Pazartesi, Nisan 03, 2017

KORE MEKTUPLARI

Canım Yurdumun yurt dışına asker gönderme konusundaki ilk deneyimi "Kore savaşı" adı altında, kimilerine göre zafer, kimilerine göre ise hezimet olan ve aslında canım yurdumun dönem itibari ile yöneticilerinin; 2. paylaşım savaşının emperyalist blok tarafındaki muzaffer devletlerinden ABD'ye yaranma, yapışma ya da sığınma saikleri ve temelde de, Truman ya da Marshall yardımlarından faydalanarak memleketi yardım sahiplerinin sufle ve istemleri doğrultusunda bir evrime tabi tutarken ne kadar antikomünist olduklarının ispatına matuf uğraşı, mezkur nema ve mamalar sayesinde de kendi iktidar ömürlerinin uzun tutulabilmesi peşindedirler. Onların umurunda değildir, toplumun bağrında şehitler ve gaziler üstünden oluşan travmalar, insan psikolojisinin ve konsantrasyonun hem de kendisini hiçte ilgilendirmeyen bir savaş yüzünden derinden etkilenerek heder ediliyor olması, onlar için yegane önemli şey, şahsî menfaatlerinin, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edilmesidir.

Neyse, asıl maksada gelelim, yazının başlığını oluşturan; "Kore mektupları" adlı kitabın yazarı Gündoğdu Kayal'ın anılarından oluşan ve aile ve akraba efradı ile mektuplaşmaları üstünden, savaş sonrası dönem olmakla birlikte, hem canım yurdumdaki genel hava, hem de insanların savaşa bakışları, hem de seyahat esnasındaki gözlemleri ve tespitleri çok ilginç tablolar oluşturmaktadır. Öğretmen emeklisi babanın esnaflığa soyunması ile oluşan ticari hayat ve bağlı sorunlar, kendisi ve abisi üstünden askeri zümrenin durumu ve oluşan hakim zihniyet ve hayat tarzı, ABD hayranlığı, Irak darbesinin canım yurduma yansımaları, tüm cilalamalara rağmen sırıtan Menderes döneminin günü kurtarma politikaları ile gelinen nokta.

Kitapta enteresan anılar bulunmakta olup benim için en şaşırtıcı olanı ise, savaşın sona ermiş olduğu dönemde, gönüllü olarak Kore'ye asker giden yazarın ailesine, anladığım kadarı ile her türlü işlerde kullanılmak üzere, "emir eri" adı altında "hizmet eri" tahsis edilmiş olmasıdır, oysa bizim bildiğimiz "emir eri" uygulaması belli bir komuta düzeyindeki subayların tamamen üzerinden yük alma kabilinden sayılabilecek düzeyde şahsi işlerinin deruhte edilmesinden ibaret iken, buradan anlıyoruz ki, subayın anne ve babasının evinde bulaşık yıkama faaliyetlerine kadar en geniş maksada matuf oluşudur. Diğer taraftan tüm sağ iktidarlarda olduğu üzere, popüler uygulamalar ile mali disiplin, plan ve programların göz ardı edilmesidir ki sonuçları, üstelikte izlenen harici ve dahili tüm politikalardan memnun olan babanın oğluna yazdığı mektupta şu şekilde yer buluyor; "iflaslar, protestolar, hercümerç içinde kalan ticaret ve sanayi beni de şaşırtmış bir haldedir,. Bankalar alacaklarını, muameleye tevessülle istiyor, hatta tediyede kolaylığa dahi yanaşmıyorlar. Doların 9 (dokuz) liraya iblağı Burhan'ın ideallerine bir Çin seddi çekmiştir. 4.260 liraya 1952'de aldığım makine, bugün 18.600 liraya etiket taşıyor..... Gıda maddelerini hiç sorma. Milli koruma mevzuatı (tüm sağcılar tarafından bilahare aleyhte kullanılmıştır) çerçevesinde serbest bırakılan pirinç 4, fasulye 5, zeytinyağı 10 liradır. Çok şeylerin karaborsanın kat kat fevkine yükselmesi, hayat şartlarını vahim bir hale koymuştur." Görüldüğü üzere, bugün bize hala nurlu ufuklar diye kakalanmaya çalışılan dönemin, üstelikte bir taraftar tarafından nasıl tekzip niteliğinde anlatıldığı ortadadır, işte aklı kullanmada basiretsizlik öne çıkarsa, doğruları eğri, eğrileri doğru diye kolaylıkla yuttururlar adama... Mezkur kitapta, farklı farklı dönemlere ait çok ciddi yakınmalar vardır, bu mealde... Ama aynı iktidar, toplumda oluşan memnuniyetsizliği yumuşatmak üzere, 1959 yılında, maaşlara %100 zam yapmayı kararlaştırır, babanın mektubunda da konu aynen, "maaşlara yüzde yüz zam konusundaki Kanun lahiyası meclise verilmiş, Zabitanın tayin bedellerine de yüzde elli zam kabul etmişler" biçimi ile geçmektedir.

Kitap, dönemin en önemli iletişim aracı olan mektuplar vasıtası ile, özel ilişkilerin detaylı anlatılması, yurt dışından temin edilmesi gereken gereçlere, gezilen görülen yerlerin görmeyenlere aktarılması gibi görünüyor olsa da, bence en önemli tarafı, canım yurdumun yönetiminin Menderes döneminde ABD'ye nasıl ihale edildiği ya da edilmek istendiği ile başlayan, bilahare de ABD'nin soğuk savaş belası, yalanları ve politikaları ile canım yurdumun başını nasıl belaya soktuğunun arka planıdır adeta... Bunu da yazar; " Kore'deyken Türkiye'deki yarınlarım için zihnimde oluşan, ailemden mektuplarla desteklenen, telkinlerle şekillenmiş projelerim; bunlara dayalı düşüncelerim, hayallerim döner dönmez bir sis bulutunun gerisinde sönüverdi. Kore'ye gitmezden önce ve sonrasında iki lira seksen kuruş olan doların Kore'ye varışımdan yaklaşık bir ay sonra dokuz lira üç kuruşa yükselmesi, Türkiye'de yıkım yaratmıştı." diyerek özetlemiştir. Oysa ki yazar; Kore'de bulunmasını başlardaki mektuplarında; "... insanlık, demokrasi, hürriyet ve Birleşmiş Milletler idealleri uğruna" diye anlatmıştır. Bir diğer önemli not ise, yerli kaynaklarımızda 750 olarak verilen şehit sayısının, Kore'deki bir anıtta 1005 olarak gösterilmiş olmasıdır.

Şimdilerde aynı, ABD Orta Doğu'da taşeronları ile birlikte, Kore'ye getirmiş olduğu "demokrasi ve hürriyeti" getirmekle meşgul iken yazar da Seferihisar'daki evinde artık Nazım Hikmet şiirleri ile tanışmışlıktan mülhem bir şiir yazar. Ve der ki; Nazım Hikmet bugün bile haklı çıktı.

Yirmi yaşlarında bir tane insandım ben,
Erkek,
Ağzım burnum, elim ayağım yerinde,
Üniformam, otomatiğim üzerimde,
Yani öldürmeye, öldürülmeye hazır;
İnsanlık ve Birleşmiş Milletler idealleri uğruna.

 

Çarşamba, Mart 22, 2017

HİTLER'İN DESTEKÇİSİ THULE CEMİYETİ ve BÜYÜK SERMAYE-1

Bir önceki yazımda; Adolf Hitler ve egemenler tarafından seçilme ya da bir anlamda tercih edilme vasatı üstüne ve kendisini tercih eden egemenlerin bir kısmı üzerine, Almanya'nın açıklanan gizli belgeleri ışığında, bir miktar bilgi aktarımda bulunmuş idim. Şimdi ise, Adolf Hitler'in tercih edilmesinin vasatını oluşturan, tüm Nazilerin manevi babası, başöğretmeni ve manevi Führeri Rudolf von Sebottendorff tarafından kurulan Thule Cemiyeti, Aryan ırkın üstün ırk oluşu üstünden yaratılan siyasi vasatın ülke yönetimine matuf her türlü girişimi ve gerekli hamleyi gerçekleştirmek üzere, kimilerine göre cemiyet, kimilerine göre tarikat, kimilerine göre ocak, kimilerine göre topluluk (cemaat) olarak 1918 yılında kurulmuştur.

Emperyalizmin dertlerine çözüm aradığı 1. Paylaşım savaşı da (1. dünya savaşı) tarafların rıza göstereceği manada çözüm getirmeyince, çalkantılar sürmekte, tüm kapitalist dünya buhrandan hala kurtulamamış ve konumuz özelindeki Almanya'da da çalkantılar bir türlü bitmez, kriz daha da derinleşir. Kurt dumanlı havayı sever şiarı mucibince, Alman sağcıları, milliyetçileri ve gericileri ortalıkta fink atmakta ve buhrandan, kerim ve güçlü devlet nasıl çıkartılabilirim formülü peşinde koşmaktadırlar. Formül bulunmuştur, 13 Mart 1920'de, tarihe "Kapp Darbesi" diye geçecek bir hükümet darbesi gerçekleştirirler. Bir sürü kaynakta Amerikalı ve gazeteci diye gösterilse bile esasen bir Prusyalı gerici, yobaz ve diktatörlük yanlısı olan, esasen de bir general olan Wolfgang Kapp, yönetici zümrenin en sağ ve milliyetçi kanadı ile birlikte, faşizan karakterli, sonuçta başarısız olsa da, nihai amacı ve hedefi olan Nazizm'in iktidar arayışlarına tercüman olup yol veren bu darbenin lideridir. Gerçi dönem itibariyle, mezkur darbe başta komünistler olmak üzere, sosyal demokratlar ve diğer tüm demokrasi güçlerinin etkili karşı durması ve işçi ve memurlarını genel grevi neticesinde geri püskürtülmüş ise de, yukarıda bahse konu Thule cemiyeti ve benzerlerinin, kara propaganda ve büyük sermaye destekli çalışma ve saldırıları neticesinde ibre tekrar onların lehine dönmüştür. Diğer taraftan Thule Cemiyeti, bunun dışında yapılabilecek hamleler üstünde bıkmadan usanmadan çalışır durur, artık Almanya Burjuvazisi ve onların siyasi aktivistleri niteliğindeki sağcılar ve gericiler, Kapp darbesinden gerekli dersleri çıkarmışlar ve darbe ve şiddet yolu yerine iktidarı seçim hileleri ve karar vericilere baskı yolunu denemeye karar verirler. Almanya işçi ve memur hareketinin örgütlülüğü ve gücü ve de nihayetinde başarısı karşısında, nasıl bir yol bulunacak arayışları çerçevesinde, Almanya Demirçelik devi Stinnes patronu dönemin ABD büyükelçisine; " Gerekli olan her şeyi yapabilecek bir diktatör bulmak gerekli. Bu insan bizzat halkın içinden gelmeli ve halkın dilini konuşmalıdır; böyle birine sahibiz" diyerek de Adolf Hitler'i kast ederek, asıl ve büyük hedefin ne olduğunu belli etmiştir. Bu kapsamda, özellikle "büyük buhran" diye tarihe geçen kriz sonrasında Almanya büyük sermayesi, bankacı Baron Kurt von Schröder’in villasında bir araya gelerek, nihai kararı verirler, her türlü yol mubah tespit ve tayini ile Nazileri ve onların lideri Adolf Hitler'i hükümet edeceklerdir. Yani Hitler'i öyle iddia ettiği gibi milyonlarca seçmen iktidara getirmemiştir.

