Pazartesi, Ekim 28, 2019

BİSHKEK

“Atalarımızın izinde” adını verdiğimiz geziye birkaç arkadaşımla birlikte Balkanlardan sonra Orta Asya’da devam ettik, bu duraklardan biri de Kırgızistan’ın başkenti, “Tien-Şan” ya da “Tanrı Dağlarının” adeta bir kolyesi durumunda konuşlanmış hali, parkları ve özellikle de heykelleri, baklava dilimi dizayn edilmiş cadde ve yolları ile, “İpek Yolu” üstünde yer alan Bişkek oldu. Kente daha önce defalarca gitmiş olmama rağmen, yine de bize rehberlik edecek, bizi gezdirecek, Türkiye’de üniversite okumuş ve Türkçe’yi en az bizim kadar düzgün konuşan bir arkadaşımız, Azad hep yanımızda olacaktı, bu vesile ile kendisine de teşekkür ediyorum.

Öncelikle herkesin bilebileceği ansiklopedik bilgilerle başlamak istiyorum, kenti anlatmaya. İpek yolu üzerinde bulunan şimdiki kentin bulunduğu yere Özbek Kralı 1825 yılında bir “Kale” yaptırır, bilahare Rus Çarlığına bağlı kuvvetler bölgeyi ve Kaleyi ele geçirirler. Önceleri kale bir askeri garnizon olarak kullanılır, sonraları verimli toprakları tarıma kazandırmak adına bölgeye yerleştirilen Rus köylüleri, alanı geliştirip “Pişpek” adı verilen kenti oluşturmaya başlarlar, bilahare bölgede Sosyalist Devrimde önder rol üstlenmiş, “Mikhail Frunze’nin” adına ithafen “Frunze” haline dönüşür, en sonda da 1991 yılındaki bağımsızlık sonrası “Bişkek” adına geri dönülür. Bugünkü kentin temelleri sosyalist süreçte atılır ve ortaya, modern görünümlü, geniş caddeleri, ağaçlıklı yolları, geniş kaldırımları, kaldırımları ile yolları arası çift sıra dizilmiş ağaçları, hem drenaj hem de sulama amaçlı tesis edilmiş su kanalları, parkları ve havuzları ile eşsiz bir kent çıkar. İlk gittiğimde bir ilkbahar idi, kent yer yer kar ile kaplı olmasına rağmen başta öğrencilerinde katıldığı bir temizlik süreci yaşıyordu. İlk başta öğrenciler kent mi temizlermiş tepkisinin ardından anladık ki, kente, o kentte yaşayan herkesin emek vermesi halinde kentin içselleştirilmesinin ve benimsenmesinin tadı ve ruhu sinmektedir insanlara. Hele ayrılan devasa park ve yeşil alanlara bakılınca bu miktar tahsislerin modern insana ne kadar da uygun düşmekte olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Hele mezkur coğrafyalarda insanların boş zamanlarında, çoluk çocuk ya da arkadaş grupları ile buralarda uzun süreler geçirdiğine tanıksanız, bu alanların önemini bir kez daha görerek yaşıyorsunuz, bu planlamaları kim yapmışsa iyilikle yad ediyorsunuz, her birini, doğu da ya da batı fark etmez… Bişkek parkları sadece çeşit çeşit ağaçlar ile mi donatılmış, hayır yüzlerce heykel bulunmaktadır, başta edebiyatçılar, ressamlar, siyasal hayata katkı yapmış siviller olmak üzere az da olsa askeri şahsiyetlerin heykelleri ile doldurulmuştur, adeta bir heykeller şehri görünümündedir. Lenin Heykelini koruyan nadir ülkelerden biridir Kırgızistan, gerçi Türkmenistan’da da bir Lenin heykeli vardır. Kapitalizm bizim gibi ülkelere “eski ne varsa atın” suflesi ile yaklaşınca, yeni görmüşlüğün de sarhoşluğu ile bu tılsıma kapılıp, kapitalizm ile uyuşmayan ama ülke tarihini oluşturan ne varsa gözden çıkarılmaktadır maalesef… Gerçi Türkmenistan’da neden “Lenin heykeli kaldırılmıyor diye sorulunca”, yönetimin bu heykel halkın parası ile yapıldı bu yüzden kaldırmıyoruz gibi cevap vermiş olmasına rağmen neden sadece 1 tane bıraktınız diye de kimse sormuyor. Faşizmi alt etmenin heykelleri ve anıtları her kentte olduğu gibi burada da bir gurur abidesi olarak sönmeyen ateşi ile öne çıkmaktadır. Amerika istediği kadar savaştan kendilerinin başarılı çıktığını yazsalar da, söyleseler de, Sovyetlerin Nazizmi alt etmekteki faturasını bilenler için bunun doğru olmadığı gayet sarihtir.

Tepelerinde yaz-kış karın eksik olmadığı Tanrı Dağları'nın eteğinde bulunan Bişkek, bu nedenle yazları serin kışları da ılık geçirmektedir ve bu durum her ziyarete gelmiş insana iç rahatlığı, huzur ve umut zerk etmektedir.  Şehrin yollarının, birbirine paralel, baklava dilimi, güneyden kuzeye, doğudan batıya planlanması şehrin havalandırması, trafiğin sirkülasyonu açısından ciddi konfor sağlamasına rağmen sosyalist dönemde gayet iyi işleyen bu yapı kapitalist dönemde farklı ve olumsuz sonuçlar doğurmaktadır, kanaatimce… Sosyalizmin tercihleri ve topluma sundukları ile kapitalizmin farkı tam da bu noktada fazlaca çarpıcı biçimde göze batıyor, toplu taşıma ve bireysel taşıma… Sosyalist süreç, toplu taşımayı öne çıkarıyor, bu yüzden bir dönem bizde de olan ama ANAVATAN Partisi önderliğinde tüm yurtta tukaka ilan edilip tarumar edilen “troleybüs”ler, otobüsler ve nüfusa göre metro tercihleri yapılarak ilerlerken, kapitalist süreç hızlı ve anlamsız bireysel ulaşımı öne çıkararak şehri adeta otomobile gark etmiş olup bu yüzden artık tek yönlü taşıt trafiği olan bulvarlar bile ihdas edilmiştir. Aslında bulvarları sağlı sollu kaplayan, batının ve emperyalizmin alameti farikası durumundaki markalardan geçilmez iken, taşıt trafiğinin tek yönlü olması kapitalizmin ruhuna aykırıdır ama yapılacak bir şey kalmamıştır, bu evrilmenin karşısında. Şehri planlayan mimar ve mühendisler “sosyalizm” umdeleri ile plan yapar iken normalde ve batıda akla gelmeyen bir sürü detay düşünülmüş iken, kapitalizmin bir gün hakimiyet kurup bireyselliği bu kadar öne çıkaracağını düşünememişler, nerden akıllara gelsin batının bu kadar çok arabayı şehre yığabilecek bir politika tutturacaklarını. Artık, bizimkilerin çok memnun kaldıkları minibüsçülük te Bişkek sokaklarında hakimiyet sürmektedir. Gerçi onlar bizim gibi gaza gelip “troleybüsleri” söküp atmamışlar ve ekosisteme daha faydalı olan bu taşımacılığı korumuşlar ama o kadar işte…

Tien Shan dağlarında alpinist faaliyetleri, Issık kul üstüne, Alatoo meydanı, Kurmancan-Datka heykeli, Manas destanı ve heykelleri, Cengiz Aytmatov’un bu sefer de farklı bir rol ile toplum gözünde yer alıyor olması, devlet büyükleri için tahsis edilen arazi ve inşa edilen abartılı mezarlıklar, Karahanlıların başkenti “Balasagun” ve geriye kalabilen “Burana Kulesi” ve müzesi, bir köy kabristanına yaptığımız ziyaret, hala büyük ölçüde ekolojik tarımın ürünlerinden yediğimiz “çilek”ler ve kırmızı benekli alabalıkları ve kımız imalatı ve tüketimi konusunu bir başka yazıda yazmayı planlamaktayım.

Cuma, Ekim 18, 2019

GIRGIR VE ERTUĞRUL AKBAY


Logosu; bir çevrim kolu marifeti ile çalıştırılmaya uğraşılan kafa olan geçen yüzyılın dünya çapında karikatür ve gülmece dergisi idi, peki yıllarca çabalandı durdu ama çalıştı mı, zinhar... Hele zamsız geçen bir gün olmaması hasebiyle fiyatı bölümünde dönemin başvekili Turgut Özal’ın kafasını kullanarak 5 Turgut, 10 Turgut gibi gösterilmesine bayılırdım, hatta bir ara zamlar öyle bir uzadı ki, ana sayfa çerçevesi yetmedi Turgut’ları yerleştirmeye. “En kahraman Rıdvan”, “Tarafsız taraftar Eğribodik”, “Avanak Avni-Deve Dilaver”, “Eşşek Herif” serisinin takibi ve güncel olaylardan karikatürize edilen her şey o kadar güzeldi ki… Bu güzelliğe maalesef “Gölge Adam” adı ile çıkan gazetenin sahibi ve yine dönemin havuz medyasının has elemanı sayılabilecek ve basına teşvikler, krediler ve muafiyetler ve de başka saikler neticesinde sınırsız ve sorumsuz desteğin en büyük paylaşanı, Ertuğrul Akbay son vermiştir. Tarihe not bu gerçeklik ile düşülmüş oldu ve artık timsah gözyaşlarının bir anlam taşımadığını aklı başında olan herkes bilmektedir. Geçeceksiniz bunları bir kalem… GIRGIR’ın sahibi bugünlerde de adları sık sık medyada geçen Simavi ailesi idi, ama dönemin ruhuna uygun ve basının görece bağımsızlığının bulunduğu dönem olması hasebiyle yönetim Oğuz Aral ve ekibinin idi ve de asıl sahibinin okur olduğu bilinci ile yayın politikası belirlenmekteydi, en azından bana öyle görünüyordu. Dönem; canım Yurdumda Turgut Özal liderliğinde ANAP’ın çok güçlü saltanat dönemidir, astığı astık, kestiği kestik kabilinden yani ve canım Yurduma neoliberal ve sosyal susturucu zapt-u rapt politikalar ithal edilmektedir, diğer taraftan dünya, Güney Amerika’daki askeri faşist diktatörlüklerin icraatları, İspanya’daki faşist Franco’nun ve Portekiz’deki Salazar’ın uygulamalarının vahşetine kulak tıkamış ve Ortadoğu’da bitmez tükenmez iktidar politika savaşları ile altüsttür. Tüm bu gelişmelere 3 maymun rolü takınmayan GIRGIR hedef olmayacak ta ne olacak, ne demekmiş muktedirlerin yaptıklarını eleştirmek, nerden bulunuyor bu eleştiri kudreti, anlaşıldı şimdi “cami duvarına hacet”e ne muamele yapılıyorsa o yapılacaktır, netekim de yapılmıştır…

Oysa söz konusu, bir ara tirajı dönemin Türkiye’sinde bile 500.000 (yazı ile beşyüzbin)lere dayanmış, dünyadaki en önemli rakipleri Amerika’da “MAD” ve Sovyetler Birliğinde “Krokodil” adı ile yayınlanan karikatür ve gülmece dergileri ile anılır bir dergidir, GIRGIR. Hatırladığım kadarı ile, tiraj birinciliği bazen MAD, bazen Krokodil tarafından işgal edilir iken GIRGIR 3. lük sırasını asla kaybetmez idi, dünya sıralamasında… Ne yaptı da size bu GIRGIR, dünyada bu anlamdaki güzelliklerde çok az olan 3. lük unvanımıza son verdiniz, diyesi geliyor insanın valla.

