Pazar, Aralık 10, 2017

YURDUMUN İNSANLARI


Otobüste en öne oturdum yolun uzunluğundan ötürü, otobüse binen her yurttaşı göreyim diye, ne kadar sevinçli, ne kadar memnun, ne kadar hüzünlü, ne kadar düşünceli, ne kadar kızgın, ne kadar kederli, ne kadar nefret ile bakıyor, ne kadar aydın, ne kadar gerici, ne kadar yobaz, vs. vs… Hülasa canım yurdum insanının ortalamasını görmek adına…

Yolculara bakayım derken, asıl bakılacak tam da günümüzün insanı bir şoför var, evlere şenlik, ne kadar az bildiği ne kadar çok bildiğini gösterme çabasından anlaşılıyor… Tam da “cahilleri çok seviyorum çünkü onlar her şeyi çok iyi biliyorlar” sözünün tecrübe edilerek imbiklendiği bir muhterem görüntüsünde, cahil ama mağrur… Cehalet paçalarından sökün etmiş, tam günümüzün ruhuna uygun yurttaşımız… Taksim tarafından geldiğini ve geç kalmasının nedeni olarak oradaki bir gösteriyi söyleyerek başlıyor söze, “hayırdır birader, ne gösterisi varmış dediğimde de, “kadınlar özgürlük istiyorlarmış” dedi ve “daha nasıl özgür olacaklar anlamıyorum, bundan daha nasıl özgür olunurmuş, ne istiyorlar da yapamıyorlarmış” gibisinden işkembe-i kübradan sallamaya başladı… Belli ki, akşamları full izlediği televizyon dizilerinden, müzik-show programlarından aklınca çıkardığı özet gereği, rolmodeli Tatlıses gibilerin ağız artığı kelamı papağanlamakta idi… Ancak özgüven patlaması muhteşem idi… Görmüştü kurs, almıştı ders… Neymiş kadınlar daha ne özgürlüğü istiyormuş, daha ne kadar özgürlük olurmuş… Kendisine Taksim’deki gösterinin özgürlük talebinden ziyade, “25 Kasım kadına şiddete karşı dayanışma günü” nedeni ile şiddet aleyhtarı bir gösteri olduğu ve çok haklı ve meşru bir şey olduğunu lisanı-ı münasip ile ifade edince, kapadı çenesini ve şoförlüğe devam etti. Tabii nereden bilecek beyefendi (aslında zavallı), canım yurdumda nerede ise her gün bir kadının katledildiğini ve kendisi gibi bir kalabalık güruhun da cinayet ikliminin hazırlayıcısı olduğunu… Bu ebleh ortalama yurdum insanı için bunlar vukuatı adiyeden idi besbelli… Aslında bakmayın, özgüven gösterisinin bir milyon olduğuna, birazdan yaptığı uzun telefon konuşmasından anladığım, kendisinin İlgisiz, bilgisiz ve sorumsuz ilaveten saygısız, sevgisiz ve kin sahibi biri olduğunu ve ne yazık ki canım yurdumun vasati insan tiplemesini oluşturduğunu…

Varacağımız yere olan sürenin yaklaşık 2 saat olduğunu söylersem, geçilen durak sayısının, binen insan sayısının akılda tutulmasının bile imkânsız olduğu da aşikârdır. Birkaç durak sonra, şoför durak harici ama durağa yakın sayılacak bir yerde durdu, kapıyı açtı dışarıdaki büfeye gitti ve bir hışımla otobüse döndü, döner dönmez de; “200 Tl veren yolcu kimdi” diyerek çift katlı özel halk otobüsünün içini koltuk koltuk dolaştı, kendisine 200 Tl yi vereni bulamayınca, bir taraftan uzaktan belli belirsiz delikli zımba ile delinmiş 200 Tl yi sallarken, diğer taraftan hemen cep telefonuna sarıldı ve merkezi arayıp kamera kayıtlarından 200 Tl yi veren şahsın tespitini istiyordu. Bu arada da otobüs kapıları kapalı biçimde hareket etmeden duruyordu… Nihayet tüm gün çalışmış ve bir an önce evine dönmek isteyen insanların, neden hareket edilmediğini yüksek sesle sormaya başlaması neticesinde, kamera görüntülerini beklediğini yüksek sesle tüm yolculara duyurdu… Hemen kendisine, görüntülerin gelmesini beklerken bir polis karakolu önüne çekmesini en önde oturan yolcu olmam sorumluluğu ile önerdim, çünkü gelecek görüntülerden sahte para verdiği söylenen kişi tespit edilse bile kendisinin bir hukuk adamı, bir kolluk kuvveti olmaması nedeni ile yaşanacak kargaşanın önüne geçilemeyeceğini söyledim. Yurdumun vasati insanı hiç duymamazlığa geldi, söylediklerimi… Neyse otobüste polis olduğunu söyleyen ve polis kimliklerini gösteren 3 kişi geldi yanına, 155 polis imdat arandı ve uzun süren tartışmalardan sonra bir polis karakolu karşısına gidildi, otobüsten karakoldan yardım istemeğe bir polisin gidişi dışında kimsenin inmesine müsaade edilmeksizin beklendi, bu arada görüntüler geldi, artık 200 Tl yi veren biliniyordu. Arandı tarandı mavi kazaklı kişi ama öyle biri otobüste yoktu, bu arada yaklaşık 1 saatlik süre de geride kalmış idi, derken yolculardan 3 tane delikanlı geldi, şoföre kapıyı açmasını istedi, o açmadı direndi derken, iş nerede ise kavgaya dönüşecek iken, artık 155 polis imdat ve polis karakolundan bir yardım gelmeyeceği de anlaşılmış idi delikanlılar da çok sert bastırınca kapı açıldı, gençler gittiler… Şoförün de artık sabrı ve ümidi tükendi ve teslim oldu, bu arada şişkin ego ve karizma da çizilmiş oldu ve nihayetinde yola koyulduk… Artık, özgüven patlaması yaşayan şoföre, özgürlükler ülkesinde yeterince gözünü açmaması, canını uyandırmaması halinde böyle özgürce 200 Tl sahte paranın iteleneceğini hatırlatmak gerekiyordu… Yani bu kadar da özgürlük olmazdı canımmmm, durumu…

Asıl hikâye bundan sonra başladı, kulaklığını çıkardı, telefona taktı ve annesi olduğunu anladığımız kişi ile başladı konuşmaya… Başlardaki her şeyin güllük gülistanlık olduğu memleket ahvali dama demişti abinin gözünde… Kaç günlük çalışmasının karşılığını kendisine sahte para vererek almışlardı daha doğrusu çalmışlardı elinden, zaten bu parayı da kazanabilmek için sabahtan akşama kadar direksiyon sallıyormuş, canı çıkıyormuş, memlekette para kazanmanın ne kadar zor olduğunu birilerine anlatılmasının zamanı gelmiş, sabahtan akşama kadar yolcu diye ne kadar kötü insanlarla muhatap oluyormuş, iyi insanın dürbün ile arandığı devir yaşanıyormuş, hayatın ne kadar zor olduğunu kimleri kast ederek söylüyordu, vs vs… Son olarak ta annesine karının da kendisini terk ettiğini söyledi, muhtemelen annenin karısından yana savunma yapması üzerine, karısından şikâyetlerini sıraladı durdu… Nerdeyse 1,5 saat telefonda her şeyden ama her şeyden yakındı durdu, artık sanki başta savunduğu güllük gülistanlık ülke gitmiş, rezalet bir ortam gelmiş idi son 2,5 saatte… Zaten polis bile sahte para ile ilgilenmiyormuş, ne olacakmış bu memleketin hali diye diye giderken, benim ineceğim durağa geldik… Allah diğer yolculara sabır ihsan eylesin dedim ve indim… Canım yurdumun halleri…

Büyük şair Nazım Hikmet ile nokta…

Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
           beş değil,
                      yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
                            deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
                                    senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
                      kabahat senin,
                                     — demeğe de dilim varmıyor ama —
                      kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

Salı, Aralık 05, 2017

EY GALATASARAYLILAR


Galatasaray; teknik direktör Tudor ile yaklaşık 1 yıllık görev süresince hiçbir büyük maç kazanamadı ya, koptu kıyamet, “Tudor go home” (tabii benim yazdığım biçimi ile asla söylenmeden, küfür diz boyu, din iman, mor mintan)… Bu yaklaşımın neresine ne diyeyim, kıyıdan da taraftar böyle celallenince, yöneticiler ise avuçlarını ovuşturarak, durumu izliyorlar… Maksat ciro olsun, gelsin mamalar misali… Alıver, satıver ticarete can veriver… Bu arada, 02.12.2017 tarihinde yapılan olağanüstü genel kurul toplantısında ne diyor Başkan bey; “Riva ve Florya arsalarımızın değeri 508 milyon. Riva 388 milyon, Florya için 120 milyon TL ekspertiz değeri çıktı… Emlak Konut'tan 508 milyon TL'den 341 milyon TL aldık, Hesaplarımıza 41 milyon TL faiz geldi. Biz aldığımız 341 milyon TL'den 315 milyon TL'yi Sportif A.Ş'ye koyduk. Sportif A.Ş de 1 dakika beklemeden mevcut borçlar için bankalara aktardı.” Bravo bay Başkan bravo… Gitti, Riva, gitti Florya… Bu kafa ile Galatasaray da gider… Hatırlıyorum da buna benzer bir kafa Galatasaray’ı 1970 lerin sonunda da yönetiyordu, dua etsinler de öne sürüldüğü üzere Beşiktaş şikesi ile o zaman ki 1. Lig’de kalabildiler. Adnan Polat ile başlayan tek adamlı yönetim sonunda da Galatasaray tam anlamı ile batma noktasına geldi… Nasıl mı, diyeceksiniz, işte öyle… Önce o dönemdeki Galatasaray yöneticisi Bülent Tulun’un, tek adama sorduğunu hatırlayalım; “Şoförünüzün Galatasaray kasasından makbuz karşılığında aldığı 1,5 milyon dolar da umarım Galatasaray menfaatleri için alınmış ve harcanmıştır”… Nokta… Nokta dediğime bakmayın, daha diyecek çok şey var da, konu o değil, konu Galatasaray yıllardır çok kötü yönetiliyor, ama her seferinde teknik yönetim harcanarak durum geçiştirildi, durdu… Taktik belli, bunun adı düpedüz başarısızlıkların faturası kesilirse kimden ses çıkmaz ya da en az ses kimden çıkar ve o da kuru gürültüye gider, durmak yok, yola devam… Ama herkes, her yöneticide olduğu kadarı ile analiz yapıyor ve üflüyor, isabet var mı, yok, peki isabetli analize gerek var mı, o da yok, ehhh o zaman, ver gazı gitsin… 10.11.2013 tarihinde yazıp https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com.tr/2013/11/galatasaray-degerleri.html
 linkinde yayınladığım, 01.03.2016 tarihinde yazıp https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com.tr/2016/03/galatasarayin-perisanligi-ve-yonetim.html linkinde yayınladığım, 17.12.2012 yazıp         https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com.tr/2012/12/inadin-telasin-ve-hayalkirikliginin.html yayınladığım, yazılarıma bakılırsa murat ve meramımın ne olduğu çok net anlaşılır.

