Cuma, Aralık 09, 2016

YETMEZ AMA EVETÇİLER; ALLAH SİZİ AFFETSİN

2010 referandumunda; "yetmez ama evet" hareketi, "yeni anayasa değişikliklerini" desteklediğini açıklayan, aslında da illizyon yaratmak için "içimize sinmiyor" ile başlayan  ve de necip milletimizin sürekli tavrı olan, kötünün iyisi tercihi ile sırlanan davranışına mazhar olmayı hedefleyen ama aslında tam tamına en güçlü zehiri en tatlı şey ile sıvayıp hap haline getirmenin bir versiyonudur. Aslında o tarihte de beyan ettiğimizi bugün bir kez daha söylemekte yarar var, o sloganın ya da reklam repliğinin şekli şöyle olsaydı, "yanlış ama yine de destekliyorum", bugünkü nedametin hatta "mayın eşeği" olduklarının ikrarı daha samimi kabul edilebilirdi.
Bilindiği üzere; bugünümüzün temelinin atıldığı o günlerde, anayasa değişikliğinin halk oyuna sunulduğu biçimine, düşünmeksizin evet diyen bölümün dışında kalan, muhalif, aykırı, ikircikli ya da kararsızın oyunu da illüzyon yardımı ile aynı mecraya akıtmanın 2 yolu vardı, bunlardan birincisi, aslında onlardan ama sanki bunlardanmış gibi görünen zevatın öncülüğünde, 12 Eylülcülerin yargılanacağına inanan ya da inanmış gibi görünen reklam içerikleri ile oluşturdukları cephe; "yetmez ama evet" idi diğeri ise malum "boykot"... Aslında her ikisinin de son tahlilde birbirinden bir farkı yoktu ama, hedef kitlelerin farklılığı bariz olunca sözde bariz farklı 2 başlık açılması gerekiyordu... Konunun her türlü detayını daha dün imiş gibi herkesin hatırladığını düşünerek konunun bu tarafını kapatıp, gazetemizin patronu Aydın Korkmaz'ın, uzunca süredir kendisine, "bizi de kandırdılar, Allah bizi affetsin" demesi gerektiği konusundaki baskımdan usandığı ve aslında kandırılmadığını ama ikna olduğunu beyan eder bir cevabi yazısı üstüne bende cevap hakkımı kullanıyorum. Gerçi "kandırılmadım" yerine "ikna oldum" sözünü koyarak durumu kurtaramadığını anlattıkça daha da direngen bir hale geçen ve savundukça abuklaşan durumu üstüne söylenecek çok şey var şüphesiz, ama başlangıcın da çocukça bir savunma olduğunu söylemekle başlayayım. ee değil kaka...
"Yetmez ama evet"çilerin 2 önemli (aslında önemsiz) temsilcisi durumundaki Sezen Aksu ve Oral Çalışlar'a bakalım ne demişler o gün itibariyle... SEZEN AKSU; "Tabii ki evet diyeceğim. Dört dörtlük, çok daha kapsamlı ve özgürlükçü nihai şeklini alana kadar da evet demeye devam edeceğim", ORAL ÇALIŞLAR; "Statüko’nun rüzgarına kapılmayın" diye söyleyerek gururla "Yetmez ama evet'çi olduğunu açıklamıştır.... Nasıl iddialı ve gurur dolu bir duruş, emin olun konuyu bilmesek yutturacaklar ama, peki, yutanlar olmadı mı, evet oldu hem de çok fazla miktarda... O zamanlar diyorduk, Kozanlı ve Kadirli'lilerin yılan ile çuvala konulma hikayesini, gülüyordu bu zevat, deee haydi şimdi de gülün... Şimdi dörtdörtlük özgürlükçü ve aynı zamanda statükodan kurtulmuş bir anayasa sahibiyiz, sayenizde... Peki bu zevatın söyledikleri ile, Gazetemizin patronu Aydın Korkmaz'ın söylediklerinde öz olarak ne fark var, kocaman bir hiç...
Yetmez ama evetçilerin bilahare "akil adamlığa" evrilmesini müteakip, bu ekibin en şanlılarından biri, Baskın Oran, geçenlerde verdiği mülakatlarda durumu en yalın, en anlamlı ve herkesin çok kolay anlayabileceği biçimde ortaya koyar, "Mayın eşeği gibi kullanıldık"... Bu kelam üstüne kelam olmaz gayri... Buradan kelli genel manada söylenecek çok şey yok...Bunların siz bakmayın öyle anlı şanlı analizler yapıyor görünmesine, ülkenin uzun vadede çıkarlarının tespitini iyi yaptıkları iddiasına, bunlar 6 yıl sonrayı bile göremezler ve de göremediler, hatta daha iddialı söyleyeyim bunların 6 ay sonrasını görebilme kapasiteleri bile tartışmalı... Çakralar kapalı olunca, akıl ne yapsın... Allah kimseyi "bilimsel engelli" yapmasın, ne diyelim ilaveten...
Kandırıldım demekten neden bu kadar ürküyorsun ki Aydın Korkmaz; kandırılanlar kötü niyetlerinden kanmazlar, tam tersine iyi niyetlerinden kanarlar ve kandırılırlar, asıl kandıranlar kötü niyetlidir... Ayrıca tarihimiz bu kulvarda kananlarla doludur, bak birkaç tane örnek yazayım da içini serin sular ferahlatsın... Bu manada ilk kandırılanlar; Medine'deki Yahudiler olmuştur, sonra TKP'nin öncüleri kandırıldı, sonra sizin öncülleriniz DP (demokrat parti) tarafından kandırıldı, sonra İran'lı TUDEH'çiler, Mücahitler, daha sonra vs. vs... 
Nişanyan Etimolojik sözlük bak ne diyor; "kandırılmak" için; ETü: (Uygurca Maniheist metinler, ö.900), "közünürteki küsüşleri kandı (bu dünyadaki arzuları tatmin oldu)", ETü: (Kaşgarî, Divan-i Lugati't-Türk, 1073), "ol sūwdın kandı (suya doydu), ol meŋi suwka kanturdı (beni suya doyurdu)",  ETü kan- doymak, tatmin olmak, inanmak, Not: Karş. Moğ kanu- "doymak, tatmin olmak, inanmak".
Bu sonuç ile senin anlattıklarını karşılaştırınca anlıyorum ki, siz doymuşsunuz, olmadı tatmin olmuşsunuz ya da senin ifaden ile ikna olmuşsunuz... Allah başka keder vermesin size demekten başka çare bırakmadın bana... Bunları düşündükçe de aklıma nedense hep "Fadime" gelir aklıma, güzel yeşil gözleri yaşlarla dolu dolu vaziyette, "Allah yolunda olduğunu söyleyip, beni kandırdı" diyerek TV lerde endam gösterip, meşhur Kalkancı ve Gündüz hocaefendileri hedef tutardı... Vay ki vay... Hay Allah Aydın Korkmaz, sen savundukça aklıma neler geliyor neler, bak gördün mü... Hem Fadime, hem de siz korkarım ki, hem ağlayıp hem giden geline benziyorsunuz, biliyorum biraz ağır oldu ama vallahi daha hafifini bulamadım, özür dilerim, senden değil gelinlerden ama...
Yazımı Neyzen Tevfik'ten bir beyit ile tamamlayıp, yazının devamı haftaya diyeyim.

Türkü yine o türkü,
sazlarda tel değişti,
Yumruk yine o yumruk,
bir varsa el değişti!

Pazar, Aralık 04, 2016

ONBİNLERİN DÖNÜŞÜ ANABASİS-1

Ksenefon, Anabasis Onbinlerin dönüşü adlı, seyahatname ve askeri günce sayılabilecek kitabında, Manisa’nın Salihli ilçesinin batısındaki antik Sard şehrinden doğuya doğru yola çıkıp, Konya üstünden Anadolu platosunu aşmasını, Gülek Boğazından Kilikya’ya inip, Kuzey Suriye üzerinden Mezopotamya’ya; bugün ki Bağdat yakınlarındaki Babil’in birkaç km. yakınındaki Kunaksa' ya varışını, savaş anları ve kaybedilen savaşın ardından, dönüş için gelmiş oldukları güzergahın güvensiz olacağı düşüncesiyle, kuzeye, sırasıyla, Karduklar ve Armenia ülkelerinden geçerek, Karadeniz'e, Trabzon, Giresun, Ordu ve Sinop, oradan da batıya İstanbul'a kadar olan yolculuğu anlatmaktadır.

Mezkur kitaba, Karduklar (Kürtler), Armenia (Ermeni) ülkesi ile Trabzon'un ve birçok Karadeniz şehrinin kuruluşunun Helenler tarafından gerçekleştirilmiş olması konu olmuş diye, Milliyetçi-Mukaddesatçı cenahta kıyametler kopmakta olduğu da bir gerçektir. Neymiş efendim, "bu ülkenin sahipleri Müslümanları, kendi ülkelerinde "kiracı"; Anadolu ile hiçbir ilgisi bulunmayan Helenleri, Kürtleri hatta Ermenileri, "ev sahibi" gösteriyor diye vaveyla koparıyorlar. Bu aklı evvellere göre, demek ki, MÖ 400 yıllarında Ksenefon diye bir kefere soyu çıkıyor, bu topraklara yaklaşık 1400 yıl sonra Türkler akın akın gelecek, 1000 yıl sonra da Müslümanlar buralarda olurlar, "en iyisi ben tedbiren şimdiden yazayım" diyerek kaleme alır tüm bu yazılanları... Neyse şükür yine de, ya Ksenefon'u da komünistlere bağlasalar idi, ne yapardık... Kaldı ki; benzer gözlem ve tespitleri tarihin babası olarak bilinen Herodot'ta yapmıştır, ama bu aklı evvellere, ne gam, ne keder... Eeee tabii ki meseleyi Dağ Türklerinin karda yürürken "kart, kurt, kürt" diye ses çıkarırlardı gibisinden açıklamaya çalışanların başka bir şey üretmeleri de mümkün değildir... Allah selamet versin...

Mezkur konu ile ilgili kitabın ilgili bölümünde şöyle yazılmaktadır, Karduk ülkesi ve Karduklar için...