Bugün artık “deray” olmuş Hasan Kaçan’ın en tarafsız taraftar serisini her hafta büyük bir keyifle okur idim, bir “Galatasaraylı” olarak bayılırdım o betimlere, dönemin solbekimiz Ahmet’e “çaycı” lakabından ötürü sürekli “çaycı Ahmet” deyişi, Mustafa’ya “sarıııı Mustafa” deyişi, hele de Fenerbahçe galibiyetlerinden sonra yazdığı iğneleyici lafların tadına doyamazdım. “Avanak Avni”de bir çocuk gözünden hayatın eleştirisi ise unutulacak gibi değil, Avni’nin elmaya “mugu” demesi ise asla unutulmaz, hele yolda bulduğu 5 lira ile bir sürü esnafa gidip te bir şey alamayınca en sonunda parayı “Deve Dilaver”in kapısının altından atıp “benim anam ağlayacağına onunki ağlasın” deyişi, Oğuz Aral’ın “Utanmaz Adam”ı ve yareni “Korna” ve meşhur narası “ebüvvvvv”,  dün gibi aklımda… GIRGIR, toplumun nabzı sosyal ve siyasi gerçeklik üzerinden yakalanarak tekrardan ya da diğerlerine karikatür ile, gülmece ile söylenmesinin harika bir platformu idi, bu yüzden başı kapatmalarla sık sık belada idi.

Oğuz Aral kaptanlığında yayınlanan tarihi çınar GIRGIR’ı bir kez daha hatırlar iken kendisine de ebedi istirahatgâhında nurlar içinde olmasını diler ve bir kısmı bugün hala layıkı ile çizen ve yazan başta Latif Demirci, Bülent Arabacıoğlu, Abdülkadir Elçioğlu olmak üzere hepsine sağlıklar diliyorum. Vücut sağlığı yerinde olup, akıl sağlığı konusunda tereddütlerim olanlara da akıl sağlığı diliyorum. Bu kadar güçlü siyasi, ahlaki ve sosyal tedrisattan sonra akıl sağlığı ve melekesinin yitirilmesi de dikkate şayandır vallahi, ama hayat işte…

Ertuğrul Akbay bu ülkenin yüzakı sayılan bir değeri olan “GIRGIR” dergisini salt muhalif olmasından ötürü dönemin başbakanı Turgut Özal ile dirsek teması ve ikbal birlikteliği içinde utanmadan ve de sıkılmadan ve de bu devranın hep böyle gidebileceği öngörüsü ile satın alarak yok etmişti… Aaaa burada Simavi ve Oğuz Aral’da satmasaydı denilebilir doğru, ancak eksik ve tam da bu nedenle yanlış bir değerlendirme olur bu, eğer siz devletin en önemli kurumlarını elinizde bulunduruyorsanız size dayanacak bir güç olamaz… Kutuplar bile erir sizin kudretiniz karşısında… Oysa o “GIRGIR”ki 70’li yılları bir kenara bıraksak bile 12 Eylül faşist darbesi sürecindeki karanlık dönemde bu ülkenin kıstırılmışlarının yüzünü güldüren nadide bir çiçek idi, yüzünü ağartan ya da yüzakı idi adeta. Vefatı öncesi oğlunun gazetesi SÖZCÜ için “Sözcü susarsa Türkiye susar” diye bir kampanya başlatmıştı ya, emin olun ben okumuyor olsam da bir gazetenin salt muhalefetinden ötürü kapatılmaya zorlanması bu yüzyılın en büyük ayıplarından biridir diye düşünürüm. Ama işte etme bulma dünyası kabilinden yaşanıyor hayat, be adam daha dün gibi sen de aynısını GIRGIR’a yaptın derler adama, kendisini rahmetle anarken… Hatırlanacağı üzere canım Yurdumun 80’li yıllarda uluslararası güçlerin oyuncağı haline getirilmesini sürekli afişe eden, görmeyen gözlere adeta sokarak gösteren GIRGIR dönemin muktedirlerinin mali ve ahlaki desteği ile Ertuğrul Akbay tarafından satın alınır, içi boşaltılır, nihayetinde kapanma noktasına getirilir, netekim kapanır da… Yahu hep yazıyoruz ya, bugün bana yarın sana, etmeyin eylemeyin, hukuk, ahlak, etik, namus yolundan ayrılmamak gerek diye, bunların tamamı birgün sizin için de gerekir diye ama dinleyen var mı, zinhar… Bugün ben güçlüyüm ya, yarın Allah kerim mantığı devam… Allah selamet versin, bu kafaya… GIRGIR’ın meşhur logosu bunlara ne yazık ki kâr etmiyor…

 

Cumartesi, Ekim 12, 2019

DOKTOR DOKTOR CİVANIM


Adam meşum hastalık nedeni ile tedavi görüyor bu nedenle de her “Perşembe” idrar ve kan tahlili ve tahlil neticelerine göre de her pazartesi “kemoterapi” uygulaması yapılıyor. Küçük Devlet hastanesinde bile katlar arası dolaşıyorsun ki, sonuçlar hızlı alınabilsin. Doktor “dahili iletişim ve takip sistemi” üzerinden gerekli sevkleri yapıyor, iniyorsunuz aşağıya sevk görünmüyor, tekrar yukarı çıkıyorsunuz, vardı yoktu tartışması içinde sevk yineleniyor… Peki böylesi bir karmaşa 1 kez olursa tesadüf, 2 kez olursa tesadüf, yaaa daha fazlası olursa… Artık ünlü mafya lideri Al Capone ne demişe gelir konu; “Bir adamı sabah gördüğümde tesadüf olarak kabul ederim, öğlen aynı adamı bir daha görürsem kuşkulanırım. Akşam karşılaştığımızda tereddütsüz silahımı çekip vururum. Tesadüflere inanmam.” Umarım bundan sonra benzeri karmaşa yaşanmaz. Peki idrar numunesi alınır, sonuç verilmesi gereken gün gelen hastaya “kit yokmuş, test yapılamadı” denir mi? Maalesef denir, netekim denmiştir de… Peki “kit” olmadığı baştan belli değil mi? belli… Peki neden söylenmez de beklenir? Peki, kemoterapi uygulamasının inkitası sıkıntı yaratmaz mı? yaratır ama kime, hastaya peki hastanın önemi var mı? zinhar yok… Yaşanan örnek ilk olsa emin olun kimsenin söyleyeceği bir şey yok…Daha çok şey yazılıp, konu köpürtülebilir, insanlar ilzam edilebilir, böylesi bir yaklaşımla sonuç alınırsa alkış, ama alınabilir mi, zinhar…

Tüm bu yaşananlarda insani hata ve kusur olduğu çok sarihtir, peki insan insana bu kadar çok hata ve kusur işler mi, ne yazık ki işliyor… Peki bu kusuru “doktor” işlerse kusur ve hatanın şiddeti ağırlaşmıyor mu? Maalesef evet, mezkûr örneğimize göre, tedavi aksıyor, gecikiyor, sonuç almak daha da zorlaşıyor vs vs… Bizler dirsek çürütmüş, kendini mesleğine adamış insanları çok seviyor ve sayıyoruz, bakmayın siz muktedirlerin cahillerin ferasetine güvenerek meslek erbabı insanları tahkir ettiğine, bu yoz davranış nicelik olarak sınırlıdır lakin muktedir olmaları hasebi ile de nitelikli bir durum oluşturuyor. Bu nitelikli durumun rüzgarına kapılıp sinsile yolu ile toplumun tamamına sirayet etmesinin önüne geçilmelidir, bu fikre herkesin katılacağını adım gibi bilirim, ama soru “nasıl” olunca tıkanıyoruz. Burada devreye ahlak, etik ve denetim girmeli. Her meslek erbabı mesleğinin yeminine sahip çıkmalı gereğini yerine getirmeli ama aslolan ise yerine gelip gelmemesi hususunun denetimi şeffaflaşmalı, cin ve şeytani fikirli davranışlara gereken karşılığı vermeli. Hiçbir koşulda şeytanlık alkışlanmamalı, değerli kılınmamalıdır, hele ki insan hayatının kutsiyeti söz konusu ise…

Geçenlerde bir doktor arkadaşımla sohbet eder iken konu geldi, “hasta yakınlarının doktorlara şiddet uygulamasına” dayandı, hani insanımızda bir saldırgan ruh hali var ama hastanedeki muamele de durumu tetikliyor gibi kelamlar etti. Hani hiçbir şart altında şiddet uygulanması kabul edilemez lakin aynı zamanda hiçbir şart altında insana bu muamele de kabul görmemeli… İnsan hastanede sıkıntılı, çözüm bekliyor, gelişme bekliyor, açıklama bekliyor, insani muamele bekliyor, peki hakkı mı, tartışmasız hakkı… Madem ki oradasın ve görev yapıyorsun, görev fazla, iş fazla, eleman sınırlı, hasta fazla, malzeme yok, gibi bahanelerin ardına fazlaca sığınmayacaksın, doktor efendi. Tamam, bu işler fazlaca zor mu, seni haddinden fazla mı yoruyor, senin çalışma hayatını panik haline mi getiriyor, bırak o zaman yapma, öyle ekmek parası, iş kaygısı gibi yaklaşımlarla konuyu sıvılaştırma, derler adama… Konu hekimlik olduğu için bu meslek grubuna büyüteç tuttuk, peki, mühendislik, mimarlık, avukatlık, hakimlik, polislik, çiftçilik, şoförlük farklı mı, peki farklı olabilir mi, nerdeeee. Hep bir hallı Turhallıyız, yüzbin kere tövbe eder yine şarap içeriz misali, parmağım kör gözüne düzeni tam gaz…