Şimdi araya girip bugüne kısa bir göz atalım, sanki Başakşehir'den 5 yememiş, Trabzon'dan 2 yememiş, Antalya'ya karşı tel tel dökülmemiş, Kardemir Karabük çok zor geçilmemiş, Bursa’da tel tel dökülmemiş gibi yapılmasın lütfen... İleri ve dikine ve de hızlı oynayan takımlara karşı hiçbir çıkış yolu bulamamış, ya da kendisine lazım gelen galibiyeti kazanacak yolu bulmakta zorlanıyordu ama her şeye rağmen süper ligde liderliğini sürdürüyordu…

Ey Galatasaraylılar, bilin ve emin olun ki, Tudor'a kızarak konu temizlenmez... Adnan Polat'ı başkan yaparken, Fatih Terim'i imparator yaparken, hazırlandı bugünler, hem de birçoğunuzun alkışları ile... Artık anlayın lütfen, mesele Tudor meselesi değil, bir yönetim felsefesi meselesidir... Yıllarca dedik durduk, herkes ya oyuncuya kızdı, ya hocaya... Galatasaray genelde iyi yönetilmiyordu, sanki Basketbol, voleybol iyi gidiyor da sadece futbol mu kötü gidiyor, zinhar, her taraf ama özellikle genel yönetim çok kötü…

Ne oldu “GS’nin 1,5 milyon doları inşallah GS’nin faydasına harcanmıştır” sözünün hesabı, ne oldu stadı 3 paraya TOKİ’ye verip matah bir iş yapılmışçasına göğüslerini kabartan dürzülere, vs vs... Mesele artık anlayın ki, toptan ve topluca bir yönetim anlayışı ve icrası iflasıdır... Kimse Fatih efendinin 4 yıl GS’yi şampiyon yaptığını söylemesin herkes biliyor gerekçelerini, taaa Derwall'den ve Feldkamp’tan gelen ve onlara dayanan yatırımların semeresi ve faizi yenmiştir... Sonra Adnan paşayı başkan yaptınız GS’nin ipini çekti... Şimdi başta her sene girişi ve flaş (aslında perişan) kadro kurulmasını alkışlayanlar olmak üzere herkes ağlamalıdır ve de kara kara düşünmelidir... Nerdesiniz eyyyy kongre üyeleri, neredesiniz eyyyy GS severler... Haydi, gün sizin, de haydi buyurun...

Yere göğe sığdıramadığınız, her krizde akla getirilen ama krizin yaratıcısından çözüm beklenmeyeceğinin bilinmesine rağmen, tıpkı yine olduğu üzere, hep akla gelen ya da getirilen Fatih Terim 2004’te Almaguer gibi emeklilerden çok büyük paralarla kurduğu kadro neticesi GS borç batağına sokarken, anahtarlar bana verilmezse takımı çalıştırmam dediğinde susanlar, dilsiz şeytanlar şimdi medyada tuttukları köşelerden Tudor’a zehirlerini kusuyorlar, ayıptır, adama kötü gün bekleyen harami derler maazallah, bir susun gayri… Aslında Tudor’un bu takıma getirilmesi meselesinden başlarsak kötü yönetimi bir kez daha net görürüz ama nerde…

Cuma, Aralık 01, 2017

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ -9


Siyaset ve fikir adamı Abidin Nesimi’nin “yılların içinden” isimli kitabını okuyorum.  Yazarın iyi tanıdığı Demokrat Partinin Bayındırlık Bakanı Tevfik İleri’ye, 8. Mayıs.1960 Canım Yurdumu getirdikleri noktaları ve buradan gerek kendilerinin gerekse de ülkenin ciddi yaralar almadan çıkabilmesi adına, yazdığı mektubu aktarmak istiyorum. Çok uzun olması hasebiyle birkaç bölümde aktaracağım mektubu, geçmişi ve bugünü anlamak adına önemsiyorum. Kıssadan hisse babından… 3. Bölüm…

 

Aziz dostum,

1946’da Bilecik’ten, Menderes’e bir mektup yazmıştım. O mektubumda hülasaten şöyle demiştim; DP’nin bir muvazaa partisi olduğu söyleniyor. Gerçi, bu partinin kurucuları arasında mütareke yıllarının muvazaa komünist partisini kuranlarda var. Köprülü de İnönü’nün azad kabul etmez kölesidir. Fakat buna rağmen, DP’nin bürokratik kadronun teşkilinde, CHP ile, mutabakata varmış olacağına inanamam.

Siz hariç, diğer kurucuların konsekan bir demokrat olduklarından da şüpheliyim. Size gelince, politikaya serbest partiyle girdiğinize göre liberalist olmanız lazımdır.

Bana gelince, ben liberal değilim. Fakat toplumda azınlıkta olduğum için bana çeşitli imkânlar bahşeden liberallerle, ideolojik mülahazalarla değil, stratejik düşüncelerle işbirliği etmek zorundayım. Bu yönden partinizle anlaşmaya hazırım, diye yazmıştım.

Fakat bir taraftan, insan hak ve hürlüklerine saygı gösteren Nitti ve Krenski idarelerinin feci akıbeti, diğer taraftan Peker’in DP ve İnönü’yü tasfiye teşebbüsü, DP’yi İnönü'ye yakınlaştırmıştır. 12 Temmuz beyannamesiyle de DP İnönü’nün emrine girmiştir.

Şimdi DP’nin Türkiye’nin terakkisever kuvvetleriyle yapacağı anlaşma, 1946’da Menderes'e yazdığım ve yukarıda telhisen arzettiğim esaslar üzerinden olamaz. Zira bu hususlar şimdi güç birliği tarafından bayrak edilmiştir. Bunlar muayyen bir cephenin değil, bütün Türkiye’nin müşterek prensipleridir. Türkiye’nin terakkici unsurlarıyla yapılacak işbirliği, insan hak ve hürriyetleri mahfuz tutulma şartıyla, iktisadi cihazlanmayı sağlama, sosyal adaleti tahakkuk ettirme, kollektif barışa samimi olarak inanma, milli kurtuluşlara saygı gösterme şartıyla mümkündür.

Gerek CHP ve gerekse DP bu esaslar üzerinden Türkiye’nin terakkici unsurlarıyla lşbirliğine yanaşmazlar. Çünkü DP şimdi, tamamıyla bir açmaz içindedir ve kelleleri CHP tehdidi altındadır, bu sebepten DP ne yapıp yapıp CDP ile anlaşmak zorundadır. CHP’ye gelince, o kendini iktidara seçim yoluyla namzet görmektedir. İnisiyatif elindedir. DP hariç hiç bir kuvvetle anlaşmak zorunda değildir ve ihtiyacı da yoktur.

CHP mevcut seçim kanunuyla silme secimi kazanacağı için DP’nin nispi seçime yanaşmaması için çeşitli tazyiklerde bulunacaktır. Hâlbuki DP nispi seçimle, belki 200 kadar mebusluk kazanabilir. Hâlbuki mevcut seçim kanunuyla 50'den fazla mebus çıkaramaz. Eğer mevcut seçim kanunuyla yeni seçimlere gidilirse, DP tamamıyla tasfiyeye uğrar. Türkiye, seçim yoluyla tek parti rejimine döner, İnönü de Türkiye’nin Sukarno’su olur. DP liderlerinden intikamını alır. CHP’nin mecliste mutlak ekseriyeti sağladıktan sonra teröre geçeceğinin delilleri pek çoktur.

“Nerden buldun” veya, “neye yaptın” kanunları bunun ilk işaretleridir. Aşırı sağ ve sollara hürriyet verilmeyeceği hakkında Falih'in yazı yazması, Feyzioğlu’nun Batı Almanya’nın komünist partisini kanun dışı ilan etmesinin insan hakları evrensel beyannamesiyle kabili telif olduğunu yazması, bu keyfiyetin ilk işaretleridir. Hele seçimleri müteakip 6 ay içerisinde nispi temsille yeni seçimlere gidilmesinden bahsedilmesi şayanı dikkattir.

Mevcut seçim kanunuyla yeni seçimlere gidilirse, demokrasiye veda edilecektir. O zaman Türkiye’nin terakkisever kuvvetleri yeniden demokrasi savaşına çıkacaklardır. Bu yeni savaşa DP’nin tarihi mes'uliyetlerine iştirak etmemiş olanlar da katılacaklardır. Fakat o zaman atı alan Üsküdar’ı geçmiş olacaktır. Onun için daha imkan ve zaman varken, şimdi bu uyanıklığı gösteriniz! Türkiye’nin terakkiseverleriyle işbirliği ediniz! Veya bu işbirliği manilerini yıkınız!

Tekrar ediyorum; yukarıda dört maddede hülasa ettiğim esaslar üzerinde karşılıklı anlayışla bir mutabakata, ilk gençliğimin mücadele arkadaşlarıyla, varacağından eminim. Bu takdirde faal politikaya karışacağım; Neşriyata başlayacağım. Yukarda saydığım dört hususa, ek olarak, siyasi suçlar için umumi affı savunacağım. Terakkici unsurların arzusuna uyarak, siz de bir af çıkarırsanız, yarınımızı teminata almış olursunuz. Artık, bir hukuk devletinde, 6-7 eylül suçluları, Kore sanıkları, tahkik komisyonu üyeliği... ilh. gibi suçlular afla kurtulmuş olurlar. Pek tabiidir ki, ( . . . ) hiç bir zaman adli takipten kurtulamaz.

DP’nin yukarda yazdığım dört hususu yerine getirdikten sonra, onun da üye olacağı -hükmü şahsiyet olarak- bir terakkici cephe kurulur, beş, altı ay içinde bu cephe teşkilatını tamamlar, nispi seçimle yeni seçimlere gidilir. Demokratik yoldan, lider DP iktidarı, terakkici cephenin bir üyesi olarak, koalisyon kabinesini kurar.

Kanaatimce DP için çıkar yol budur. Mamafih, takdir ve tayin hakkı sizindir. Sana ve Birlikçi arkadaşlarıma selam ve hürmetler ederim.

8 Mayıs 1960

Pazartesi, Kasım 27, 2017

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ -8


Siyaset ve fikir adamı Abidin Nesimi’nin “yılların içinden” isimli kitabını okuyorum.  Yazarın iyi tanıdığı Demokrat Partinin Bayındırlık Bakanı Tevfik İleri’ye, 8. Mayıs.1960 Canım Yurdumu getirdikleri noktaları ve buradan gerek kendilerinin gerekse de ülkenin ciddi yaralar almadan çıkabilmesi adına, yazdığı mektubu aktarmak istiyorum. Çok uzun olması hasebiyle birkaç bölümde aktaracağım mektubu, geçmişi ve bugünü anlamak adına önemsiyorum. Kıssadan hisse babından… 2. Bölüm…

 

Menderes ve arkadaşlarını itibarlarının iade edebilmesi için kanaatimce şunları yapması icap eder:

I - Ceza kanunumuzda suç sayılan ve fakat bizim ceza kanunumuza esas olan İtalyan ceza kanununda (Mazini kanununda) suç olmayan birçok fiiller vardır. ilk yapılacak iş Mazini kanununu aynen ve harfiyen benimsemek (tabiidir kl, krala ve krallığa ait hükümler hariç) . Bu suretle, meşrutiyetçi, şeriatçı, sosyalist, komünist... ilh. partilerin kurulması sağlanmış olur.