Almanya teknoloji devi Siemens’in İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarında, insanların yakılması işleminde kullanılmak üzere fırın inşa ettikleri sır değildir, üstelik kendileri gibi ailelerini de öldürecek olan fırınların inşasında kamplardan getirtilen Yahudi tutukluların çalıştırıldığı ve bu yolla da servetlerine servet kattığı herkesin bilgisi dahilindedir.

Günümüzün ilaç devi Bayer, Nazilerin gaz odalarında kullandıkları Zyklon B gazının üreticisi IG Farben’in bir alt şirketiydi. Gaz üretiminin dışında, "Ölüm Meleği" olarak tanınan Nazi doktor Josef Mengele’nin deneylerine de destek veren IG Farben, savaş sonrasında Bayer tarafından satın alındı. Bayer’in ayrıca aspirinin gerçek mucidi olan Yahudi biliminsanı Arthur Eichengrun’un yerine Ari ırktan gelen Felix Hoffmann’ın ismini kullandığı da bilinmektedir..

Krupp, Essen bölgesinde yerleşik 400 yıllık geçmişe sahip Alman aile. Aile, sanayici geçmişi, çelik, silah ve mühimmat üretimiyle ünlüdür. Aile şirketi olan Friedrich Krupp AG Hoesch-Krupp Nazi rejimine verdiği destek neticesinde  20.yüzyılın önde gelen şirketlerinden olmuştur. 1999 yılında Thyssen AG ile birleşerek ThyssenKrupp AG adını almıştır.

Günümüzün teknoloji devi; Siemens, Hannesmannröhren-Werke AG olmak üzere, tüm iştirakları ile Nazizmin hizmetinde olmuştur.

Löewe; başta Mauser silah Fabrikaları, Alman silah ve mühimmat fabrikaları, Alman-Atlantik telgraf şirketi başta olmak üzere tüm iştirakları ile Nazizm'in hizmetinde idi.

Peki, endüstri kuruluşlarının yanında, destek veren bankalara bakarsak, nerdeyse tüm bankalar Nazizm'in destekçisi olmuşlardır, Deusche Bank, Dresdener Bank, Darmstaetter Bank, Bleichroeder Bank, Oppenheim Bank, Speyer Bank, Mendelssohn Bank, Warburg Bank, Arnold Bank ve diğerleri.

Bu yazı ile birlikte Adolf Hitler ve Nazizm üzerine yazılarımı sonlandırıyorum, ahsenü'l-kasas'ın sonuna gelinmiştir..

Pazar, Mart 19, 2017

HİTLER'İN DESTEKÇİSİ THULE CEMİYETİ ve BÜYÜK SERMAYE


Bir önceki yazımda, detayları ile verilmiş Adolf Hitler portresi üstüne çok ta fazla kelam etmeye gerek olmadığı aşikardır, kendisi, egemenlerinin 1. dünya savaşı ile çözemediği sorunlarının dayatmasıyla ortaya çıkan kapitalizmin "büyük buhran"ının aşılabilmesi umudu ile, Avrupa'nın büyük sermayesi ve yedeğindekilerin iktidara taşıdığı, "Ein Volk, ein Reich, ein Führer" (tek millet, tek devlet, tek lider) sloganı ile somutlaşan, rafine ve dayatma çılgınlık projesi "nazizm", karizmatik bir dil ile yapılan propaganda, yalan ve dolana dayanan, yer yer din ve milliyetçilik, yer yer sosyalizm sosu, yer yer anti-semitizm, yer yer anti-komünizm, yer yer anti-kapitalizm yaklaşımı ile her şeye karşı, her şeye yandaş görünen kokteyl bir politika ile kafaları karıştırarak alınan destek ile yol alıyordu. Avrupa büyük sermayesinin önemli temsilcilerinden olan, Alman soylusu ve Bankacısı Baron Kurt von Schröder liderliğindeki, Köln merkezli "kartel krallarının bankası", Bankhaus JH Stein, her türlü melanetin planlayıcısı ve uygulayıcısı konumunda, tam da bir katiller sürüsü icraatı görüntüsü veren Himler'in SS'lerinin Thule Cemiyeti üzerinden savaş finansörü olarak, faşizmin asıl art planını oluşturan büyük sermayenin adeta konsorsiyum lideri gibiydi. Schröder, bunlarla yetinecek mi, şüphesiz hayır, "finans kapitalin" sözcülüğünü ve arabuluculuğunu, Londra'daki J. Henry Schröder ve New York'ta J. Henry Schröder Banking Corporation adlı bankacılık ve finans kuruluşları aracılığı ile de enternasyonal boyuta taşımış biridir. Uluslararası olmasının da en önemli tespit, ispat ve istinatı da, savaş sonrası başını savaştan muzaffer çıkan ABD'nin finans kuruluşlarının çektiği grubun bu gerçeği örtmek için harcadıkları sonsuz çabadır. Mezkur zatın, Almanya'daki birçok büyük şirketin yönetim kurulu başkanlığı ve üyeliği ise, ekonomik liderliğin, siyasi liderliğe ve nihayetinde de savaşa yapılan liderliğe evrilmesinin hedaya-yı şahanesidir, adeta.

Sermaye için; aslolanın kendileri adına oluşan "sermayenin güvenli ortamıdır" bundan gerisinin asla ve kat'a bir önemi yoktur ve olamaz da, peki bu sadece devr-i Hitler ile mi sınırlı, zinhar, mesela, günümüz Türkiye'si için bakın Canım Yurdumun büyük sermaye sözcülerinden Bülent Eczacıbaşı'nın mart 2015 teki bir açıklamasına, ne diyor muhterem; "Yatırımcının güven duyduğu ve parasını güvenle getirdiği, yerli ve yabancı sermayenin önünü gördüğü bir ortamın sunulması en önemli konu, sermaye rejimin ne olduğu ile ilgili değildir”. Nokta... Yıl 1935, yıl 2015, yer Almanya, yer Türkiye, yıl ve yer değişik ama fikriyat aynı ya zikriyat... Nokta...

Ferdinand Hugo Boss; bugün artık çok büyük bir organizasyon haline gelen Hugo Boss markasını 1924'te kurduktan sonra 1931’de Nazi partisine üye olur, Hitler’in 1933’te iktidara gelmesinden sonra 1945’in sonuna kadar Alman ordusunun üniformalarını yapar, önemli ve kendisine yol bulduran ve aldıran tasarımları arasında SS’lerin, Hitler gençliğinin ve Wehrmacht’ın üniformaları bulunmaktadır.

Diğer taraftan, otomotiv sektörünün dünya çapında markası BMW’nin kurucusu Günther Quandt'da Nazi partisi üyesi olup, firmasında savaş döneminde Nazi rejimi için silah ve askeri teçhizat üreten firma, fabrikalarında boğaz tokluğuna 50.000 savaş esiri ve toplama kamplarından getirilen Yahudi işçileri çalıştırarak, hem rejime destek olmuş hem de kendi gücüne güç katmıştır.

Geçtiğimiz yıllarda, Hugo Boss ve BMW’nin temsilcileri, kurucularının Nazi rejimiyle olan ilişkilerinden dolayı kamuoyundan özür dilemiştir ama bu onların sahip oldukları sermayenin içindeki yoksulların ve esirlerinin kanının bulunuyor olmasına engel olamamaktadır. Gerçi özür dilenmesinin de azımsanmaması gerekir ve bunu yapmayıp ta hala devam edenlerin cesaretlerinin devamına destek olmayalım da diyebiliriz, bu da ayrıca yanlış sayılamayacak bir yaklaşım olmakla birlikte fiili durumun değişmesine bir katkı yapmamaktadır.

Yavaş yavaş açılmakta olan Nazi arşivleri, Nazi geçmişi olan markaların ya da kurumların sadece Hugo Boss ve BMW’yle sınırlı kalmadığını göstermektedir.

1936’da Nazilerin yabancı markaların Almanya’ya ithalatını yasaklamasıyla, Nazi rejimiyle pazarlığa girerek anlaşma sağlayan Coca Cola'nın soda markası, reklam afişlerinde kola içen Nazi gençliğinin ve gamalı haçın, arka yüzünde de Führer’in fotoğrafının yer almasını kabul eder ancak bu seferde, ABD hükümeti günlük siyasi mülahazalarla Coca Cola'nın Almanya’ya olan ihracatını engeller, Coca-Cola’nın Almanya temsilcisi, sermayenin enternasyonal zekası ile devreye girer ve "Fanta" markası ortaya çıkar, Coca Cola Nazi gençliğine hitap eden bu içecek ile bu yasağı deler.

Renault’un kurucusu Louis Renault’un, Nazilerle yaptığı işbirliği neticesinde, üretilen kamyonların Nazi Almanya'sına verilmesi kendisinin sonunu getirse de, ortaya çıkmış belgelere rağmen, mirasçıları bu işbirliğini hala ret etmektedirler.

Diğer taraftan, hem kişiye kişisel bağışları, hem de Almanya'da elde edilen gelirin Nazilere bağışları gibi ahlaksız tutumları açıklanan belgelerle açığa çıkmasına rağmen, şiddetli reddedişle Henry Ford'un markası Ford, bu cürm-ü meşhuttan azade olabileceğini zannetmektedir.

Evet, yine bana ayrılan yerin sonuna geldik, say say bitmiyor bu ahlaksızlık ve ahlaksız tutumlar... Çelik devi Krupp ve Thule Cemiyeti ile devam etmek üzere...  