Sonuçta görüyoruz ki; iyi insan, ahlakı yüksek insan yetiştirmede ciddi sıkıntılarımız var, ama öğretim, ama eğitim, ama niyet ve anlayış, ama önemsememe gibi nedenlerle olsun, sonuç bu… Diplomalı insanlar; diplomalarının kibir, cehalet, egoizm, sevgisizlik, saygısızlık, duyarsızlık, adamsendecilik, merhametsizlik, nezaketsizlik, düşüncesizlik, ahlaksızlık, seviyesizlik üretiyor olmasının önüne nasıl geçilmesi gerektiğinin yolunu behemehâl bulmalıdırlar. Mutlaka bir eksik durum tespitine dayalı suçu başkalarına atma, bir şey neden iyi yapılamayacağının izahı yapılması huyunun yasaklanması gerekmektedir, aksi taktirde dışarıdan görülen durumumuz “Türk Cehennemi” fıkrasındaki durumu bir karış aşamaz. Hani meşhur fıkradır, adam ölünce sorarlar, cehenneme gidilecek o kesin de, Türk Cehennemi mi, Alman cehennemi mi diye, bari bu seçme şansı verilir. Adam aralarındaki fark nedir diye sorunca, Alman cehenneminde hergün 1 kilo necaset yediriyorlar, Türk cehenneminde de hergün 3 kilo necaset yediriyorlar diye, hemen az olması hasebi ile Alman Cehennemi diye tercih beyan ediyor adam, ama hemen uyarıyorlar, bu Almanlar çok disiplinlidir, hergün aksamasız 1 kilo temin eder ve yedirirler, ama Türk cehennemi öylemi, bir gün kepçe olmaz, bir gün necaset olmaz, bir gün dağıtıcı olmaz, bir gün kazan olmaz, olmaz da olmaz… Aksaklıkların önü alınamaz…

Yazımı muhteşem bir emsal oluşturan meşhur darb-ı mesel ile bitiriyorum. Almanya’da bir Lise Müdürü, her eğitim öğretim yılı başında öğretmenlerine şu mektubu gönderirmiş.

 “Bir toplama kampından sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar. 

Eğitimden bu nedenle kuşku duyuyorum.Sizlerden isteğim şudur. Öğrencilerinizin insan olması için çaba harcayın. Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin. Okuma yazma, matematik, çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa ancak o zaman önem taşır.”

Pazar, Ekim 06, 2019

KORUYAN EL


 
Kitap okumaya devam ediyoruz; “Koruyan el” adı ile yayınlanan ve Almanya’da yerel ve uluslararası gizli servisler ve Neonaziler (dazlaklar-sağcılar-faşistler-Alman milliyetçileri) arasındaki derin, mahrem ve müphem ilişkiler arka planlı ama temelde ve genelde yabancı düşmanlığını esas alan özelde de Türkiye kökenli insanlara yönelik ölümlü saldırıları konu edinen bir kitap, yazarı da Wolfgang Schorlau… Almanya’da 2000 ile 2006 yılları arasında 1 Yunanistan, 9 Türkiye kökenli göçmen ile Almanya vatandaşı 1 polis memuru hunharca katledilir, mezkur cinayetler serisi, medyaya servis edilen biçimi ile Türkiye kökenli göçmenlerin “mafyozi ilişkilerinden” kaynaklıdır ve çaktırmadan kapatılmaya çalışılır. Hem de Şansölye Angela Merkel’in “23.02.2012 tarihinde cinayetlere kurban giden kişilerin anma törenlerinde; “Federal Almanya Cumhuriyetinin Şansölyesi olarak size söz veriyorum; cinayetleri aydınlatmak, azmettirenleri ve katillerin yardakçılarını ortaya çıkarmak ve mücrimlerin hak ettikleri şekilde cezalandırılmalarını sağlamak için her şeyi yapacağız” diye söz vermesine rağmen cinayetler aydınlatıl(a)maz ve yapanların ve yaptıranların yanına kâr kalır. Peki; bu alçakların bu yaptıklarının yanlarına kâr kalmaları aklı selim cenahı şaşırtır mı, zinhar, çünkü onlar bilirler ki derin devletin koruyan eli devrededir. Bu cinayetlerin failleri diye medyaya servis edilen biçimi ile tabii ki, Neonazi oldukları müseccel kişiler bir banka soygunu akabinde, bulundukları yer tespit edilince ve kaçamayacaklarını anlarlar ve intihar ederler, bulundukları karavanı yakarlar. Olay bu kadar basittir ve çok yönlü ve derin araştırmalar ve soruşturmalar neticesinde koskoca Almanya Yerel ve Federal Polis Teşkilatı, Almanya Federal Haberalma Teşkilatı, Almanya Anayasayı Koruma Yerel ve Federal Teşkilatı bir şeyler bulamamıştır. Sonra bir nedenle kıskanç ve meraklı bir kadın aynı zamanda derin devletin önemli adamlarından birinin eşi, eski ama çok yetenekli bir polis ve yeni dedektif birini görevlendirene kadar, her şey sakindir. Ne zaman ki dedektif, soygunu yapanların karavanda intihar eden kişiler olmadığını hatta fail diye servis edilenlerin intihar değil de öldürüldüklerini dosyalara, zabıtlara, otopsi raporlarına ve vaka tanıklarına; ki mezkûr dokümanların tamamı gerçek ve orijinaldir, dayalı ispat eder, konu ile ilgili tüm kanıtları yetkili mercilere aktarır. Ve beklemeye geçer. Hukukun üstünlüğüne ve Şansölyenin verdiği sözlere istinaden seri cinayetlerin aydınlatılacağını ve derin devleti temsil eden ve oluşturanların cezalandırılacağını düşünür. Nasıl bir ülkede yaşadıklarının beklentisi bir hayli yüksektir. Sonuç sukut u hayaldir. Meğerse olaylar her ülkede ne kadar da benzer birbirine…
Kitap gerçek olaylar üstüne kurgulanmış bir polisiye roman gibi durmakta lakin gerçek olaylar ve zabıtlar üzerinden romanlaştırılmış bir vakalar manzumesidir bana göre. Şüphesiz roman kahramanının yaşanan bu vahşetin mücrimlerini ispatlamış olması yeterli değildir, ceza oluşturmak için, hemen devreye devlet sırrı girer, olaylar artık türbanlıdır, görülemez, o kadar. Aaaa Almanya devleti ve adaleti için 10-15 Türk ölmüş ya da öldürülmüş çok şey fark ediyor mu, sanmıyorum, onlara göre zaten dünyada yeterince Türk var, geri kalanı ile idare etmek te mümkün…
Bir başka bölümde, şimdiki Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin “Demokratik Almanya”nın Dresden kentinde KGB görevlisi iken “o dönemde fevkalade kötü şöhretli bir neonazi’yi ayartıp” kullandığına yönelik bir tespiti aktarıyor, Demokratik Almanya gizli servisi “Stasi”nin bir yetkilisinin ağzından.
Ancak, kitapta, şimdilerde neredeyse hiç konuşulmayan, “stay behind” diye bahsedilen, NATO’nun gizli orduları olarak adlandırılan karanlık örgütün adının geçmesidir. Bilindiği üzere, 12 Eylül faşist askeri darbesinin lideri konumundaki Kenan Evren’in, canım yurdumun nadide ve en bilinen en önemli “Stay-behind” komutanlarından biri olduğu pek çok belgesel nitelikli kaynakta iddia edilmiştir, ve bu iddia hiçbir zaman reddedilmemiş olup sanki gizli gizli de bu unvanın keyfi de çıkarılmıştır her zaman… “Stay-behind” konsepti ve onu yaratan koşullar emperyalistler açısından, NATO kapsamındaki bir ülkenin, kendi tanımlamalarına göre kötülüklerin kaynağı “Sovyetler Birliği” ya da müttefikleri tarafından işgale uğraması halinde kendi topraklarını işgale karşı direnerek savunmak ve daha ileri giderek işgalcileri püskürtmek gibi takdim edilen ve ülke insanının itiraz etmesini engelleme noktasında gizli örgütlenmeler toplamıdır. Bu toplam, tek tek ülkeler bazında planlandığı gibi blok ülkeler bazında da planlanarak, daha geniş kapsama erişmiş ve günün moda deyimi ile “paralel ordular-paralel silahlı kuvvetler” oluşturulmuştur. Bu “paralel orduların” olası bir Sovyetler Birliği işgali durumunda aktif olacağı savına rağmen mezkûr ülkelerdeki Devrimci, Sosyalist ya da bağımsızlıkçı hareketlerin demokratik seçimlerle bile olsa iktidarlarına katlamayan bir yapıda olduğunu yaşanan pratik göstermiş olup, gizli orduların işgallere karşı kullanması için saklanmış gizli silah depoları kullanılarak da iç siyasette aktif tutum alınmış ve ülkenin yarı-işgal ya da gizli işgal altında olduğu öne sürülerek itham edilenlere karşı ciddi katliamlar yapılmıştır. Mezkûr “paralel orduların” Yunanistan ve Türkiye’deki örneklerinde olduğu üzere askeri darbeler düzenleyip faşizmin açık icrası cihetine yönelerek hazırlıklarının ve cesaretlerinin boyutlarını topluma gösterme fırsatlarını hep değerlendirmişlerdir.
Evet, tüm ülkelerde derin devletler her daim kolaylıkla mezkûr karanlık yapıları, kullanmıştır ve ne yazık ki kullanmaktadır ve ne yazık ki sürekli bir gerekçeler manzumesi oluşturmakta sıkıntı çekilmemektedir. Bu karanlık yapılanmaların görevi sona ermiştir iddialarının aksine, güncellenen ve yenilenen NATO konseptine uygun olarak; küreselleşme, piyasa ekonomisi ve özelleştirmenin yaygınlaşma seviyesine paralel yeni savaş yöntemlerine terfi edilmiş ve olaylara ya da gelişmelere dayalı bilgiyi, haberi “asimetrik psikolojik savaş” kuralları mucibince kirleterek, saptırarak, önemsizleştirerek devam edilmekte olup emperyalizmin ezilen dünyadaki hâkimiyetine toplumların katlanmalarının veya rıza göstermelerinin temini cihetine gidilmiş hatta oluşturulan “yeni soğuk savaş” konsepti kapsamıyla da temin ve garanti altına alınmıştır.
Ünlü yazar Umberto Eco’nun “21. Yüzyıl insanının yanılgısı, faşizmin tekrar nazi üniformasıyla geleceğini sanmasıdır” sözü ile bitirirken, bu gerçek üstüne kurgulanmış polisiye romanın okunmasının tüm ülkelerde durumun vahim olduğunun bir kez hatırlanmasına fayda temin edeceği kanaatindeyim.
 