"Batıya giden yolun Tigres'i geçtikten sonra Lydia ve İonia'ya yöneldiğini, dağların arasından kuzeye doğru uzanan yolun ise Kardukhların ülkesine girdiğini söylediler. Esirlerin söylediğine göre bunlar krala itaat etmeyen, dağlarda yaşayan savaşçı bir halktır. Bir zamanlar bu halkı boyun eğdirmek için yüz yirmi bin kişilik bir kraliyet ordusu gönderilmiş, arazi elverişsiz olduğundan bu ordudan tek bir asker bile geri dönmemişti. Kardukhlar sadece ovaya hakim olan satrapla anlaşma imzaladıkları dönemlerde Perslerle ilişkiye geçerlermiş.
Generaller bunları dinledikten sonra farklı güzergahları anlatan esirleri gönderdiler ve ne tarafa gideceklerine ilişkin hiçbir ipucu vermediler. Ancak Kardukhların ülkesinden geçmek zorunda olduklarını düşünüyorlardı. Esirlerin söylediğine göre buradan geçerek Orontas'ın yönetimi altındaki büyük ve müreffeh bir ülke olan Armenia'ya varacaklardı. Oradan da istedikleri yöne gitmek artık çok kolay olurdu. Düşmanlar erken davranarak dağ geçitlerini ele geçirir korkusuyla, hareket etmek için en uygun zamanı öğrenmek üzere tanrılara kurbanlar sundular.
O gün de ova üzerinde Kendrites Nehri yakınlarındaki köylerde kaldılar. İki plethron (26.9 mt ye denk gelen uzunluk ölçüsü) genişliğindeki nehir Kardukh ülkesini Armenia'dan ayırıyordu. Hellenler ovayı görür görmez rahatladılar. Nehir Kardukh Dağlarının altı yedi stadion kadar uzağındaydı. Burada hem erzak boldu, hem de yaşadıkları güçlüklerin muhasebesini sakin kafayla yapabileceklerdi. Kardukh ülkesinden yedi gün süren geçişleri sırasında sürekli savaşmış, kral ve Tissaphernes'ten görmedikleri kadar zarar görmüşlerdir."

Anabasis veya Onbinlerin Dönüşü  adlı eser, Helen filozof, yazar, tarihçi, seyyah, komutan-asker, Ksenophon’un ünlü bir eseri olup, ilkçağ gezi yazıları içinde uzmanlar tarafından en önemli gezi ve tarih yazılarından sayılmaktadır, hatta o kadar ki, mezkur eser, Amasyalı Starabon’'un seyahatnamesi ile Heredot tarihinin seyahat yazıları bölümünü oluşturan eserler ile birlikte  anılmaktadır adı. Ksenophon bu eserde yazdığı tüm olayları bizzat yaşayarak ve gözlemleyerek  MÖ 400 yıllarında yazmış olup, kitap sadece günümüz için değil  kendi döneminde de çok önemsenmiş o kadar ki bazı kaynaklar, kitabın Büyük İskender'in Büyük Doğu Seferinde pusula gibi kullandığını yazmaktadır.
Kitap; İlkçağda yazılmış en önemli gezi gözlem ve anıları ve askeri günce olarak bilinmekte olup, eserin adını aldığı "anabasis" kelimesinin ise, Yunanca'da; "yukarıya doğru tırmanma, yükselme" anlamına gelmekle birlikte, bazı kaynaklarda kelimenin kökeninin Arapça olduğu ve "kılavuzsuz yolculuk" anlamına da geldiği yazılmaktadır. Kitabın gezi, savaş güncesi olmasının yanı sıra, liderlik, gönüllülük, stress altında yöneticilik, o şartlarda bile istişareye dayalı karar, hatta tüm askerlerinin bile karar için görüş ve bilgi paylaşımı, ortak karar verme, belirsizlikler, şaşkınlıklar, yılgınlıklar, umutsuzluklar, ürküntüler arasında ve de en önemlisi sürekli iaşe ve ibate konusundaki alarm ve sürekli savaş içerisinde inanç ve umut kaybının zirvesindeki insanlara önderlik, liderlik yapacaksınız hem de son derece başarılı bir şekilde, işte bunların tamamı bulunmaktadır.

Ama bana göre de, kitabın en önemli tarafı, dönüş yolunda yaklaşık 1 hafta yolculuk yaptıkları Kardukh (Kürt) ülkesinde, yiyecek teminindeki engeller ve zorluklar bir yana yoğun Kardukhlu saldırıları altında ölüm kalım savaşı vermektedirler, Helenleri ve başta da liderleri Ksenefon'u öldürmek için inanılmaz saldırılar düzenleyen Kardukh'ların bugün Ksenefon'un yazdıkları ile mezkur coğrafyada kendi varlıklarını ispatlıyorlar ya, atalarının o zaman öldüremediğine bugünkülerin şükür etmesi gerekir herhalde ve kaderin cilvesi de bu olsa gerektir...



Pazar, Kasım 27, 2016

12 EYLÜLÜN KUDRETLİ GENERALİ NEVZAT BÖLÜGİRAY

12 Eylül askeri cuntasının güçlü generallerinden, Nevzat Bölügiray, "Geçmişten Geleceğe" isimli bir kitap yazıyor ve bizde okuyoruz, tamamen günah çıkarmaya yönelik, yaşadıklarının ya da yaptıklarının ya da verdiği emirlerin ruhunda yarattığı fırtınayı dindirmeye yönelik "suç-ceza" psikolojisi ile döktürüyor. Sanki yaşadığı süreçte, en kritik görevlerde bulunmamış ilgisiz biri gibi, sanki kenarda durarak sadece izlemiş olma masumiyeti içerisinde yazıyor ama aynı kitaptan anlıyoruz ki, istihbarat yönergelerinden tutun da eğitim yönergelerinin hazırlanmasına, istihbaratçılıktan MİT müsteşarlığına oradan sıkıyönetim komutanlığına hatta sıkıyönetim koordinasyon başkanlığına kadar operasyonel görevlerde bulunmuş olup, hepsinde de taktir ve taltif görmüştür. Lakin başta benim gibi az bilgililer olmak üzere dünya alem biliyor ki, bulunduğu görevler itibari ile mezkur anlatımdaki olayın binlercesini biliyor, izliyor ve direk ya da endirek karar sahibi.
Gelelim; büyük yankı ve tartışma yaratan kitabının yazımıza konu olan bölümüne; ne diyor general, "polislerin bir sivili getirdiğini ve kendilerine teslim etmek istediklerini", teslim edilen kişi ile birlikte MAH'tan (şimdiki MİT'in öncülü) bir zarf içinde "top secret" bir mektup bulunduğunu ve mektupta "yazı ile gönderilen (...) Üniversitesi hocalarından (...), Stalin'e gönderdiği dilekçe ile Sovyet vatandaşlığına kabul edilmesini istemiştir. Kendisi, Bulgaristan sınırından, "usulü dairesinde ve kimseye gösterilmeden" sınır dışı edilecektir" diye yazmaktadır. Bir başka yerde ise; Komutanın, "Bu namussuz gibi üç kişiyi postaladık sınır dışına; ama canlı olarak değil tabii. MAH'ın yazısındaki "kimseye gösterilmeden sınır dışı edilsin" sözlerinin anlamı, "adamı yok edin" demek oluyor. Anladın mı şimdi ha?" diyerek, övendire ile dürtüyor anlamayanları (aslında anlamadım oynayanları)... Bilahare de, "öteki sınır dışı olaylarında bize yardım eden arkadaşla, Üstğm. Rıza (T) ile adamı sınıra götürdük. Tam sınıra gelince, elleri arkadan bağlı olan adama, önümüzden yürümesini söyledik. Adam, öldürüleceğini anlamıştı galiba, çok zor yürüyor, ayaklarını sürüyordu. Sınırdan Bulgar topraklarına üç, dört adım atar atmaz, hazırlayıp yanımızda getirdiğimiz ilmikli ipi hızla arkadan adamın boynuna geçirdik ve iki taraftan Üsteğmen Rıza ile var gücümüzle ipe asıldık. Ben, o arada dizimi adamın beline dayayıp güç alıyordum ve "küt" diye bir ses duyuldu; boynu kırılmıştı. Tabii "kimse görmeden sınır dışı edilmesi" için ateşli silah kullanamazdık. En sessiz ve temiz yöntem boğmaktı; biz de öyle yaptık. Sonra sınırın üç dört adım ötesinde bir çukur açtık, adamı içine atıp toprakla örttük" diyerek finali yapmakta...

Peki sonradan MİT gibi gücü sınırsız bir kurumun başına geçmesine rağmen bu yaşadığı karşısında uzun yıllar, haydi yumuşatarak "susmayı tercih eden" 12 Eylülün kudretli generali, neden şimdi bu açıklamayı yapma ihtiyacı duymuştur acaba? Peki diğer subayların bir hayli alkollü olduğu sohbet toplantısında kenarda bekleyip, içmeden ve dikkatli izleyici rolü olduğunu beyan eden muhterem, gözlüğünden, boyuna, elbiselerine hatta teninin rengine kadar pür dikkat izlediği kişiyi yani fiziğini ezberlediğini söylediği kişiyi, ki bu Sabahattin Ali ise eğer, katlinden sonra kopan fırtınaya rağmen yani gazetelerde yayınlanan boy boy fotoğraflarına rağmen hatırlayamamışsa bu saflığından mı yoksa niyetinden mi, artık sütüne kalmış bir şeydir diye konuşulmaktadır kamuoyunda. Anlaşıldığı kadarı ile, bunun Sabahattin Ali olup olmadığını bilmemesi mümkün değil... Aslında adamın böyle bir sonu hakkettiğini de sanki mefhumu muhalifinden der gibi duruyor anlatımlarında da. Diğer taraftan öldürülenin Sabahattin Ali olup olmamasının hiç bir önemi yoktur aslında... Bir insan katlediliyor, fikirlerine karşı olsan da ve sen sonra "ben ne kadar karşıydım bir bilseniz, bunlar cinayettir" açıklamalarıyla kimi kandıracağını zannediyorsun derler, ama aslında net anlaşılıyor hedef, evet, beni kandırdı, Allah beni affetsin.