Pazar, Mart 12, 2017

HİTLER'İN İKTİDARA GELİŞİ


Adı; Adel ve Wolf sözlerinin bir özeti sayılacak ve  eski Almancada "asil kurt" anlamına gelen, yakın çevresi ve akrabaları arasında da kısaca "Adi" biçiminde olan Adolf Hitler, 1919 senesinde Almanya İşçi Partisine (DAP) üye olarak politikaya girdikten sonra da uzunca bir süre "wolf" kod adı ile ayn-ı müsemmadır. 1919 da politikaya başlar, 1921'de de, 1 sene önce Almanya İşçi Partisinin (DAP) Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisine (NSDAP) dönüşmesiyle ortaya çıkan yeni partiye genel başkan oluvermişti. Her şeye rağmen Almanya'daki meri yasalara göre, politikada gelebileceği yer buraya kadardı, yani Avusturya vatandaşı olması nedeniyle 1925 ile 1932 arasında bu statüsü değişmediği ve de kendisini adeta görünmez bir el olarak arkasından iteleyerek yükselmesini sağlayan güce rüştünü de ispat etmesi gerekiyordu. Bu arada kendisini büyük bir dikkat, özen ve önemle izleyen görünmez elin sahipleri, hemen tarihte pek çok benzerine rastlanacak bir hile-i şeriyye ile, tüm nazilerin başbuğu sayılan Rudolf Von Sebotterdorff tarafından kurulan ve politik arenada bir hayli de etkili olan Alman milliyetçi "Thule Cemiyeti" vasıtasıyla, dönemin İçişleri Bakanı ki, kendisi de Thule Cemiyeti üyesidir, devreye sokularak, önce devlet memuru bilahare de Almanya vatandaşlığına geçirilmiştir. Artık muhteremin önündeki engel kaldırılmış ve kapitalizmin buhranlı döneminin ruhuna uygun olarak ta  zapt-u rapt düzeninin önü iyice açılmıştır. Artık 1933 teki seçimlerden, her türlü hile, hurda ve desise ile murada erişecektir, görünmez elin sahipleri (aslında görünen ve de gayet iyi bilinen)... 1933'te Şansölye olarak hükümet başkanlığına, 1934'te de Almanya Cumhurbaşkanlığını devralarak, Cumhurbaşkanlığını "Führer" adı ile maruf ve meşhur hale dönüştürmüştür. Führer Adolf Hitler, görünmez elin çıkarlarının korunması, geliştirilmesi ve sorunlarının çözülmesi adına ve uğruna, artık tek başına, "Ein Volk, ein Reich, ein Führer" (tek millet, tek devlet, tek lider) gazı gereğince, tüm dünyayı kaplayan ve egemenlerinin 1. dünya savaşı ile çözemediği sorunlarının dayatmasıyla ortaya çıkan "büyük buhran" adlı kapitalizmin bunalımı muvacehesinde, karizmatik bir dil ile yapılan propaganda, görünüşte geniş alt ve orta tabaka katmanlarına aslında görünmez elin sahipleri egemenlere, yalan ve dolana dayanan, yer yer milliyetçilik, yer yer sosyalizm sosu, yer yer anti-semitizm, yer yer anti-komünizm, yer yer anti-kapitalizm yaklaşımı ile her şeye karşı, her şeye yandaş görünen kokteyl bir politika ile yol alıyordu artık. Yaratılan güçlü ve totaliter görünümlü bu faşist yapının tüm dünyanın başına nasıl belalar ördüğünü hemen hemen herkes layığı ile bilmektedir, konu üstüne fazlaca da kelama lüzum yoktur sanırım. Asıl konumuzun eksenini, bu eli kanlı diktatörün kısa sürede politika basamaklarını hızlı biçimde çıkarak, yaşanılan ekonomik buhranlarına çare bulacaktır umudu ile destekleyen ve perde arkasında her türlü fırıldağı çeviren, müesses nizamlarının uğruna batırmayacakları dünya olmayan egemenler ve onların bugün tüm dünyayı kasıp kavuran markalarıdır. Gerçi; cici ve görece demokratik uygulamalardan faide ütemeyip, müesses nizamın sırlarını atıp ta, aslına rücu etmesi ile, zapt-u rapt düzeniyle sorunlar kısa sürede çözülür muradı ile faşistlerin Almanya’da nasıl iktidara gelebildiği konusu, bundan kimlerin sorumlu olduğunu, faşistlerin iktidara getirilişinin gerekçeleri ve hangi dönemlerde kendilerine tekrar ihtiyaç duyulacağı ve dünyanın neresinde zuhur edeceği konusu, dün olduğu gibi bugünde insanlığın önünde görmesi gereken en önemli problemlerden birisi olarak durmakta ve gözüne batmaktadır adeta.

Hayata ilgisi olup ta, yakından takip edenlerin kolayca bilebileceği üzere; söz konusu "ekonomik buhran" olunca, politikanın soslarının çok çeşitli ve farklılık arz etse bile, ihtiyaca binaen hiç çekinilmeden kullanılıyor olmasının kaçınılmazlığı yeterince açık olup, zamanın ruhuna ve coğrafyanın gereğine uygun olarak sadece parti ve lider seçimleri değişiklik gösterebiliyor. Bilindiği üzere, Almanya büyük sermayesinin önde gelenleri, Thyssen, Krupp, Bayer, Bosch ve Siemens gibiler olup, Faşist Hitler politikalarının da belirleyicileri olmuşlardır ancak sakın bunlarla sınırlı kalındığı sanılmasın, bugün insanlarımızın büyük hayranlıkla kullandığı, Hugo Boss, BMW, İKEA, Coca Cola, Renault, Ford, Standart Oil v.b. gibilerde kaçınılmaz ve tarihsel misyonları gereği olarak bu kervanın içindedirler. Bu şirketlerin bugün artık büyük birer dünya devi olduğu gerçeği ile bir değerlendirme yapıldığında, Hitler ve benzerlerinin nasıl birer misyon sahibi oldukları son derece sarihtir. Örneğin, Faşist Hitler hükümetinin, "Yüksek Ekonomik Konsey" oluşumu bu açıdan anlamlı ve önemlidir, incelenirse konunun ne kadar da basit ve yalın eklemlemelere tekabül ettiği görülür. Önümüzdeki yazılarda bu büyük şirketler bazında yazılar yazmayı planlıyorum.

Yazımı yine Neyzen Tevfik'in durumu ve aynı zamanda misyonumuzu iyi tanımlayan bir beyiti ile nihayetlendiriyorum.

Bay Hitler yaralandı, dediler.
Menhus yıldız çabuk doğar dulunur;
Sen köpeğe kuduz de geçiver,
Nasıl olsa bir öldüren bulunur.

Pazar, Şubat 19, 2017

İSMET İNÖNÜ' YE ÇATMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

İsmet İnönü için son yıllarda inanılmaz çamur atma kampanyaları yürütülmektedir, bazı münkir, münafık, zındık ve gafiller bunları eleştiri diye yorumlamaktalar, lakin bu kabil kelamların neredeyse tamamı belden aşağı, kural dışı vurmalardır. Yani, her türlü siyasi tutum ve tercih üzerinden eleştiri, katıksız milliyetçilikleri ve bu uğurdaki acımasızlıkları üstünden eleştiri mümkün iken, neden "2 ayyaş" ve "veled-i zina" düzeyinde ahlaksız ve olsa olsa paparazzi düzeyinde konuşmalar ile hedef alınırlar, gerçi benim ve benzerlerim açısından sarih ve barizdir hedef, lakin ciddi bir oranda insan tarafından itirazsız kabul edilir ve papağan gibi de tekrarlanır, bu mezkur grup neden bu düzeyden salvo atış yapılır diye düşünmez, inanılır değil.

Şahsen benim de, siyasi tercihleri ve tutumları, muhaliflerine karşı hışımları, milliyetçilik ve asimilasyon üstünden yürüttükleri mücadele vs. vs. gibi birçok konuda çok ciddi eleştirilerim var ancak dönem, padişahlık ve sultanlık düzeninin tarafgirleri, şakşakçıları ve muhiplerinin saldırıları, emperyalizmin buhranları neticesi yaşanılan 2 önemli paylaşım savaşı (1. ve 2. dünya savaşları) hep göz önünde bulundurulmadan değerlendirmelerin yapılması doğrusu ve olsa olsa başka muradın tezahüründen başka bir şey değildir.

Burada birkaç başlık ile önemsediğim 2 farklı dönemde, hem de iktidarda iken, aldığı olabildiğince liberal tutum kendisinin, hiç te sonrakiler gibi, bitimsiz, katıksız düşmanlık gütmediğinin ifadesi sayılabilir. Mesela, kendisinin uzun yıllar asker olarak yaşamasına rağmen, bazı münafıklar tarafından, "askerlik görevinden imtina etmiştir" gibi subuk suçlamalar, Muhalefet Partisinin Genel Başkanı olmasına rağmen TBMM'de duruşma yasaklısı yapılması, seçim çalışmaları için gittiği, Kayseri ve Uşak'ta kendisine ciddi fiili saldırılar yapılmasına rağmen soğukkanlılığını kaybetmemiş, şekeri yükselmemiş, tansiyonu düşmemiş, fenalaşarak hastaneye kaldırılmamış, bayılmamış vs vs. Tüm Avrupa'yı kaplayan 2. savaşa rağmen, öyle ya da böyle, diplomasi ile asla ve kat'a fırsattan istifade diyerek, Osmanlı'nın yitirdiği topraklardan nasipleniriz diye düşünmeden, gaza gelip, hülyalara kanmayıp, bu ülkenin çocuklarının savaşa sürülmesini engellemiş olmasını bile içine sindiremeyen savaş lobisinin düşmanları fink atmakta ortada, inanılır ve anlaşılır değil...

Eleştiri yerine  düşmanlık ikame ederek, saldırıya geçen gafillerin, Cumhuriyet'in sırmalı, kademli ve kıdemli düşmanlarından biri olan, dönemin "vatan haini" ilan edilmiş sakıt bakanı, gazeteci ve mütefekkiri Ali Kemal'in (İngiliz ya da Artin Kemal) oğlu, sonradan diplomat olarak bulunduğu İspanya'da bir suikasta uğrayarak, eşini ve akrabasını kaybeden Zeki Konuralp'in Dışişlerindeki görev için sınava alınırken ve sonrasında da ataması için, babasının büyük husumetine şahsi ve siyasi olarak hedef olmasına rağmen, atama için kendisinden onay isteyenlere, herhangi bir engel göstermemiş olması ise asla unutulmaz ve unutulmamalıdır. Canım yurdumda sonradan yaşananlara bakınca konunun önemi daha da anlaşılacaktır sanırım, sadece, ilgi, bilgi ve feraset ve de araştırma gerekir, yoksa bildiği yanıldığına yetmeyen Aynaroz Kadısı kılıklı zevatın anlattıkları ile iktifa edilirse, canım yurdumun gençleri, emperyalizmin jandarmasının gazı ile, taaaa Kore'den Afganistan'a, oradan da Somali'ye kadar da asker olarak gönderilir... Eyyy gafiller tarih sizin bildiğiniz gibi değildir ve de zannettiğiniz kadar da "hay Allah yanıldım" diyerek sıyrılacak kadar basit sorumluluklar yüklemez omuzlara... Eeeeee tarih hocası diye, kerameti kafasındaki fes ile püskülünden menkul insanlar tayin ederseniz ve bunları muteber tarihçi diye düşünerek, anlatımlarını müfredatlara koyarsanız, vay geldi canım Yurdumun başına...

Bilindiği üzere CHP'nin 3. Genel Başkanı Bülent Ecevit olmuştur, partinin değişmez Genel Başkanı görüntüsündeki İsmet İnönü'nün, parti organlarının yenilenmesi seçimlerinde, Bülent Ecevit'in hazırladığı listenin kazanması sonucu, sadece Genel Başkanlıktan ve CHP den istifa ederek, milletvekili olarak çalışmalara devam etmiştir. Seçim kaybetmeyi sindirmiş birisi olarak ta, serinkanlılığını korumuş ve elini, kolunu partinin içinden çekmiştir. Asla, seçilen organları istifaya zorlamak gibi, ya da organ seçimlerini Genel Başkanlık yetkisini kullanarak, sonraları benzer durumlarda sıkça rastladığımız üzere, şeytana bile pabucunu ters giydirecek ayak oyunlarına tevessül etmeden, tabanın teveccühüne itibar göstermiştir. Sıradan milletvekili olarak görev süresi içinde vazifesini yerine getirmek gibi bir onurlu davranışın sahibi olmuştur.