II – Toplantı ve yürüyüş, cemiyetler, basın... ilh. gibi, Mussolini veya Hitler kanunlarına rahmet okutan kanunlar tamamen ilga edilir...

III - Sureti katiyede nispi temsil kabul edilir...

IV - insan hak ve hürriyetlerini teminata bağlayacak yeni anayasayı yapmak üzere bir Müessesan Meclisi, anayasa mahkemesi, vekiller mes’uliyeti kanunlarını çıkarmak lazımdır. Ayrıca, halen yürürlükte olan anayasaya aykırı hükümleri, anayasa mahkemesi kuruluncaya kadar, kaza kuvvetinin bunları tatbike mecbur tutulmaması lazımdır.

Yukar1da saydığım 4 hususu DP yerine getirecek olursa muhalefet bölünebilir. Zira bütün sınıflara hürriyet verince ve bu hürriyetin hukuki teminata samimi olarak bağlı olduğu kanaati vatandaşta hasıl olursa, pek tabiidir ki “Güç Birliği”nin hikmeti vücudu kalmaz. CHP de tuzla buz olur. Nitekim 1946-1950 arasında CHP insan hak ve hürriyetlerini tamsaydı, DP tuzla buz olurdu. 0 tarihlerde bir ara CHP’de bu cereyan bir hayli kuvvetlenmişti. Ve DP de mevcudiyetini muhafaza edebilmek için “Demokrat Koylü Partisi ”ne inkılap etmek teşebbüsüne de geçmişti. Fakat 12 Temmuz’da DP ile ismet Paşa arasında yapılan anlaşma bu keyfiyeti bertaraf etti. Şimdi de CHP için en büyük tehlike, DP’nin güç birliği beyannamesi hükümlerini tam olarak tatbik etmesindedir. Şunu tekrar edeyim ki, DP insan haklarını kabullenir ve fakat nisbi temsili kabul etmezse, muhalefeti parçalayamaz, iktidarı kayıtsız şartsız CHP'ye devreder. Tek parti devrinin avdeti ismet Paşa’nın ihtiyarına bırakılmış olur. Hâlbuki nisbi temsil kabul edilirse, muhtelif partiler mecliste temsil imkânını bulurlar. Mecliste hiç bir parti mutlak ekseriyeti haiz olmayacağı için koalisyona gitmek zarureti doğar. Parlamentonun lider partileri, CHP ile DP olacağından, küçük partilerin müzaharetiyle, yine DP kabinesi kurulabilir. Hele, sosyal adalete değer verirse, âdemi merkeziyete iltifat ederse, DP solcu bir koalisyonun lideri olabilir.

Kıymetli arkadaşım,

Eğer Menderes kabinesi, bu aklı selim yoluna değil de, şiddet politikasına iltifat ederse, parti· içinde şu ihtimaller belirebilir

I - DP içinde, yukarıda esaslarını arz ettiğim aklı selim yolunu tutanlar, meclis grubunda ekseriyeti teşkil edebilirler. Bu takdirde, grup Menderes kabinesini devirir.

II - DP meclis grubunda aklı selim taraftarları parti grubunda değil, fakat, CHP’lilerle beraber mecliste ekseriyeti sağlayacak miktarda olabilirler. Bu takdirde Menderes kabinesi, parlamentoda düşürülür ve bir koalisyon kabinesi kurulur.

III - DP meclis grubu, şiddet yolunda ısrar edebilir, hukuki iktidar, yerini fiili iktidara terk eder Tahkik heyeti, bir selameti umumiye komitesi veya konvansiyon yetkileriyle tahkim edilir. Artık ileride, olacak durumları şimdiden kestirmeye de imkân kalmaz. Bu fiili iktidar yine diğer bir fiili iktidara yerini terk eder; Arap dünyasında veya Latin Amerika’sında gördüğümüz hadiseler cereyan eder.

Tevfik'cigim,

Üniversiteliler hareketine işçiler, köylüler, istiklalci azınlıklar (kürtler), askerler iştirak etmedikçe, fiili bir değişiklik beklenemez. Yani, bu dört kuvvet birleşmedikçe, bunları sevk ve idare eden bir parti bulunmadıkça, iktidar duruma bakim kalacaktır. Nitekim Alman Spartaküs hareketi, köylüler karışmadığı için akim kalmıştı. Macar Belakun hareketi, sevk ve idare eden parti olmadığı için sönüp gitmişti. Üniversiteliler hareketine, barolar ve diğer mesleki birlikler iştirak ederse aydınlar cephesi kurulmuş olur. Sendikalar iştirak ederse işçi-münevver ittihadına gidilmiş olur. Doğu Üniversitesi veya Liselileri bir protesto hareketine kalkarlarsa bu hareket Kürt istiklaline kadar gidebilir. Hadiseleri kontrol etme DP'nin elinden çıkar.

Belki hatırlayacaksın 1950'de iktidara ilk geldiğiniz devrede, politikanı beğenmediğimi, en geç 1962’de, fizik vücudunun dahi imhası muhtemel olduğunu, üzülerek bir arkadaş sıfatıyla yazmıştım. O mektubumun mesnedi lusaca şu idi: Türkiye tanzimattan bu yana kendi gelirleriyle geçinememektedir. Türkiye varlığını büyük devletlerarası rekabetten faydalanarak onlardan borç alarak geçinmektedir. Fazla para sızd1rmak için, tanzimattan bu yana daima fındıkçılık etmişizdir. Türkiye, bir gün gelecek Amerika’dan daha çok para sızdırmak için Sovyetlere kur yapacaktır. Veya Amerika ile Sovyetler, Yakındoğu politikalarında bir anlaşmaya varacaklardır. Bu iki şıktan birinin tahakkukunda, komünist düşmanlığında veya Sovyet aleyhtarlığında ileri gitmiş olanlaı1 feda etmek milli bir zaruret olacaktır. 0 zaman DP iktidarda olsa bile seni fedadan çekinmeyecek ve bütün suçları sana yükleyecektir. Zira ne başvekilin, ne başvekil yardımcısının, ne iç ne de dış vekillerinin yani ilgili bakanların göstermediği bir gayretkeşliği, yani, komünizm düşmanlığını hiç bir sebep ve zaruret yokken yaptın; bütün alakayı üstüne çektin. Hâlbuki ilgili makamları işgal edenler beşeri bir süpleks gösterdiler. işte şimdi yukarıda kaydettiğim şartlar tamamen tekevvün etti. Amerika ile Sovyetler anlaşmak üzeredir. Bu yeni devre politikasını artık müsaadenizle yazayım, DP temsil edemez. Allahına hamdet ki Menderes

yakın tarihlere kadar Sovyet düşmanlığında ısrar etti. Yoksa pekâlâ, biz de eskiden beri Sovyet dostu idik, fakat Tevfik İleri gibi düşünenler partide ekseriyette olduğu için, böyle bir yol tutmuştuk deyip, seni ve daha birkaç kişiyi tasfiye edebilirlerdi. Nitekim Atatürk, İngilizlerle anlaşmaya memur ettiği Bekir Sami ve Nihad Reşad’ı, Sovyetlerle anlaşma olunca feda etmekten kaçınmadı. Türkiye Komünist Partisi kurucularından Refik Koraltan, bizzat kendi muavinini (Kayseri ikinci başkanını, zira kendisi Kayseri birinci başkanıydı) istiklal mahkemesinde sigaya çekmişti. Demek istiyorum ki, diş politikada bir değişiklik mukadderse DP liderleri seni feda edip, İsmet Paşayla veya Sertellerle anlaşabilirler. Fakat şansın varmış, bu iki ihtimal de şimdi bertaraf edilmiş, DP liderleriyle tam bir mukadderat birliği halindesin. Onların seni, senin onları terk etmene imkân yok. Allah sonunuzu hayretsin...

Yeni dünya şartlarının tekevvün ettiği bu devrede, artık DP’nin fonksiyonu bitmiştir. Türkiye sureti katiyede cephe politikasına geçmek zorundadır. Bu cephe politikası, DP’ye (substratum-destek) olacak bir vatan cephesi değil, ancak Türkiye’nin terakkisever kuvvetleriyle hür, eşit şartlar altında bir platformda olabilir. DP yukarıda yazdığım dört maddeyi kabul eder ve tatbik ederse, Türkiye'nin terakkisever kuvvetleriyle, bir cephe platformu yapılabilir. Fakat bir cephe substratumu varit değildir. Gerçi, 1946'da, bütün gayretlerime rağmen DP ile bir platform anlaşması temin edemedim. Çünkü;: Serteller Türkiye’nin terakkisever kuvvetlerini DP vesayetine sokucu bir politika güttüler. Ve muvaffak da oldular.

(Hürriyet Misakı) sahte bir platformdu. Bu misakı tahakkuk ettirecek DP’li olmayanları da içine alacak bir heyet kurulmamıştı. Şimdi, ancak hakiki bir cephe, yani ayrı bir idare heyeti olan bir teşekkül mevzu bahistir. Vatan Cephesi bu karakterde değildir. Keza, Güç Birliği de, Milli Muhalefet Cephesi de bir CHP desteği karakterindedir, muhalefeti CHP'nin vesayeti alt1na almaktadır. Tıpkı, 1946’da muhalefetin DP’nin vesayeti altına girmesi gibi. 10 yıllık DP iktidarı, Türkiye terakkisever kuvvetlerinin gözünü açmıştır Artık ne iktidarı ne de muhalefeti, şartsız ve teminatsız destekleme, terakkisever kuvvetler için varit olamaz.

Pazar, Kasım 19, 2017

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ -7

1909 yılında doğup 1991 yılında hayatını kaybeden, siyaset ve fikir adamı Abidin Nesimi’nin “yılların içinden” isimli kitabını okuyorum.  İstanbul Erkek Lisesi ve Yüksek Mühendis Mektebini bitirir, yükseköğrenim yıllarında Mühendis Mektebi Talebe Cemiyeti Yönetim Kurulu Başkanlığı, M.T.T.B. (Milli Türk Talebe Birliği) genel sekreterliğinden, çeşitli sol parti girişimlerine, toplumcu görüşü savunan “yeni yol”, “yeni ses” adlı dergiler başta olmak üzere birçok derginin kah önemli yazarı, kah finansörü olmuş, sıkıyönetim gadrine uğramış yargılamalar, hapisler ve sürgünler görmüş, gerek sağın gerekse de solun önemli insanları ile ilişkileri olmuş, zor yılların içinden imbiklediği tecrübelerini aktardığı anılar… Mezkûr kitaptan, beğenilecek ya da burun kıvırılacak çok çeşitli anılar, tespitler, analizler ve öngörüler var, vakit bulanların okumasını önemle salık ederim. Bu anılar içinde, Yazarın iyi tanıdığı Bayındırlık Bakanı Tevfik İleri’ye, 8. Mayıs.1960 Canım Yurdumu getirdikleri noktaları ve buradan gerek kendilerinin gerekse de ülkenin ciddi yaralar almadan çıkabilmesi adına, yazdığı mektubu aktarmak istiyorum. Çok uzun olması hasebiyle birkaç bölümde aktaracağım mektubu, geçmişi ve bugünü anlamak adına önemsiyorum. Kıssadan hisse babından…

 

Sayın T. İLERİ
NAFIA VEKİLİ
ANKARA

Muhterem Ağabeyimiz,
Tarafsız bir vatandaş, kadim bir dost, yakın bir arkadaş sıfatıyla yarınımızı nasıl gördüğümü, size bildirmekte fayda ve lüzum görüyorum. Çünkü siz, iktidar partisi liderlerinden ve mes’ul kabine üyelerindensiniz. Hadiselere, bizim gibi soğukkanlılıkla, tarafsız ve garazsız, Latinlerin diliyle “sine Ira studie”, bakamazsınız. Bu yönden tahminlerimin değeri vardır.