Pazartesi, Eylül 30, 2019

DİL BAYRAMI


Canım yurdumun reel enflasyonunun bayram, kutlama, şenlik ve festival yansımalarının maalesef ucu bucağı, dibi durağı yok, her gün bir bayram, festival, kutlama ya da etkinlik bulmak mümkün iken bazen de konunun önemine binaen “hafta” zamanlı kutlamalara/anmalara evrilme de söz konusudur. Eeeee ne de olsa “deliye her gün bayram” sözü de bu topraklara ait…

Neyse her bayram bizim konumuz olamaz bu yazıda yerimiz dar, yenimiz dar… Geçtiğimiz günlerde her yıl olduğu üzere 26 Eylül “dil bayramı” kutlamaları gerçekleştirildi, adına konulmuş ödüller dağıtıldı… Hoş anışlar ola diyelim ve devam edelim. Canım yurdumda her yıl 2 kez “dil bayramı” kutlaması gerçekleştirilir bilindiği üzere ama birisi nedense çok öne çıkmaz çok fazla yerel kalır, artık Selçuklu anması yapılması mı istenmemektedir, yoksa diğeri Cumhuriyet dönemi mahreçli olması hasebiyle mi daha fazla öne çıkar bilemedim. Malum olduğu üzere, ittifakla Türkçenin Başkenti kabul edilen Karaman’da, her yıl 13 mayısta, Karamanoğlu Mehmet Bey fermanı ile, 13 Mayıs 1277’de Türkçenin ilk kez resmi dil olarak kabul edilmesinin sene-i devriyesinde, “Türk Dil Bayramı” kutlanmaktadır. Çok çeşitli yazılış ve söyleniş biçimlerinden bahsedilse de benim en çok hoşuma giden ve Karamanoğlu Mehmet Bey’e ithafen yazılan fermanın ana vurgusu şöyledir; “Şimden gerü hiç gimesne divanda, dergahda, bergahda ve dahı her yerde Türk dilinden özge söz söylemeye”. Sonraları Osmanlı Selçukluyu ilhak edince dilde kıble de değişir, Selçuklu Öztürkçe’yi öne çıkarır iken, Osmanlı ise Bizans özentiliğinin de fail-i müessir ortamında İslam dininin de mahreci hasebiyle Arapçayı öne çıkarır. Bilahare ilhak edilen ve de ilhak edilemese dahi edilmiş kabul edilen coğrafyalardan da müessiren içine başta Farsça olmak üzere birçok dilden halita “Osmanlıca” diye bir dile geçiş olmuştur. Hani gelinen noktada Osmanlı, ataları olan Büyük Selçuklunun mezar taşlarını bile okuyamaz hale gelir, dersek hiç de abartılı yaklaşım göstermiş olmayız. Toplumların tarihi tercihlerini yanlış-doğru içtimasına sokmayı hiç sevmem bilenler bilir, o yaşanmış vakadır gayri, bizler bunun üstüne sadece doğru tespitler yapmakla, komşu coğrafyalarda yaşananlarla, dünyanın medeniyet seviyesi ile mesafesi üstüne mukayeseli yaklaşımlar göstermekle mükellefiz diye düşünürüm.

Diğer taraftan, ülkemiz genelinde kutlanan “Türkçe Dil Bayramı” ise genç cumhuriyetin sosyal ve ticari hayat üstüne tercihleri ile çağdaş medeniyetin ülkemize yansımalarının intikal hızını arttırabilmek için ve ahenk yakalayabilmek adına bir dizi yapısal değişiklik içindeki 26 Eylül 1932 tarihli “Türk Dili Kurultayı”nın açılış gününden mülhemdir. Malumu aliniz; 12 Temmuz 1932 de “Türk Dil Kurumu”nun öncülü “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatı ile kurulur ve umdesi de Türkçeyi her yönden geliştirmek, yabancı sözcük ve terimlerden arındırmak çalışmaları olacaktır. Siyasi tesir ve mülahazalardan görece korunmak amacı ile de cemiyet, akademik, mali ve hukuki özerklik ile teçhiz edilmiştir. TDK (Türk Dil Kurumu) mezkûr prensipler ve özerk durumu ile taaa 12 Eylül faşist darbesine kadar çok başarılı çalışmalar da yapmıştır. 12 Eylülün cuntacı generallerı, Atatürkçüyüz elhamdülillah temennası ile, Atatürk’ün vasiyetinin hilafına, 1983 yılında TDK’yı özerk kurum olmaktan çıkarıp devlet dairesi düzeyine kilitlediler. Mezkûr kapatma tarihinden itibaren Türk Dilini gözetme ve geliştirme görevine sıkı sıkıya bağlı akademisyen ve gönüllülerin girişimi ile “Dil Derneği” kurulur ve kendisine genç cumhuriyetin kurucuları tarafından tevdi edilen görevi olabildiğince ve güncelleyerek yürütüp ilaveten günümüzde “Türk Dil Bayramı” kutlamaları da onlar tarafından deruhte edilmektedir.

Birinci Dünya savaşı sırasında Şark Cephesinde asıl adı “Agop Martayan” olan bir asker, savaş içerisinde Osmanlı adına gösterdiği yararlılıklar yanında birlikte savaştığı Alman askerlerinin Türkçe öğretmenliğini de üstlenir, Sovyet devrimi neticesinde cephe önemini kaybedince Güney Cephesine tayinini müteakip Mustafa Kemal ile tanışır ve ilk kez Türkçe üstüne muhabbet ve tefekkürler burada gerçekleşir. Mustafa Kemal bu konu ile bu kadar ilgili ve bilgili muhtereme mim koyar.  Mezkûr muhterem Martanyan, savaş sonrası ve Cumhuriyet döneminde Türkçe üzerine ciddi ciddi yazılar yayınlar, yazılarının çoğu Ermeni gazetelerinde yayınlanır, bu yayınlar çok dikkat çeker. Ne zaman ki, Türk Dili Kurultayı toplanacaktır, Atatürk hemen mezkûr zatı hatırlar ve kurultaya davet edilir, kurultay sonrası İstanbul’a yerleşir. Dolmabahçe Sarayında Atatürk’ün masasındaki Türkçe üzerine ve genel manadaki dil tartışmalarına katılır, Türkçenin eski değerlerini araştıran yazılar yazar, 2. Türk Dili Kurultayındaki bildirisi de sitayişle karşılanır. Bu bildiri yaşamının yönünü değiştirir artık kurultaydan sonra TDK’nın başuzmanıdır, bilahare TDK’nın ilk genel sekreteridir. Dil üstüne çok başarılı çalışmalar yürütmesinin yanında, Ziya Gökalp’in Türkçülük faaliyet ve çalışmalarına eksik bulmakla birlikte Kemalist içerik kazandırma faaliyetleri, Güneş Dil Teorisi gibi sonradan iflas eden teoriye verdiği destekler ile de tarihteki yerini almıştır. Gerçi artık adı da “Agop Dilaçar”a çıkar, soyadı kanunu çıkınca Mustafa Kemal Atatürk önermiştir bu soyadını. Ancak Agop Dilaçar’ın en büyük engeli Ermeni olmasıdır ve ne yazık ki bu da karşısına sürekli çıkar, kâh ajan kâh düşman kâh dost tanımlamaları içinde, ömür 1984’te nihayetlenir. Uzun yıllar görev yaptığı, adına ciddi çalışmalar yürüttüğü TDK taziye yazısında adını sakıncalı bulduğundan olsa gerek utangaç bir vaziyette “A. Dilaçar” diye anmayı uygun bulur. Enteresan. TRT ise Dilbilimci “Adil Dilaçar” diye söz eder, mahcubiyet içinde. Bu daha da enteresan. Ama günün ruhuna çok ta uygun maşallah…

Benim açımdan Türkçe, önek ve sonekleri ile çok üretken bir dil olup kendisi ile yazı yazmayı ve okumayı çok seviyorum. Türkçe için söylenilen olumsuzlukların çok büyük bölümüne asla katılmam. Ama ben bu konuda fazla kelam edebilecek durumda mıyım? Zinhar…

Pazartesi, Eylül 23, 2019

SU GELECEĞİMİZDİR


Emperyalist dünyanın kifayetsiz liderleri ve onların geri bıraktırılmış dünya temsilcisi aveneleri, toplumlarını gelecekte petrol savaşları akabinde “su savaşlarına” hazırlamakta ne kadar kararlı olduklarını her fırsatta her hamleleri ile kanıtlamaktadırlar. Bugün nasıl ki petrol kaynakları olan ülkeler hedef ise yarın da su kaynakları olan ülkeler bu kadar açıktan hedef olacaktır, bunun tam tamına nasıl gelişeceği ve sonuçlanacağı ne yazık ki bir takım karanlık mahfillerde planlanıyor, sanal ortamlarda simülasyonlar üstünden gerçekleştiriliyor, sanal savaşlar projekte ediliyor. Dünyanın bu manada hızlı bir şekilde bir tarafı ile kaygısızlar tarafından gerek global ısınma, gerekse hızlı ve gereksiz kirletme, gerekse de temizlememe ya da arıtmama davranışları, diğer tarafı ile de tüketim çılgınlığının sebep olduğu kaynak israfı fahiş artışları ile tehlike çanları yavaştan çalmaya başlamış görünmektedir. İnsanlar ne yazık ki bu tüketim çılgınlığı içinde bil(e)memek, öğrenme çabası göstermemek ve nihayetinde kendi tercihleri de olan kifayetsiz muhterislerin dolmuşuna da binmek gibi bir gaflet ve dalalet içinde fakr-u zarurete tam gaz ilerliyorlar. Gelecek feci sonuçları görebilen, hesaplayabilen bilim insanlarının sesi ne yazık ki kifayetsiz muhterislerin debdebeli propagandaları ve haykırışları yanında hiç duyulamamaktadır.