Aslında, yapılan tüm saygısız çamur atmaların, asıl hedefinin rejimin ve laikliğin baş mimarı Mustafa Kemal'dir, ayan beyan görünen budur. Ancak, belden aşağıya vurma uzmanı bu muhteremler, benzerlerine diğer ülkelerde de rast edildiği üzere, 2. adam üstünden asıl hedefe salvo atışlara devam etmektedirler.

Son sözler yerine; Neyzen Tevfik'ten 2 beyit,

Esir iken mümkün müdür ibadet
Yatıp kalkıp Atatürk’e dua et
Senin gibi dürzülerin yüzünden
Dininden de soğuyacak bu millet.

İşgaldeki hali sakın unutma
Atatürk’e dil uzatma şerefsiz
Sen anandan yine çıkardın amma
Baban kimdi bilemezdin şerefsiz.

Pazar, Şubat 12, 2017

YETMEZ AMA EVETÇİLER; ALLAH SİZİ AFFETSİN-2


Geçen haftalardaki bir yazısını "geçmişi bırak, geleceğe bakalım. Bilmem anlatabildim mi?" diye bitirmiş yüksek profilli gazetenin patronu Aydın Korkmaz. Tabii ki, Korkmaz olunca başka sıfata gereksinim duymadan da, kendisini bir adım geçmiş, eski bildiklerinden, hani "ne yetmez ama evet"i "harbiden evet dedim" diye böbürlenerek yazılar yazan, adaşı Aydın Engin'in bir yazısını aynen yayınlamış. Tabii ki destek önemli bir adamdan gelince zannediyor ki, muhteremin önemine binaen konuya yönelik eleştirilerimizden vazgeçeceğiz, asıl gelinen nokta itibariyle, azıcık mahcubiyetleri oluşmuş ise derhal "bizi kandırdılar" diye özeleştiri yapsınlar. Ne diyor muhterem mezkur yazısında; "Ben ne “Yetmez ama evet” dedim; ne EDP’li arkadaşlarım gibi evet’i “AKP’ye hayır” parantezine aldım; harbiden evet dedim.". Bravo, hatta kocaman bravo. Kerameti kendinden bu muhterem yazısında devamla, bir sınıfsal temelli analiz yapıyor ki, zannedersin harbi bir "Marksolog", breh breh... Hele birde, "Duran bir saatin bile günde iki kez doğru zamanı gösterdiğini nasıl gözardı ederiz?" demez mi, valla feylosofiye bile takla attırtan bir eda ile, ama ne yazık ki bozuk saate endeksli bir tutum içinde olduğu ikrarı ile, pozisyonunun ne rezil olduğu mevhumu muhalifinin istikrasından ibarettir. Mezkur abinin fikr-i harabiyetine ciharen bu yazıyı kendi ağraz-ı dünyeviyyesine mesnet-i muazzama diye yayınlayan bizim abiye de kocaman bir bravo demek gerekir, en azından.
Gelelim, "bilmem anlatabildim mi" sorusunun cevabına, el cevap, "anlatamadın". ama dur bir, ben sana konuyu sosyolojik, ideolojik ve psikolojik hatta pedagojik açıdan tane tane ve senin anlayacağın biçimde bir kez daha anlatayım... Geçen haftaki yazıma kaldığım yerden devam ediyor ve gazetemiz patronu, "öyle demediydim böyle dediydim" uzmanı Aydın Korkmaz'a; malum duruma nasıl da zımni destek verdiklerini anlata anlata dilimde tüy bitti ama sonuç hala yok, korkarım da olmayacak... Ne diyor muhterem sınırlı da olsa bir anayasa değişikliği güzeldir diyerek son güne kadar devam edip son anda, kafamıza saksı düştü, "yetmez ama evetçilik", iyi olmadı fazla eleştiri aldık, hemen ray değiştirdik, türbanlı yetmez ama evet olan, boykot saflarına geçtik... Sonuç parmaklar sıcak sobaya dokununca bağırıyorlar, sıcak soba parmak yakar ikazları yapılmamışçasına şimdi o durumu aklayabilmek için yeni manevralar, devammmm... Ne diyor muhterem masa kurulmuştu, sonra masayı devirdiler, eee sürpriz mi ki bu, zinhar, masa kurulmuş ve başına meşhur falcı gelmiş size fal bakıyor ama sizde ne gam, ne keder... Korkarım ki bu kadar manevra var ise, aldatılanlar aldatıldıklarının da farkında değiller, yok masa, yok ittifak, yok barış, yok Avrupa Birliği, yok analar ağlamasın, yok şu, yok bu, yok nurlu ufuklar, yok statüko gidecek, yanılmanın bu kadarı da saflıktır herhalde...
"yetmez ama evetçiler" öncelikle neden ve niçin evet dediler yada boykotçular nötr kaldılar, bu tutum nasıl bir sonuca yol açtı... Bunu anlamanın yolu sadece bu tavır kime yaradı kriterinden bile bakacak olursak, kahve diliyle kabak gibi ortadadır. Kahvehane felsefesi, "Oynamaktan maksat ütmektir" sözünden bile konuya bakılsa, ütüldüğünüz kabak gibi ortadadır, ve hala aksini savunuyorsunuz, haydi yolunuz açık ola... Bu yeterli olmadı ise, bir de sokak felsefesi "söyle dostunu söyleyeyim kim olduğunu" siz değerli muhteremlere... Ama siz hala; mezkur muhteremin yazısını bitirdiği, "Sorun sanırım merdiven çıkarken ıslık çalabilmek, yürürken ciklet çiğneyebilmek  gibi iki işi bir arada “yapmak ya da yapmamak”ta düğümleniyor..." gibi düşünmeye devam edebilirsiniz, taktir zat-ı alilerinize aittir. Siz 2 işi birarada yapıyorsunuz da ne oluyor, Allahaşkına, sonuç hüsran... Ancak, dün; uzaklardaki radyolardan gelen nağmelerin tılsımına kulak verenlerin, bugünde uzaklardaki yaylalardan gelen uzun havalara göre halay tutturuyor olmaları kolay anlaşılır mevzulardır... Bir önceki referandumda, “Demek 12 Eylül Anayasası’nın değişmesini istemiyorsunuz! Demek demokratikleşme, sivilleşme istemiyorsunuz.” fikriyle yedeklenen muhteremler şimdi de, "hayır diyenler, anarşisttir, bölücüdür, katildir, komünisttir" fikriyle yedeklenecekler, gayri durumumuz budur... Hayırlara vesile olsun...

Sevgili Aydın, hani sana anlattığım "deli oğlan" fıkrası var ya, hani deli oğlan köyün ortasında koşarak "her şey güzel olacak" diye bağırıyordu ya, taze ve sınırsız umuduna istinaden, sonra yaşadıklarına istinaden de "her şey çok kötü oldu" deyişindeki acıyı ve sıkıntıyı, işte durum o... Bilesin...

Yazımı Büyük Usta Nazım Hikmet'ten yalan ve inananları üstüne muhteşem bir şiirle bitiriyorum.

İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
Avrupalım, Amerikalım benim,
uyanık, atak ve unutkansın ellerin gibi,
ellerin gibi tez kandırılır,
kolay atlatılırsın...
İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa,
ninni yalan söylüyorsa,
rüya yalan söylüyorsa,
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,
söz yalan söylüyorsa,
ses yalan söylüyorsa,
ellerinizden geçinen
ve ellerinizden başka her şey
herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.
 

Salı, Şubat 07, 2017

ŞEYTAN

Futbolculuğunda oynadığı değil ama oynamadığı futbolun fazlaca ön planda olduğu, balık hafızalılar haricinde, kolay unutulacak cinsten değildir, bu pırpır futbolcu eskisini zamanında parlatmaya çalışanlar tarafından “yıldızları koruma kanunu” çıkarılsın diyerek gerek hakemlerin gerekse de rakiplerinin baskı altına alınması neticesinde top kendisine gelince kimsenin dokun(a)madığı alanda oynayan, hatta bu şartlar altında bile canım yurdumun en fazla sakatlanan sözde futbolcusuydu. Emin olun "banyoda sakatlandı" deyimi bile işte bu beyefendi yüzünden futbol edebiyatına dahil olmuştur, yani kolayca anlaşılacağı üzere adam, yolda yürürken, at yarışı izlerken hatta yatakta uyurken bile sakatlanma becerisi gösterebilmiş yegane beyefendidir. Mezkur yasanın çıkarılamaması yüzünden de, beyefendiyi parlatanlar yazdıkları/konuştukları köşelerinden rakip futbolcuları hedef göstermek ya da hedef tutmaktan asla ve kat'a geri durmamışlardır. Örnek mi; Trabzonspor futbolcusu Yesiç’in bir pozisyonda kendisine dokunmamasına rağmen sakatlanmış olmasıdır ki, Fenerbahçe’den akredite olarak basının köşelerini ele geçirmiş gazetecilerden kimse bu pırpırın futbol kişiliğine (kişiliksizliğine) ve dayanıksızlılığına bağlamamıştı ama mezkûr futbolcunun sanki vatandaşmış gibi, vatan haini nidaları arasında ülkeden kovalanmasına neden olmuşlardı. Kerameti kendinden ve nemalandırılan bir gazeteci grubundan ya da futbol dünyasında etkili ama aslında beygir mühendisi (at yarışçısı) elit kesimin korosundan kaynaklanan bu muhterem, yakınlarının anlattığının aksine "şeytan" lakabını futbol zekasından ötürü kazanmamıştır tam tersine bir durum oluşmuş olup, belki bir kısım futbolsever hatırlamayabilir diye bir kez daha hatırlatalım, bir milli maç oynanırken, tıpkı kendisine benzeyen bir spiker tarafından "ne zekice bir davranış" mealinde başlatılan, hani bir faul pozisyonunda, rakibin yerde yatarken ve de hakemin bu sakatlığı fark etmediği anda topu hemen kullanarak bir gol attırmıştı ya, hani meslektaşlarını faka bastırarak gol attırmıştı ya, hani ahlak, etik, fairplay, saygı, dürüstlük, hoşgörü vs vs. hak getire ya. Peki, merak ettiniz mi; şeytan derken ilaveten nasıl sıfatlar yüklendi bu beyefendiye…
Vallahi ben demiyorum TDK sözlüğü bu kelime için ne diyor; bakalım;
şeytan; 1. (din). Hz. Âdem'e secde etmediği için cennetten kovulan, insanları Allah'ın emirlerine karşı kışkırtan, kötülüğe yönelten cin, iblis. 2. (mec). Kötü düşünceli, kötü niyetli kimse. 3. (sf). (mec.) Çok kurnaz, uyanık (kimse).
Halk efsanelerinde ve sonraki büyük dinlerde kötülüğün simgesi. Tiyatroda bu rolü oynayanlar, bütün yanlarında korkunç yüzler bulunan deriden özel giysiler giyerlerdi. Türk kukla tiyatrosunda kötü ruh simgesi olan tip. Halk efsanelerinde ve Goethe'nin "Faust" adlı yapıtında "meplins topheles". Orta Çağ oyunlarında kötülüğün simgesi. Bu rolü oynayanlar, her yanında çirkin yüzler bulunan deriden giysiler giyerlerdi.
Etimoloji sözlüğünün babası Nişanyan Etimoloji sözlüğünde ise, [ Codex Cumanicus, 1303] saytani erksis etkän [Şeytanı güçsüz kılan][ Hoca Sa'deddin Ef., Tacü't-Tevârih, 1574]
ol şeyṭānet-āyīn olan lāˁīn [o şeytanlık-düzen lanetli][ Ahmed Vefik Paşa, Lugat-ı Osmani, 1876] şeytan tırnağı: Tırnak piçi.
Ar şayṭān شيطان  [#şyṭ faˁlān msd.] a.a. İbr şāṭān שָׁטָן  [#şṭn]düşman, iftiracı, şeytan İbr şāṭan שָׁטַן iftira etmek, kandırmak
Not: Batı dillerine Yunanca vasıtasıyla Tevrat İbranicesinden geçmiştir. Karş. EYun satánas, Lat satan "şeytan".
Var mı; iyi bir şey. İşte ben demesem bile, sözlüklerin dediği, işte bu.
Peki; yahu be adam, bu fakir ülkenin kaynaklarını; transfer, prim, kamp harcamaları ve tedavi harcamaları adı altında yıllarca, bedellerini ödeyenlerle dalga geçerek kullandınız, şimdi de eski durumunuzu TV'lere kurularak yeni para kazanma durumuna tahvil etmişken ve sizleri bir şey zannedip dinleyen hatırı sayılır bir de kitle bulmuşken, adam gibi kimseyi tahrik etmeden yap işini değil mi? Hayır ne gezer… Diğer taraftan, anlaşılır gibi değil canım yurdumda bir milletvekilinin maaşı hatta Cumhurbaşkanının maaşın tartışılır, ama bu ve benzerleri zevatın maaşları tartışılmaz, oysa ülkede bir Cumhurbaşkanı var bu şeytan benzerlerinden binlerce var, ama ne gam, ne keder …