Sayın vatandaşım;
Tahminlerimi yapmadan önce, realiteleri ortaya koyayım.
I - Üniversiteliler ve aydınlar, şimdi, DP'ye karşıdır veya karşı olacaktır. Üniversiteliler, bu tutumlarında haklı mıdırlar, haksız mıdırlar? Onun münakaşası yersizdir. Biz, realiteyi kaydile yetiniyoruz.
II - Üniversiteliler hareketine, askerler, işçiler, köylüler, istiklalci azınlıklar (Kürtler) ve resmen CHP'liler karışmamıştır. Fakat bunun ileride olmayacağı hakkında kimse teminat veremez.
III - Üniversiteliler, bu çıkışlarında geniş halk yığınlarını tahrik edici şiarlar ortaya atmamışlar, yalnızca, bir protesto ile yetinmişlerdir.
IV - Üniversitelilere karşı, miktaı1 beş milyonu bulan (sic!) vatan cepheliler, altı yüz bin miktarındaki talebe-i nurlar (sic!) hep sessiz kalmışlardır.
V - Üniversitelilere karşı polis kifayetsiz kalmış, silahlı kuvvetlerin müzaharetine lüzum hâsıl olmuştur.
Silahlı kuvvetler, Üniversiteliler karışıklığını elbette bastıracaktır; normal hayat, sükûn avdet edecektir. Fakat buna rağmen münevverlerle DP arasında dostluk kurulamayacaktır. Teessüs edecek sükûnu muvakkat bir mütareke saymalıdır. İleride vukuu melhuz lhtllatlar1 da dostça şöyle tahmin ediyorum:

Aziz dostum,
I - Münevverlerle DP arası ihtilafın, baskıyla giderileceğini sanmak çok saflık olur. Baskıyla ancak münevverler sindirebilinir. Fakat dostluk sağlanamaz. DP'nin ilk zaafında, yani, seçimlerde bu sinme kalkacak ve münevverler bütün güçleriyle DP’nin tasfiyesine çalışacaklardır. Artık bundan böyle DP'nin seçimleri kazanma şansı çok zayıftır. DP seçim yoluyla tasfiyeye uğramamak için ya güdümlü bir seçime ya da, dikta rejimine gitmesi lazımdır. Bundan böyle güdümlü seçim, Türkiye’de ihtilale yol açacağı için varit değildir. Acaba dikta rejimi 1960 Türkiye’sinde kurulabilir mi? Nazari olarak buna hemen evet şeklinde cevap verebiliriz. Hâlbuki pratikte bunun karşılığı, DP için hayır şeklinde olacaktır. Çünkü; Demokrasi, iktisadi cihazlanmasını, iktisadi enfrastrüktür müesseselerini, yani, yollarını, barajlarını, hidro-elektrik santrallarını,.. kurmuş, istihlak sanayini de kurmuş veya kurmakta olan ülkelerde tutunabilir. Hâlbuki bu durumda olmayan ülkelerde, bunları kurmak fedakârlıkla olur. Fedakârlığa insanların çoğu katlanamaz, bu yönden demokrasi ile kalkınma bir arada yürümez. Demokrasi, müstahsillere değil, müstehliklere hitap eder. Türkiye, istihsalini düzenlemek zorunda olduğu için, bizde dikta rejimi zaruridir. Fakat dikta rejimini Menderes, Endonezyada Sukarno'’nun, Pakistan’da Eyüp Han’ın tatbik ettiği gibi bizde kuramaz. Çnkü; Sukarno, ülkesinin terakkici kuvvetlerine, üniversitelilerine dayanarak hacı, hocaya karşı dikta rejimini kurmuştur. Hâlbuki Menderes diktasını Said-i Nursi'nin talebe-i nurlarına, Said Bilgiç’in milliyetçiler derneğine, malum aferistlere dayatmaktadır. Bu yönden dikta sökmez. Eğer Menderes irtica ile işbirliği yapacağına münevverlerle lrticaa karşı hareket etseydi iktidarı uzun ömürlü olurdu. Menderes Eyüp Han tipi bir dikta da kuramaz. çünkü Eyüp Han mütefessih bürokrasiye, aferistlere karşı, faziletli vatandaşlara dayanarak diktasını kurmuştur. Hâlbuki Menderes aferistlere dayanarak faziletli vatandaşlar üzerine dikta rejimi kurmak istemiştir. Eğer Menderes fazilet savaşında yer alıp, ( . . . ) divan-ı aliye verseydi, Eyüp Han tipi bir dikta kurabilirdi.  Şimdi bütün bu imkânlar geçmiştir. Fakat buna rağmen DP nefis müdafaası olarak, asılmamak için iktidarı bırakmamak zorundadır. DP fiili olarak iktidarı devam ettirebilmek için, şu dort hali, müttehidülvakit, tatbik zorundadır.
1 - İsmet İnonü'yü asmak, 2 - CHP mebuslarını tevkif etmek, 3 - CHP'yi kapatmak, 4 – Amerika’nın Ayzenhover doktrinine veya Sovyet gönüllülerinin yardım esasına dayanarak, yurdu onların işgaline terk etmek. . . Bu dört tedbir bir arada alınmazsa DP diktası tahakkuk edemez, yurtta ne netice vereceği evvelden kestirilmesi imkânsız bir ihtilal çıkar.
Bu dört şıktan ilk üçü DP tasarrufu dâhilindedir. Hâlbuki dördüncü şık iki taraflı bir tasarruftur. Onun tahakkuk etmesi için bunu hem DP’nin hem de Amerika’nın veya Sovyetlerin arzu etmesi icap eder. DP’nin böyle bir şeyi istemesine yurtseverliği manidir. Diğer taraftan, böyle bir müdahaleye gerek Amerika’nın, gerekse Sovyetlerin milli menfaatleri müsait değildir. Çünkü gerek DP ve gerekse CHP aynı derecede hür dünya veya Sovyet dostluğuna merbutturlar. Bunlar, DP iktidarını tutmadıkları ve onun devrilmesini tacil ettikleri takdirde iktidara CHP geleceği için, bundan ne Amerika ne de Sovyetler bir endişe duymaz. Gerek Amerika ve gerekse Sovyetler, iktidar partisini degil, vatandaşın serbest iradesiyle iktidara gelecek olan partiyi yani, halkı tutarlar. Halka karşı bir politikanın feci sonuçlarını Amerika Şankayşek, Faruk, Nuri Essait hadiselerinde görmüştür. O halde, dış kuvvetlere dayanmak imkânsızdır. Bu vaziyette, DP'nin bir dikta rejimi kurmasına imkân yoktur. Halk ve ordu iktidarın emirlerine bir gün gelecek boyun eğmeyecektir.
DP ve Menderes için tek çıkar yol, 10 yıllık politikasını terk etmesi, yani, Sovyetlerle Amerikalıların anlaşamayacakları esasına dayanan ve 30 yıldan beri CHP iktidarları tarafından takip edilen politikayı tel’in etmesidir, bu da mümkündür. Bundan sonra da, co-existance’ı kabul etmesi ve ayrıca, daha mütekâmil bir tarzda ilk hedefler beyannamesi esaslarını tahakkuk ettirmesidir. Bunu yaptığı takdirde, CHP’ye mazisiyle bağlı olmayanlar -ki bunlar ekseriyeti teşkil eder, ondan ayrılır, müstakil bir parti kurarlar. Yeni parlamentoda hiç bir parti mutlak ekseriyette olamayacağı için, zaruri olarak bir koalisyon kabinesi kurulur. Müfrit hareketler parlamentoda önlenir. Ancak, hırsızlar mahkemeye verilir ve siyasi suçlular hakkında bir af çıkarılabilir. Menderes ve arkadaşları kellelerini kurtarırlar.

Pazartesi, Kasım 13, 2017

TOKİ ile AÇİ


Gazetemize gelen bir habere göre, Çeşme’de ihtiyaç sahiplerine ucuz konut yapmak üzere Reisdere tarafında hazineye ait 41 hektarlık (410.000) bölümünün bir şekilde “imarına” uydurularak TOKİ mülkiyetine geçirilen arazide bazı şirketlere arsa satışı işlemleri yapıldığını iletilmiştir… Bunun üzerine; başka bir yere sorulamayacağı için Çeşme Belediye’sinden yardım talep ederek, konuyu öğrenelim dedik… Öğrendiğimiz gerçek ise tam tamına, TOKİ mülkiyetine alınan 41 hektar arazinin konut yapımı olarak 14 hektarı kullanılmış, ilgili kanunlardan gelen yetki ile de yaklaşık 7 hektar (70.000 m2) arazi bina yapılabilme oranları üzerinde yaklaşık 2 ila 4 kat artışlar yapılarak (%80 ila %120 emsalleri ile) satışa arz edilmiştir. Şimdi denilebilir ki ne var bunda kanundan doğan yetki kullanılmış ve arsalar satılmış ama hemen yanındaki alanlarda Çeşme Belediye’sinden istenen imar durumlarına göre toplamda %30 emsal ile inşaat yapılabileceği gerçeği söz konusu ise, ne var bunda denilemiyor… Buraya kadar her şey kanunlar çerçevesinde ve yetki sahiplerinin usulüne yönelik yetki kullanması ile ilgilidir, benim diyeceğim fazlaca bir şey yoktur… Ancak bidayette, bugün zuhur eden duruma gelineceği kaygıları kendisine söylendiğinde herkesi ve her kesimi önyargılı olmak ile yaftalayan ve kartvizitinde Yüksek İnşaat Mühendisi yazan muhtereme çok şey söylemek istiyorum.