Halen ve esasen insani kullanımlar, yani direk ya da reel kullanımlar yani içme, banyo, tuvalet ve mutfak amaçlı kullanımlar kaynakları tehdit ediyor görünmemektedir, en azından benim okumalarım böyle gösteriyor, ancak dolaylı kullanım ya da genel manada kabul edildiği biçimi ile sanal kullanım ya da tüketim inanılır gibi değildir. Diğer taraftan dünyada ortalama tüketilen suyun %70’i tarımsal amaçlı, %20’si endüstriyel amaçlı, %10’u evsel amaçlı kullanılıyor olduğu tespiti ile değerlendirme yaparsak en fazla tarıma odaklanmak gerektiği aşikardır.  

İnsan vücudunun %70’nin su olması hasebiyle bir kişinin sindirim, solunum, dışkı, idrar, terleme gibi insanı faaliyetler sonucunda günlük harcadığı su miktarını en az 2,5 ya da 3 litre olduğu bilinmekte ve diğer kullanımlar için, yani banyo, tuvalet, mutfak vs gibi, ortalama günlük yaklaşık 200 litre su kullanıldığı kabul edilmektedir. Bu miktar gelişmiş ülkelerde tüketim alışkanlıkları mucibince 700 lt’lere kadar çıkar iken fakir ülkelerde 60 lt’lere kadar düşmektedir.

Ancak yine de bu gereksinim istatistiklerine bakılınca su sıkıntısının esasen en büyük sebebi tarımsal amaçlı kullanılan ve üretimde ihtiyaç duyulan su miktarıdır. Üretimdeki kullanılan suyu sadece tarımsal amaçlı düşünmeyelim. Örneğin süt ve et elde edilmesi; bir ineğin süt verebilmesi için onun beslenmesi, ot yemesi gerekiyor ve bu ineğin yediği otun ve ineğin suya ihtiyacı vardır. İnekten elde edilen sütün paketlenmesi için de su kullanıldığı düşünülürse tüm bu zincirlerin hepsinde su tüketiliyor ve en son bize et ve süt olarak dönüş sağlıyor. Üretim süreçlerindeki su tüketimleri de öyle zannedildiği kadar az olmadığından ciddi manada dikkat gerektirmektedir. Dolaylı ya da sanal su tüketimi denilince hemen örnekleyelim ki müşahhas olsun ve kastımızın önemi, ciddiyeti ve büyüklüğü anlaşılabilsin. Örneğin, 1 adet domatesin soframıza gelene kadar yaklaşık 13 lt su tükettiğini, 1 bardak sütün (200 ml) 200 lt, 1 fincan kahvenin (7 gram) 140 lt, 1 kg buğdayın 1.300 lt, 1 kg pirincin 3.400 lt, 1 kg soğanın 1.400 lt, 1 kg peynirin 5.000 lt, 1 kg bifteğin 15.500 lt, 1 adet yumurtanın 200 lt, 1 kg çayın 9.200 lt, 1 tshirtün 2.700 lt, 1 adet kot pantolonun 10.800 lt, su tükettiğini biliyoruz, bu örnekleri çok uzatmak mümkün ama merak edenlerin internet ortamında bu bilgilerin tamamına çok kolayca ulaşabileceği de aşikardır. Görüldüğü üzere suyu doğrudan değil dolaylı (sanal) olarak ciddi manada fazla tüketiyoruz. Bir ürünün veya hizmetin üretimi için kullanılan su kaynaklarının toplam miktarı suyun tüketim göstergesi olup bu manada tüketilen suya da gizli tüketim ya da sanal tüketim denilmektedir.

Üretimde kullanılan su miktarları, hammaddelerin nereden geldiğiyle de ilgili olup ürünün hangi şartlarda üretildiği ile doğrudan bağlantılıdır. Esasen yağışı bol olan bir ülkede yetişen bir ürün diğer kurak bir ülkeye ithal edildiğinde aslında sanal su da ithal edilmiş olur. Buna en güzel örnek pamuktur, bilindiği üzere pamuk üretimi çok fazla suya ihtiyaç duyar. Pamuk işlenerek tişört, pantolon gibi çok çeşitli tekstil ürününe dönüşür, sonuçta da boya vs gibi yine su ihtiyacı olan işlemlerden geçirilmektedir. Kullanılan su tişörtün rafta satışa hazır olması ile de bitmemektedir. Tişört üretimi tamamlanıp bizlere ulaştığında her giydiğimizde temizlenmesi için sürekli olarak yıkamaktayız. Günümüzde tüketim çılgınlığı arttıkça su kaynakları da bilinçsiz ve kontrolsüz kullanmaya başlandı, ne yazık ki, işte tam da bu nedenle dikkatimizi en fazla bu alana teksif etmeliyiz.

20. Yüzyılda dünya nüfusu 3 kat artmasına karşın tüketilen su miktarı 7 kat artış göstermiştir. Tüm bu değerler ve sonuçlar su kaynaklarını bilinçli ve etkin kullanmaya yönelik önlemler almamız gerektiğinin en önemli gerekçesini oluşturmalıdır. Suyun plansız, verimsiz ve aşırı kullanılması, su kirlenmesi ve su kaçakları en büyük sorundur. Tarımsal sulamanın kontrolsüz olması, tüketim çılgınlığı ve insanların su tüketim alışkanlıkları su kaynaklarının tüketilmesinin nedenidir. Su kaynaklarının korunması için öncelikle insanların su hakkında bilinçlendirilmesi gerekmektedir.  Elektrikli aletlerde bulunan enerji tüketimi bilgisi gibi yiyecek ve giyeceklerde su tüketim bilgisi verilebilir.

Tüm bu yazılan ve söylenenlere rağmen, devamlı şekilde fazla su kullanmayın, şebekelerden evlerimize gelen suları verimli ve tutumlu kullanın, tarımda çağdaş teknikler ile az su ile çok verim alınacak yöntemlere itibar edin, az tüketin ya da kontrollü tüketin, ihtiyaç kadar tüketin, ikazları tüketilen suyun miktarları görülünce belki anlamlı olacaktır.

Kifayetsiz muktedirlerin savaşlarına destek vermemek adına bu konuda yazmaya devam…

Pazar, Eylül 15, 2019

YAMALI ELBİSE


Marka yaratıyoruz adına bir tüketim çılgınlığı tuzağına ne yazık ki düştük ve bu ketenpereden çıkış ne yazık ki bu kafa ile mümkün görünmemektedir. Sosyalizmin yıkılışı diye sunulan büyük geri sıçrama sonrası kapitalizmin dünya egemenliğini ele geçirmesi ve büyük motivasyon neticesi yaratılan tüketim çılgınlığının mefhumu muhalifinin üretim çılgınlığı ve nihayetinde dünyamızın dengesinin bozulmasına kadar varan kaynak israfına dönüşmüş olduğu hep göz ardı edilmiştir. Ne olursa olsun üretelim, efendim ihtiyaç var yok sorun değil, yeter ki üretelim, yeter ki satalım, yeter ki millet kullansın, yeter ki para kazanalım, dünya isterse yansın yok olsun. Gelinen noktada durum bu maalesef… Üstelik bunun daha düne kadar “üretileni devlet alıyor ama sonra yakıyor/döküyor/yok ediyor alım garantileri kalkmalı” yaklaşımından rahatsız olduğu görüntüsü verenler tarafından trend haline getirilmiş olması bir türlü de tespit edilemiyor biz garipler tarafından. Oysa ki; bir bilinse yaklaşık 250 gram pamuktan üretilen bir adet “gömlek” imalatında, pamuğun yetiştirilmesinden başlayarak, sırtımıza giyene kadar geçen süreçte, yaklaşık 2.700 Lt (yazı ile ikibinyediyüz litre) su kullanılmakta olduğu ve de ne yazık ki bu suyun yeterince arıtıl(a)madan doğaya defedildiğini, acaba hala gömleklerimize ve pantolonlarımıza hülasa giysilerimize hala bu kadar hoyrat ve savruk davranabilir miyiz? Yani, anlayacağımız, bir kapitalist abi yarattığı bir gömlek markasından ciddi bir para kazanacak diye, 2.700 lt su kirletiliyor ya da yeniden kullanılamaz hale geliyor. Son tahlilde “dünya kirleniyor”, “kaynaklar tükeniyor”, “gelecek kuşakların hayatı ipotek ediliyor” gibi kaygılar sadece bir grup çevrecinin ve antiemperyalistin omuzlarına bırakılmış durumda. Zannedersiniz ki bu kapitalist abiler başka bir dünya yaşayacak, işte kullanılacak ise eğer “aynı gemideyiz” sözü, tam da burada kullanılmalı. Ama insanlığın sosyal ve ahlaki davranışının toptan irtifa kaybının sonuçlarından biri de aklın afakının cehaletin çelik duvarının ihata ve istinadına tesellümüdür. Sonuçta böyle millete böyle kapitalist sözü “hacı hacıyı Mekke’de Hoca hocayı tekkede bulur” sözü mucibince hayatımızın bizatihi kendisi olur. Sadece suyu tüketme açısından bakılırsa, bir ayakkabı için yaklaşık 17.000 lt ve bir kot pantolon için 11.000 lt dir, tüketim ve sonuçta zayiat, konunun daha ciddi anlaşılır hale gelmesi mümkündür. Tam da bu yüzden çocukluğumuzda; tutumluluk üstüne ciddi bir tedrisat takip edilir idi. Peki; sadece bu süreç su tüketimi açısından mı değerlendirilmeli, şüphesiz hayır, toprağın mineralinin tükenmesinden tutun da toprağın verimsizleşmesine kadar bir dolu parametrenin göz önünde tutulması gerekir ama kimin umruna… Varsa yoksa üretim ve tüketim ve kar, ne kadar ekmek o kadar köfte misali… Şimdi gömlekte bir leke var at gitsin yenisini al, kim uğraşacak temizlemeye, pantolonda küçük bir yırtık mı var, at gitsin kim uğraşacak dikmeye/yamamaya, al yenisini… Zaten tam da bu yüzden kapitalizm, üretim üretim diye tepinip duruyor… Ne kadar üretim o kadar kâr… Olumsuz sonuçları varmış, kayıplar yenilenemiyormuş, telafisi yokmuş, boşver bak kârına…

Bu nüfus artışına uygun iş üretiminde zafiyete düşülmesi neticesi inanılmaz bir şekilde iş yeri verimsizliği oluştuğu açıktır. 2014 yılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Esnaf ve Sanatkârlar Genel Müdürlüğü’nün bir raporuna göre canım yurdumda toplam Esnaf ve Sanatkâr Sayısı 1.510.945 olup Esnaf ve Sanatkârın İşyeri Sayısı ise 1.628.124 dir. Bu rakamlar üstüne çok ciddi ve uzun yazılar yazıp akıl oluşturmak mümkündür ama konumuz bu değil. Şimdi mezkûr yılda canım yurdumun nüfusunun 77.000.000 olduğunu düşünürsek demek ki esnaf başına yaklaşık 50 müşteri düşmekte ve işyeri sayısı da 1.628.124 olduğuna göre işyeri başına yaklaşık bir işveren düşmekte olup bu 50 müşterinin kaçı kaç günde bir gider alışveriş yapar da bu ticari hayat döner vallahi akıllara ziyan… Ama esnafın ağlaması bu rakamlar muvacehesinde hiç te sahte değil gibi… Neyse bu kabil soruları bu rakamlar üstünden çeşitlendirme işini okuyucuya bırakıp biz asıl konumuza dönelim.

