvil etme uzmanı olduğu asla ve kat'a tartışılamayacak olan Uğur Dündar ile ilgili bölümü anımsadım, ilk baskısını okuduğum kitabı kütüphanemde bulup, aşağıdaki bölümü kendisine yönelik hafıza tazeleme babında aktarıyorum. Sanatçının anı kitabı, son derece sade ve basit kaleme alınmış olup, çokta hafızalarda bir edebi değer olarak yer almayacak bir kitap olmakla beraber, insana değer veren ve insanı seven, zihni memleket meseleleri ile meşgul olan, etrafında olup bitenle ilgili olan, hülasa iyi bir vatandaş olma iddiasındaki iyi bir kişinin kitabıdır diye değerlendirilmelidir.

"Saat 10 dolaylarında ilk kez gördüğüm bir polis hücreye geldi:
"Hadi bakalım Tarık, gel!"
Elim ayağım kesildi. Midemden yola çıkan ılık bir yumru tüm bedenimi dolaştı. Yutkundum. Hüseyin'le göz göze geldik; bakışlarımızla vedalaştık.
Ayakkabılarımı giydim. Polis koluma girdi. A'nın kulübesinin yanındaki büyük demir kapının yanında yüzümü duvara çevirdi, gözlerimi bağladı. Demir kapı açıldı. Polis koluma girdi, yürüdük. Ara sıra, "Merdiven var"/ "Merdiven bitti" gibi şeyler söylüyordu.
Durmadan yürüdüm. Günlerce hiç hareket etmediğim için soluk soluğa kalmış,yorulmuştum. Yanımdan geçenlerle birkaç kez çarpıştık.
"Başını eğ" Başımı eğiyorum. "Basamak" ayağımı kaldırıyorum. Sonunda durduk. Gözlerimi açtılar. Bir yazıhanedeyim. Her yer lambri kaplıydı. "Müdür" yazan bir kapının önünde dikiliyorduk. İçeriye birileri girip çıkıyordu. Sonunda beni de içeriye soktular. Müdür T. masada oturuyordu, tam karşısında Uğur Dündar duruyordu. Onu Bakırköy'den tanıyordum. Kapının yanında ayakta dikildim, ama hiç halim yoktu, sırtımı duvara yaslamıştım.
Uğru bana döndü:
"Geçmiş olsun Tarık"
Müdür mesafeli bir yakınlık göstermeye çalışıyordu.
"Nedir bu halin Tarık, perişan görünüyorsun?"
"Aşağısı bit ve pire kaynıyor, geldiğim günden beri ne sorgum yapıldı, ne bir şey."
Müdür;
"Oğlum biraz dayanıklı ol. Bak aşağıdaki i.n.lere, ne kadar dirençliler."
"İnsanlıkdışı koşullarda yaşayıp etkilenmemek dayanıklılık ya da dirençlik sayılmaz ki. Hepimizin yaşamları kısıtlandı. Körü körüne bir bekleyiş içindeyiz. Katlanmak her geçen gün zorlaşıyor. İnsanca tepkiler vermekten vazgeçmeye dayanıklılık diyorsanız, gerçekten de dayanıklı değilim öyleyse. Artık, nereye gönderileceksem gitmek istiyorum; hapishane ya da her neresiyse."
Müdür;
"Oğlum sana iyi davranıyorlar değil mi? Aşağıda sana sıcak yemek söyleyeyim, biraz beslen, kendine gel. Senin sinirlerin bozulmuş, böyle olmaz."
O sırada kapı açıldı. Bir polis,
"Müdürüm çözüldü, ötmeye başladı," dedi.
Müdür hemen yerinden kalkıp hızla dışarı çıktı.
Ben Uğur'la odada yalnız kaldım. Yıllar sonra ilk kez karşılaşıyorduk. Aramızda bir dostluk, arkadaşlık olmadığı gibi gençliğimizde yumruk yumruğa kavga etmişliğimiz bile vardı. Soğuk bir hava ve yapmacık jestler aramızda dolandı.
"Tarık, benden istediğin bir şey var mı?"
"Yok sağol."
"Ben TRT Genel Müdürü olacağım; nezaket ziyaretine geldim. Dışarıda herhangi birisine söylemek istediğin bir şey varsa yardımcı olabilirim."
"Yok, teşekkür ederim."