Kendisi ile yaptığımız kent ve kentleşeme muhabbetlerinden, genel manada, anladığım kadarı ile yaklaşık benzer değerlendirmeler yaptığımız, ancak içinde bulunduğu siyasi oluşumun güncel hamleleri karşısında gönülsüz ama katıksız, hukuki ama ahlaksız davranma konusunda beis duymayan yerel siyasetçi kardeşimiz, muhaliflerini “siz ucuz konut yapılmasına karşısınız” gibi ucuz ama müşterisi bol, gerçekte karşılığı olmayan ama siyasi muvafıkları tarafından alkışlanan bir klişe kullanmaktan asla çekinmeyen muhteremin bu konu ile ilgili şimdi ne düşündüğünü çok merak etmekteyim… Hani, “yahu kimse ihtiyaç sahiplerinin konut ihtiyacının karşılanmasına karşı değil” itirazına, hem de eski imar komisyonu üyesi olması ve mühendisliğinin önünde “yüksek” ibaresi olmasına rağmen güncel siyasi polemik dışına çıkamaması da zaten kendisinin hangi düzeyde hangi zeminde hangi derinlikte ve hangi angajmanlara sahip olduğunu göstermekte idi. Muhalif ve muarız taifesinin “TOKİ de istediği kadar konut yapsın yeter ki Çeşme Belediyesi İmar mevzuatına ve plan notlarına uyan her müteahhit gibi davransın yeter” laflarına ise kulak tıkayarak, duymazdan gelerek ahlaki bir abide oluşturuyordu adeta ama tarafgirliğine ve mücahitliğine yapılan uyarılar karşısında ise tüyü bile kıpırdamadan aslanlar gibi direniyordu, Allah selamet versin…

Evet, şimdi gel de yüksek mühendis kardeş bir anlat bakalım bize, vatandaşın %15-30 emsalle inşaat yaptığı-satın aldığı yerde sen gelip yasadan doğan gücün ile alacaksın bir yeri, imar şartlarını kafana göre (evet tam da kafana göre ama kanuni hakkını kullanarak) düzenleyeceksin, 4 kat yapacaksın, bina yoğunluğunu %80 e %120 e çıkaracaksın, göz boyama babından azıcık ev yapıp, üye kayıtlarının nasıl yapıldığı herkesçe malum biçimde, “yaptık ya” demek adına def’i bela kabilinden, hemen minder dışına kaçıp, diğer arsaları “arsa” faslından hem de değerini hülle ile, 2 ile 4 e katladığın biçimi ile satacaksın, haydi gel de anlat bunları bakalım… Üstelik ucuz konut talep eden vatandaşın bir kısmının müracaatlarını geri çevirip toplanan talepten az konut imal edeceksin, bir de dönüp “Çeşme Belediyesi” kat sayısını azalttığı için size konut yapamadık yüzsüzlüğünü savunacaksın, sevsinler senin mühendisliğini hem de yükseğini, sevsinler senin iyi adam olmanı, sevsinler senin politik duruşunu, sevsinler senin etik’ini, vs vs… Ucuz konut yapacağım adına 41 hektar (410.000 m2) araziyi istediğin koşullarda (%80 ile %120 arasında yoğunluğa arttırılmış) kullanımına geçecek, 14 hektarına (140.000 m2) inşaat yapacaksın, geri kalanını satacaksın, vay ki vay ben ölem… Efendim ne var bunda yasaya uygun, doğru yasaya uygun, yasa dediğinde bir “torba”ya uygun, atıyorsun bir beyit anlaşılmazlığında bir madde torbaya, çıkıyor sana yeni kural… Hayırlı işler, hani eskiden derlerdi “tuzlayayım seni de kokmayasın” ya, artık ne denir ki bilmiyorum… Ama bu kabil hikâyeler okuyucular tarafından tutulduğu ölçüde yenisi çevriliyor, çevrildikçe okunuyor, Canım Yurdum ne hallere geldi… TOKİ ler ne oldu da AÇİ lere evrildi vallahi, billahi ve de tillahi anlayabilmiş değilim… Yahu anlayabilmiş değilim lafına takılmayın, ben çokkkkk anladım da, hatta o kadar çok anladım ki, daha 2008 yılında yapılan değişikler ile konunun buralara geleceği çok belli idi benim açımdan, ben bunu karşı taraftakilerin adına söyleyeyim diyorum da, ama onlar hallerinden son derece memnun, bir lokma, bir hırka… Anadolu’da harika bir laf vardır sık kullanırım, “söyleyen deli ise, dinleyen akıllı olacak” diye ama durum hem söyleyen hem de dinleyenler açısından pek te ümitli değil…

Zaten ben bu TOKİ’nin, tok olmadığını tam tersine çok aç olduğunu, Galatasaray Kulübünün, kulübün o dönemdeki başkanı ile kurulan irtibat-ı ittifaktan, Ali Sami Yen stadından elini kolunu yunarak çıkmasından anlamıştım ama yapacak bir şey yok, oyun büyük, biz küçük, saha düz değil, engebeli ve sarp, hakem taraflı, top yuvarlak değil, zar dörtköşe değil, vs vs…  Sen al yaklaşık 1 milyar dolarlık arsaları sonra yap 350 milyon dolarlık stadı, sen yaptım diye öğünürken, içerideki uyanıklarda yaptırdık diye hava atsınlar, vay ki vay ben ölem… Sonuç, alavere dalavere bizim Memet nöbete… Yüce rabbim verdikçe veriyor…

Pazar, Kasım 05, 2017

MUSTAFA KEMAL


“Efendiler, yarın Cumhuriyet’i ilân edeceğiz!” dedi. Mustafa Kemal uygun bir süre bekledikten sonra, masada bulunanların gözlerine tek tek bakarak, açıklamasını sürdürdü: “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir. Bunu Anayasamıza yarınki Meclis toplantısında koyduracağız. Hazırlıklarımızı bir kez daha gözden geçirmemiz lazım.” Cumhuriyet ilanı ile ilgili nerdeyse tüm kaynaklar ittifak edercesine bu çıkışı başlık olarak kullanırlar. Canım Yurdumun, tarihinde ilk önemli sıçrama gerçekleşmiş, yeni bir sayfa açılmıştır gayri…

Bu cesur adımları atan kadronun lideri, artık yok ve 10 Kasım 2017 de artık geride 79 yıl kalmış olacak… Kimilerinin, cumhuriyet ilanı, ekonomik kalkınma-atılım, kadınların seçme seçilme hakkının tesisinden, kanun devleti olma ve hâkimiyetine kadar olan siyasi atılım başta olmak üzere gerçekleşen her şeyin yegâne lideri gördüğü, kimilerinin tekke ve zaviyelerin kapanmasından, hilafetin kaldırılmasına kadar gerçekleşen atılımların müsebbibi tayin olunarak “elin gâvurundan” daha kötü olarak anıldığı, kimilerinin asimilasyon politikalarının sorumlusu tayini ile de katıksız eleştirdiği, kimilerinin de her türlü destek gördüğü sosyalizme karşı içten pazarlıklı olması ile yargıladığı Türkiye Cumhuriyetinin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk, herkes tarafından kendi meşrebine uygun yâd edilecektir. 79. ölüm yıl dönümünde kendisini saygı ile anıyor, hatıratı önünde eğiliyoruz.

Bu manada, herkesin fikrine saygıda kusur edilmedikçe, itiraz etmeden, kendimce birkaç tespit yapmak istiyorum.

Mustafa Kemal’in, Bolşevik olmamasına rağmen Türk-Rus ilişkilerine oldukça önem verdiğini okudukça öğreniyoruz, “Sovyetler bize yardım edebilecek durumda ve düşmanlarımızın düşmanıdır” değerlendirmesi yaparak, Sovyetler Birliği ile ilişkilerin sürdürülmesi gerektiğini, her türlü karşı eleştiriye rağmen iddia ediyordu. 1920 Temmuz’unda, TBMM Genel Kurulunda konuşmasında “Efendiler, bir de Bolşeviklik âleminden bahsolundu. Yine diğer zamanlarda da bahsolunmuştur ki, biz Bolşevikleri aramış ve bulmuşuzdur ve en son temasımız az çok maddi ve kati bir şekle girmiştir. Resmen Sovyet Cumhuriyeti ile muhabere edilmiştir. Sovyet Cumhuriyeti bizim muhtaç olabileceğimiz maddi muavenetin hepsini vaat etmiştir.” (Bravo sesleri, alkışlar) diyerek ilişkiler konusunda nasıl bir yön tutturulacağı konusunda işaret etmiştir.

Tüm bu görüşme ve yakınlaşmalar neticesinde Sovyetler Birliği, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı için; yaklaşık ve kabaca,  ilk elde, 39.000 tüfek, 327 makineli tüfek, 54 top, 63 milyon fişek, 147.000 top mermisi, 2 avcı botu, 4.000 el bombası, 1.500 kılıç, 20.000 gaz maskesi ve 125.000 TL değerinde altın yardımı yapmıştır. Elbette yardımlar bununla sınırlı değildi 1921 yılında da Nisan, Mayıs ve Kasım aylarında üç parti şeklinde toplamda 6.500.000 altın ruble yardımı yapılmıştır. Sovyetlerin bu süre zarfında verdiği altın ruble yardımı toplamda 17.500.000 rubleyi bulmuştur. Ayrıca, 1920, 1921 yılı milli savunma bütçelerinin birkaç katı mali ek yardımlar da gerçekleştirilmiştir. Ve bu yapılan tüm yardımlar da, Sovyetler Birliği anayasasında da yer alan  “emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesi veren tüm halklarla dayanışmanın gerekliliği” ilkesinden kaynaklanmakta olduğu artık çok sarihtir. Yine de Lenin’in bu yardımlar karşılığında bir takım beklentiler içinde olduğunu iddia edebilen gafiller de çıkmıştır, eee elin ağzı torba değil ki büzesin… Dahası TBMM’sini ve Hükümetini ilk tanıyan ve elçi görevlendirmesi yapan devletin Sovyetler Birliği olduğu da bir vakadır. Ankara’ya gelen elçi Aralov’un “Bir Sovyet diplomatının Türkiye anıları 1922-1923” adlı kitapta toplanan anılarını okuyunca da, aslında Lenin’in “Mustafa Kemal sosyalist değildir. Fakat görülüyor ki iyi bir örgütçü, yüksek anlayışlı bir önder. Ulusal burjuva ihtilalini yönetiyor. İlerici akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist devrimimizin önemini anlamış olup, Sovyet Rusya’ya olumlu davranıyor. O, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum. Ona, yani Türk halkına yardım etmemiz gerekiyor.” tespitini yaparak, nasıl bir yardım içeriği oluşturduğu gayet nettir.

Diğer taraftan ise, Mustafa Kemal’in Çerkes Ethem’e çektiği bir telgrafta; “3. Enternasyonal’e bağlı Ankara’da bir genel merkez kuruldu. Bu Cemiyet merkezine sen, ben ve Refet Bey dahi alındık. Yeni Dünya Gazetesi işte bu derneğin fikirlerini yayacaktır. Hakkı Behiç Bey, Cemiyetin genel sekreteri olmuştur. Buna ciddi bir surette çalışmak bilimsel ve pratik gayret lazımdır. Çünkü genel çıkarlarımız bunu gerektiriyor. Hazırlanmakta olan program tamamlandığı anda size de gönderilecektir. O zaman okur ve derhal gereken merkez ve mevkilerde şubeler açılmasına yardım ve yol göstericiliğinizi esirgemeyiniz. Matbaanın da hemen Ankara’ya taşınmasını buyurunuz. Hacı Şükrü Bey matbaanın taşınmasına memurdur. Hakkı Behiç Bey kardeşimizin hamiyetine ve beceri derecesine benim kadar sizin de emin bulunduğunuza inanıyorum. Sıhhat ve afiyet, Muhterem Yoldaş.” diyerek ne planlamıştı acaba? Bilindiği kadarı ile Lenin tarafından, “Birinci Enternasyonal, proletaryanın sosyalizm uğruna uluslararası mücadelesinin temellerini attı. İkinci Enternasyonal birçok ülkede yaygın kitle hareketlerinin zeminini oluşturma evresiydi. Üçüncü Enternasyonal ise İkinci Enternasyonalin çabalarının semeresini toplayarak, oportünist, sosyal şovenist, burjuva ve küçük-burjuva çöpleri ayıklamış ve proletarya diktatörlüğünü kurmak üzere yola koyulmuştur.” biçimi ile deklare edilen amaç Mustafa Kemal tarafından da gayet iyi biliniyordu. Netice itibari ile bu konuda da, Sovyetler Birliği ile yürütülen iyi ilişkilerin gerçekçi ve pragmatist politikalar neticesi olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Mustafa Kemal’in dönem itibari ile hayli prestijli ve gelecek vaat eden sosyalizm karşısında korktuğu, gelişme ve çalışmaları kontrol etmek amacı ile böyle davrandığını söyleyenler de vardı, ayrıca “komünizm nerde görülürse ezilmelidir” diye ince hesaplar içinde olarak Sovyetler Birliğini “aldattığını” iddia edenler de vardı. Ama resmi komünist partinin talimat ile kuruluşunda öncü rol alanların hepsinin sıkı birer komünist karşıtı olduğu düşünülünce de “korku” faktörü ortaya çıkıyor galiba.