Çocukluğumuzda öğretilen ve yaşanılan tutumluluk mucibince, zengin fakir ayırt etmeksizin söylüyorum, insanlar daha tutumlu ve görgülü davranıp, yılda bir ayakkabı, ya da bilmedim 2, birkaç gömlek ile idare ederken şimdilerde nerdeyse haftada bir ayakkabı ve gömlek satın alma tercihi yapmaktadır. Yırtılan hatta küçücük bir yırtık olsa bile tamir ya da yama yoluna gidilmemektedir, ehhh ne de olsa artık; “Yamalı giymek ayıp değil yırtık giymek ayıp” sözü çok gerilerde kaldı. Ne yazık ki; kapitalizmin ve emperyalizmin siyasi etik defolu yetiş(tiril)miş devlet adam müsveddeleri marifetiyle; her gün toplumun kafasına adeta çakarak “ben zengini severim” ya da “zenginden zarar gelmez” kabili akla ziyan beyanlarla mode deyim “subliminal mesaj” marifeti ile akli muvazenemizi bozdular. Hülasa artık yamalı giymekte ayıp, fakir olmakta ayıp vs vs…

Oysa fakirliğin ayıp sayılmadığı dönemlerde yani yozlaşmanın henüz bu kadar tahribatının olmadığı dönemlerde, aslolan kirli olmamak idi, yırtık yerine yamalı giymek tercih edilirdi. Şimdilerde yamalı pantolon giymenin ne olduğunu bilmeyenlere kısaca o günleri özetlemek istiyorum özellikle çocuklarda ve de özellikle dizlerde gerek düşmekten gerekse de yıpranmaktan mütevellit oluşan yırtıklar annelerimiz tarafından özenle yamanırdı ve yamalı giyilirdi ve de kimse bundan ötürü bir eksiklik hissetmezdi. Hatta bu tamir işi o kadar geliştirilmiş idi ki, artık kullanılamaz durumdaki birkaç pantolondan yeni bir karışık renkli pantolon bile üretilirdi. Daha sonraları küçük küçük dükkanlarda “örgü makineleri” kurularak daha profesyonel yama işi yapılırdı, şahsen benim de yolum bu örgücülere (örücü) çok düşmüş idi. Ceketlerin en hızlı ve fazla yıpranan dirsek yerlerine özen ile parça ilavesi yapılır, gerekir ise de yeniden değiştirilir idi, gömleklerin yakaları ters yüz edilirdi, vs vs. Endüstri bu kadar gelişmediğinden (yani kapitalizm ve sömürü) bu işler evlerde annelerimiz tarafından çoğunlukla halledilirdi, nerdeyse her evde bir dikiş makinesi bulunması (varlığını övmek tezat oluşturuyor ama neyse) zorunluluktu. Bizim ilkokul ya da ortaokulda, kız erkek ayrımı yapılmaksızın “el işi dersinde” teğel ve makine dikişi öğretildiğini hatırlıyorum. Dönem itibari ile kumaş kalitesi daha yüksek olmasına rağmen tamir ve yamanın tercih edilmesi sadece ev ekonomisi ile izah edilemez bir durum imiş, şimdiler de anlıyoruz, aynı zamanda doğayı da koruma planı olarak şekillenmiş. Gelinen noktada da müthiş bir tezat; al sağlam pantolonu yırt giy ya da sağlam pantolonu yırtıp satsın sana abiler… Vay ki vay… Minimal hayata yönelik yazmaya devam edeceğim.

 

Pazar, Eylül 08, 2019

ZEYTİN EGELİLER İÇİN ÇOK ÖNEMLİDİR


Zeytin; biz Egeliler için çok önemlidir, bizim için savaş değil barış temsilcisidir, bizim için imam hatip değil köy enstitüsüdür, bizim için tabu değil aklın ve bilgeliğin sembolüdür, bizim için buyurganlığın ve saltanatın  değil hoşgörü ve adaletin sembolüdür, bizim için yokluğun ve kıtlığın değil bolluğun, refahın ve bereketin sembolüdür, bizim için maraz değil sağlık işaretidir, bizim için yok oluşun değil yeniden doğuşun ve güncellenmenin ifadesidir, bizim için cehaletin karanlığı değil bilgeliğinin nurudur, bizim için bulanmanın değil arınmanın nefasetidir, bizim için bayağılık ve çirkinlik değil efdal ve fazilettir, bizim için melamet değil gönenmedir, hülasa hepsi olmasa bile birkaç değerlendirmenin hemen hemen herkes için geçerli olduğunu düşündüğüm bir zirai üründür.

Tarihte en önemli değerlerin sembolü olarak görünen “zeytin ağacı” dinler açısından kutsaliyetini korumakla birlikte neredeyse tüm dini kitap ve yazılı kaynaklarda ve yaratılış ve de kuruluş menkıbelerinde sitayişle bahsedilen yegane ağaçtır. Okuduğum kaynaklarda; ittifakla bahsedilen Latince “Olea prima omnium arborum est” gibi bir ibare bulunmakta ve “Zeytin bütün ağaçların ilkidir” anlamına gelmektedir. Böyle bir söz gerçekten var mıdır, yoksa “zeytinyağı tekellerinin” bir yanıltması mıdır gerçekten bilmiyorum ama kaynaklar zeytin yetiştiriciliğinin ilk insanlarla birlikte başladığını kaydetmiş görünmektedir ve kayda uygun da tarihsel ve kültürel manada her daim değerli ve derin anlamlara haiz kabul edilmiştir. Yine kaynaklara göre batı dillerinin tamamında değişik söyleniş biçimleri olmakla birlikte “oil” kelimesi, eski Yunancadan mülhem, zeytin ağacı anlamına gelen “eleia” kelimesindendir. Efsaneye göre ilk peygamber Âdem cennetten kovulduktan sonra hep Tanrı ile barışma yollarını aramıştır, lakin ölene kadar muvaffak olamaz ve ne yazık ki barışamadan ölür ve İsrail kuzeyindeki Tabor Dağı yakınındaki bir vadiye gömülür. Adem’in gömüldüğü yerde üç ağaç yeşerir, bunlardan biri zeytin, biri sedir ve diğeri de servidir. Bu yeşeren 3 ağacın tohumlarını ölmeden önce Âdem ağzında ıslatıp bekletmiştir, ıslatma ve bekletmenin yüzü suyu hürmetine de tohumlar Tanrı tarafından fide haline getirilmiştir. Tam da bu nedenle Tanrı ile Âdemoğlu arasında barış sağlandığına inanılmıştır.  

Zeytin ve zeytinyağı için tarihte, muktedirler sürekli şu ya da bu nedenle koruma ya da teşvik kararnameleri ve uygulamaları hazırlamışlardır. Ancak tarihte bilinen zeytini korumaya yönelik ilk korumanın, eski Yunanda bilge kişi Solon’un koyduğu kurallara göre zeytin ağacı kesenlere ağır cezalar uygulandı, bu kurallarda “Solon Kanunu” adı ile tarihteki yerini almış oldu.

İnsan oğlunun zeytin yağını; sağlık için, sırasıyla kas yumuşatmaya, cilt sağlığı ve korunmasına, sindirim sistemi hastalıklarına karşı, kalp sağlığının korumasına, antioksidan olmasına, safra kesesi sağlığına, kanser riskini azaltmaya yönelik kullanırken, hijyen malzemesi olarak başlarda yıkanamayanlara vücuda sürme tavsiye edilirken günümüzde kolonyasının üretimine kadar geniş bir kullanım alanı bulmaktadır. Ancak tarihte karanlıkların aydınlatılması anlamında ilk başlarda, kandil ve bilahare de lambalarda kullanılmasından meşalelerin hazırlanmasına kadar kullanıldığı aynıyla vakidir.  Tarihte olimpiyat kahramanları ve başarılı sporcuların “zeytin dalından yapılan taçlarla” ödüllendirildiği de bilinmektedir.  

Zeytin, Egeliler için önemlidir dedim ya, bunun en önemli nedenlerinden biri de, sadece Çeşme Yarımadasına yani Karaburun ve Urla’yı da içine alacak şekilde bu yöreye özgü hasat edilir edilmez tüketilebilen bir zeytin biçimi vardır; “hurma zeytin”. Bu yörede ve sadece bu yöreye has çevre ve iklim şartlarından mütevellit bazı zeytin ağaçları üzerinde bir tür mantarın enzimatik etkisi ile zeytin acılığını kaybeder ve yine yöreye has nispi nemin ve de yöreye has poyraz rüzgarlarının etkisi ile herhangi bir ilave işleme gerek kalmaksızın yenmeye hazır bir zeytindir hurma zeytin. Egelilerin dışındakilerin ilk başlarda çürük ya da çürümüş zeytin diye dudak büktükleri hurma zeytin şimdilerde sofralarda has yerini almıştır gayri. Yukarıda; zeytin bize köy enstitüsüdür derken geçmişte, köy enstitüsü mezunları ile hurma zeytinin metaforu üstünden, vicdanı ve aklı hür nesilleri konu alan  keyifli bir yazı okumuş idim, tam da kastım odur.