Sonraları; ilgili ve bilgili çevrelerde iyi bilinen, 12 Eylül Faşist darbesinin lideri Kenan Evren ve Uğur Dündar arasındaki iyi ilişkiler sürdü gitti, TRT Genel Müdürü olamadı ama hep akıllarda kaldı, şüphesiz yukarıda yaptığım alıntı ile herhangi bir şeyi tebarüz ettirmek istemiyorum, o gün gözlenen durumun mezkur muhterem için "yürü ya kulum" sürecinin bir başlangıcımıdır bilemeyeceğim ama bugünlerden bakınca birden bu okuduğumu hatırladım ve paylaşayım dedim. Çünkü; 12 Eylül faşist darbesinin lideri Kenan Evren'in; mezkur muhtereme gönderdiği bir mesajda; "Söyleyin bizim Uğur'a restoranlara, fırınlara ve fırıncılara göz açtırmasın" direktifinin var olduğu iddiası hala hafızalarda sımsıcaktır. O günlerin popüler programı "Arena" ise şimdilerde "halk arenası" haline evrilmiştir, günün önemine binaen...

Cumartesi, Mayıs 14, 2016

19 MAYIS, BAŞLANGIÇTIR


Türkiye Cumhuriyetini kendi ülkesi gibi görmeyenlerin, Cumhuriyeti içine sindiremeyenlerin,  1919'u "yeni Türkiye'nin" başlangıcı görmemesi, görememesi de son derece normal ve anlaşılabilir bir durumdur... Yeni bir sıçrama, yeni bir nizam, yeni bir anlayış ifade etmesi hasebiyle Cumhuriyetin tarihi oradan başlar, ister biz beğenelim, ister beğenmeyelim... Şimdi ki proje de gerçekleşir ise ve değişimi gerçekleştirenler de kendi tarihlerini oradan başlatabilirler, sakıncası yok... Türkiye Cumhuriyetinin tarihi elbette ki 19 Mayıs ile başlamaktadır, bakmayın siz öyle bazı "bildiği yanıldığına yetmeyen" cahil-i anudların ve katıksız ve kadim Cumhuriyet hasımlarının, Cumhuriyet tarihini kendi kafa ve meşreplerine uygun tarihlerde başlatmalarına, bunun bir sakıncası yoktur, hatta olmadığı gibi de tarihin kendine has yazılışını, ne değiştirebilirler ne de durdurabilirler.

Neden mi 19 Mayıs başlangıç sayılır? Çünkü; Köhnemiş, taassuplar ile memleket yönetilemez hale gelmiş, "Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi" Devlet-i Ali'nin yönetimini ele almış, memleket baştan aşağıya işgal edilmiş ve memlekette iktidarı elinde bulunduranlar gaflet ve delalet ve hatta yer yer hıyanet içerisine girmiş, iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emellerine tevhit etmiş, vs vs. işte tam da bunlara, karşı duruş, karşı çıkış anlamında ve yeni nizam plan ve düşünceleri ile yola çıkış olması hasebi ile başlangıçtır... Muktedir-i Osmaniyenin, durumu fark eder etmez, saldırıları ve karşı propagandası boşuna değildir, kimse kalkıp "kurucu kadroları" yeni bir nizam kurun, devlet-i Ali'yi kefere elinden kurtarın diye destekledi demesin, gülünç olurlar, komik olurlar, bu uğurda da yalan yanlış deliller üretmesinler, kimse inanmıyor, inanmayacaktır da... Bu ister kabul edile, ister edilmeye... Evet; 19 Mayıs bir başlangıçtır, bilmeyenlere ya da içlerine sindiremeyenlere söyleyeyim, Cumhuriyeti de hedefleyen Ulusal Kurtuluş savaşı başlangıcı olup, fikrin ve alınan kararın 1 numarası olarak Mustafa Kemal Atatürk'ün, davaya ve plana inanan kadro ile birlikte milli hakimiyeti esas alan, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türkiye Cumhuriyeti kurmak için yürüttüğü uzun ve meşakkatli yolun ilk adımıdır...