Konu derin, tarih bilgimiz sığ ve nihayetinde de yerimin kısıtlı oluşu ile nokta koyuyor ve Mustafa Kemal’in hatıratı önünde bir kez daha saygı ile eğiliyorum.

Cumartesi, Ekim 28, 2017

ADALETİ YÜKSEK AĞA


Eskiden; kendisine rakip olanın, rakip olma ihtimali olanın, kendisi için tehdit olduğunu ya da olacağını hissettiğinin ya da kendisine biat etmeyenin ya da kendisini dinlemeyenin, karşı çıkanın ya da duranın koyunlarını çaldırır sonra buradan yardım edeceğim, ediyorum numaraları ile adamı dize getirmenin yollarını bulan, ağalar varmış. Eeeee tabii bu kabil olaylar çok gerilerde kaldı artık çok şükür ki koyun karşılığı yardım eden ağaların düzeni yoktur… İşte hikâye de bu… Hani diyeceğim ki önce eşeği kaybettirir sonra da buldurur ya Allah ama eşeği eksik buldurmaz, tam buldurur…

Bir varmış bir yokmuş diye başlamak istiyorum ama olmayacak “zamanın behrinde” diyerek başlayalım en iyisi…

Köyün birinde adamın biri oğlunu evlendirir, evini ayırır geçimini sağlamak üzere de bir miktar koyun verir, oğul çok azimli ve kararlıdır, koyunları arttıracak, çoğaltacak ve büyük sürüler sahibi olacak, muhitinde ve etrafında lafı sözü geçerli bir adam olacaktır ve nihayetinde bu azim ve karar ile yola çıkan delikanlı 500 koyunluk bir sürü sahibi olmuş, artık “poposunda bir parça peynir görmüş kendini mandara sahibi sanırmış” sözü mucibince sıra gelmiş lafının ve sözünün dinlenmesi safhasına, sözünü esirgemeden söyler hale gelince artık kelamın sivri taraflarının otoritenin temsilcisi Ağa’ya da değmeye başlaması ile olaylar başlar…

Kendisine verilen koyunları çoğaltan delikanlı yeni durumuna uygun bir jargon ile konuşmaya başlar ve buna uygun yürüyüş şekli de uydurur kendisine… Köyün Ağa’sı da yani köyün sahibi demek daha doğru olur ya, bu durumdan mütevellit sözü lafı dinlenir ya, bu yürüyüş ve durum değişmesinden rahatsız oluyor, bu çocuk bir şeyler olmaya başladı belki de bir vade sonra tam bir baş belası olur diyerek gerekli tedbirleri almaya başlar… Tedbir bellidir… Rakip yok edilecektir, ezilecektir... Ağanın olduğu, olmadığı yer tefriki yapmaksızın çocuk kendisini güçlü hissediyor ya, ileri geri konuşmaya başlar iddialı olmaya başlar, al sana güç al sana kudret… Ağa hemen avanelerine haber salar, ekonomik gelişmesine bağlı dili ve tavrı gelişen delikanlının sürüsünün ağırlığının alınması talimatını verir. Çete-i avane delikanlının ağıllarını basar, çobanın gözleri önünde koyunlar gasp edilir ve dağa kaldırılır, çoban büyük bir telaş ile delikanlıya koşar ve sürünün gasp edildiği haberini verir. Der ki; koyun sürüsünü çeteler götürdü, delikanlı “vayyy nasıl götürürler, vay alçaklar” diye hiddetlenir oraya buraya bakılır, dağ taş, köşe bucak aranır taranır nafile sürü sırra kadem basmıştır gayri… Delikanlının bu acılı ve hiddetli durumunu, avuçlarını ovuşturarak gizliden takip eden ağa delikanlı ile konuşma sırasının geldiği kararı veçhile çocuğu davet eder… Ağanın davetini bu sefer de sosyal avaneleri; “ağa senin bu yaşadıklarından çok üzülmüştür, sana her konuda sınırsız ve karşılıksız yardım etmek istemektedir, hele bir gelsin de konuşalım diye seni davet etmektedir.” derler… Ağa çok üzüldüğü beyanı ile “ne diye derhal kendisine gelmediğini” sorar bir inceden, “biz ne günlere duruyoruz buralarda, çevremiz var, hükümet katında yüksek mevkilerde tanıdıklarımız var” diye ilave ederek, “biliyorsun benim elim-kolum yeterince uzun ne yapar, ne eder sorununu çözerim bilmez misin der?”. İlaveten “hal çaresine bakarız, derhal civardaki herkese bir haber uçurun bakalım bu yiğit delikanlının derdini nasıl çözeriz bir kolaçan edin” diye etrafına talimat verir. “Sen merak etme mutlaka, Allah’ın izni ile bu hain çetelerin izini bulacağız ve bihakkın hesabını sorup, koyun sürünü geri alacağız” der. Delikanlı da “yahu bu ağa da, hiç kötü birisi sayılmaz be” diyerek ağanın yanından nispeten rahatlamış olarak ayrılır. Aradan makul bir süre geçer ağa adamları marifeti ile delikanlıyı “hele bir çağırın gelsin bakalım” diyerek davet eder, delikanlı gelir, artık külhanbeylikten eser yoktur, yedi büklüm olmuş, sus pus eski yiğitliğinden eser kalmamış vaziyettedir… Ağa delikanlıya muştulu haberi verir; “delikanlı, gözün aydın koyunları bulduk” delikanlı da hemen heyecanla; “sağol ağam Allah razı olsun, hemen gidip alalım” der, Ağa devamla “bulduk ama durum biraz karışık galiba” der ve devamla sorar delikanlıya “senin tam tamına kaç koyunun var dı” delikanlı da “500 koyunun vardı ağam” der, ağa “250, ancak 250 tane kalmış” der, “vay efendim nasıl olur nasıl biter” diye yalvarırcasına ağaya bakarken ağa “sorma, ama senin sevinmen gerek, evet 250 ama şükür ki bulduk sen ona sevinmelisin” der. Delikanlı da artık çaresiz “tamam ağam sağol gidip hemen alalım” der ama ağa “biraz daha bekle konuyu detaylı araştırmaya ve soruşturmaya devam ediyoruz Allah’ın izni ile diğerlerini de bulacağız ve bulunanları da en kısa sürede getirtip sana teslim ettireceğim merak etme” der. Bir süre daha geçtikten sonra ağa delikanlıyı çağırttırır yeniden, delikanlı heyecanla “buyur ağam inşallah sürünün bulunan kısmı gelmiştir” diye sorar, ağa “sorma be oğlum, 250 demiştim ya, eeee bu çeteleri takip eden çocukların, bu çalışmalar sırasında biraz masrafı oldu, masraflar için 250’nin yarısını onlar istiyorlar, ama ben yine de sana sormadan karar vermek istemediğimden bir sorayım istedim” demiş… Delikanlı çaresiz “tamam ağam gelsin ne diyelim buna da şükür, buna da Allah razı olsun, Allah sana da uzun ömür versin” der. Ağa “tamam, ben sana haber vereceğim” der delikanlıyı başından savar. Aradan bir 10 ya da 15 geçer geçmez ağa “hele şu delikanlıyı bir çağırın gelsin bakayım” diye adamlarına talimat verir. Artık eski delikanlılığından, eski sertliğinden ve dikliğinden eser kalmamış delikanlı ağanın huzuruna çıkar, Ağa hemen konuya girer, “evladım hani 125 koyun gelecekti ya, getirirken yolda sahip çıkamamışlar, sorma maalesef yarısını da kurtlar yemiş” çaresiz delikanlı “yapma be ağam nasıl kurt yer, ben perişan oldum” deyip feryat figan eylerken, ağa “ne yapayım evladım bizim kurtlara sözümüz geçmiyor, kurtlar yemiş işte, koyunları getirenlerin tüm çabalarına ve mücadelelerine rağmen, kurtlar yemiş, ben ne yapayım canla başla sürüyü sana getirmeye çalışanlar öyle diyorlar” demiş. Ağa devamla “kaldı 60 ne diyorsun” diye sorar. Delikanlı da çaresiz olarak “valla ağam ne diyeyim, getirsinler gayri” der. Aradan belli bir zaman geçiyor, delikanlı ağaya gelir “ağam ne oldu benim 60 koyun” diye sorar, ağa da “valla eli kulağında, akşam sabah gelmeli, gelir herhalde” kabilinden gak guk eder. Ağa “yalnız evladım şimdi ufak bir sorunumuz daha var” der, hayretle ve sessizce ağayı dinleyen delikanlı “ne sıkıntısı ağam demiş 500 koyundan kaldı 60, hala ne sıkıntısı olur” diye ağlamaklı sesle sorar. Ağa “şimdi bunlar bu kadar büyük zahmet ve külfet ile bu sürüyü buldular ve sana getirecekler ya, onlara bir izzeti ikramda bulunmak gerek, 30 kadar koyunu kesip kavurma yapmalı, hem bu senin şanına da yakışır, şimdi sen böyle yapmazsan bir daha başın sıkıştığında maazallah bunlar sana yardım etmezler” der. Nihayetinde delikanlı denilen her şeyi yapar, 500 koyunluk sürüden 30 koyunu elinde kalan delikanlı ağayı ziyarete gelir, el pençe divan durur artık anlamıştır gerçekleri, ağalarla uğraşılmaması gerektiğini, uğraşılırsa da nasıl uğraşılması gerektiğini, demek ki ağa her zaman ağadır diye düşünerek artık ağa aleyhine kelam etmemek üzere kendi kendine söz verir, delikanlı kıssadan hisse olarak…

Çok şükür ki artık hayatımızda bu kabil Ağalara yer yoktur… Ya olsaydı maazallah… Çok şükür yok gayri…