Kudretli General Bölügiray'ın aleni ifşası ile "kerim devletin" "iç düşman" tarif ve tahayyülünün zirvesi olarak sırıtmakta "mezkur cinayet" ve devletin Emniyet ve Asayiş tesisi ile vazifeli kurumlarında ne kadar vazifeşinas muhteremlerin görev aldığını göstermesi bakımından da insanın kanını donduran hukuksuzluk ve yargısız infaz örneklerinden birisidir. Ayrıca dikkate değer bir başka ayrıntı da, katledilen öğretim görevlisinin, "Stalin'e bir dilekçe" ile başvurduğundan bahisle, ya bir öğretim görevlisinin böyle bir mektubun ele geçeceğini düşünemeyecek kadar düşüncesiz ya da biz okuyucuların bunu fark etmeyecek kadar andövül olduğunu ya da benzeri sudan ve uydurma sebeplerle ya da kanıtlarla insan boğazlayacak canilerin memlekette kol gezdiğini zımnen beyan etmektedir. Bu doğru ise durum vahim eğer doğru değil de kitabın yayınlandığından bu yana 2 yıl geçmesine rağmen hala konu araştırılmamış ise de daha da vahimdir, ya da töhmetim çoktur hangisine yanayım mı diyor kerim devletin yetkilileri... Diğer taraftan, MİT dönemi yöneticiliğinden ve o döneme ait uygulamalardan ve duyumlardan hatta gözlemlerinden bahsedilmiyor ise, ne düşünmemiz gerek... Soru çok bu konuda ve bu uğurda... Neyse biz yine de; Kudretli Generalin kitap çok ses getirsin, çok satsın diye böyle bir girişle kitabını yazdığı düşüncesine kapılıp 100 numara saflığımıza gömülelim.. Yoksa maazallah daha da sorgularsak, ya yalan söylüyor ya da şu anda bilemediğimiz bir nedenle subliminal mesaj veriyor diyeceğiz o da ayıp olacak... Neyse, anlatılanlar olur şeyler mi, olabilir şeyler mi, katledilen Sabahattin Ali mi, bir başkası mı, sorularını bir kenara bırakarak, kudretli generalin, kaldı ki adı da yaptığı görevler nedeniyle çok çeşitli olaylara karışmış olduğunu gösteriyor olmasını konunun uzmanlarının didiklemesine çok ciddi anlamda ihtiyaç vardır, diyelim geçelim... Çünkü tarihimiz boyunca, sınırlarda çatışma çıktı, dur dedik durmadı ketenperesine getirilerek öldürülmüş çok insan olduğu bilinmektedir, aksi taktirde vakanüvislerin tarih diye iteleme bombardımanlarına maruz kalmaya devam... 

Cumartesi, Kasım 19, 2016

AYNAROZ KADISI

Hayatları; az çalışma hatta çalışmama, üretimden tamamen azade ve zevk-ü sefaya dayalı, akılları fikirleri cinlikte, hinlikte ve yobazlıkta, sistemin kokuşmuşluğu ardına pusulanmış, bir adalet sistemi (aslında adaletsizlik) girdabında yetki, kavuk ve asa sahibi olmanın rahatlığı içinde, astığı astık, kestiği kestik bir saltanatın sürdürüldüğü devirlere ait, irade, hidayet, inayet, kudret, kumanda, nüfus, tesir ve makam nasıl bir şeydir ve nasıl ustaca ve hince kullanılır, bunların tekmili birden tek oyunda nasıl kullanılır, işte "Aynaroz Kadısı" oyunu bunların tüm cevaplarını veriyor. Mezkur oyun, Müsahipzade Celal tarafından; ki, yazar, genellikle eserlerinde, yozlaşan devlet yönetimi ve türeyen çıkarcı, işbirlikçi, dini kötüye kullanan, her şeyi kendi emellerine uygun yorumlayan din adamlarını konu edinmiştir, öncelikle Kadı ve Kilise arasında, sonrada Şeyhülislam, kadı ve davacı kilise papazları arasında geçen bir yargılama sürecini konu alır, baştan sona tam manası ile bir hiciv döktürmesi olup, iddiaları öteki dünya ve öteki dünyanın nimetlerinden faydalanma olan Müslüman ve Hıristiyan din adamları arasındaki; güç, para, mal, mülk ve kadın tutkusu yarışmasını fona alıp, önde de reşit olmamış bir Rum kızı, onun mirası, onun iştigali ve nikahı üstünden, misyonlarından nasıl ırak olduklarının bir hicvidir.

Aynaroz, Yunanistan'da manastırlarıyla ünlü ve kutsal Athios dağının bulunduğu bir yarımada olup, deniz seviyesinden de yaklaşık 2.000 mt. yüksekliktedir, ancak anladığım kadarı ile halen burası özerk bir din devleti gibi durmakta ve yine araştırmalarımda da gördüm ki, Bizans ve Osmanlı döneminde de özerkliğini hiç kaybetmemiş bir hükümranlık alanı ve yaklaşık 2.000 civarında din adamının yaşadığı söylenmektedir, çok çeşitli dillerin konuşulduğu söylenen bu manastırlarda ne yazık ki rahibelere yer yok ve de halen de kadınların ayak basamadığı "Avrupa Birliği" içerisinde yer alıp, üstelikte Aynaroz'un adının da "Bakire Meryem Bahçesi" olduğu söylensin... Özerk Aynaroz devletinin ruhani lideri, İstanbul Fener Patriği Barthelomeos, Devlet Başkanı ise Yunanistan’ın Dışişleri Bakanıymış, ne diyelim kendileri bilirler, ama durum bu imiş...

Oyunun konusuna gelince; Şeyhülislam Kehkeşanizade Lem’i Molla’nın bacanağı Divrikli Yakup medreseyi ite kaka bitirir, torpillerle çeşitli görevler üstlenirse de, rüşvet, hile, hurda, desise ve kadın düşkünlüğünden dolayı sürekli bir yerden bir yere sürülmektedir, ancak torpili çok önemli bir mevkideki zat olması münasebetiyle de sürekli görev almaya da devam eder, sonunda da "Aynaroz" da kadılığa tayin olunur. Mahkeme katibi Rükneddin'in delaleti ile, görevleri hakların korunması olmasına rağmen hakların rüşvete, iltimasa dayalı yitirilmesi için hile-i şer'iye yollarına itina ile başvururlar. Kalyoncu Adem Ağa'nın kadılıkta, subaşı aracılığı ile kalyonlardaki buğdayların boşaltılıp gerekli incelemeleri yapıldıktan sonra yeniden yüklenmesini işini görürken onu soyup soğana çevirirler ama bu sırada gecikmeler nedeni ile korkulan ve beklenen fırtınanın çıkması sonucu tüm kalyonların yok olmasına neden olurlar.

Afroditi isimli güzel Rum kızının, sevdiği genç Hristo sayesinde  ailesinden miras olarak kalan "15 bin duka altını" olduğunu öğrenen Divrikli Yakup, evvel emirde güzel Rum kızına iç geçirerek, kızı sözde kendi korumasına alır ve kadı evine kapatır, adada öğrendiği, ergenliğe ermemiş kızın ailesinden kalan, taşınır, taşınmaz tüm mallar tutanağa dökülerek, Aynaroz Kadılığı Öksüzler Sandığına devir edilir... Artık güzel ama ergenliğe ermemiş kız kadı'nın korumasındadır ya, evde kendi karısını, sözde şarap haram olduğundan, şarabı şıra diye yutturarak karısına içirir ve bu aşamadaki emellerine ulaşmaya çalışır. Diğer tarafta Aynaroz'lu papazlar boş dururlar mı, ne yapıp edip bu paranın üstüne yatmak için, öncelikle hayatta kimsesi olmayan kızın, kadı'nın evinden kaçırılması gerekir, kızı kaçırırlar ve kiliseye kapatırlar, hinoğlu hin külyutmaz kadı Divrikli Yakup hemen hinliği çözer ve subaşı ve ekibi ile birlikte kiliseye baskına gidilir, kilisenin kızın mirasının kiliseye kızın reşit olma tarihine kadar emanet edilmiş olması iddiaları karşısında, şeytana pabucunu ters giydirecek yöntemlerle 15 bin duka altını geri alır, altınları geri aldığı gibi kızı da  kilise tarafından evlenmesin diye nişanlısına konulan aforoz işlemini de kaldırarak sevdiği Rum genci Hiristo ile evlendirir. Artık paralar güvenli eldedir ve güvenli ellerin de geleceği güvendedir.

Ancak, Aynaroz baş papazının Şeyhülislam nezrinde yaptığı itiraz üstüne, görülen davada ise, kadı Divrikli Yakup çeşitli rüşvetlerle şikayetçi papazı haksız duruma düşürür, Müslümanlıktan kaçıp Hıristiyan olduğu iddiası ile rahip sindirilir ve hapse atılır ancak oradan da kaçmasına göz yumulur.

Ama; muhtemelen 1978 yılında TRT de izlediğim oyunun aklımda kalan en önemli ve çok etkileyici bulduğum bölümü ise, yakalanan yasak şarapların, stoklanan yerde içine tuz atılarak rüşvet karşılığı sirkeye çevrilmesi ve suçun ortadan kaldırılması işlemi idi... Oyundan tek aklımda kalan bu bölümü üstüne, yeniden okumak için kitabı çok aradım ne yazık ki bulamamıştım, ancak kızımla bir sohbetimiz sırasında, günümüzü hicveden bir hikaye anlatmam gerekince, anlattığım bu hikayeden ve kitabı bulamadığımdan bahsettikten sonra, kızımın yılmadan sahhafları bile araştıran inatçılığı sayesinde, kitabı İzmir Karşıyaka'da bir sahhafta bulabildik... Kitabı mezkur Sahhafa gidip alıp bana ileten dostuma ve kızıma tekrar bu vesile ile teşekkür ediyorum.

Kime ait olduğunu öğrenemediğim ama uzun bir zamandır, bildiğim ve kullandığım bu sözle bitiriyorum.