Şeytan efendi, kurulduğu TV köşesinde, muhtemel ki önüne gelen herkes ile, sahip olduğu alay ruhsatını elinde bulundurarak, bir yandan alay ederken, diğer yandan pasa ahlaktan söz etmesi gerçekten anlaşılır gibi değil, hatta ettiği lafları hiç ağzına almaması gereken kişilerin başında gelirken, futbolculuğunun en önemli döneminde, Fenerbahçe’ye gitmeyi kafasına koymuş olmasına rağmen Galatasaray’dan (Ergun Gürsoy) aldığı 500 milyonluk çekin üstüne yatar, sonra da Fenerbahçe’ye gider. Tabii ki en doğal hakkıdır Fenerbahçe’ye gitmek, ama ayak oyunları yapıp rakipten çek alarak değil, gidersin adam gibi o takıma imza atarsın, olur biter, kim ne diyebilir… Ama ahlak seviyesini göstermesi açısından önemli olduğunu düşündüğüm bu davranış sana pekte güzel yakışmıştı. Ama anlaşılan bunları unuttuğumuzu düşünüyor, unutmadık şeytan efendi unutmadık. Şimdi bir grup karşı çıkacaktır bu dediklerime ama onlara son bir şey daha hatırlatayım, Teknik Direktörlük döneminde adamın nasıl bir başarısı var Allahaşkına ben bilmiyorsam da biri bana hatırlatsın. Fenerbahçe gibi önemli bir takım ile Vanspor ve Karşıyaka gibi döneminde 2. lig de şampiyonluk için her şeyi yapan yönetimlerin bulunduğu kulüplerde nasıl bir başarısı var, ister alınan puanlar açısından olsun, isterse de oynadıkları futbol kalitesinden olsun kim ne hatırlıyorsa yazsın söylesin de biz de bilelim. Şimdi de güçlüden yana olma tavrını, siyasete bulaşarak devam ettirmektedir, ne yazık ki futbolculuğunda da, yorumculuğunda da kendisine inanan ve güvenen bir hayli insan(!!!) bulunmaktadır. Allah selamet versin bu gruba... Bak daha kumara, at yarışına, maç tahmin ve bahislerine giremeden, bana ayrılan yerin sonuna geldim. 

Cumartesi, Şubat 04, 2017

RIDVAN DİLMEN

KİM BU RIDVAN DİLMEN DERSİNİZ?

Rıdvan Dilmen'in bu kadar önemli bir futbol adamı olmadığının farkedilmeyeceği kesinleşti artık umudumu yitirdim . Yahu bu adamın futbolculuğundaki ayrıcalıklı uygulamalar neticesinde sürekli gündemde kaldığı neden unutuluyor ki. Hatırlayalım; Rıdvan Dilmen ( nam-ı diğer şeytan) yüzünden kaç futbolcu vatan haini ilan edildi kaç yabancı futbolcunun ülkeden kovalandı ve yine kaç futbolcu 2. lige futbol oynamaya gönderildiği hala arşiv kayıtlarının önemli bir bölümünü teşkil etmektedir.

Adam pır pır sürekli kendi etrafında dönen hatta büyük ölçüde gücünü kendine çalım atmakta harcayan birisi iken geçen gün bir TV kanalında ben bir zamanlar "önemli bir futbolcu idim" demesine onun futbol oynadığı dönemden kalan karga olmadığı için kargaların yerine başkaları gülüyor. Futbol hayatının 5 te 4 ü sakatlık ile ( büyük çoğunluğu da yolda yürürken sahada tek başına koşarken yada oyun esnasında kendisine kimse dokunmadığı anlarda gerçekleşmiştir) geçmiş, bozuk saatinde günde 2 defa doğruyu gösterdiği biçimi ile bu beyefendi kendisine kimsenin sarj bile yapamadığı bir kaç maçta büyümüştür ve Fenerbahçe medyasının gazı, sürüklemesi ile de şişirilmiştir, o kadar.

Bazı TV lere de yorumcu olarak katıldığı bazı programlarda futbol ve sosyal ahlak konusunda da fetvalar veriyor. Türkiye de bu konuda en son konuşacak kişi Rıdvan Dilmen dir. Kendisinin transfer olacağım diye söz verip aldığı avansları unuturak konuştuğunu zannediyorum yoksa bizler hangi klüplerin bu anlamdaki paralarının üstüne yattığını unutmadık. Diğer taraftan yine hatırlayalım ki futbolculuğu dönemindede gece klüplerinde geçirdiği zamanlar ve at yarışçılığı futbolculuğunun hep önünde yer almıştır.

Gelelim teknik yöneticilik dönemine adamın nasıl bir başarısı var allahaşkına ben bilmiyorsam da biri bana hatırlatsın. Vanspor ve Karşıyaka gibi döneminde 2. lig de şampiyonluk için herşeyi yapan yönetimlerin bulunduğu klüplerde nasıl bir başarısı var, ister alınan puanlar açısından olsun istersede oynadıkları futbol kalitesinden olsun kim ne hatırlıyorsa yazsın söylesinde biz de bilelim .

Ayrıca şimdi de TV ler peşinden koşuyor yorumcu olması için; adamın konuştuğu anlaşılmıyor futbolculuğu gibi konuşması da pır pır, söylediği ve kimin kendisine öğrettiğini bilmediğimiz laf 3 yada 5 cilalı laf var hepsi bu.

Yoksa kendisi de derin futbolun temsilcisimidir.

Cuma, Ocak 27, 2017

İNÖNÜ'YÜ KANDIRMAK KOLAY MI DIR?


Canım yurdumun istila günleri; bugün ardılları tarafından parlatılan yetkili ve etkili önemli bir grup yobaz ve gerici, işgal kuvvetlerini mevcudiyetlerinin ve istikballerinin yegane temeli mülahazası ile bağımsızlık mücadelesinin hazine olduğu şiarını edinerek yola çıkanlara, onları bu hazineden mahrum etmek amacıyla dahili bedhah olmayı taammüden tercih etmişlerdir. Cihad-ı istiklal, cebren ve hile ile ve de dahili bedhahlar erketeliğinde tezahür etmiş işgale karşı, aslında herkesçe çok kolay bilinebilecek çok namüsait ve çok sınırlı imkan ve şerait altında yürütülmüş ve hem dahili bedhahların, ki onlar orduları direnme imkan ve kabiliyetlerini yok etmek için dağıtarak erketelik deruhte etmişlerdir, hem de harici bedhahların, ki onlar tüm dünyada emsali görülmemiş galibiyetlerin mümessilidirler, ki onlar için büyük bir hayal kırıklığı ile tecelli etmiştir. Böyle tecelli etmiş olması, bu ekibin ardılları tarafından asla kabullenebilmiş değil, saldır dur stratejisi ile saldırıp duruyorlar, görünen o ki asla da pes etmeyecekler. Cihad-ı istiklalin neresi bunlara dokunuyorsa, neresi batıyorsa artık...

Ne diyor bu avenelerden biri, "keşke Yunan kalsaydı", Allahtan sayesinde türban düştü, kel göründü... Gerçek niyet zuhur etti Allahtan, bunların alayı böyledir işte... Yunan, Fransız, İtalyan, İngiliz olsun ama asla Kuva-i milliye  olmasın... "Bizim gavurumuz elin gavurundan daha şiddetli" diye buyuruyor bunların tarihçi diye takdime şayan gördükleri pek muhterem Mısıroğlu (aslında püsküloğlu olsa daha isabetli olur) bir konuşmasında, "Beni tefe koyarlar ama keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilafet yıkılırdı. Ne şeriat yıkılırdı. Ne medreseler lağvedilirdi. Ne hocalar asılırdı. Hiç biri olmazdı". Ne yazık ki Hüsnüyadis'ler bitmiyor, Allah verdikçe veriyor işte... Maşallah toprak ta mümbit... Yürütülen yalan, dolan, desise, hile, hurda ve kara propagandanın büyüklüğü karşısında şaşkınlığa düşmemek elde değildir açıkçası, bu nasıl bir kindir, bu nasıl bir öfkedir, bu nasıl bitmek bilmez bir düşmanlıktır, bu nasıl şiddetli bir hasettir vallahi gerçekten anlamak mümkün değil.

Malum hikayedir, alakalıları iyi bilir ve anlatırlar hikaye faslından ama ıtnap-ı makbulden alim-i muhakkikler  bunun asr-ı hakiki olduğunu mütemadiyen beyan ederler. Mudanya mütarekesi akdedilecektir, TBMM müzakereci olarak İsmet İnönü'yü tayin eder, bağımsızlığın temeli sayılacak bu müzakerelerin detayları konumuzu oluşturmadığından, bunları geçiyoruz bir kalem... Olabildiğince gergin ve sıkıntılı geçen müzakereler neticesinde, Cumhuriyet'in temelleri sayılacak kararlar işgal kuvvetlerinin komutanlarına kabul ettirilmiştir. Sıra müzakerelerin ardından, komutanlıklarca işgal edilen bölgelerin devir-teslim törenlerine gelmiş ve İsmet Paşa'nın da bulunduğu Mudanya'dan İngiliz subaylarının ayrılması sırasına gelmiştir. Kazanılan savaşın da verdiği büyük gurur ve mutlulukla, İngiliz askeri heyetinin iskeleden gemiye binip ayrılmaları sırasında tören kıtası ve bandosu yerlerini alır ve vedalaşma faslının sonuna gelinir, artık iskelede sırtını karaya dönmüştür işgal kuvvetleri, yönleri gemileridir, kefere işgalcilerin tören kıtası yürüyüşünü tören bandosunun marşı ile mütenasip yapıyor olmasından ötürü, bando bir anda giderek yüksek tempolu bir marş icrasına geçmiş ve marşın temposuna uygun giden tören kıtası da giderek hızlanarak adeta koşarak gerisin geri gemilerine binmişlerdir. Gerçi bu işgalciler için hazin, bağımsızlığını kazananlar için müthiş bir coşkuya dönüşen uğurlayış için bandoya giderek artan tempoda marş çalınması talimatını bizzat İsmet Paşa'nın mı verdiği yoksa bando şefinin kıvrak zekasının mı ürünü olduğu tam açığa çıkmamıştır ama İsmet Paşa'nın işte böyle arkanıza bakmadan koşar adım kaçarsınız anlamında talimatının olma ihtimalinin yüksek olduğu alakalı çevrelerde anlatılmaktadır. Yani anlaşılacağı üzere, bırakın şimdikiler gibi "istikşafi" numaralarını yemeyi, düvel-i muazzamanın mümessillerine pabuçlarını ters giydirmiştir.