Pazar, Ekim 22, 2017

MÜLTEZİM


Hepimiz büyüklerimizden, tabii ki büyüklerimiz CHP karşıtı iseler, İsmet İnönü’nün köylüyü soyup soğana çevirdiği, kapitalizmin dünya çapında yaşanan büyük ekonomik ve dolayısı ile siyasi krizini gözardı ederek yapılan kara propagandanın tesiri altında, “kendi harmanımızdan buğday çalardık” ya da “zulum vergisi ödemeden yaşanamazdı” gibi yakınmaları dinlemişizdir. “Milli Şef ve partisi CHP Türkiye'yi derin bir krize sürüklemiş” tarzında söylenen hep aynı minvalde, yalan ne kadar büyük ise ya da ne kadar fazla tekrarlanır ise inanan o kadar çok olur önermesi çalışır ve Canım Yudum taaaaa bugünlere gelene kadar suyu sıkılır… Kapitalizmin büyük ekonomik buhranı nedeni ile tüm dünyanın emperyalistler tarafından yeniden paylaşıma tabi tutulması ile büyük bir savaşa girişmiştir ve CHP iktidarı da savaşın seyrine göre, bir o emperyalistten, bir diğer emperyalistten yana savrulan siyasi tutumlar takınmış olup, maçı idare etmek için top çevirmiştir ve de bu ahvalde ne yazık ki kümestekilerinde canına okumuştur. Bu konudaki tespit ve değerlendirmeleri tarihçilere bırakıp, o dönemde bu kara propaganda ile yerelde yeni siyasi atmosferin yaratılması ve uluslararası uygunluklara göre de illiyetlerin tanzim edilmesi adına konu sınırlı ve sorumlu durumundan takla attırılarak, bugünlere kadar yaşananlara meşruiyet kazandırmaya çalışmadan öte değildir. Hani İsmet İnönü ve liderliği altındaki CHP böyle iken, dönemin “yetmez ama evetçilerinin” yoğun desteği ile iktidara getirilen DP farklı mıydı? O günden bugünlere ihdas edilen vergilere bakmak bile yeterlidir, konunun sübjektif yaklaşımdan ziyade objektif bir durum olduğunu anlamak için. Hani sanki birinin diğerinden farkı varmış gibi yapılıyor ya da gösteriliyor olmasından maada bir şey değildir durum… Ama, trajikomik ve ahlaksız olanı da, aslında eleştirmekte son derece haklı olunarak halka salınan bu vergilerin sadece tek parti CHP döneminde olmuş olması gibi yapılıyor olmasındadır.  Hani şimdilerde, vaveyla koparılarak, “Yeni Osmanlıcılık” tamtamları ile yere göğe sığdırılamayan devr-i Osmani var ya, yaşanan tüm süreç aha da ondan mülhemdir. Böyle biline… Beni en fazla etkileyen ve direk kendimin de dinlediğim anılardan ortak nokta "Tarladaki revaklardan (yığın-küme) kaç timin buğday çıkar? Tahsildar şöyle göz ucuyla bakar, 'buradan 10 timin çıkar' der. Şayet 5 timin çıkarsa, köylü 5 timin de başkasından bulup vermek zorunda. Yoksa 'vergi kaçırmaktan' suçlanır, hapis yatırılır. Şahna (vergi memuru) gelirdi. Harmanı savurur bekleriz. Şahna gelir mührü vurur. Herkes kendi malını hırsızlık yaparak alırdı. Çoğunu hükümet alır, azını bize verirdi” şeklinde olup, aktarım Burhan Bozgeyik anılarındandır… Dedik ya tüm bu yaşananlar Osmanlıdan mülhemdir, evet “Şahna” devr-i Cumuriyet te “öşür toplaycı”dır ama asıl ilham “mültezim”dendir. Peki, Mültezim nedir ve kimdir, Osmanlı iltizam sistemi ile nasıl bir düzen oluşturmuştur, oluşturduğu bu düzen bugünkü ardıllarına nasıl bir misal oluşturmuştur, gerçekten çok enteresan bir vakadır… Burada derdim, tarihçilerin yerine göz dikip tarih anlatmak değil ayrıca haddim de değil ama “bizimkiler yaparsa güzeldir, doğrudur, onlar yaparsa çirkin ve yanlıştır”, fikrinin tespiti ve eleştirisidir.

Bilindiği üzere; Osmanlı toprak sisteminde, genellikle merkezden uzak olan eyaletlerin vergi toplanması işinin müzayede (açık artırma) usulüyle kiraya verilmesi işlemine iltizam, ihale ile iltizam sahibi olan kişiye de mültezim denir. Hani kocaman kocaman adamların ve avanelerinin yere göğe sığdıramadığı Osmanlı nizamı vergisini toplama işini bile ihale etsin, vay ki vay… Peki, nasıl işliyor sistem, kim ne kadar çok para verirse, vergi toplama işini uhdesine alıyor, parayı peşin veriyor Osman-ı Ali’nin kasasına peşin (sıcak) para giriyor, sonra Mültezim ile köylü baş başa, köylü vergi kaçırmaya, mültezim ise koparmaya çalışıyor, bakmayın siz bazı yayınlarda, yok mültezimin maaşını devlet veriyor, ödenen parayı köylüden toplamaya çalışıyor gibi masumane anlatımlarla sisteme naif görüntüsü verilmesine, şimdiki gibi vergi mahkemeleri de yok, kalıyorsun mültezimin insafına, peki, vergi kaçıran ile nasıl mücadele edilecek, mültezimin koca bir teşkilatı var, içlerinde despotu, hukukçusu, maliyecisi, işkencecisi, sorgucusu, gardiyanı var… Varın gayri bu teşkilattan nasıl sonuçlar alınacağını siz tasavvur edin gayri. Bir anlamı ile “mültezim” dönemin “müteahhit”i olup sistemin baştacıdır, tıpkı bugünkü modellerine benzer şekilde… Sahi bugünlerde vergi toplanması işi de özelleştirilse nasıl olur, “hür dünya” için… Hay Allah, bak neler geliyor akla… Konu geniş, uzun ve dağınık ama bu alana bu kadarı sığıyor, siz anladınız derdi…

Muzaffer İlhan ERDOST’un “y o k s u l l u ğ u n t a r i h i” şiirinden bir demet ile “the end”…

bebeğini kızamığa
gelinini vereme
tahılını sipahiye
koyununu zaviyeye
tütününü zaptiyeye
vererek
mağrur yoksulluğundan
ürettiğin
eshab-ı timar
eshab-ı evkaf
mültezim
ribahur
galata sarrafı
osmanlı bankası
düyun-u umumiye

beyazsaray
pentagon
amerikan haber alma örgütü
altıncı filo
incirlik üssü
sinop radarı
"esir türkleri kurtarma ordusu"
vesaire-
nin

daha sorulmadıysa hesabı
yani faizin
artı-değerin
azami kârın
yörükselimin yusufların ve
can içen "can"ların
hesabı sorulmadıysa
güneş gibi erimiş
bahar suları gibi akmış kanların
"hesabı sorulmadıysa daha
"sorulmayacak sanmayın
"aldanmayın"

Pazar, Ekim 15, 2017

ÇEŞME LİMAN DOLGUSU


Çeşme Limanının anlaşılmaz (aslında çok anlaşılır) bir biçimde hoyratça doldurulduğu iddiaları karşısında, “biz oraları doldurmamış olsaydık, bugün Çiftlik tarafına gidilemezdi” diyor, bir eski ve çok önemli yetkili (aslında önemi kendinden menkul ya o da ayrı)… Yaklaşık 40 yıllık mühendislik yaşamı bulunan birisi de; “çağırmış olsaydın da, sana daha ucuz, tarihi değerleri yok etmeden, ulaşım nasıl gerçekleştirilirdi anlatsaydım, hem de bilabedel” diyor… Bu diyaloğun öncesi ve sonrası var olup daha sonraki yazılara konu olabilir ama yetkililerin cesaretlerinin ve bilgisizliğinin altını bir kez daha çizmekle iktifa edelim.

Sonuçta; her kesimden ve duyarlı Çeşmelilerin ciddi bir dolu girişimine rağmen “dostluklar ya da düşmanlıklar üstünden politika yapmak” bir kez gerçekleşir, Çeşme Limanı deniz dolgusu, özellikle Osmanlı-Rus deniz savaşı kalıntılarını-buluntularını bir daha görülmemek üzere bitirilir, tarih yok edilir hem de “tarihimizi yok ediyorlar” nidaları ile yeri göğü inletenler tarafından… Eeee, ne de olsa siyasetinde “mart ayı” geleneği var…

Oysa benzer siyasi nosyon ve donanımlara sahip muktedirler, ta Osmanlı’dan bu yana nizamnameler, kanunlar çıkarıp sadece lehlerine kullanma söz konusu ise meri, yoksa gel beri tarzından yaklaşımlar göstermekten ileri gitmemişlerdir. Örneğin; ilki 1869, ikincisi 1874 ve üçüncüsü 1884 yılında, görüleceği üzere birbirine çok yakın tarihlerde “asar-ı atika nizamnamesi” neşredilir, ama Bergama Zeus Tapınağının 1878 Almanlar tarafından kaçırılıp Berlin’e kurulmasına engel teşkil etmez, gerçi kaçırılma deyip te gerçek bir hırsızlık vakası dillendiriyor olmayalım, tevatür o ki, hani bazılarının deyimi ile “sultanlar sultanı” Sultan II. Abdülhamid’in talimatı ile Almanlara hediye edilmiştir. Peki, bu hediye ile sınırlı kalınmış mıdır? Zinhar, Milet Güney Agora Kuzey Kapısı, Bergama Athena Tapınağı Propylonu, Ksanthos Nereidler Anıtı başta olmak üzere daha neler, neler… Neyse konuyu çok dallandırıp budaklandırmadan asıl konumuza dönelim ama o günden bu güne miras ve tereke siyasi akrabalığa dikkat çekmeden olamazdı… Padişahlar tabii ki yeryüzünün önemli muktedirleri olarak bunların yok olmasına fetva eylerken, bu kabil büyük yok oluş kararlarına sahip olamayacak bugünkü mizahi ve küçük mirasçıları ne yapacaklardı, tabii ki “dostlukları-düşmanlıkları” üstünden politika yürütmeye devam edecekler ve dolaylı da olsa tarihin tahrip ve yok olmasına sebep, senarist olmaya devam edeceklerdi, netekim öyle olmaya da devam ettiler…

Oysaki bir yandan âdemoğlunun tarihi yürüyüşünü takip ederek anlamak, kültürel ve tarihi anlama hayatına layıkı ile dalabilmek, toplumsal kimliği tarihsel birikimle güçlendirmek, kent farkındalığı yaratabilmek, kent belleği yaratır iken kent kültürü oluşturabilmek, diğer yandan geçmişte yaşanmışlıkların ifadesi olan kalıntı-buluntulara sahip çıkabilmek adına, gezmek, görmek, incelemek, araştırmak, anlamak üzerine atılan nutukların isabetsizliği aldığımız sonuçlara bakınca ortaya çıkmaktadır.