Devlet-ü Osman-î Ali'de
Terfi-i temayüz
İlim irfan ile olmaz
Terfi,
Ya olacak kuvvetli iltimas
Ya olacak madeni haz

Ya da olacak ten ile temas

Pazartesi, Kasım 14, 2016

BAĞIRINCA SESİNİN GİTTİĞİ ADALAR; FALKLAND

Arjantin'in ABD destekli "komünizmle mücadele" hedefli yılları, yaşanan sosyal ve ekonomik darboğazlarının aşılması için her yarı-sömürge ülkede olduğu üzere ABD'nin delaletiyle başvurulan, askeri diktatörlük ve asker diktatörler Jorge Rafael Videla, Roberto Eduardo Viola ve Leopoldo Galtieri, iş başında... Halka karşı kirli Savaş olarak adlandırılan cunta yönetimi sırasında parlamento, sendikalar, siyasi partiler ve yerel yönetimler kapatıldı... Bölücü ve yıkıcı güçler olarak nitelendirilen ve sürek avının hedefine konulan ve sayıları yüzbinleri bulan demokrat, devrimci ve antiemperyalist insan, büyük bir bölümü uçaklardan okyanusa atılarak, kaybedildi, toplu kurşuna dizmeler gerçekleşti, işkence sıradanlaştı ve kendilerinden olmayan herkesi kapsadı ve kitlesel idamlar bile yadırganmadı.
 
Yaşanan ekonomik sıkıntıların artması karşısında genişleyen halk muhalefetinin ve halkın yaşanan soygun, yoksulluk ve yolsuzluğa karşı örgütlenmesinin önüne geçmek için, sonradan da canım yurdumun generallerine örnek teşkil eden ve ABD'nin delaleti ile yapılan askeri darbe ile ülkeyi 1976-1983 yılları arasında adeta demir yumrukla yöneten "cunta"; ekonomide, sosyal kamu harcamalarını kısma, özelleştirmeler, para arzının kısıtlanması ve ücretlerin dondurulması ve yüksek enflasyon tercihli politikalar neticesinde kısa süreli ve görece bir rahatlama yarattıysa da, giderek bozulan ekonomi karşısında, ülkeyi oyalayacak, adeta "kuşa bak" dedirtecek yöntemler aramaya başladılar. Ve birden Arjantin'in faşist liderlerinin aklına geçmiş defterleri karıştırmak geldi, tıpkı tüm müflis politikacılar gibi... Halk içindeki saygınlığı giderek azalan ve destekçileri büyük sermayenin de kendilerine eski desteği vermemesi üzerine,  cunta yönetimi ve Leopoldo Galtieri, İngiltere'nin (Birleşik Krallık) yönetimindeki Falkland Adaları üzerinde Arjantin'in tarihsel iddialarını yeniden canlandırdı. Arjantinliler tarafından "Malvines" diğerleri tarafından da "Falkland" olarak bilinen adalar, 1964 yılında Birleşmiş Milletler Sömürge Sorunları komisyonunda yapılan görüşmeler neticesinde, gerek coğrafi yakınlık gerekse de demografik yapı göz önünde bulundurularak yönetimin İngiltere tarafından Arjantin'e devredilmesi kararını alınır ancak bu kararın gereği hiç bir zaman gerçekleşmez. Arjantin bu talebini daha önceleri İspanyol sömürgesi olan bu adaların, kendilerinin de İspanyolların halefi olması münasebetiyle kendilerine düştüğü tezini hep savundular, artık bunları dillendirmekten ziyade işler yapmanın zamanı gelmiş ve hatta mümkünse de operasyon gerçekleştirmek için uygun günler gelmiş idi, zaten içeride siyasi, sosyal ve ekonomik işler çok kötü gitmekte, iktidarlarını sürdürebilmenin yolu, toplumu meşgul edecek yeni şeyler gerçekleştirilmeli idi. Karşılarında da emperyalizmin en önemli temsilcilerinden İngiltere (Birleşik Krallık) bulunuyordu. Zaten tüm bu başarısızlıkları örtmek için de güçlü bir hedef olmalıydı ki karşıda, toplum da koro halinde, "vay be bizimkilerin de güçlerini test edecek kimse olamaz" diye bir düşünceye kapılmalıydı. Ve, konu yavaş yavaş ısıtıldı, söylemlerde, bu adalar o kadar yakın ki bize, "seslensek duyulur" ile başlayan bir dizi propaganda devreye girdi, artık toplumun milliyetçi duyguları atlara binmiş ve atları şahlanmış idi... Diğer taraftan, İngiltere 1833'ten beri adalar üzerinde "işgal ve yönetimi" sürdürdüğünü ve Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın 1. maddesine göre Falkland adalarında, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (self-determinasyon) ilkesi gereğince, Birleşmiş Milletler Sömürge Sorunları komisyonundaki kararın hilafına, yönetimin kendilerinde kalması gereğini savunuyorlardı. Adaların Arjantin'e geçmesi halinde "sömürge" statüsü oluşur diye de evlere şenlik bir siyaset izliyorlardı. Tam bir komedi, ama işte güçlü gemiyi karadan yürütüyordu ve İngiltere de güçlü olmanın dayanılmaz terbiyesizliğini gerçekleştiriyordu.

Peki; Arjantin'de durum bu iken, İngiltere'de durum nasıldı diye bakacak olursak, İngiltere ise neoliberal programı ile ülkeyi uçuracağız diye işbaşına gelmiş Demir Lady Margareth Thatcher yönetiminde sefilleri oynamakta idi, işsizlik tavan yapmış, başta sağlık olmak üzere tüm sosyal politikalardan büyük tavizler verilmiş olması ve nihayetinde de halk desteğinin çok aşağılara düşmüş olması nedeniyle, Arjantin'in işgali, deyim yerinde ise "Allahın bir lütfü" olacak idi kendilerine...


Nihayetine, bu gaz ve saiklerle Arjantin ve önderleri faşist Leopoldo Galtieri, 2 nisan 1982 de Falkland Adalarını ve onların güneyindeki Güney Georgia Adasını işgal etti,  İngiltere de hemen deniz aşırı müdahale güçlerini yola çıkarıp, savaşa dahil olur... Konumuz savaş olmadığı için, konuyu uzatmayalım, yaklaşık ve karşılıklı 1.500 ölüm, 2.500 yaralı, 15.000 esir, onlarca uçak, helikopter ve savaş gemisi zayiatla nihayetlenir savaş... Savaş başlamadan önceki duruma tekrar dönülür, yani adalar yine İngiltere'de kalır, Margareth Thatcher yönetimi durumunu sağlamlaştırır, Leopoldo Galtieri Devlet Başkanlığından ve Başkomutanlıktan istifa eder ve sonu hapishanelerde bitecek yeni bir macera başlar... Ancak, fiili durum ne olursa olsu, Arjantin adalar üstündeki haklarından vazgeçmediğini sürekli açıklar ve ileride maceraperest bir diktatörün gelişine kadar konu derin dondurucuya konulur, gün gelir ihtiyaç oluşunca yeniden ısıtılmak üzere..

Pazartesi, Kasım 07, 2016

NASIL BİR MATBUAT


Daha sonra ortaya çıkan sorunlar yüzünden yayını duracak olan Yeni Dünya gazetesinin kuruluşunu gösteren mektuplar buraya alınmıştır.

 

 

Pek muhterem Cami Beyefendi,

Gazetenin nasıl bir mücadele organı olacağı ve hangi nihai gaye için mücadele edeceği hususlarında, kanaatimce, anlaşmıştık. Bugünkü şartlar içinde mücadelemizin ileri sürebileceği ve gazetede müdafaasını arayacağı umumi tezler üzerinde düşündüklerimi ve ayrıca gazetenin organizasyonuna ve kadrosuna dair şahsımın ileri sürebileceği teklifleri aşağıda arze- diyor ve bu noktalarda mutabık olduğumuzu tahmin etmekle hataya düşmemiş olduğumu sanıyorum.

Kağıt ve matbaa gibi teknik hususlarda bir karara varıldığını umarak, mümkün olduğu kadar kısa zamanda cevabınızı bekliyorum.

En derin bağlılık ve saygı hislerinde ellerinizden öperim.

Vedat Beye saygı ve sevgiler, Süreyya Beye selamlar.

Sabahattin Ali

 

Gazetenin uğrunda mücadele etmesini gerekli sandığım gayeler:

1- Demokratik ana hürriyetlerin, ezcümle söz, yazı, toplanma ve teşkilatlanma hürriyetlerinin tam, riyasız tahakkuku;

Bu hürriyetler ancak kanuni müeyyidelere dayandıkları zaman var olabileceklerine göre, Anayasa da dâhil olmak üzere buna aykırı bütün kanunların ve kanun maddelerinin kaldırılması;

2- Devletin demokratça esaslar dâhilinde, milleti tam ve hakiki temsil eden organlarla yeniden teşkilatlandırılması; tek dereceli, gizli, serbest seçimden başlayarak.

3- Prensip bakımından halk ve demokrasi düşmanı olan siyasi, gayrı siyasi hiçbir teşek-külün demokratik haklardan ve hürriyetlerden istifade etmesine müsaade edilmemesi;

4- Köylünün yeter derecede toprağa bedelsiz sahip kılınması ve küçük toprak sahipleri-nin kooperatifler haline gelebilmelerine müsaade, hatta buna devletçe yardım edilmesi;

5- Büyük sanayinin, münakalat vasıtalarının, madenler ve akarsular gibi toprak hâzinelerinin, umumi hizmet ve zaruri ihtiyaç müesseselerin ve bankaların devletleştirilmesi veya devlet kontrolü altına alınması;

6 Devlet ihtiyaçlarının müteahhit denilen tufeyli sınıf tarafından karşılanmasının önüne geçilmesi ve bunun için yeni, ileri bir teşkilat kurulması;

7- Bütün vatandaşların her bakımdan şamil bir sosyal sigorta ile hal ve istikballerinin sefalet ve zarurete karşı emniyete alınması;

8- Azınlıkların hak, vazife ve mükellefiyet bakımından tam vatandaş muamelesi görme-leri ve bunların kendi milli kültürleri içinde gelişmelerine, bu evsaf ile devletin idaresine işti-raklerine ve mecliste temsillerine müsaade edilmesi;

9- Bütün milletin hakiki ve halkçı bir kültür seferberliği ile şuurlu, menfaatlerini müdrik bir kitle haline getirilmesi;

10- Türkiye'nin emniyet ve selameti etrafını çeviren devletlerle iyi komşuluk münasebetlerine bağlı olduğu için, bütün hür ve demokrat komşu devletlerle samimi ve anlayışlı bir dostluk siyaseti kurulması ve bu devletlerin siyasi, kültürel ve ekonomik bünyelerinin ve inkişaflarının yakından ve yalansız takibedilerek milletin bilgisine sunulması.