Gerçek "Yeni Türkiye" 1919 ile başlamıştır. Çünkü yeni bir proje olarak planlanmıştır, ve de başarılmıştır... Bugün, 1919 ile başlayan ve sonunda Cumhuriyetin kuruluşu ile sonuçlanan sürece tukaka diyen zihniyet, tabii ki ve doğal olarak ve birikmiş büyük öfke ve kinin ilhamı ile, eskiye duydukları özlemin şiarıyla yola çıktıkları ve gerçekleştirdikleri abuk ve subuk durumlara "Yeni Türkiye" diyeceklerdir, bunun bizim bildiğimiz tarih adına hiç bir önem-i harbiyesi yoktur. Siz bakmayın, yandaş ve candaş yayınlarda ve TV'lerde,  menkuliyetleri ancak kendilerinden olan ve kendilerine tarihçi diyen embesil ve debillerin bilgiç bilgiç konuşmalarına, bunların tarihçilikleri vaka-i nüvisçilikten öte değildir ve de olmaz da... Bunlar sadece misyonları gereği, verdikleri destek ve aldıkları ulufe ile sınırlı ve sorumlu bilgi sahibidirler, tıpkı öncülleri vaka-i nüvisler gibi, yarın öbürgün bunları kimse hatırlamayacaktır ya da eğer  yazdıklarına bakarlarsa da iç bulantısı ile bakacaklardır. Bu iddiamı abartılı bulanlar lütfen hafızalarını biraz zorlasınlar bakalım kaç tane vaka-i nüvis adı hatırlayacaklar...

"Biz Anadolu’ya ne silah, ne cephane götürüyoruz; biz ideal ve iman götürüyoruz" diyerek İstanbul'dan ayrılan kadronun, sadece bir kurtuluş savaşı planlamadığı da anlaşılmış olmasından ve kelamın bizatihi kendisinden bile yeni bir nizam hedefi konulduğu anlaşılmaktadır.

Eğer tarihteki savunmalarla ya da saldırılarla yeni dönemler başlasaydı, her meslekten ademoğlunun kendi meşrebine uygun tarih başlatması mümkün olabilecekti, lakin konu bu embesil ve debillerin anlattığı gibi değildir... Olamaz da... Mesela, futbolla yatıp futbolla kalkan idyotlar da kalkar; Türkiye Futbol Milli takımının dönem itibariyle dünyanın bir numarası İtalya ile yapılan müsabakada İtalya'nın tek kale oynadığı ama kalesinde devleşen Sabri'yi geçemeyişini, başlangıç noktası alırlar, Allah muhafaza, hafazanallah... Konuların bu kadar sulandırıldığı yer ve durumda, ciddiyetin kaçışı, plan sahiplerini de gelir bulur ve faturayı ibraz eder bir gün, bu nedenle lütfen biraz ciddiyet, lütfen biraz vicdan, lütfen biraz ahlak, lütfen biraz etik... Beğenilmiyorsa da saygı duymanın tam da yeridir bu tür durumlar...

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş önderlerinden Mustafa Kemal Atatürk, Osmanlı muhiplerince hiç sevilmediğini ve tasvip edilmediğini bildiğim, "Gençliğe hitabında" o günleri nasıl tasvir etmektedir, bir bakalım... Şimdi birileri çıkar, yahu emellerine mütenasip bir tasvirdir bu, diyebilir, lakin dünyanın tüm aklı başında ve takdir toplamış tarihçilerinin de ortak görüşü bu yandadır... Aksi durum hamamda türkü çığırmaktır, adama sesi çok hoş gelebilir... "Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-u zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir."

Beğensen de böyle, beğenmesen de... Aha da bu böyle biline...

Pazar, Mayıs 08, 2016

KARIŞMAYIN BE Bİ YAŞAYALIM


90 lı yılların başı Adana'da çalışıyoruz, proje bir Hollandalı, Bir Almanyalı ve bir de Türkiyeli 3 firmadan oluşan konsorsiyum tarafından yürütülmekte, projenin genel yönetimi ise Hollandalı firma tarafından yapılmakta ve bu uğurda da yönetimi gerçekleştirmek için projede Hollandalı mühendisler de görev yapmaktaydılar. Proje uygulaması da benim çalıştığım yerli şirket STFA tarafından yapılmakta idi...