Zeytin hasadı ise üretici ve ağaç arasında bir başka ritüeldir zira kimi ağaca son derece hoyrat davranır uzun sopalar ile zeytini çırpar, kimi de son derece sevecendir tek tek elle toplar, biri hoyratlığının nedenini ağacın kırılan filizlerinin bir saç traşı durumu oluşturması gibi anlatırken diğeri de ağacın da en az insan kadar sevgiye ihtiyacı vardır diyerek durumu izah eder.  Sonuçta hepsi ağaçlarını son derece sever ve korur, bazen öğretme isteği sevginin önüne geçtiği durumlardaki gibi nasıl ki çocuk “eşek sudan gelene kadar dövülürse” zeytin ağacı da son tanesi yere düşüne kadar çırpılır. Necip milletimizin sevgi tezahürü, ne diyeceksiniz işte. Arada 3 kuruş anlamsız ve kısa süreli çıkar ihtimalinin tezahürüne aldanıp saf değiştirenler olsa da zeytin ağacı sahipleri nerdeyse ittifakla ve topyekûn zeytin ağacı katliamlarına karşı durarak bu konudaki sevgi gösterilerini sahnelemişlerdir. Ancak bir takım gafil, müptezel, münkir ve münafıkların sahne alıp, zeytin ağacı özelinden hareketle tüm ağaçlara karşı taarruza geçtiklerine bakmayın, hani “zeytin ağacı Yahudi ağacıdır” vs gibi muhakemat derc ettiklerine bakarak yeise kapılmamak gerekir. Bunlar aslında gaflet, dalâlet ve hatta ihanet içinde, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleri ile tevhit etmiş olmadan yapılabilir işler olmaktan ıraktır. Biz; biz olarak başta zeytin ağacı olmak üzere tüm ağaçlara sahip çıkarken asla ve kat’a “doğanın bize atalarımızdan bir miras değil, çocuklarımıza aktaracağımız bir emanettir” şiarını unutmamalıyız. Evet, zeytin biz Egeliler için çok önemlidir, tıpkı Doğu Karadenizlinin fındığı gibi, çayı gibi… Karadenizlilerden de beklentimiz bizim fındığa ve çaya sahip çıktığımız kadar, onlarından da zeytine sahip çıkmaları, burası bizim ortak vatanımızdır demek kadar kolay olan sahiplenmeye de, evet…

Büyük usta Nazım Hikmet’in “yaşamaya dair” şiirinde insan zeytin ağacını yetmişinde bile dikmelidir der iken, duygularını anlamaya çalışıyoruz.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
                                      yaşamak yanı ağır bastığından.

Pazar, Eylül 01, 2019

İYİ Kİ SİGARAYI BIRAKMIŞIM


Canım yurdumun her daim yol göstericileri, baba rolünü iyi oynayan tavizsizleri olmuştur ve bundan sonra da olacaktır, kendi amaçlarına uygun karamsar tablolar çizip, buradan kurtuluş yolları gösterip, peşine insanları takacak bedhahları, sürekli kafaları karıştıranları olacaktır, bu nedenle herhangi bir yeise kapılmanın ne alemi ne de manası var. Bu bedhahları, geçici sevgi ve sevdaları ile avuçları patlayana kadar alkışlayarak baş tacı edecekler de olacaktır. Ahir ömrümün en önemlisi tavizsizi diktatör Kenan Evren olmuştur, şimdilerde halini görünce sevinçten içim içime sığmamakta beraber, arkadan gelenler için de gülüp duruyorum, tıpkı “hicvin büyük üstadı Neyzen Tevfik’in” bir beytinde buyurduğu üzere;

Bay Hitler'e yaralandı, dediler.
Menhus yıldız çabuk doğar dulunur;
Sen köpeğe kuduz de de geçiver,
Nasıl olsa bir öldüren bulunur.

70’li yılların ilk yarısı lise dönemi, yatılı okuyoruz ve sigarayı sanki ekmek arasına koyup yiyecek kadar severek içiyoruz, ancak okul disiplini hele hele de yatılı olmanın disiplini bir başka idi, soyadını anımsamadığım müdür muavinlerinden Özkan Hoca diye biri vardı, ki kendisini hiçbir öğrencinin iyilikle yad edebileceğini düşünmüyorum, yatılı öğrencilerin akşam ders çalışmalarına (mütalaalarına) gözetmen olarak kaldığı zamanlarda terör estirir idi. Değme röntgencilere taş çıkartacak şekilde pusuya yatar hangi öğrenci sigara içecek, hemen “canına okumak” üzere fırlar avına atlayan pars misali, tuvaletleri ya da banyoları basar, sigara duman izler, yakalarsa eğer nihayetinde de tabiri caizse “eşek sudan gelene kadar” döver idi. Aslında Özkan Hoca, bir tokatlık canı olan, kısa boylu, yerden bitme bir pigme adam idi ama elinde yetkisi var ya, yanında bodyguard misali sadece iaşe ve ibate karşılığı görev yapan birkaç tane üniversite öğrencisi var ya, disipline sevk edip, oradan sonrada okuldan atılmaya kadar gidecek bir yetkisi var ya, dibine kadar kullanırdı bu yetkisini, kinini iyi beslemiş biri idi anlayacağınız… Bir keresinde tam da 15 tatile hazırlandığımız dönemde, banyoda sigara içer iken maalesef bu gaddar, Hitler kılıklı sadist hocaya tüm dikkatime rağmen yakalandım ve “yandı gülüm keten helva” vaziyeti. O kısacık boyunu uzatacakmış gibi ayak başparmaklarının üstüne bir horoz gibi dikilerek, el başparmaklarını boynumdaki şah damarına basıp, bilahare serbest bırakır bırakmaz çift taraftan çift elle kulaklarıma, Allah ne verdi ise, vurmaya başladı, esasında bir kafa ve bir yumrukluk canı vardı ama o kısacık sürede ailem ne der, okuldan atarsa ne yaparım, üniversiteli abilerle birlikte daha fazla dayak atarlarsa, gibi korkularla donatılmışlığın korkularının ağır basması neticesi, el ayak bağlanıyor. Tıpkı her gücü bu kabil kullanan muktedirlere karşı el ayak bağının oluşması gibi, yedim dayağı oturdum yerime, hırsımdan ağlıyor olmam bir kenara yediğim dayağın şiddetini gören arkadaşlarımın çok üzgün bakışları altında ezildim kaldım. Mezkûr dayaktan sonra o okulda okumama kararı aldım ve bunu 15 tatil için eve gelince ilk iş olarak anneme söyledim, gerekçesini de uzun uzun anlattım ama bunu babam ile paylaşmasını da istemediğimi kendisine söylemiş idim. Ancak ve ne yazık ki babam ile paylaşılan bu konu babamı harekete geçirmiş ve derhal okula gidip ilgili Müdür Muavini bulunmuş, “neden çocuğumu dövdün?” “Neden hemen bana haber vermedin ki bir cezası olacaksa ben vereyim kaldı ki bu yüzden cezalandırma olmaz” gibisinden gayet esaslı bir fırça neticesinde, idarenin daha doğrusu Özkan Hocanın tavrı bir hayli yumuşamış idi. Bende okula devam ettim, liseyi bu okulda tamamladım. Ancak bu olan bitenden hiç haberim olmadı sadece babam okul değiştirmemin mantıklı olmadığı konusunda beni ikna etmiş idi, yani ben öyle zannetmişim, yıllar sonra bir gün otomobilini park eder iken dibinde bittiğim Özkan Hoca, tüm olan bitenleri anlatınca, konu anlaşılmış idi. Özkan Hoca babamın karşısında yaşadığını tahmin ettiğim korkunun benzerini yaşamış idi yeniden beni görünce ama kendisini dövmeye çok kararlı olmama rağmen, gözünde ve yüzünde oluşan korkudan ötürü de acımış idim kendisine… Demek ki bu kabil sadistler bir gün yetkilerinin biteceğini, hayatta yalnız ve korumasız kalacaklarını hiç hesaplamıyorlar. Sürekli güçlü kalacaklarını zannediyorlar demek ki… Ya da düşünmekte çok haklı oldukları bir sonuç bekliyorlar, insanlar ya “Allaha havale ediyorlar” ya da hafıza kısalığına bağlı “unutuyorlar” … Aslında kimsenin yanına yaptığı sadistlikler ya da haksızlıklar kalmamalı, çağdaş hukuk çalışmalı ve gereğini yapmalı…

Yıllar sonra, çok şükür ki, herhangi bir zorlama ya da sağlık dayatması olmadan “sigara içmeyi sonlandırdım” ve ne iyi yapmışım anlatılamaz, bu iyilik ancak yaşanır, çünkü domatesin ya da zeytin yağının tadını ben nasıl anlatayım, hala ısrarla ve kararlılıkla sigara içene… Çok zor… Domatesin, zeytin yağının, peynirin ve kavunun ve de rakının sigarasız gidişini bana ballandıra ballandıra anlatan ve imrendirme ve özendirme yaratan arkadaşıma da bu arada teşekkür ediyorum… Çok şükür ki sigarayı bırakmışım…. Ama rakı içerken yakalanırsam ne olur, belki “bu zındıklar aksırana tıksırana kadar içiyorlar” sözünü duyarak durumdan sıyırabiliriz… En azından şimdilik… Çok şükür devlet büyüklerimi şahsıma “bak zararlı iş yapıyorsun”, “bak cezai müeyyidesi var” gibi sözler söyleyip lüzumsuz söz sarfiyatından da kurtarmış oldum böylece… Bu kadar meşguliyetleri arasında kalksın bir de bizimle uğraşsın, çok şükür çok şükür kurtardım onları bu meşguliyetten… Babam sigara içtiğimi öğrendiği zaman artık benim ciddi manada bilgi sahibi birisi olduğuma kanat getirmiş olmalı ki asla ve kat’a bana bilgiçlik taslayarak “senin sağlığını düşünüyorum” gibi kelam ederek pespaye durumlara düşmedi… Babam babalık iddiasının nerelerde yapılacağını Allahtan ki bilebilen birisi idi… Allahtan benim babam bana hiçbir zaman “neden sigara içiyorsun”, “babanın karşısında sigara içilmez, utanmıyor musun”, “orada sigara içilmez, terbiyesiz herif, baban söylüyor”, gibi kelamları zinhar etmemiştir. Çünkü babamın hayata ve bana karşı bir ispat iddiası taşıdığına asla tanık olmadım, benim babam son derece anlayışlı olup asla ve kat’a bana sigara nedeni ile hiçbir kızgınlık göstermemiştir, ilk öğrendiğinde kızabileceği ihtimalinden epey ürkmüş idim… Evet, sonuçta iyi ki sigarayı bırakmışım, benim babama hiç benzemeyen eli sopalı başka babaların bana tahammülü olmayabilirdi de…