 

Gazetenin organizasyonu hakkındaki düşüncelerim şunlardır:

1 Sermayeyi temin edecek kimselerin gazetenin siyasi veçhesine müdahalesine asla ce-vaz verilmeyecektir;

2- Bunun için gazete ayrı bir teşekkül halinde ve Cami Bay- kurt imtiyazı kendi üzerine alacağını söylediği için Cami Bay- kurt'la Sabahattin Ali'nin siyasi mesuliyeti altında çıkacaktır;

3- Gazetede, yukarıda yazılı umumi siyasi kanaat ve esaslara aykırı hiç bir yazı bulun-maması hususu temin edilecektir. Spor ve sinema yazılarında bile ana yoldan ayrılınmasına müsamaha edilmeyecektir;

4- Cami Baykurt veya Sabahattin Ali'den herhangi birinin gazeteye girmesini mahzurlu buldukları yazılar gazeteye konmayacaktır.

5- Gazetenin yazı ve idare kadrosu müştereken tespit ve ücretleri müştereken tayin olu-nacaktır;

6- Sabahattin Ali'nin gazetede bilfiil çalışması mümkün olmadığı zamanlarda, Cami Baykurt'un da muvafakatiyle yerine bırakacağı kimse, gazetenin siyasi kontroluna aynen onun gibi iştirak edecektir.

Sabahattin Ali

 

Mehter marşına uygun demektir durumumuz... 1940 lar Türkiye'si... Allah selamet versin...

Çarşamba, Ekim 26, 2016

TÜRKİYE HAPİSHANELERİ

Türkiye hapishanelerini başlıca üç kısma ayırabiliriz:
1- Büyükşehir hapishaneleri.
2- Vilayet hapishaneleri.
3- Kaza hapishaneleri.
Birinci sınıf hapishaneler yalnız İstanbul ve İzmir'dedir. Bu hapishaneler, nispeten beynelmilel mahiyette olan mücrim tiplerini, cemiyetin çizdiği yoldan bilerek çıkan zayıf karakterli, yanlış düşünüşlü psikopatları ihtiva ederler. Türkiye'ye has olan mücrimler yalnız hiddet veya içki tesiriyle veya kıskançlık yüzünden katillerdir. Diğer mahkûmlar, yani hırsızlar, yankesiciler ve diğer serseriler umumi mücrim evsafını haizdirler.
Türkiye için asıl haiz-i ehemmiyet olan ve çok karakteristik vasıflara malik bulunan hapishaneler, vilayetlerde veya müstakil ağır ceza teşkilatına malik kazalardaki umumi hapishanelerdir.
Bu hapishaneleri umumiyetle mücrim olmayan mahkûmlar doldurur. Ekserisi katilden yatan bu mahkûmlar, kendi muhitleri ve zihinleri nazar-ı itibara alınırsa, gayet tabii, makul ve namuslu insanlardır. Çocukluktan beri, kendisine küfür edildiği zaman silaha davranarak namusunu kurtarmayı meşru ve lazım gösteren zihniyet ve muhit telakkileri, buna karşı olan kanunun karşısında eriyecek kadar zayıf değildir. Mesela bozkırda kendisine veya akrabasına bir hakaret veya bir zarar yapan adamı öldürmeyerek bunlara tahammül etmek, senelerce hapse mahkûm olup yatmaktan daha haysiyet-şiken, daha gayr-i kâbil-i tahammül addedilmektedir. Mesela garbi Anadolu'da, köyün biraz yüreklilerinin dağa çıkıp zeybek olması, köy basması, düğün yerinde sarhoş olunca etrafa tabanca atması en tabii, en makul, münasip ve hatta mergup hareketlerden addedilmektedir.
Bu telakki tarzları, bu havali sakinlerinin dimağlarında doğdukları günden beri yer etmekte olduğundan kanun icap ettiği tesiri yapamamakta ve ancak iş olsun diye, hiçbir faydası ve gayesi olmadan tatbik edilmektedir. Ceza, diğerlerini ıslah değil, ihafe bile edemediğinden bu sözler mübalağalı değildir. Halk, kanuna rağmen kendi telakkilerine göre hareket etmeyi bir namus borcu ve bir fedakarlık bildikçe hapishanelerin her zaman için böyle mücrim olmayan zihniyet kurbanı mahkûmlarla dolması tabiidir.
Bu kabil mahkûmların çoğu, vakar ve haysiyetlerine burada da ziyadesiyle dikkat ederler. Yalnız bakacak kimseleri olmayan ve bir tayına kalan bazı mahkûmlar başkalarına hizmet etmeyi haysiyetlerine yediremediklerinden zorbalaşmaya, diğer zayıf mahkûmlara, yeni gelen mahkûmlara tahakküm, onları istismar etmeye başlarlar. Zaruret ve sefalet bu adamları uzun mahkûmiyet senelerinde, hilekâr, hâin yapmakta gecikmez...
Bu adamların cemiyet için kaybolmalarına yardım eden en dehşetli vasıtalardan biri de "esrar"dır. Türkiye'de içerisine külliyatlı miktarda esrar girmemiş hiçbir hapishane yoktur. Bir iki tanesi müstesna, birçok yerlerde esrar açıkça ve hatta gardiyanların yanında içilir. Esrarı içeri sokan gardiyanlar ve jandarmalardır. Mahkûmlar da envâi türlü vasıtalarla kendileri de getirirler. Mesela ekmek veya karpuzun içinde. Esrar kullanmayan mahkûm %3 kadar ancak vardır ve bunu kullananlar göze çarpan ruhi bir düşkünlük -apati- içinde dimâğen tamamiyle mahvolurlar. Çıktıklarında bunu terk etmeleri imkânsızdır.
Kumar bazı hapishanelerde çok serbesttir. İzmir, İstanbul, Konya, Ankara, Samsun hapishanelerinde alınan çok sıkı tedbirler bunun buralarda mahdut şekilde oynanmasına mucip olmaktadır. Mamafih çok kere bir tek zar, bir aşık, hatta yazı mı tura mı oynamak için bir kuruş, beş on kişinin kirli ışıklı bir lambanın altında saatlerce kumar oynamasına ve sırtlarından yeleklerini, üstlerinden yorganlarını vermelerine kifayet eder. Şâyân-ı hayret olan cihet, kumarı hemen hemen tamamen çıplakların, yani kimsesi olmayan, yalnız bir tayınla ve başkalarına hizmet ederek yaşamaya mecbur bulunanların oynamasıdır.
Bütün Türkiye hapishanelerinde ehemmiyetli bir yekûn tutan bir sınıf da devlet veya millet parası çalıp gelen memurlardır. Türkiye'de imkân bulup da para çalmayan memur olmadığına göre bu adamların da hataları ve diğer hapis olmayanlardan farkları yakalanmaktan yani biraz acemilikten ibaret olup, hadd-ı zatında kendilerine göre çok sağlam ahlak ve namus telakkileri olan bu adamlara külliyen mücrim demek imkânsızdır.
Sonra bilhassa Orta Anadolu'da görülen kadın kaçırmak, avrat sürümek cürümleri şâyân-ı dikkattir. Buralarda fahişe bir kadını anasının elinden almak, oturaktan kadın kaçırmak, garbı Anadolu'da yavuklusunu veya sevdiği kızı kaçırmak kadar şerefli ve kabadayıca bir iştir. Böyle bir cürümden yatanları tanıdıkları kadınlar daima ziyaret ederler, hatta mahpus oldukları müddetçe onları beslerler.
Bu hapishanelerde dörtte veya beşte bir miktarı teşkil edebilen hırsız, yankesici ve diğer serseriler alelekser yabancı ve büyük şehirler mahsulü olup, içlerinde köylü pek nadirdir.
Kaza hapishaneleri cezaları üç seneyi tecavüz etmeyen mahkûmların, yani attığı kurşun öldürmeyip yaralayanlarla doludur. Buraların mahkûmları biraz daha serbesttir, hatta kazada serbestçe gezip dolaşırlar. Şâyân-ı dikkat cihetleri buralarda da "mücrim" denecek adamın pek bulunamayışıdır.
Şu halde Türkiye hapishanelerindeki mahkûmların ve mevkûfların beşte dördünü cemiyetin mücrim dediği muayyen ruhî vasıflara malik psikopatlar değil, cehalet ve zihniyet ve telakki farkları yüzünden kanuna muhalif hareket eden zavallılar teşkil etmektedir ve bunlar hapishanelerde bozulmakta, eğer çıkıp memleketlerine dönerlerse hakiki bir bela teşkil etmektedirler.
Cürümlerinin mahiyeti itibarıyla beynelmilel evsaf arz eden adi mücrimlerin de bizde bir hususiyetleri vardır: Bu adamları cürüm yapmaya sevk eden, başka memleketlerde alelekser vâki olduğu gibi, anormal bir takım temayüller değil, doğrudan doğruya sefalettir. Başka memleketlerde cemiyetin iyi yapamadığı insanlar mücrim olur, bizde cemiyet çok kere kendisi mücrim yapar. Gerçi bütün burjuva cemiyetlerinin, mücrim yetişmesine sebep olduğu iddia edilmekte ve bu iddia doğru bulunmakta ise de, bu gibi cemiyetlerde de hiç olmazsa işin zevahiri kurtarılmaya çalışılmakta ve hiçbir memlekette bizde olduğu kadar cürümlerin esbâb ve evâmiline lakayıt kalınmamaktadır.


Sabahattin Ali'nin savunmaları, iddianameleri, görüş bildirimleri üzerine düzenlenmiş "Mahkemelerde" adlı kitaptan aktarmaya devam... Ya şimdi ülkece külliyen hapishane olduk, ya da o dönemlerdeki içeride olan profil şimdi dışarıda, muhalifler külliyen içeride... Fıkradaki gibi taşlar bağlanır, köpekler serbest bırakılırsa olacağı da buydu, oldu...