1. Adam'a dil uzatmanın biraz da cesaret işi olduğunu iyi bilen bu güruh 2. Adam üstünden rejime saldırmadan duramıyor, evet devr-i hükümet ve tatbikatları üzerine her şeyi kabil-i tenkit buluyor ve tenkit hakkına sonuna kadar katılıyorum, Cumhuriyetin tüm eksiklerinin katılımcı ve özgürlükçü bir ortam yaratma adına tenkit edilmesi mukadder bir vaka olup bundan korkmamak ve kaçmamak ta gerekir, lakin alternatif olarak Osmanlı'nın padişahlığının ikamesine hainane zemin hazırlama çalışmalarına da şiddetle karşı çıkılması gerekmektedir... Çünkü bu karşı çıkış, aynı zamanda Osmanlı döneminin köşe başı tutucularının Cumhuriyetle birlikte düzenleri bozulunca yeminli ve muahid Cumhuriyet düşmanı oluşlarına karşıdır da...   

Gerçi mezkur somun pehlivanı kabilinden zevatın, tüm dünyanın jandarmalığını üstlendiği ABD'nin  tazyik ve tevsidlerine istinaden, Irak ve Suriye'ye girmeye diren(e)meyenlerin çok kolay anlayabilecekleri konular olmasa gerekir mezkur konular. Hele İnönü'nün Lozan müzakereleri devrinde, düvel-i muazzamanın lideri konumundaki İngiltere temsilcisi Churchil'e uzun ve meşakkatli görüşmelerin içinde, mezkur zevatın çok uzun bir konuşmasının ardından, "biliyorsunuz ben sağırım, bu dediklerinizi tekrarlarmısınız lütfen" diyerek, sinirden adeta çılgına dönen müzakereci karşısında, fikrinin, zikrinin, mutediliyatının ve asabiyetinin ne kadar sağlam olduğunu göstermiştir, beğenelim ya da beğenmeyelim, sevelim ya da sevmeyelim, kendisini fahiş hatalar yaptıracak düzeyde kimsenin kandırdığına tarih tanıklık etmemiş ve kendisi de "kandırıldım" diye bir beyanatta bulunmamıştır.

Gerçi bu ve buna benzer hilaf-ı hakikat beyanların biz yabancısı değiliz 1974 Kıbrıs meselesinin hallinde de dönemin Başbakan Yardımcısı olan muhterem işkembe-i kübradan "ben aslında tüm adayı alalım dedim ama Ecevit kabul etmedi" gibisinden hayal ürünü, hem de ham hayal ürünü konuşmalar yapmıştı... Onu o gün söylemediğin ve ehven şartlar için pusuya yattığın için, tüm bunlar "Keennem yekün" hükmündedir ve deyim yerinde ise üfürükoloji biliminin alanına girmektedir. Babamın çok güzel bir sözü vardı; "yellen yellen ipe diz", tam da durum o durum vallahi.

Cumartesi, Ocak 21, 2017

KABİL'DE CUMA NAMAZI KILMAK

Tüm dünyaya örnek teşkil etmesi gereken, Pakistan'ın yakın geçmişte yaşadığı serencam, orada yaşanan kanlı süreçler, kimsenin ders almadığı yaşanmışlık olarak kalmıştır, daha sonra ve halihazırda içinde bulunduğumuz coğrafyada yaşananlara bakınca da kimseye ders olmadığı anlaşılmakta ve de olmayacağı da aşikardır, ne yazık ki.
1979'da Afganistan'ın davetine icabet ederek bu ülkeye asker gönderen Sovyetler Birliği'ne karşı, gerek ülke içinden, gerekse de ülke dışından detayına şimdi girmeye gerek olmayan malum nedenlerden ötürü uygulanan yöntem bilindiği üzere tamamen ABD menşelidir. Sovyetler Birliği'nin Afganistan'a girmesi üzerine, Afganistan'da manipüle edilen dini bütün ve antikomünist yığınlar, çaktırmadan Pakistan içinde sınırlara yakın yerlerde, emperyalist dünya lideri ABD önderliği ve dahili bedhah Diktatör Ziya Ül Hak önderliğindeki Pakistan tarafından organize edilen kamplara getirilirler. Maksat dünyanın gözünde tescilli jandarmalık görevi yanında, hamilik görevinin de legalize edilmesi olunca, hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan ABD, yardımcıları Suudi Arabistan, Katar ve Kuveyt başta olmak üzere, destek ve kuyruk olmanın dayanılmaz hafifliğine ermiş tüm yandaş ülkeler vasıtası ile Pakistan'a yapılan sözde destek sonuçta köstek olmuştur. Dönem itibari ile de canım yurdumun direksiyonunda yeşil kuşak projesinin taktik aşamalarını, tıpkı Pakistan'daki biraderi (brother) Ziya Ül Hak gibi gerçekleştirmiş ve tek kişilik yönetime başlamış "asmayalım da besleyelim mi" sözünün ve pratiğinin mimarı Kenan Evren bulunmaktadır. Canım yurdumun Afganistan'dan gelen sığınmacılara dönem itibari ile nasıl kucak açmış olduğunu yaşı tutan herkes hatırlamaktadır, öyle zannediyorum.
Neydi peki Pakistan'da yaşananlar, neydi bu yaşananların coğrafyamıza örnek teşkil etmesi gerekenler, şöyle kısaca bir bakalım...
ABD ve destekçileri Pakistan'ı "cihat otobanına" çevirmek için uğraşırlarken, içerideki tek adam da, askeri diktatörlüğünü ve tek adamlığını en azından ortak ya da birlikte hareket ettikleri gözünde legalize etmek ve içeride de iktidarını da perçinleyebilmek adına rahle-i tedrisatını meşhur İngiliz Exeter Üniversitesi'nde tamamlamış ve edilen suflelere göre de çalışmalarını yürüten ve de tamamen İngiliz yurt dışı istihbarat örgütü kontrolündeki yerel tarikatlarla kucak kucağa çalışmalar yürütmekte idi. Bu çerçeve de başta askeri akademi ve ordu olmak üzere, tüm adalet mekanizması, tüm idari yapılanmalar ve güvenlik güçleri bu rüzgarlara uygun reorganize edilerek yola çıkıldı, artık bugün itibari ile gelinen noktayı detaylı anlatmaya gerek yoktur sanırım, Pakistan'ın düştüğü durum ortada ama sebep olanların hiçbiri ortada yoktur gayri... Şimdi, mezarından dünyaya bakarak, "hay Allah, ben neler etmişim canım memleketime" diye düşünüyor mudur acaba mezkur tek adam, diktatör Ziya Ül Hak, bilmiyorum ama, aklı başında herkes baktıkça bu ülkenin haline gözyaşlarını tutamadıkları kesindir.
Pakistan'da; cihadist militanların "bulanık suda balık" olmalarını teminen oluşturulan büyük kamplarda, "eğit-donat" programlarına tabi tutulan el kaide başta olmak üzere ağırlıklı uluslararası militanlardan oluşan düzinelerce cihadist grup, kinlerini ve öfkelerini kusmaya başlamışlardır artık, sözde Sovyetler Birliğine karşı organize edilen ama temelde başta bölgeye sonra da dünyaya çeki-düzen verme savaşında... Artık Afganistan'da taş, taş üstünde, baş, baş üstünde kalmayacaktır...  Mültecilerin konakladıkları kamplar artık, bulanık su olmaktan öteye geçmiş, alınan gaz ve rüzgarla, bizatihi kendileri artık mücahit devşirme ocakları gibi rol üstlenmişlerdir, ABD ve yandaşlarının sınırsız finans güçleri ile "eğit-donat" tedrislerine teveccüh olarak, mücahitlerin yer yer başarılarının yarattığı zafer sarhoşluğunun oluşturduğu imanın bol, aklın yok olduğu ortamda tek adam Diktatör Ziya Ül Hak artık açıktan, "Kabil'de en kısa sürede cuma namazı kılacaklarını" dillendirmektedir. Sonuç, 1989 da Sovyetler Birliği'nin Afganistan'dan çekilmesi ile ortalık deyim yerinde ise tam da "56'ya gitti", iktidar savaşları nedeniyle birbirlerine dönen silahlar yaratılan kin ve öfke ile bir ülkenin tüm geçmişini ve geleceğini çöpe atmıştır, artık bırakınız siyasal ve ekonomik istikrarı, başkentin göbeğinde asfalt yol bırakmayana kadar bir savaşın girdabına gark olmuştur. O kadar ki, ABD'nin desteklediği "Taliban" yönetiminin "İyiliği Emir ve Kötülüğü Men Bakanlığı" duvarında da "aklı köpeklere atın, yozluk kokuyor" sloganını gururla astığını da ilgili kaynaklardan biliyoruz, işte durum budur gayri o güzelim Afganistan'da... Peki, kurduğu kamplarda, eğit-donat programlarına, hem de komşusunun yıkılıp yerle bir olmasına göz kapayan ve hiçbir şey görmeyen ve hatta  geçmişte yapılan zorlama anlaşmalarla Afganistan'a bırakıldığı iddiasıyla bazı toprakları hedef tutan Pakistan ne durumdadır şimdilerde, bir canlı bombanın ya da uzaktan kumandalı bombaların patlatılmadığı günler artık çok gerilerde kalmış, yerine artık terörle yaşamaya alışmalıyız diyen politikacılar gelmiştir.

Aklı, vicdanı ve ahlakı olduğu iddiasına sahip her canlıya iftiharla takdim ediyoruz, yaptıkları ve destekledikleri durumun feciatını görmeleri bakımından... Eğer bu kafayla giderse bu coğrafyanın insanı ve bu miktarda birbirinin kopyası diktatör Ziya Ül Hak yetiştirir ve ülke yönettirir ise, korkarım ve  ne yazık ki bol miktarda Sykes-Picot’lara kaçınılmaz olarak boyun eğmeye devam edecektir.