Bir gün kapı çalındı, içeriye bizim sekreterlerden birisi ile Hollandalı bir mühendis geldiler, hal hatır vs gibi rutin muhabbet sonrasında, mühendis muhteremin gönlü sekretere, sekreterinki de mühendise düşmüş ve evlenmeye karar vermişler, bizde bu gözle etrafa bakmadığımızdan en son babalar duyar misali gelişmeleri en son duymuş olduk. Kendilerinin kararına bizim bir şey deme konusunda bir haddimizin olmadığı bir tarafa, onlarında bilgilendirme dışında bir amaçları yoktu. Biz tam hayırlı uğurlu olsun, mutluluklar diler iken, tekrar kapı çalındı ve içeriye bizim teknik ekipten bir Mühendis girdi ve destursuz oturdu. Mezkur mühendis arkadaşın istihdamında bir dahlim olmadığı için, adamın dünya görüşüne ancak destursuz dahil olduğu muhabbet esnasında vakıf olabildim ve maalesef muhterem kesif bir yobaz ve tarikatçı imiş. Destursuz oturdu dedim ya, otursa sadece, konuya da balıklama daldı; yok efendim, bir Müslüman bir başka dinden birisi ile evlenirse, diğer dinden olan kişi behemehal Müslüman olurmuş, başka dinden olan erkek ise eğer, Müslüman olması da yetmiyormuş, "sünnet"te olmalıymış, imam nikahı yapmaları gerekirmiş, Müslümanlık hak diniymiş son dinmiş, Hıristiyanlık banalmış, batılmış, şöyle bir yaşam planlamaları gerekirmiş, böyle bir ortam da yaşamaları gerekirmiş, vs vs... Anlatılanlardan dinleyenler sıkılmış, anlatılanlar eften püftenmiş, yapılması gerektiğini istediği şeyler kişisel seçimmiş, bu kadar detaylı anlatmak için zemin uygun değilmiş, başkaları kendisi gibi düşünmüyor olabilirmiş, ne keder, ne tasa, ne gam, muhteremin derdi değil, hele kendisine de kimse ilişmeyince, freni de tutmayınca, anlattı da anlattı... En sonunda; gelin adayı sekreter kızımız; size ne oluyor da, siz kim oluyorsunuz da bunları söyleme hakkı ve yetkisi görüyorsunuz kendiniz de diye çıkıştı, sıkışınca, muhterem daha da ısrarlı ve üst perdeden anlatmaya başlayacaktı ki, damat adayı mühendis; "bana ne Müslümanlıktan, bana ne Hıristiyanlıktan, umurumda değil ne benim kendi dinim ne de senin dinin, ben seviyorum ve de evleneceğim, sana da konuşmak düşmez, kes" dedi, ilk ciddi tepki karşısında biraz da olsa kendine geldi ama; adam durur mu... Neyse artık müdahale ettim, ne için geldi ise, gereğini yapmasını istedim, konu kapandı...

O günlerde, çokta aptalca gelen bu davranış, bu kibirli öğretmen tavrı, inancın tek taraflı okumaya ve üflemeye dayalı olması hali, insanları sinir ederken, kim bilebilirdi ki, bugün topluma dayatılan bir yaşam biçimi haline gelsin... Şimdi her gazete köşe başında, her TV kanalında bir sürü ne idüğü belirsiz hayta, softa, güne hiçte uygun düşmeyen, saralı beyin ifrazatlarını topluma hiç bilinmedik toplum nizamı diye kakalamanın peşinde, peşinde diyorsam da sakın ola ki gerçekten inandıklarını düşünmeyin, samanın altından giden suya türban giydirme peşinde olanların goygoyculuğudur tüm bu olanlar. Topluma, sanki bugüne kadar mağaralarda yaşayan taş devri insanı muamelesi yaparak, yeni nizamı anlatmaya çalışıyorlar, el insaf be, bırakmıyorlar insanları kendi özel hayatlarını kafalarına göre yaşasınlar, laaaa bi bırakın da insanlar kafalarına göre yaşasınlar...

Yeni nizam dedikleri de; yaklaşık okulda, yurtta, kursta ya da cezaevinde yaklaşık 1.000.000 çocuk tacizinden söz edilir, 5.000 e yakın çocuk okul yerine cezaevlerinde, yaklaşık 1.000.000 çocuk işçi, iş kazalarında ölen yaklaşık 300 çocuk işçi, yaklaşık 2.500.000 evsiz barksız sokaklarda yaşayan çocuk, çocuk pornosunda dünya sıralamasında 2. sıra ve her gün nerdeyse 5 kadının öldürülmesi olsa gerek, aha da bu da bize kapak olsun... Çalışan kadın fuhuş hazırlığı yapıyor, kadınlar dövülebilir, kadınlar aç kalmış kocaları tarafından yenilebilir, 7 yaşında kız çocukları evlenebilir, nişanlı gençler el ele dolaşamaz haramdır, cinsel ilişki sırasında şeyhinizi düşünün, oruç tutmak cinselliği arttırır, kayınvalideyi öperken cinselliğe kapılmayın, 7 yaşındaki kız ile babanın nikahı dine aykırı değil, annenizin diz kapağının üstü tahrik unsurudur, cinler ile cinsel ilişkiyi düşünebilen, bir noktaya gelmek... Sanki lut kavmine dönüştük, her taraftan ahlaksızlık ya da teklifi patlıyor, Allah selamet versin...