Pazar, Ekim 23, 2016

CEHL-İ BASİT'E TEBLİGAT

·   1878'de Kıbrıs'a İngiliz bayrağının çekilmesi hangi anlı şanlı padişah döneminde gerçekleştiği bilinir mi? Nerdeeee... Peki neden ve nasıl yapıldığı biliniyor mu dersiniz, nerde, tarihe 93 harbi diye geçen ve Ruslara karşı kaybedilen büyük savaşın neticesinde imzalanan "Ayestafanos Antlaşması"nın Akdeniz'i de Ruslara açtığını gören başta İngiltere olmak üzere batılı güçlerin yardım ve delaleti ile "Berlin antlaşması" ile kısmen şartlar Osmanlı lehine yumuşatılmış ve bunun diyeti (komisyonu) olarak Kıbrıs Adası anlı şanlı padişah tarafından İngilizlere terk edilmiştir. Kıbrıs Adası o gün bugündür, İngiltere (Birleşik Krallık) tarafından işgal altında tutulmaktadır. Sen şimdi bu gerçekleri örtmek için ne kadar balçığa ihtiyacın olduğunu düşün dur, padişah yalakası tarihçi muhterem... Şimdi bakıyorum bir takım, dahili bedhahlar, "adayı vermedi de üs verdi" gibisinden belden sağlı sollu, arkalı önlü kıvırıp duruyorlar ama konu o kadar ağır ki, kıvırmanın çapının büyüklüğü vahameti örtmeye yetmiyor. Ve ne büyük ve yaman çelişkidir ki, şimdi bu güruh Adana İncirlik üssü için de aynı nakaratları terane etmekte, Allah bunlara akıl, fikir, ahlak ve izan ihsan eylesin, ama Allah bile bunları terk etmiş.
·  Yere göğe sığdırılamayan, bugünden yarına öykünülerek Canım Yurdumun uçuşa geçeceği dönem diye süslenerek sunulan dönemin en büyük defosu, devletin ve ekonomisinin iflası ve kaynaklarına haciz konulmasına rıza gösterilen durum anlamına gelen yöneticilerin yani karar vericilerinin tamamen kefere takımından oluştuğu bilinen "Duyun-u umumiye" (borçlar idaresi) hikmetinden sual olunmaz hangi padişah dönemine rastlamıştır. Bilinir mi, bilinir şüphesiz. Peki neden bilinmiyor numarasına yatılır, onu da vatandaş düşünmeli, gayri... Peki, kelime manası "borçlar idaresi" olan duyun-u umumiye (Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi) gerçekte ne idi; şimdilerde tukaka edilmeye çalışılan "Lozan antlaşması" ile tarihin çöp sepetine atılan bu kurum, Osmanlı idaresinin kılıç ile dengede tutulan maliyesinin, kılıçtan tüfenge geçemeyen hale düşünce de, kaynak yaratılamayınca ilk başlarda bir maharet imiş gibi görünen borçlanmanın bilahare devletin başına bela olması ve devletin yönetimine de kefere takımın geçmesi ile sonuçlanan bir uygulamadır... Peki hangi dönemde bu uygulamaya geçilmiştir, şimdilerde konuşula konuşula bitirilemeyen, oysa ciddi manada kayda değer olduğu çok tartışmalı olan padişah hazretleri dönemindedir.
Peki; yukarıda verilen 2 maddede olanlarla kurtarabilmişmidir kendisi, "Devlet-i Ali Osmaniye"yi, zinhar... Adım adım her cephede, her alanda tel tel dökülmeye başlamıştır. Buyrun,
·      Tunus Fransızlar tarafından hangi yere göğe sığdırılamayan padişah döneminde gerçekleşmiştir.
·      Yunanistan'ın Teselya'yı ilhakı (1881) bu dönemdedir.
·      Bosna Hersek ve Yenipazar'ın Avusturya tarafından işgali (1878) de bu dönemdedir.
·      93 Harbi, Osmanlı İmparatorluğunun Rusya'ya 30 bin ruble savaş tazminatı ödemesini de içeren, 3 Mart 1878'de hemen İstanbul surları dışındaki "Ayastefanos'a" kadar gelip karargah kuran Rusya'nın dikte ettiği Ayastefanos Antlaşması ile sona erdi. Anlaşmaya göre; Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı, sınırları Tuna'dan Ege'ye, Trakya'dan Arnavutluk'a uzanacak bağımsız bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Bosna-Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık verilecek, Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek, Kars, Ardahan, Batum ve Doğubayazıt Rusya'ya verilecek, Teselya Yunanistan'a bırakılacak, Girit ve Ermenistan'da ıslahat yapılacak. Oldukça vahim ve ağır şartlar içeren bu antlaşmaya göre, Rusya'nın aşırı derecede güçlenmesinden kaygı duyan diğer Avrupa devletleri anlaşmaya karşı çıktılar. 13 Temmuz 1878'de Ayastefanos Antlaşması'nın yerine geçen Berlin Antlaşması imzalandı.
·      Bosna Hersek ve Yenipazar'ın Avusturya tarafından işgali bu dönemde gerçekleşti (1878)
·      Mısır'ın İngiltere tarafından işgaline padişah hazretlerinden itiraz gelmedi (1882)
·      Somali'nin İngiltere tarafından işgaline padişah hazretleri ses çıkarmadı (1884)
·      Habeş Eyaletinin İtalya tarafından işgaline ses çıkarılmadı (1885)
·      Girit'e özerklik verildi (1898)
·      Kuveyt'e özerklik verildi (1899)
·      Yemen İsyanı, hani kendisini çok sevdikleri söylenen padişaha karşı isyan olarak tarihe geçti.(1905)

Yukarıda zikredilen tüm ülke halklarının bağımsızlıklarını kazanıyor olmaları, tarihin o dayanılmaz ve karşı konulamaz dayatması olarak, elbet bir gün insanlığın önüne çıkacaktı ve çıktı... Sorun, bunlar bu anlı şanlı padişah tarafından neden kaybedildi sorgulaması değil elbet... Peki kimdir bu anlı şanlı padişah... Tabii ki bu günlerde öne çıkartılan II. Abdülhamit... Ama tarihçilikleri siyaset yapıcıların manipülasyonuna dayalı, menkulü kendinden ve bildikleri yanıldıklarına yetmeyen ya da tarihçi gibi kıvırtan beyzadelerin; "Bu padişah zamanında Osmanlı inkişaf etmiştir, toprak kaybetmemiştir" gibi sözlerine tekzip olsun diye bunların tek tek yazılması ve söylenmesi kaçınılmazdır. Ahada ben duymadım, ben okumadım, ben bilmiyorum diyen kalmasın... Kılavuzu karga olanın, burnu neden kurtulmazdı...


Cehl-i basit: Bilmediğini bilmek suretiyle olan cahillik

Çarşamba, Ekim 19, 2016

MEHMET FATİH ÖKTÜLMÜŞ


Türkiye tarihinin bir kara sayfası olan, bugün hala acıları çekilen ve "ABD'nin çocukları” olarak tarihe adlarını yazdıranlar, yani 12 Eylül Faşist darbesinin mağrur generalleri ve sivil aveneleri, devletin iç yüzünü dışa vurarak, kendisinden öncekilerin mıntıka temizliği üstüne, toplumun her noktasının zapt-u rapt altına almak adına, yarattığı işkencehaneler ve işkenceler, hayatları kararan insanların yaşadığı dramlar, sakatlıklar ve ölümler, kayıplar, kimsesiz mezarlıklarının arttığı dönemler, hıyanet ve direniş... Tıpkı Ahmet Arif'in "Diyarbakır Kalesinden Notlar" şiirinde anlattığı üzere; bir tarafta, engerekler, çıyanlar ve ekmeğe göz koyanlar diğer tarafta ise, bu namustur künyemize kazınmış diyerek, bunları görerek, tanıyarak ve anlatarak büyüyenler...

Kurulan işkence tezgahlarında, dert, sadece işkenceye çekileni fizik olarak yok etmek değil, umudunu kırmak, güven duyduğun tüm insanları unutarak hatta yok sayarak, içinde büyük emeklerle yarattığın kendine, çevrene ve topluma saygı duymayı yıkmak, büyük bir özenle ben demek yerine biz demeyi tercih etmişliği tarumar etmek,  nihayetinde de psikolojik olarak çökertmek, ben birşey değilim artık, ruh haline büründürmek, hatta sorgucular açısından da artık bilgi edinmekten öte geçmiş bir ruh halinin sergilendiği, artık intikam alma haline dönüşmüş olma halidir, tüm bu yapılanlar. Artık, bir takım kişiliksiz profesör unvanlı sözde bilim adamları vasıtasıyla "tıp bilimi" de devletlerin işkence sistematiği hizmetine girmiş, şeytanın bile aklına gelmeyecek haltlar yemeğe başladıkları dönemler yaşanmıştır.

Bizlerin yaşadığı bu olağanüstü dönemleri nasıl ve nereden başlayarak anlatsak, daha net anlaşılır bilemiyorum açıkçası, bilen ve yaşayanlar açısından anımsamakta, algılamakta sorun olmaz diye düşünüyorum ama yaşamayanlar açısından çok ciddi bir sıkıntıdır, anlayabilmek, algılayabilmek...

Yarı sömürge, yarı feodal durumdaki ülkelerde devrimci mücadelenin, başat unsurlarının bağımsızlık ve demokrasi olarak öne çıkması neticesinde, canım yurdumda da, 60 yıllar ve 70 li yıllar öğrenci gençlik açısından, üniversite, eğitim-öğretim, gençlik sorunlarını ön plana alan ve bilahare ülkenin tüm yakıcı sorunlarını kendine dert haline getiren, dönemin en önde gelen devrimci önderi Che Guevera'nın "Aç insanların karnını doyurduğum zaman bana kahraman diyorlar. Bunların neden aç olduğunu sorduğum zamansa; bana komünist diyorlar" sözü formülasyonu mucibince de, yoksul halkların neden yoksul olduklarını sorgulamaya başlayınca da, "ben, ailem ve geleceğim" diye kaygılanmayan, kendisi dışındaki sorunların etrafını yakıyor olmasını dert edinen ve bu uğurda mücadele edilen, bir süreç haline dönüşmüştür.