Cumartesi, Ocak 14, 2017

KİTAPSIZ FEYLESOF SAKALLI CELAL-3

2 Haftadan beri; Sakallı Celal üstüne güzelleme düzeyinde anılar ve olaylar anlattık; Orhan Karaveli'nin aynı adlı kitabını referans alarak, peki çevresinde bu kadar sevilen, her fırsatta kendisi ile birlikte olunmak istenen bir kişi olmasının yanında kendisinden nefret eden, sevmeyen kişiler yok mu idi? Olmaz mı, yine mezkur kitaptan anlıyoruz ki, başta yobazlar, gericiler ve Atatürk düşmanları olmak üzere bir grup insan da bu cepheyi oluşturuyordu... Muhtemelen Atatürk düşmanlıkları ve Sakallı Celal gibi Atatürk severlere karşı hasımlık, tarihe 31 Mart vakası olarak geçen gerici ayaklanma da, ayaklanmayı bastırmak için Atatürk'ün kurmay başkanı olduğu Hareket Ordusuna destek vermiş olmaları gibi görünmektedir. Son Osmanlı üdebasından (!!!) ve dönemim Ankara Kadısının oğlu Mahir İz, bunları öğrenci iken tuttuğu günlüklerden aktarmış olsa idi, çocukluk dışa vurmuş der güler geçerdik, ama ilerlemiş yaşlarda da aynı çocukluğu yapınca artık bunun düpedüz garez ve husumet olduğu anlaşılmaktadır. Allahtan, yine de okulun masalarını, sandalyelerini çalıyordu demiyor ve sadece fizik bilimine düşkünlüğünü, aydınlamanın önemini sıkıntı yapıyor, Allah muhafaza, emin olun ki bu kabil insanların söyleyeceği her türlü yalan toplumun önemli bir bölümünce makbul ve makul karşılanmaktadır, Allah selamet versin.
Mahir İz, Sultaniye'ye dönüşen Ankara Lisesinde Sakallı Celal'in öğrencisidir ve yıllar sonra anılarını kaleme alır, burada Sakallı Celal ile ilgili olumsuz duygularını ve düşüncelerini anıları imiş gibi aktarırken, hocasını Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı olarak göstermekten imtina etmemiş, oysa cümle alem bilir ki, Sakallı Celal el yazısıyla kaleme aldığı vasiyetinde de olduğu üzere, Atatürk'e karşı inanılmaz bir sempati ve bağlılık beslemiştir, fakat bu temelde Cumhuriyete ve Atatürk'e gerçek anlamda içten içe bir husumet besleyenler için bunları yazmak sorun teşkil etmemekteydi. Sakallı Celal ile ilgili olumsuz anıları olan az sayıda insanın olduğunu anlıyoruz ve bunlardan biri de Mahir İz demiştik ya, işte kitaptan aynen aktarıyoruz o anıların anlatıldığı bölümü;
Bunca seveni ve sayanı olan Sakallı Celal'i olumsuz biçimde tanıyıp tanıtmaya çalışanlarda çıkmıştır ve bunlardan biri de Mahir İz'dir. Medine mollası ve Ankara kadısı Külhanizade İsmail Abdülhalim Efendi'nin üçü küçük yaşta ölen dokuz çocuğundan bir olan ve değişik öğrenim kurumlarında hocalık yapan Mahir İz'in, emekliye ayrılmadan önceki son görevi İstanbul imam hatip okulu müdürlüğüydü ve demokrat partinin ünlü Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri'nin görevi bırakmadan önce imzaladığı son kararname, "ilim yayma cemiyeti" tarafından önüne getirilen, Mahir İz tayini kararnamesiydi...
"imtihanda bir mühendis ile müdür muavini Sakallı Celal Bey mümeyyiz olarak bulunuyorlardı. iki sual çektim. biri kamer ve safahat-ı kamer idi, anlattım. diğeri, nısfü'n-nehar-ı rebii noktasının tayini idi.bu bahis müsellasata taallük ediyordu. benim matematiğim zayıf olduğu için düsturları ezberlemiştim. Tahtaya geçtim ve mahfüzatımı izahıyla birlikte tahtaya yazdım. mümeyyiz Celal Bey beni dindarlığımdan ve diğer bazı sebeplerden dolayı sevmezdi. "bu ezberdir, silsin, bir daha yapsın" dedi. ben sildim, tekrar aynını yazdım. şaşıracağımı sanmıştı, canı sıkıldı. "yeter, çıkınız" dediler, çıktım. imtihan odasında  şiddetli münakaşalar olmuş, mümeyyiz Sakallı Celal Bey beni ikmale bırakmak istemiş, diğerleri ise yedi numara takdir etmişler. nihayet 6 numarada müşkilatla kabul ettirmişler. yakayı kurtardık.
Celal Beyin bana olan husumetinin şu hadiseden ileri geldiğini sanırım. Bize Fransızca dersine gelirdi fakat derslerine muntazaman devam etmezdi. bir gün dersimiz Fransızca olduğundan hoca gelmeyecek diye yine başka şeylerle meşguldük. Ben tahtaya her zaman olduğu gibi arkadaşlarımın arzusu ile bir beyit yazmış, okuyup izah ediyordum! tam o sırada ayak sesleri işittiğimiz için derhal yerlerimize oturduk. Celal Bey, her zamanki gibi kolunda bir deste kitapla sınıfa girdi. Kitapları masaya bıraktı, tahtaya bakıp henüz silmeye fırsat bulamadığım Muallim Naci'ye ait beyti okudu ve "bunu kim yazdı" diye sordu. Arkadaşlar bana bakınca haliyle "ben yazdım" dedim. "kimindir" dedi. "naci'nin" diye cevap verdim. "başka adam bulamadın mı?" deyince "münevver Fransızca bilen, açık fikirli bir adamdır" diye cevap verdim. Karanlığa doğru açık diye mukabelede bulunda. Bu muhavere hoşuma gitmedi, ayrıca babamın Ankara Kadısı olduğunu da biliyordu. Müftinin yeğeni ile bana karşı çok haşin tavırlar almaya başladı. Sebebi iki Müslüman çocuğu olup dini inançlarımızın sağlam bulunuşundandı. Bizim de ona karşı sırf bu yüzden antipatimiz vardı. Son derece materyalist olup dindarlara musallattı. Daha evvel yine bu mizacından dolayı Üsküp'ten, arkasından teneke çalarak kaçırdıklarını Üsküplü arkadaşlar anlatmışlardı!. Mektepte aynı zamanda müdür-i sani yani baş muavin olan bu zat fizik ilimine meraklı olup Fransız ihtilalini ve Fransızca'yı çok iyi bilirdi. Çok zeki, sürat-i intikal sahibi, haneberduş, muayyen fikirler besleyen bir adamdı... Kendi inancına göre haksız tanıdığı hususlar için herkesle kavga ederdi... Yaşayışı kimseye benzemezdi... Hemen hemen tanımadığı yoktu... Sevdiğine kul köle olur, sevmediğine ne amansız düşman kesilirdi. Fevkalade hazırcevaptı. Kıyafet Kanununun neşrinden bir müddet sonra tramvayda kendisiyle karşılaştım.  "Efendim, bilmem dikkat ettiniz mi? İlmiye sınıfı şapka kanunundan sonra hep melon şapka giyiyorlar, fötr giyen yok, acaba neden?" deyince hemen "cami kubbesine benzediği için" deyivermişti!...
Yıllar sonra bir gün Kadıköy vapurunda rastlamıştım. "Sizi hala huzura kavuşmuş göremiyorum. Siz ne istiyorsunuz, ne düşünüyorsunuz, hatta şimdiye kadar düşünmediklerinizin hepsini Mustafa Kemal Paşa yaptı. Neden hala memnun değilsiniz?" diye sordum. Bana, "Sen hiç tiyatroya gitmedin mi? Perde açılır, karyolaya uzanmış bir hasta görürsün, başında ilaç veren bir de hemşire vardır. Biraz sonra doktor içeri girer, nabız yoklar, reçete yazar... Aslında ortada ne hasta, ne hemşire, ne de doktor vardır. Bunların hepsi bilirsin ki rolden ibarettir. İşte bizim cumhuriyetimiz de "Yaşasın Cumhuriyet" rolünden ibarettir" diye karşılık verdi! Hazılı bazılarına göre "sosyal demokrat" bir adamdı. Kendisi için "Komünist" diyenler de vardı. İhtimal ondan dolayı rejim düşmanı idi ki böyle söylüyordu...

Cumhuryetin "ilmiye sınıfı"ndan (!) Mahir İz Hoca'nın aklı ve ilmi ön planda tutan Sakallı Celal Bey'i "rejim düşmanı" gözüyle görmesini yadırgamamalı. Peki, Cumhuriyetin kuruluşuna tanıklık eden ve onun ülkeye getirdiği aydınlık ortamı bilen Ahmet Haşim ve Haldun Taner gibi edebiyatçılarımızın kalemlerine acaba neden düşmüştü Sakallı Celal Bey'in azametli gölgesi?

Pazar, Ocak 08, 2017

KİTAPSIZ FEYLESOF SAKALLI CELAL-2


Bir önceki yazımda belirttiğim üzere, yaratıcısı olduğu bir sürü sözden birisi de "bir insan ancak okuyarak bu kadar cahil olabilir" olan, geriye yazılı bir eser bırakmayan ancak bir o kadar da etkili anılar bırakan, Osmanlı İmparatorluğu Bahriye Nazırı, Hüseyin Hüsnü Paşa’nın oğlu, Galatasaray Lisesi, 1907 mezunu Sakallı Celal (Yalınız), son sınıf öğrencisi iken, tarihe "31 Mart vakası" diye geçen gerici ayaklanmanın bastırılması için Selanik'ten gelen Hareket Ordusuna okuldan kaçarak gönüllü olarak  katılmıştır. Hayatı, çevresindeki her şeye duyarlı davranışlar göstererek geçen, Sakallı Celal, Fransa'da bulunduğu tarihlerde İtalya'nın Libya'ya saldırması sırasında edindiği bir Fransız Pasaportu ile hemen Libya'ya giderek oradaki savunma ve direnme harekatına gözünü kırpmadan katılmıştır. Tüm bunların yanında kendisini kendi deyimi ile hayata bağlayan en önemli değerlerin başında "Galatasaray'ın" geldiğini mütemadiyen beyan etmiştir. Bu bağlılığın yegane ölçüsü de, Galatasaray'ın dönem itibari ile yönetsel açıdan da özgürlük rüzgarlarının estiği yerin merkezi olması olup, kendisi de tüm Galatasaraylılar gibi bir hürriyet aşığı idi.