İyi güzel de, be birader; bu ülkeyi nerdeyse son 70 yıldır siz yönetiyorsunuz, nesinden memnun değilseniz, değiştirdiniz, hala daha değiştirmekten söz ediyorsunuz, değiştire değiştire, canım Yurdum, oldu size, çocuk işçi cenneti, çocuk gelin cenneti, kadınlara şiddet uygulama cenneti, ucuz işçi cenneti, sokakta yaşayanların cenneti, tinerci çocukların cenneti, evsiz barksız insanların cenneti, vakıflar cenneti, badeleme cenneti, kayırmaların cenneti, yalanın dolanın cenneti, vs vs... Gelinen nokta da tam da beklenen nokta; bravo, kadın eli sıkılırsa abdest bozulur diyen gavatların badelemenin bir keresinde hıyr vardır demesine, evrildi... Adalet yok, bilim yok, hukuk yok, eşitlik yok, sevgi yok, saygı yok, hülasa insanlık yok, savaş var, badeleme var, cinayet var, ırkçılık var, dincilik var, çocuk istismarı var, kadın istismarı var... Yahu Allahaşkına bi bırakın artık, bir şeyi değiştirmeyin...

Pazar, Mayıs 01, 2016

EKSİK EVRAK


Canım Yurdumda gün geçmiyor ki; bir yolsuzluk haberi olmasın, bu haberler doğru mudur değil midir tabii ki bilinmez, belki tamamı doğru belki de değil, bilemiyoruz, ancak tespiti teyit babında, kapatma, üstünü örtme ya da önemsiz bir şeymiş gibi gösterme hatta bu kabil kanıtlamaların bolluğu, aksinin nerdeyse hiç olmayışı, uzmanlara göre suçluluk ispatı kabilindendir. Peki, bu kabil üçkağıtçılık, dolandırıcılık, yolsuzluk ve alavere dalavere işleri yeni mi zuhur etti, şüphesiz hayır, bidayetten beri vardır ve olacaktır da ne yazık ki... Çünkü insanın olduğu yerde hele bir de üstüne üstlük, insan egosuna tavan yaptıran, her türlü haksızlık, kayırmacılık, eşitlik yoksunu davranışları fıtratında bulunduran kapitalizm söz konusu ise, o ülke tam bir cennettir bu anlamda... Hele de insanın; yalakalık, yağcılık ve biat etme kültürünün "embedded" edildiği makus ortamda, dün zam denilerek itham edenlerin, pozisyon değişince fiyat ayarlaması sözcüklerini lügatlere ilave etmesinin makul sayılması da göz önüne alınınca, insanın kişisel olarak gözünün karararak her şeyi yapıyor olması çokta sürpriz bir sonuç değildir... Artık palavralar, kutularda saklanan paralarla imam-hatip okulları yapılma ifratına da varır, varması da normaldir, ve de ilaveten "cahiliye dönemi düşünceleri" de olan bir kıymetli vatan evladının da buyurduğu üzere, insanın kardeşlerini, akrabalarını, eş-dostlarını, liyakat aranmaksızın hatta yönetmeliklerin arkasına sığınılarak, şeytana pabucunu ters giydiren enşeytanca fikirlere ve iddialarla yol açacak şekilde dinen kayrılmasının uygunluğuna vardırılır konu... Çok şükür ki, dine uygun, hatta caiz bir durum söz konusudur...