12 Mart'ın ve 12 Eylül'ün sürek avı şeklinde gelişen devrimci avı, tazı köpeklerini hasetinden çatlatacak biçimlerde gelişmeler göstermeye başlamıştır artık, Hollywood takipçiliği mi yapıyordu bu kepazeler, yoksa Hollywood mu onları takip ediyordu artık ayırt etmek çok zordu. Bakan düzeyindeki kahramanlar bile sorgu timlerinden intikam ve kan ister hale gelmişlerdi.

Bizim bir başka nedenle, Adana Emniyet Müdürlüğü'nün oto garajının sorgu merkezi haline dönüştürülmüş hücrelerinde tutulduğumuz dönemde, yanılmıyorsam Mart 1981 ortaları idi, sonradan tüm detaylarını öğrendiğimiz şekli ile, arkadaşları ile buluşmak üzere bir randevu yerine giden, Mehmet Fatih Öktülmüş, bir başka teşkilat için pusu kuran polis,  Fatih'i tanıyınca diğer operasyondan vazgeçer, Fatih'i hedef alır, çıkan silahlı çatışmada 3 aşamalı kurulmuş polis çemberinin bir kısmını aşarsa da yaralanır ve yaralı olarak ele geçer. Üzerinde Dilaver adına düzenlenmiş bir kimlik bulunur...

Adana Emniyet Müdürlüğü eski binasındaki bodrumdaki oto garajındaki hücrelerde, hücre komşum idi, tanımadığımız ama yaralı ele geçmiş yarı çıplak bir adam, demir kapıya kelepçeler ile gerilmiş vaziyette, yan hücreden bakınca, tüm zorluklara rağmen, sapsarı bir yüz ama gülümser vaziyette... Sorgucular geliyor gidiyor, sürekli aynı nakarat, en azından bizim duyduğumuz, "Mehmet Fatih Öktülmüş" diye sesleniş o ise ısrarla ve tereddütsüz, "Ben Dilaver...", gidiyor sorgucular... Sorgucuların gece ziyaretlerinde, çıplak vücuttaki yaralara tükenmez kalem sokarak kanırtma ve itiraf beklentisi, gündüz ise muhtemelen hastane ve dikiş yenilemesi, bir kaç gün böyle gitti... Duyduğumuz, sadece "ben Dilaver..." cevabı dışında, yan hücredekilere işkenceye karşı konulması yönündeki tavsiyeleri...Sonra İstanbul'a götürdüklerini duydum ve bilahare de mensubu olduğu teşkilatın önemli ve eski bir yöneticisi olduğunu öğrendim... Diğer sorgu odalarında neler olduğunu görme şansımız yoktu ama, gelince gördüğümüz kadarı ile bitkin ve ayakta duramayacak haldeki bu insanın, kendi hücresinde ise diğer hücrelerdekilerin bile görebileceği şekilde vahşeti andıran işkenceleri... Ancak, her soruya karşı kilitlenmiş dudaklar ile suskun kalmayı, konuşunca da aradıkları kişinin kendisi olmadığının belirtilmesi, tek anlaşılan şeyler bunlardı.

İnançlarına; saygının ve sadakatin ciddiyeti içinde, işkencelere ve tüm vahşet kabilinden zulümlere direnişin, tüm bu yapılanlara karşı dudaklarından gülüşünü eksiltmeyen, eğilmeyen bükülmeyen duruşun sembolü olan M. F. Öktülmüş'ü hatırlamak bir borçtur bize... Sonraları da; cezaevlerinde ceza çekmeyi aşıp, intikam uygulamaları yapılmasına karşı da direnişini sürdüren, ölüm orucuna yatan ve bu uğurda hayatını feda eden bu yiğit insanın, yıldızlar yoldaşı olsun...

 

 

Cuma, Ekim 14, 2016

DİXİ ET SALVAVİ ANİMAM MEAM

1 Aralık 1945'te Sabahattin Ali, Cami Baykurt ile beraber Yeni Dünya gazetesini çıkarmaya başlar. Hemen ardından, 4 Aralık'ta yapılan gösteriler sonucu Yeni Dünya ile aynı çizgide olan Tan gazetesi ve Yeni Dünya'nın da basıldığı La Turquie gazetesinin matbaası yıkılır. Bu yüzden, Yeni Dünya gazetesi ancak dört sayı çıkar. 11 Aralık 1945'te Sabahattin Ali, Milli Eğitim Bakanlığı emrine alınır. Bu olaydan üç gün sonra, 14 Aralık 1945'te, zamanın Milli Eğitim Bakam olan Hasan Ali Yücel'e uzun bir mektup yazarak politik görüşlerini açıklar.