Unique (benzersiz-tek) yapı kriterlerine uymakta olan, tarihsel, belgesel, simgesel olarak kültürel, özgünlük, benzersizlik, teklik olarak morfolojik, hatıra değeri, izlenebilme özelliği olarak duygusal, işlevsel ve maddesel olarak turistik olabilecek “Çeşme Osmanlı-Rus Deniz Savaşının Kalıntıları” artık yoktur… Peki, ne uğruna, kimilerine göre siyasal karşıtlık adına, yola-dize getirme, kimilerine göre büyük ekonomik kalkınma, kimilerine göre “nurlu ufuklar” uğruna, kimilerine göre deniz ticaretinin vites arttırması uğruna, kimilerine göre Yugoslavya savaşının nimetlerinden yararlanma uğruna, yapıldı tüm bu yapılanlar… De ki o, deki bu, sonuç artık, Deniz Savaşının kalıntıları olan, başta eni 10 mt boyu 24 mt olan bir, en 7 mt boy 16 mt bir başka, en 7 mt boy 16 mt bir başka “Kadırga” ile bol miktarda top ve gülleler, yok, yok ki yok… Geriye gelmesi de mümkün değil… Üstüne üstlük bunlardan gayri, dağın 2 yanında elma ısırığı gibi, estetik kaygısı büyük birkaç tane taş ocağı, günümüzün yerel yönetimlerine bonus… Şu anda bile kimsenin nasıl değerlendirilir de, estetik rezaletin önüne geçilir konusunda fazlaca hemfikir olamayacağı vaziyette, herkesin gözüne batmaktadır. Kimi “ağaç dikilerek kapatılır” gibi abuk kararların bile üretildiğine şahit olduk ya, ölsek te gam yemeyiz gayri…

Gazetemiz “Yeni Çeşme” arşivinde, 1988 yıl muhtelif tarihlerde birkaç kez yenileyerek, yineleyerek yazılmış dilekçeler, hem de 3 yüksek mimar, bir armatör, bir kaptan, bir tüccar gibi, isimleri bizde, ileri gelen tarafından imzalanmış ve eklerinde haritalar, krokiler ve dolgu altında kalan kadırgaların su altı fotoğraflarından oluşan bir dosya bulunmakta olup, mezkûr dosyanın, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Devlet Bakanlığı, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Başkanlığına değişik tarihlerde iletildiği anlaşılmaktadır.

“Bize gecikmek yakışmaz, ertelemek yakışmaz. Sürekli yok arkeolojik şey, yok çömlek çıktı, yok şu çıktı, yok bu çıktı ile önümüze engeller koydular. Bunlar insandan çok daha mı önemliydi? Yok, kuruluydu, yok yargısıydı bunlara takılıp kaldık. Bundan sonra engel mengel tanımıyoruz, bedeli ne olursa olsun.” gibi en önemli yetkilimizin yaptığı açıklamaların ardındaki kafa yapısı ve yaklaşımlar ile gelinecek durak burasıdır. Hoşgeldiniz… Hayırlara vesile olsun…

Perşembe, Ekim 05, 2017

TİTUS TÜNELİ ve EUPALINOS (PYTHAGORION) TÜNELİ


Fahri hemşerisi olmakla övündüğüm 2 şehir vardır, biri Adana diğeri ise Antakya (Hatay)… Antakya’nın, kendimi ait hissettiğim tarafı ise, kendi içlerinde de farklı tutum ve yol tutturmuş halleri ile 3 tek tanrılı dinin takipçilerinin, biri başat olmak üzere birbirlerini çok fazla rahatsız etmeden yaşadıklarına yönelik gözlem yapılabilecek güney tarafıdır. Burada bahsetmek istediğim, ilk gördüğümde hayran kaldığım, bunun üstüne birkaç kez daha gidip gezdiğim, Samandağ İlçesi Çevlik mevkiinde yer alan TİTUS Tüneli. Öğrenebildiğim kadarı ile Antakya eski adı, Antioch olup, Makedon kralı Büyük İskender tarafından kurulmuş, bilahare de Büyük Roma İmparatorluğu döneminde en kalabalık 3 önemli şehirden biri olmuştur. Öneminin tebarüzü bakımından, dünyada meşalelerle aydınlatılan sütunlu bir caddeye sahip olmasıdır diyerek iktifa edelim ve tünel üstüne devam edelim.

Antakya’nın en önemli ticaret merkezi dönem itibari ile Samandağ ilçesindeki bugünkü Çevlik bölgesindeki eski adı Seleukeia Pieria olan liman kenti olup kuruluşunun M.Ö. 4 yüzyıla dayandığı bilinmektedir. Doğu Akdeniz’in önemli liman kentlerinden biri olan mezkûr kent, Musa dağı eteklerinde kurulmuş olması hasebiyle şehrin liman bölümü zaman zaman sel-seylab nedenleri ile ticaretin olumsuz etkilenmesine yol açan teressübat oluşmakta imiş. Su yapıları konusunda, imparatorluk çapında muhteşem çalışmalarına tanık olunan dönemde, mezkûr alanda, limanın yerini değiştirmekten ise taşkın sularının drene edilmesi kararı üzerine, M.Ö. 69 yılında İmparator Vespasian tarafından tünel çalışmaları başlar ve kölelerin kullanılma önceliklerinin değişmesi üzerine de inkıtalara uğrar, İmparator Titus döneminde de askerler ve denizcilerinde büyük katkıları ile devam eden çalışmalar İmparator Antonius Pius tamamlanır. Canım Yurdumun sahip olduğu onlarca müthiş yapıdan biri olan, TİTUS TÜNELİ, hemen şehrin bulunduğu yukarı kısımdan başlar, denize doğru ilerler, yaklaşık 150 mt. uzunluğunda kapalı olmak üzere toplam yaklaşık 1.400 mt. olup, kapalı tünel kesit alanı yer yer 45 m2 ve açık bölümde ise yer yer 100 m2 civarındadır. Neredeyse 2.000 yıllık bu muhteşem tünel, mezkur imparatorluğun övünebileceği türden bir yapı olup, otomobil icadının olmaması nedeni ile “duble yollardan” daha fazla taraftar toplamakta imiş, söylenenin yalancıyım.

İmparatorluğun büyük köle ve işgal edilen yerlerin büyük ekonomik birikimlerinin talan edilmesi ile imparatorların hayalleri ve hedefleri doğrultusunda günümüzde bile iddialı sayılabilecek “çılgın projeler” gerçekleştirdiğini, Titus Tünelini gördükten sonra yaptığım incelemelerde gördüm. Bazı projelerde, büyük göllerin drenaj kanalları ile kurutularak, büyük tarım alanları elde etmek, bazen şehirlerin su ihtiyacını karşılamak için yapılan km.lerce su kemerleri ile isale hatlarının oluşturulması, bazen şehirleri ya da limanları korumak ya da su temini için tüneller inşa etmek, gibi gerçekleşmeler.

Bu bakış açısı ile seyahat ettiğim yerlerde benzer yapıların varlığı konusunda özel bir dikkat oluşturdum. Son seyahatimde, yine Büyük Roma imparatorluğu tarafından ve Titus Tünelinden yaklaşık 500 yıl önce inşa edilen Samos Adası EUPALİNOS TÜNELİ konusunda haberdar olunca, derhal ziyaret edilecek yerler konusunda 1. sırayı almıştır. M.Ö.6 yüzyılda, kesit alanı yer yer 4 m2 yi bulan, antik çağdaki Tigani şimdilerde de “Bir dik üçgenin kenarların karelerinin toplamı hipotenüs’ün karesine eşittir” teorisinin mucidi ilk matematikçi Pythagoras’ın adına bu şehirde yaşamış olması hasebiyle ve izafeten şimdilerde de PYTHANGORIAN olarak adlandırılan kentin su ihtiyacının, Agiades su kaynağından Kastro Dağının altından inşa edilecek bir tünel ile karşılanması hedeflenmiştir. Deniz seviyesinden 225 mt yükseklikteki bu dağı aşacak yaklaşık 1 kmlik tünel, mühendis Eupalinos geometri bildiğinden (öyle 360 derece farklıyız düzeyinde değil elbet), dağın 2 yanından başlamak ve ortalarda buluşmak hedefi ile çalışmalara başlar. Gerçi her iki taraftan kazılarak ortada buluşma fikri ve hedefi olan ilk tünel değildir bu ama ilk olan Kudüs’teki Kral Ezechias (Hezekiya) tüneli farklı yönlere gidilen kazılarla hedefinden fazlaca sapmış olması hasebiyle ilk sayılmamalıdır bence. Eupalinos Tüneli, muhteşem hesaplamalar neticesinde santimetreler düzeyinde bir sapma ile tam da ortada birleşir. Şehrin kuşatmalar altında suyunun kesilerek teslime zorlanmasının önüne geçilmesi gibi bir askeri kaygı ile yola çıkılarak inşa edilen tünel, gürz, keski, kazma ve kürek gibi kazıcı aletlerle, kazıdan çıkan kayaların küfelerle dışarıya taşınması ve havalandırma için de kuyular açılarak yaklaşık 10 yıl sürmüş ve planlandığı gibi ortada birleşmiştir. Bin yıl süreyle kullanılan tünelin mühendisi Eupalinos, Senato tarafından “Tünel bize pahalıya mal oldu” gibi bir gerekçe ile çarmıha gerilme cezası ile cezalandırmış olup, “yahu kullandığımız köle ve talan edilen istila edilmiş ülke hazineleri, ne zararından bahsediyorsunuz” savunmaları heba olmuş ve sonunda da mühendis bey çarmıha gerilmiş… Atina Senatosu bilse idi; kendilerinden 2.500 yıl sonra dünyanın her tarafında inşaat işleri, karar vericiler, inşaatı gerçekleştiren müteahhitler, finansman temin edilen bankalar, hem de kamu hazinelerinden ödenmek kaydı ile trilyonluk cukkaları götürsünler, hiç böyle karar verip te kendilerini önemli bir proje ile suya kavuşturan mühendisi katleder miydi? Bilemem… Bu iddiaya bilgi kaynağı oluşturan, tabii ki meraklıları için “bir ekonomik tetikçinin anıları” olarak ciltler dolusu kitap yazan eski bir “Dünya Bankası” yöneticisidir, eksiği ve sakladığı çok bilgi olmasına rağmen okunmasını şiddetle öneririm… Ayrıca, mezkûr kentin yöneticisi, Tiran Polycrates ile aynı dönemde yaşamış ve tiranlığı protesto etmek maksadı ile adayı terk ettiği bilgisi bulunan Pythagoras’a şapka çıkartmayı da borç bilirim…

İlaveten bir de ansiklopedik bilgi; “Titus Tüneli'nin bir benzeri yine bir Roma İmparatorluk şehir merkezi Ürdün'de Petra antik kentinde bulunmaktadır. Antik dünyanın diğer önemli kaya tünelleri, Nimes'de, Lyon'da, Briord'da, Carhaix'de, Nikopolis'te ve Side'de su getirme sisteminin bir parçası olarak yapılmıştır. Çevlik ile çağdaş, Vespasianus Dönemi bir kaya tüneli italya'da Furlo Geçidi'nde yol sistemi ile bağlantılı olarak açılmıştır.” Dilerim ömrümüz vefa ve cüzdanımız kifayet eder de, bu yapıları da ahir ömrümüzde görürüz diyerek sözü bağlarken başta Titus Tüneli olmak üzere Eupalinos tünelinin de kısa sürede ziyaret edilmesi gereğinin altını çizelim.

Sonuç olarak; gerek Titus ve gerekse de Eupalinos Tünelleri “UNESCO Dünya Mirasları” listesine alınarak, yamyamlardan korunmaya çalışılmaktadır.