Bilindiği üzere Canım Yurdumda, 25/5/2004 tarihli ve 5176 sayılı Kanunla kurulan "T.C. Başbakanlık Kamu Görevlileri Etik Kurulu" diye bir kurul var ve bu kurul kendine, "Kamu görevlilerinin uymaları gereken saydamlık, tarafsızlık, dürüstlük, hesap verebilirlik, kamu yararını gözetme gibi etik davranış ilkelerini Yönetmeliklerle belirlemek ve uygulamayı gözetmek, Etik davranış ilkelerinin ihlâl edildiği iddiasıyla resen veya yapılacak başvurular üzerine gerekli inceleme ve araştırmayı yaparak sonucu ilgili makamlara bildirmek, Kamuda etik kültürünü yerleştirmek üzere çalışmalar yapmak veya yaptırmak ve bu konuda yapılacak çalışmalara destek olmak, 3628 sayılı Kanuna göre verilen mal bildirimlerini gerektiğinde incelemek, Kamu görevlileri için hediye alma yasağının kapsamını belirlemek ve en az genel müdür veya eşiti seviyedeki üst düzey kamu görevlilerince alınan hediyelerin listesini gerektiğinde her takvim yılı sonunda bu görevlilerden istemek" gibi son derece güzel vazedilmiş bir görev tarifi yapmıştır.

Yolsuzluk, soygun, kayırmacılık, peşkeş çekme, göz yumma vs gibi olumsuz davranışların; insanın, 1. paragrafta zikredilen ahvaldeki beyana mütenasip, insani hata ya da zaaf olarak değerlendirilmesi mecburidir ancak herhangi bir başvuru karşısında, hiç bir şey yapmamak ya da şikayet konusu olayı örtbas etmek ya da örtbas edilmesine yönelik çaba göstermek ise, bugüne has bir olay olup, durumun vahametini arttırarak kurumsal ve sistematik hale dönüştürmektedir. Yoksa "insan beşer, elbet şaşar" atasözündeki duruma itiraz etme çabası değildir, gereği yapılmazsa kurumsallaşır ve sonra Allah muhafaza vaziyetin izahı için sakallı, cüppeli, sarıklı, kazaklı, sülüklü, sakalsız vs vs bir dolu insanı "mele" kadrosundan müftülüklerde istihdam etmek zorunda kalırız. Dini bu konulara sokmadan halletmenin yolunu bulmak zorundadır ilgili muhteremler...

Kamu Görevlileri Etik Kurulu’nun, 2015 yılı Faaliyet Raporu açıklanmış ve mezkur rapora göre de, asayiş berkemal imiş... Ulusal basında konu uzunca yer aldığı için, detaylı anlatmaya gerek yok... Diğer taraftan; OECD Yolsuzlukla mücadele grup başkanı; canım yurdumu, "yolsuzluk algılama değerlendirmesi sıralamasında" 66. sıraya yerleştiriveriyor ve bu anlamda Senegal, Ruanda ve Uganda'dan daha beter bir tabela oluşuyor.

Bu baptan olmak üzere, yolsuzluk ve kayırmacılık üstüne ihbarlar ve haberler olmaksızın gün geçmiyor ise, yine yukarıda bahsedilen konularla ilgili görev yapmak üzere ihdas edilmiş kurum da, görmeme ya da aklama kabilinden soruşturma sonuçları yayınlıyorsa, demek ki tuz da kokmuş... Zaten iddiaların asılsız olma ihtimali akla da uygun düşmüyor, konu ile ilgili harika fıkralar ve hikayeler uydurma kabiliyetine haiz necip milletimizden de bu kabil davranış beklenmez ve mezkur fıkra ve hikayelerin esin kaynağı olan davranışları itina ile icra eder. Bunların en ünlüsü ise; belki de herkesin bildiği, "eksik evrak" hikayesidir, malum; vatandaş bir iş için bir kamu dairesine iş takipçisi vasıtasıyla baş vurur, sürekli eksik evrak var diye talep sonuçlandırılmaz, artık gecikmeden canı iyice sıkılan vatandaş bizzat ilgili makama gider ve eksik evrak nedir diye yetkililere çıkışır. Vatandaşı ilgili departmanın müdürüne çıkarırlar, vatandaş başlar müdür ile konuşmaya, müdür dosyayı açar ve vatandaşa der; "14 ocak 1970 tarih ve 1211 sayılı kanuna uygun tanzim edilen evrak eksiktir"... Kendi müracaatının ve talebinin bu kadar önemli olmadığını düşündüğünden olsa gerek anlayamadığı evrak nedir diye ısrarla söyleyince, müdür cüzdanını açıp içinden çıkardığı bir adet 100 TL'nin üstünde yazan ibareyi gösterir... Artık eksik evrak anlaşılmıştır... Allah selamet versin...