Sayın Yücel,
Siyasi hayata atıldığım için Bakanlık emrine alındığımı öğrendim. Bu karar bence pek yerindedir. Yalnız, şahsıma karşı senelerden beri göstermiş olduğunuz sevgi ve teveccühe karşılık, size ve büyük İnönü'ye durumumu açıklamayı bir borç bildiğim için bu satırları yaz-maya karar verdim.
Hükümet memuru olmanın bana yüklediği idari vazife ile muharrir hüviyetimin artık bağdaşamaz bir hale geldiğini son senelerde açıkça hissediyordum. Bir buçuk yıl önceki Turancılar davasından sonra ise, kendimi ve eserlerimi inkar edip yazı yazmaktan vazgeçmedikçe, siyasi mücadeleden kaçınmamın imkânsız olduğuna kesin şekilde hükmettim. Uzun uzadıya düşündüm. Sükun ve rahatı seven mizacımı, karımı, çocuğumu göz önünde tutarak memurluğa devam mı etmeliydim, yoksa memlekette çok okunan ve sevilen, şöhreti sınırlar dışına çıkmaya başlayan bir muharririn sosyal vazifelerini düşünerek açıkça mücadeleye mi atılmalıydım? Bana bu sonuncu vazife daha mühim, daha lüzumlu ve daha kaçınılmaz göründü.
Belirmiş siyasi kanaatlerim vardı; bugünün dünyasına hâkim olan belli başlı dünya görüşlerini oldukça iyi bildiğim gibi, yurdumu ve onun hususiyetlerini de yakından tanıyordum. Her şeyden evvel, bütün insanları ve bilhassa bu yurdun dört bucağında, sekiz yüz yıldan beri hemen hiç değişmeyen bir hayata rağmen, içinde tükenmez manevi hazineler taşıyan bu milleti delice seviyordum. Her sene üç dört ay köylerde kasabalarda dolaşarak onların arasına katılıyor, ancak o zaman sahiden yaşadığımı, sahiden yaşayan insanlar arasında olduğumu fark ediyor ve senenin diğer aylarında bundan kuvvet alarak çalışıyordum. Yollarda şoförlerle, hanlarda köylü kadınlarla, kasabalarda ve şehirlerde işçilerle, Köy Enstitülerinde, içlerindeki o tükenmez hazineyi dışarıya vurabilmek imkânını bulmuş çocuklarla haşır neşir oldukça, kafamda ümitler beliriyor, onlara hizmet edebilmek isteğim dayanılmaz şekilde artıyordu. Ama bütün bu sevdiğim insanların kültür ve sosyal seviyeleri, içinde bulunduğumuz dünya ile kıyaslanamayacak kadar geri idi.
Milletin layık olduğu seviyeye kısa zamanda varabilmesi için büyük bir hamle lazımdı ve bu hamle ancak bu milletin içinden, ortasından gelirse bir sonuca götürebilirdi.
Bunun için kafamda ilk beliren ve sarih şekiller alan siyasi kanaat tam bir demokrasi idi: Asırlardan beri bu memleketin mukadderatına karıştırılmamış olan on sekiz milyon insanın her birinin siyasi bakımdan aktif hale gelmesi, memleketin idaresine doğrudan doğruya karışması, tebaa halinden vatandaş haline yükselmesi şeklinde anladığım bir demokrasi.
Bundan başka, dünyanın dev adımlarıyla sosyalist bir iktisadi nizama gittiği inkâr edilemezdi. Hele bizim gibi istihsal seviyesi pek düşük olan bir memleketi yüksek medeniyet seviyesine ancak sosyalizm çıkarabilirdi. Fakat yurdumuzun birçok bölgeleri ekonomik ve sosyal bakımdan henüz pek iptidai bir vaziyette bulunduğu, halkımızın kültür seviyesi sosyalizmi kavramasına müsait olmadığı için, kanaatimce bizde bu yolda yapılacak iş, sosyalist cemiyete geçiş için gereken şartların hazırlanmasına hizmet etmek olabilirdi.
İç siyaset hakkındaki fikirlerim bu şekilde hulasa edilebilir. Dış siyaset hakkında neler düşünmüş olduğumu da kısaca arz edeyim:
Türkiye'nin emniyet ve selametini bütün dünya milletleri ile bilhassa etrafını çeviren komşuları ile iyi dostluk münasebetleri kurmasında görüyordum. Dış siyasette gaye, bize karşı herhangi bir devletin girişebileceği herhangi bir tecavüzü, mütecaviz için büyük bir prestij kaybı ve haksız bir müdahale haline getirebilmek için, iç ve dış siyasette bize hücum vesilesi vermemek, içerde büyük halk kitlelerine dayanmak, dışarıda her türlü yabancı tesir ve nüfuzundan kaçınmak, kısacası, coğrafi vaziyeti Türkiye'ye pek benzeyen İsveç'in yolunu tutmak olmalıydı. Buna rağmen haksız bir tecavüze uğrarsak, istiklalimizi kanımızın son damlasına kadar müdafaa etmeliydik. Böylece bir savaşta yenilsek bile, istiklalini gönül rızasıyla feda etmeyen bir milletin tekrar dirilmesi, kalkınması her zaman için mukadderdi.
Bu kanaatlerimi açıkça müdafaa için nasıl bir yol tutacağım hakkında sarih bir karar vermemiştim. Elimdeki bir miktar para ile bir kütüphane açarak kendi eserlerimi kendim neşretmeyi, böylece kitapçı istismarından kurtulmayı, kendimi tam manasıyla yazı hayatına vermeyi düşünüyordum. Bu sıralarda İstanbul'da Halide Edip Adıvar'ın evinde Cami Baykurt'la tanıştım. Siyasi fikirlerini kendiminkilere yakın buldum. O da her milletin kendi sosyalist nizamını kendi bünyesine göre kurması hususunda bana iştirak ediyordu. Bu tanışmadan bir kaç ay sonra tekrar Cami Baykurt'u gördüğüm zaman, oğlunun bir gündelik siyasi gazete çı-karmak istediğini, benim "fikri iştirakimi" rica ettiğini söyledi. Yukarıdaki siyasi kanaatlerimi açıkça ve bir daha izah ettim. "Her noktada mutabıkız" dedi. Bunun dışına asla çıkmayacağımızı taahhüt ettik. Ben de edebi yazılarla iştirake söz verdim. Gazetenin çıkması uzadıkça uzadı, sebebini sordum, mali zorluklar dediler. İşi büyük tuttukları için yüzde %24 faizle para almağa kalkmışlardı. Ben onları bundan vazgeçmeye ikna ettim. La Turquie'nin basılmakta olduğu matbaada, düz makinede, mütevazi bir fikir gazetesi çıkarmanın daha doğru olacağını, bu takdirde benim de bir miktar para katabileceğimi söyledim. Razı oldular. Yirmi iki yıldan beri arkadaşım olan ve dürüstlüğü, vatanseverliği, ileri fikirleri, tok yazıları ile tanınan Esat Adil Müstecaplıoğlu da bu işe katıldı, ben memurluk sıfatını üzerimde taşıdığım müddetçe gazetenin fikri kontrolünü üzerine aldı.
Böyle bir harekete girişirken bize cesaret veren iki şey vardı: Türkiye'de demokrasi cereyanının gitgide ilerlemekte olması ve memleketin başında bulunanların, bilhassa büyük İnönü'nün böyle bir siyasi hareketi anlayış, hatta takdirle karşılayacağı kanaati. Çünkü onun büyük eseri olan Köy Enstitüleri, adeta bizim tasavvur, mesut, ileri, kuvvetli Türkiye'nin küçük birer örneği idi. Buna rağmen gazeteyi yayınlamaya kesin olarak ancak İnönü'nün 1 Kasım nutuklarını dinledikten ve orada açıklanan ileri hamlelere inandıktan sonra karar verdik.
Yayınlayabildiğimiz dört nüsha, nasıl hayırlı bir yolda her gün biraz daha gayretle, mutedil fakat azimli adımlarla yürümek istediğimizi göstermeye kafidir. Böyle bir işe ilk başlamanın ve en fakir, en acemi şartlarla başlamanın doğurduğu bazı talihsizlikler istisna edilirse, gazetede yüzümüzü kızartacak bir şey bulunmadığını açıkça söyleyebilirim. Afişi yapan ressam buna Sovyet bayrağını koymayı unutmuş, ilave etmesi istendiği zaman da, boş yer arayıp en başa koymuş ve telaş arasında bu gözden kaçmış, ama kem gözlerden kaçmadı. Gazetenin başlığı altındaki yıldızlar bile dedikodulara meydan verdi. Sovyet cumhuriyetleri sayısının 16 olduğunu bile bilmeyen kötü niyet sahipleri tarafından, Abdülhamit devrini hatırlatan bir zihniyetle, bu yıldızlar 13 Sovyet Cumhuriyetine alamettir denildi. Afiş meselesinin ressamdan ve afişi basan matbaadan tahkiki her an mümkündür.
Yurduma ve milletime karşı borcum olduğuna inanarak ve hizmetten kaçmamak kaygısıyla, kendimin ve ailemin refah ve huzurunu tehlikeye koydum. Hiç bir menfaat düşüncesinin ve şahsi ihtirasın hareketlerime müessir olmadığına, her biri başıma sadece bin bir dert ve huzursuzluk getirdiği halde bir türlü yazmaktan vazgeçemediğim kitaplarımla iki odalı bir evde bir hizmetçi bile tutmadan geçen şahsi hayatım en açık delildir.
Böylece on yılda dişimden tırnağımdan arttırdığım birkaç bin lira şimdi bir anda yok olduğu gibi, gazete yüzünden girdiğim bir hayli borç da üzerimde ağır bir yük olarak kaldı.
Gerçi ben siyasi hayata girmeye niyetlenmiştim, fakat bu niyetimi fiil haline getirmek için attığım ilk adımda öyle ağır bir darbe yedim, öyle ziyanlara girdim, öyle iğrenç bir tezvir ve iftira yağmuruna tutuldum ki, bu yolda devamıma şimdilik ne maddi ne de manevi bir imkân görüyorum. Ama buna karşılık, "siyasi hayata atıldı" diye, ortada bir tek satır siyasi yazım bile yokken, bütün niyetlerim henüz teşebbüs halindeyken, vazifemden uzaklaştırılıyorum.
Son günlerde kendi kendimle çok muhasebe ettim; “acaba ben mi haksızım, acaba taraftarı olduğum fikirler mi yanlış?” diye çok düşündüm, uykusuz geceler geçirdim. Fakat karşı tarafın mücadele metotlarına bir göz atınca, onların haklı olmasına imkân olmadığı neticesine vardım. Haklı olanlar bu yoldan yürüyemezlerdi, hayır, hak hiç bir zaman söz ve fikir tarafını bırakıp tekme ve balyoz tarafını tutmuş olamazdı.
Hiç ummadığım bu ağır darbe karşısında, bunun sebeplerini düşündüm ve araştırdım. O zaman gördüğüm manzara bana dehşet verdi. Turancılar davası sırasında arz etmiş olduğum gibi, bu sefer de tehlike yine benden ziyade memleketimi tehdit ediyordu:
İnönü, 1 Kasım nutuklarında Türkiye'nin bugünkü dünya içinde şerefli, itibarlı, refahlı bir mevkiye ulaşması için gereken değişiklikleri açıkça ortaya serince, uzun zamandan beri dünyanın ve Türkiye'nin gidişinden memnun olmayan bir takım geri görüşlü, menfaat düşkünü kimseler büyük bir telaşa kapılmışlardı. Bugün ellerinde tuttukları gelirli mevkileri, daha geniş bir halk kitlesine dayanan, daha hür ve daha adaletli bir Türkiye'de asla muhafaza edemeyeceklerinden korkan ve tek dereceli seçim, birden fazla parti, hür basın gibi sözlerin ağza alınmasından bile dehşete düşen bu karanlık ruhlu insanlar derhal harekete geçtiler. İlk olarak kendi aralarında guruplaşmaya, teşkilatlanmaya, kendilerine liderler seçmeye koyuldular. Bir taraftan da basın hürriyetine şiddetle hücum ediyorlar, her türlü tenkidi bir cinayet sayıyorlardı. Muhalif basın da buna vesile vermekte kusur etmiyordu. Siyasi terbiye ve olgunluk noksanı, yurdun hususiyetlerini bilmeme, uzun yıllar susmanın doğurduğu acemilik ve realitelerden ziyade klişe fikirlere bağlılık onları çok kere yanlış, belki de zararlı yollara götürüyordu. Fakat açık ve hür bir fikir mücadelesi sonunda bu sancılı devir elbette geçecek, memlekete hayırlı bir sonuca varılacaktı. Millet, kültür seviyesi ve siyasi olgunluğu arttıkça, elbette iyiyi kötüden, hası kalptan ayıracak, bu yurda hizmet etmek isteyenlerle, başka emellere hizmet edenlerin arasındaki farkı görecekti.
Fakat karanlık ruhlu insanları en çok korkutan da işte halkın bu olgunluğa varması idi. Bu memlekette atılacak her ileri adımı kendi hak edilmemiş ekmeklerine bir tecavüz gibi nefretle karşılayan bu insanlar, hiç bir kötü vasıtayı ihmal etmeden açık ve kapalı tezvirlerine devam ediyorlardı. Ellerindeki en kuvvetli silah komünizmdi. Her ileri hamleyi, her ileri fikri bu damga ile gözden düşürmeye uğraşıyorlardı. Köy Enstitülerine komünist yuvası diyen onlardı; Hasan Ali Yücel'e komünistlerin koruyucusu diyen onlardı; Sabahattin Ali'nin, içlerinde bu memleket ve bu millet endişesinden başka bir tek heyecanın ifadesi bulunmayan eserlerine komünist damgasını vuran onlardı; Turancıları, ırkçılığı, geriliği himayelerine alan onlardı; ve bugün, İnönü'nün 1 Kasım nutkundan sonra, o büyük ve hâkim insana bile dil uzatmaya cüret ederek: "İnönü mütereddit... Dış baskının tesiri altında yurdun disiplinini gevşetiyor, milli bünyemize ve seviyemize uymayan değişikliklere girişiyor; tek dereceli seçim memlekette anarşi doğurur, hür basın bizi Bolşevik istilasına götürür" diyenler de onlardır.
Memleketimin ve milletimin ilerlemesini isteyen bir insan sıfatıyla İnönü'nün ve sizin eserlerinize karşı nasıl duygular beslediğimi yakından bilirsiniz. Bugün bu eserleri ve yurdu bir irtica hamlesinin tehdit etmekte olduğunu, fikir mücadelesini kanunsuzluk ve zorbalık yollarına dökmek isteyen sorumsuz kuvvetlerin harekete geçtiğini, bunun içerden ve dışarıdan rahatsızlıklara sebep olabileceğini görüyor ve bir buçuk sene önceki gibi yine size başvuruyorum. Kendim için hiç bir şey istemiyorum. Bugün her sofraya oturuşumda karımla çocuğuma bakarak: "Bunlara bu yemeği daha kaç gün yedirebileceğim acaba?" diye içim titrediği halde, şerefimle siyasi hayata atılabilmemin mümkün olabileceği günü bekleyeceğim ve bundan ümidimi kesersem, bütün siyasi emellerimden toptan vazgeçerek, tekrar devlet kapısına dönmek isteyeceğim. O zamana kadar da kalemimle geçinmeğe çalışacağım.
Derin saygılarımı sunar, bana karşı teveccühleri olduğuna ve teveccühe layık olmayacak hiç bir harekette bulunmadığıma emin olduğum büyük İnönü'ye bu hususların arzına delalet buyurmanızı istirham ederim.

Dixi et salvavi animam meam.(Konuştum ve ruhumu kurtardım)

Sabahattin Ali


Evet; yıl 1945, nüfus 18 milyon, sorunlar demokrasi, adalet ve komşularla iyi münasebet... Sanki bugüne manifesto...