Fransa'daki Öğrenimini yarıda keserek yurda dönünce; Galatasaray lisesi müdürü Hocası Tevfik Fikret'in kapısını çalmayı düşünür, fakat Galatasaray’daki özgürlükçü hava yüzünden Okul Müdürü Tevfik Fikret’ten rahatsız olan çevreler baskılarını arttırınca Tevfik Fikret görevden alınmıştır. Öğretmenlik yapma isteği, soluğu Maarif Nazırı Emrullah Bey'in kapısına getirmiştir kendisini ve o dönemlerde hürriyet rüzgarlarının delice estiğini düşündüğü Üsküp kenti tercihidir, böylece Fransızca ve Felsefe öğretmeni olarak Üsküp'e atanır. Ne yazık ki, bundan sonraki hayatında da olacağı üzere, açık sözlü, doğrucu ve bilimselliğe verdiği önem nedeniyle, gerici ama etkili çevrelerce hiç sevilmemiştir, sürekli kendisinden şikayet edilmiştir. Hele bir de fazla geniş vizyonu ve ileri görüşlülüğü nedeni ile öğrencilerine hurafelere inanmamaları yönünde verdiği telkinler ve derslerin yanında sporun da önemli olduğunu düşünmesinden ötürü, Üsküp'te öğrencilerden müteşekkil bir futbol takımı kurması ve bir futbol sahası düzenlemesi yüzünden egemen çevrelerin derhal hedefi olmuştur. Çünkü bu egemen çevrelere göre bu "fransız monşeri" çocuklara sık sık büyük Fransız Devriminden söz eden bir zındık idi. Ayrıca bu monşer oruçta tutmuyordu, namazda  kılmıyordu, hatta cuma namazlarına bile gitmiyordu. Öğrenciler onu seviyormuş, sıradan Üsküp halkı onu büyük bir iştahla dinliyormuş, egemenler için, hem en tehlikeli durum, hem de ne gam ne keder, onlar için varsa yoksa kendi bildikleri. Egemen çevrelerin "şeytan oyunu" ve "komünist icadı" diye niteledikleri ve "futbol dine aykırıdır ve Kerbela'da şehit edilen İmam Hüseyin'in başını düşmanları böyle tekmelemişlerdir" propagandası ile görevine son verilir.

Peki, Sakallı Celal, bu yaptıklarından vazgeçer mi, asla. Bilahare de Fransızca ve Felsefe Öğretmeni olarak atandığı Kastamonu'da, yine gerici egemen çevrelerin karşı propagandası ile karşılaşır, yine iddia bir yobaz hocanın "Bu oyun dine aykırıdır. Kerbela'da şehit edilen İmam Hüseyin'in başını düşmanları böyle tekmelemişlerdi" sözleri üzerine bu sefer de yobaz hocayı bir güzel döver ve yine görevine son verilir, İzmit'e öğretmen olarak tayin olunur.

Oradan da; Ankara Sultanisine Müdür olarak atanır, burada da ders programlarını değiştirip din derslerini azalttığı ve erkek öğrencilere bayan öğretmen atadığı için uyarılar alır ama onun umurunda değildir bu uyarılar o doğru bildiğini yapmaktadır ve yapacaktır da. Burada gelen büyük tepkileri göğüslemiş ve savuşturmuştur. Ancak bir gün, okula bakanlıktan bir yazı gelir, Hukuk Fakültesinin öğrenci ihtiyacını karşılamak üzere son sınıf öğrencilerinin acil olarak okuldan mezun edilmeleri ve hatta bunun yanında bir alt sınıflarında bir formalite sınav uydurularak mezun edilmeleri gerektiği belirtilmektedir.  Sakallı Celal bu yazıyı okuyunca çok sinirlenir ve "… Ankara sultanisi "boyacı küpü" olmadığı cihette Vekaletin talebi kabili tatbik görülmemiştir. Hem bendeniz, Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte "mucize" devrinin sona erdiğini sanıyordum. Demek ki yanılmışım. İstifamın derhal kabulünü veya Vekalet emrine alınmama emirlerinizi arz ederim efendim. Mahmut Celal." şeklinde bir istifa mektubu kaleme alır.

Öğretmenlik hayatında, gençlik döneminde çok önem verdiği hürriyet fikrinin devamı kabilinden edindiği fikirler gereği, öğrencilerin insan muamelesine tabi tutulması gereğine inanır ve öğrenci dövülmesine açıktan karşıdır. Okula geldiği bir gün Sakallı Celal, bir öğretmenin bir öğrenciyi bahçede dövdüğünü görür ve o da gider o öğretmene okkalı 2 tokat yapıştırır, şikayet üzerine de Okul Müdürünün karşısına çıkınca, "bir öğrencinin hayvan muamelesi göremeyeceğini okulda bu şekilde dayak yiyemeyeceğini göstermek için bende ona iki tane asıldım der." Sonuçta öğretmenler topluca Bakanlığa şikayette bulunarak Sakallı Celal'in gönderilmesini talep ederler ve Bakanlıkta Sakallı Celal'i Eskişehir'de başka bir okula tayin eder. Fakat Sakallı Celal "öğretmen olmamı istediniz öğretmen oldum. İstanbul'a gönderdiniz eşşekler arasında öğretmenlik yaptım. Şimdide Eskişehir'e gönderiyorsunuz kim bilir orada ne eşşekoğlu eşşekler arasında öğretmenlik yapmak zorunda kalacağım" diye bir telgraf yazarak istifasını verir. Artık öğretmenlik ya da herhangi bir memuriyet yapamayacağını anlamıştır. Evet, Orhan Karaveli'nin "Sakallı Celal" adlı kitabını okumaya devam, muhteşem anılar var.

Pazar, Ocak 01, 2017

KİTAPSIZ FEYLESOF SAKALLI CELAL

Çok bilinen ve sıklıkla kullanılan “Türkiye durmaksızın doğuya giden bir gemidir, bazıları bu geminin güvertesinde batıya doğru koşarak batıya gittiklerini sanırlar” ve “bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir”  kelamları başta olmak üzere, daha birçok veciz sözün ilk kullanıcısı ya da sahibi olarak bilinen, filozof, öğretmen, aykırı, muhalif, sosyalist, “komünist enternasyonal’de” Türkiye’yi temsil eden heyet azası, aynı zamanda her daim Atatürkperver olan, ama en önemlisi de dönemin en önemli okulu olan Mekteb-i Sultani(Galatasaray lisesi) mezunu olmasıdır. Yazar Orhan Karaveli’nin “Sakallı Celal” adlı kitabını okurken birbirinden ilginç ve dikkat çekici anıya tanıklık ediyorsunuz adeta; Osmanlı Kaptan-ı Derya’sının oğlu, Galatasaray Lisesini bitirir, dönem itibari ile okul müdürü halen Tevfik Fikret’tir, kendisinden aldığı ilim, irfan ve feyz ile,  Fransa’ya Sorbonne Üniversitesine siyaset bilimi tahsil eylemeye gider ancak fikri dünyasında oluşan fırtınalar nedeni ile, Fransa’da kaldığı bir yıl boyunca, kahve kahve dolaşmış, düşünmüş, yemiş, içmiş, kendini aramış durmuş deyim yerinde ise serkeşlik etmiş, olmamış Türkiye’ye dönmüş, öğretmen yardımcılığı, öğretmenlik, okul müdürlüğü, fabrikada teknisyenlik, çımacılık, çöpçülük, hamallık gibi bir sürü işe girmiş çıkmış, istenilenden ziyade olması gerekeni yapınca da, ne yazık ki hiçbir yerde barındırılmamıştır.

Bugünlere de şavk tutacak şekilde yaşanmışlıkları bulunduğu anlaşılan Sakallı Celal üstüne Yazar Orhan Karaveli’nin aynı adla yazdığı kitaptan birkaç örnek verelim ki, meramımız iyi anlaşıla ve daha fazlası için de mezkur kitabın okunmasını salık vermiş olalım. Aydın’da çalıştığı dönemde, Ruhsatlı Silahı olmasına rağmen bir ihbar neticesinde yakalanınca savunmasını yapmak üzere yazdığı dilekçede şu harika lafları eder; “bu polis eskiden Padişah’ın ve Hilafet’in polisiydi. “Padişahım çok yaşa” diye bağırmayanları yakalayıp zindana tıkardı. Düpedüz zulüm aracıydı emrinde olduğu Padişah ile Hilafetin. Şimdi devran değişti, Cumhuriyet ilan olundu ve bu polis Cumhuriyet’in polisi olup çıktı. İyi de, ben bu polise nasıl güvenebilirim? Yarın, birileri punduna getirir ise bir kez daha “hilafetin polisi” olmayacakları ne malum? O nedenle ben bu silahı “gerektiğinde Gazi Paşa’yı ve Cumhuriyet’i korumak için taşıyorum”. İfadem bundan ibarettir.”
Dostları ve bulunduğu çevrede tanıdıkları arasında, Yusuf Ziya Ortaç, Ahmet Haşim, öğrencim de dediği Nazım Hikmet, Ordinaryüs Matematik Profesörü Ali Yar, Haldun Taner, Ali Sami Yen, Nurullah Ataç, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Kazım Taşkent, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli, Profesör Dr. Vakur Versan, Burhan Felek, gibi önemli şahsiyetler bulunan kitapsız feylesof Sakallı Celal ile ilgili bir başka yaşanmışlık, yine aynı kitaptan; “Sakallı Celal Ankara Erkek Lisesi Müdürü iken okulun lağımı patlar. Durum Bakanlığa iletilir ama Bakanlıktan “durumun idare edilmesi” yolunda bir cevap gelince Sakallı Celal iş tulumunu giyer, bir öğrencisiyle birlikte patlayan lağımı onarmaya başlar. Tam o sırada okula gelen bir müfettiş, Sakallı Celal’i o halde görünce bakanlığa; “makamına uygun olmayan bir kıyafette görüldü.” diye rapor eder. Çok geçmeden Bakanlık Sakallı Celal’e bir yazı yazarak: “niçin makamınıza uygun olmayan bir kıyafette görüldünüz?” diye sorup savunma isteyince Sakallı Celal doğrudan arkadaşı da olan Bakan’a çıkıp: “lağım patladı dedik, idare et dediniz. Ben de lağımı onarıp idare edeyim dedim. Lağıma resmi kıyafetle girecek değildik ya. İdare etmenin bok içinde oturmak anlamına geldiğini nerden bileyim?!”

Canım Yurdumun tarihinde, ne yazık ki yazılı bir eser bırakmadığı bilindiği halde, uzun yıllardır söyledikleri tekrarlana gelen, sürekli aranan ve birlikte olunup muhabbet edilmek istenen kişiliği ile önemli bir yer işgal eden, saçının ve sakalının dağınıklığı ve sürekliliği nedeni ile Karl Marx’a benzetilen bir filozof şahsiyettir, Sakallı Celal. Haksızlıklara ve adaletsizliğe karşıtlığı nedeni ile sürekli bir şekilde ve tek başına protesto edişlere asla ara vermez ve bu uğurda kendisine gelen baskılara da asla boyun eğmemiş şahsiyeti nedeniyle bir dönem sırf “çöpçülere az maaş veriliyor” diye protesto amaçlı, bir dönem çöpçülük yapacak kadar, duyarlı, ahlaklı davranan, bugünlerde çok fazlası ile ihtiyaç duyulan bir öğretmen olup bugünlerde kızdığımız zaman ya da bir durum tespiti yapmak adına kullandığımız veciz sözlerin yaratıcısıdır. Canım Anadolu topraklarının fazla aşina olmadığı, doğru bildiğini, her şeye ve herkese rağmen, her zaman ve her yerde söyleyen, savunan ve iddia eden, para, şan ve ün için fikirlerinden ve onların ifadesinden asla feragat etmeyen, nadir insanlardan biri olduğu hayat hikayesinden kolayca anlaşılan, günümüz omurgasızlarına iyi bir örnek teşkil edecek nevi şahsına münhasır, Sakallı Celal Yalınız’ı bu nedenle bir kez daha, biz de anmış olalım.  

Yazıyı Sakallı Celal’e ait bir söz ile sonlandıralım bu hafta;
“Tanzimat ilan ettik, olmadı
Meşrutiyet ilan ettik olmadı
Cumhuriyet ilan ettik olmadı

Yahu biraz da ciddiyet ilan etsek!”