Şimdi kızıma da ben aynı yaklaşımı gösteriyorum, gerçi asla sigara içiyor olmasını istemiyorum ama bu çocuk benden daha mı cahil, benden daha mı az düşünür sağlığını, ben onun düşündüğü şeyleri bilirim ve tam da bu yüzden karışmam, çünkü bana da kimse karışmamış idi sigarayı bırakır iken ne öğretmen ne baba ne anne ne vali ne devlet büyüğü, tamamen kendi isteğimle bıraktım…

Bir de ben sigaranın sağlığa bu kadar zararlı olduğunu köpürterek söyleyenlere fazlaca itibar etmem hele bunlar bir de devlet büyüğü ve yetkilisi olurlar ise, sanki sigara zararlı da, asbestli borulardan su içmek zararsız ya da zehir soluduğumuz çevre faciaları, tarımsal ilaçlara gark olmuş vücutlarımızın iflası, hormonlu gıdalar, atıksuların arıtılmasındaki özensizlik, trafik kazaları karşısındaki aymazlık… Hele bir de sigara paketinin üstüne “sigara içmek öldürür” ibaresinin konması iradesini buyurup ta sigara üretimi konusunda hassas olun(a)mamasını hiç anlamam, efendim hür teşebbüs, tüketim özgürlüğü gibi ucuz yaklaşımlara da güler geçerim, özgürlük ise dert, bırakın insanlar özgürce ifade etsinler asıl düşündüklerini, tam bir taşları bağlayıp köpekleri serbest bırakmışlar durumu. Allah selamet versin…

Doğu toplumlarının karakteristik özelliğidir bilindiği üzere yani “pederşahilik”, baba yanında asla ve kat’a, hatta diğer büyüklerin yanında bile sigara içilmez, içilirse de bunun adı “düpedüz terbiyesizliktir” diye bir düşünüş vardır. Düşünsenize böyle bir babam olmamış olsa idi o zaman, düşünsenize sigarayı bırakmamış olsaydım şimdi, ne olurdu halim, maazallah…

Çarşamba, Ağustos 21, 2019

GÜCÜ PARA ZANNEDENLER BİLGİSİZLER


Kadri Gürsel’in “Ben de sizin için üzgünüm” kitabını okuyorum, gazeteci olma ve kalma sürecini bir hayli detaylı anlatıyor, enteresan anılar var, aslında hafızası olanlar için çok ta yabancı olunamayacak şeyler ama, hani hep siyasi partilere ve onları yöneten ekiplere fazlaca kızılır ya, senaryoyu yazan, filmi yöneten hep arka planda olur ya, işte esas kızılacaklar listesini oluşturmaya ya da genişletmeye yarayacak anılar da var. Bilindiği üzere; bir tarihlerde bu ülkenin kalburüstü zengini ve iş adamı Eczacıbaşı Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı; “Sermaye güvende olsun da rejimin adı önemli değil” demişti ve ne yazık ki de öyle olmuştu ve ancak ve de sadece devrimci bir grup tarafından protesto edilmiş idi, lakin genel manada genel “hop sen kim oluyorsun da böyle laflar ediyorsun” dememiş idi… Şimdi Kadri Gürsel bir başka iş adamı Erdoğan Demirören’in “Türkiye ancak otoriter rejimle kalkınır” dediğini aktarıyor. Benim için sürpriz mi bu kelamlar, zinhar değil zaten en iyi bildiğimiz işlerden sayılır bu kabil değerlendirmeler… Sermaye ne istiyor, neden istiyor, sermaye istediği ortamın oluşması için ne tür siyasi faaliyet ve girişimlerde bulunur, sermaye kâr için gözünü budaktan esirger mi, vs vs. Bunlar gayet sarih, gören gözlere, duyan kulaklara ve orta karar çalışan beyinlere…

Kadri Gürsel; Erdoğan Demirören ile ilgili anılarında ilaveten “Görüşmemizin bir anında, öylesine, durup dururken, gözlerimin içine bakarak, “Ben hayatımda hiç kitap okumadım” dedi. Bu sırada yüzündeki bulanık tebessüm değişmedi. Neden hiç kitap okumamış, okumamışsa niçin okumamış, anlatmadı ve bu okumamışlık halinin hayatına bir faydası olmuş mu, onu da söylemedi.” diye aktarıyor… Adamlar çözmüşler işi, okuma, düşünme, biat et zengin ol… Güç sahibi olmak bilgi sahibi olmak değil ki, güç sahibi olmak para sahibi olmak demek, paran varsa gücün var, bu muhteremlere göre… Sonra tutarsın birkaç danışman, çözersin işi… Allah bu muhteremleri dinden imandan ayırmaya, ne diyeyim…

Güç ve para dediklerinde hep aklıma basit ve ilk öğretilen fizik formülü gelir, bu muhteremlerin davranışından mülhem… Bilindiği üzere, daha ilkokul ya da ortaokul sıralarında, öğrencilere; “Güç = İş / Zaman” diye bir fizik formülü öğretirler… Hani, gücü ya da işi zaman ile ilişkilendirip tarif etme, somuta indirgeme ve daha anlaşılır kılma adına… Burada, günlük hayatımızda çok kullanılan tarifler üzerinden mezkûr formülde küçük yer değiştirmeler yaparak, daha da kolay anlaşılır ve derdimizi ve meramımızı ifade ederiz ya… Kolayca bilineceği üzere günümüz insanının ne yazık ki ittifakla kabul ettiği, birkaç hipotez vardır, bilgi=güç, zaman=nakit gibi… Şimdi bunu, mezkûr formülde yerlerine koyarak, yani güç eşiti bilgi, zaman eşiti nakit şekli ile, “Bilgi = İş / Nakit” haline dönüştürelim. Yine öğretilen gerekli değişikleri yaparak (çekerek), “Nakit = İş / Bilgi” formülüne ulaşılır… Artık buradan ne anlaşılması gerektiğini uzun uzun anlatmaya gerek yoktur sanırım, bilgi ne kadar az ise, nakit o kadar çok olacaktır, yani bilginin fazla olması hiçbir işe yaramıyor, yani bilgisizlik daha önemlidir, açıkçası bu yaklaşıma göre bilgiye de gerek yoktur… Görüldüğü üzere ne kadar az bilgi o kadar fazla güç yani nakit… Yaşasın “bilgisizliğin gücü”…

Moda ya uygun; “Cahilim ama para (güç) bende…” sözü edilir ya, tam da durum bu. Bir tarihlerde bu ülkede Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı yapmış, Turgut Özal’a soruyorlar; “kitap okur musunuz?” sorusuna “ben sadece redkit okurum” diye cevap veriyor ya, konunun manasına tam uygundur. Bilindiği üzere 1978 seçimlerinde İzmir’den milletvekili adayı olur, hem de 1. sıradan ama millet kendisini milletvekili yeterliliğine haiz görmez ve seçmez lakin kısa bir süre sonra 12 Eylül askeri darbesi ile önü açılır, peki ön neden açılır, çünkü akıl kapalıdır, akıl angajedir ve biat etmiştir, sırası ile başbakan ve cumhurbaşkanı yapılır. Aynı dönemde parlar Demirören’in durumu, Kadri Gürsel anılarında anlatır, mezkûr zatın yanaşmalığını…Dönem itibari ile utanılmasa; “bilgi batılılar tarafından zaten üretiliyor, neden biz de üretelim, hazırını ithal ederiz daha ucuz olur” açıktan ilan edilecek ama Allah var yine de utanılıyor, uygulanıyor ama itiraf edilmiyor. Gerçi lafı bu keskinlikte söyleyince de kimse kabul etmiyor hatta kızıyor ya da üstüne alınmıyor ama bütçe yapma kudretinde olan muktedirlerin kavli beladan beri bilim üretimine ayırdıkları bütçelere de bakınca, sırları dökülüveriyor hemencecik. Nedense bilim ve bilgi hep, hotzot ile iktidar sürdürmeye niyeti ve eğilimi olanlara uzak durmuştur ya da bu kabil muktedirler bilim ve bilgiyi kendilerinden hep uzaklaştırmışlardır. Onlar için varsa yoksa hurafe, menkıbe, safsata vs. vs. Tam bir bekçi Murtaza, portresi ve şablonu…

Aaaa diğer taraftan; bilgi le donatılıp etik yoksunu hamurdan yoğrulmuşsa da, bir işe yaramıyor, ahlak ve etik ile edinilen bilgi, sahibine yarar getiriyor. Bu manada en önemli anı da şu oluyor. Görüldüğü üzere adam olmak kolay değil, olmamak ise çok kolay. Almanya’da bir lise müdürü, her öğretim dönemi başında, öğretmenlere şu mektubu gönderirmiş. “Bir toplama kampından kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. Bilgi ile donatılmış ve iyi yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, çok bilgili doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekleri, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar. Öğretimin çok iyi olmasından kuşku duyuyorum bu yüzden. Sizlerden istediğim ve beklediğim şudur. Öğrencilerinizin çok bilgili olmaları yanında, eğitimli ve vicdan sahibi iyi birer insan olarak yetiştirilmeleridir, bu yönde hiçbir çabayı esirgemeyin. Çabalarınız bu anlamda eksik olursa, öğrencilerinizin bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar haline dönüşmesi kaçınılmazdır. Matematik, tarih, kimya, din ve ahlak bilgisi, öğrencilerinizin daha iyi insan olmasına yardımcı olursa, önemlidir yoksa hiçbir önemi yoktur.”

 Bilginin ya da bilgili insan artışından beklenen, eğitilmiş kafa yaratmak, eğitimli kafanın, bilgi ile analitik düşünme kabiliyet ve marifetini arttırabilmektir. Yoksa yukarıdaki formül öngörüsü gerçekleşir, bilgi azaldıkça güç artar maazallah…

Kapitalizm; katmerli kazıklı ve kalitesiz, özensiz ve ahlaksız servise devam ediyor. Kapitalistler de sadece kârlarına bakıyor, millet te onlara avel avel bakıyor, bakışıyorlar… Konu dağıldı biraz ama toparlamaya yer kalmadı. Anlayan anladı diyelim anlayanlar da anlamayanlara anlatır, ihtiyaç oluşursa…

Pazartesi, Ağustos 12, 2019

BADİLİ HASAN


Çeşme Çarşıdaki restorasyonu birkaç yıl önce tamamlanmış “Kilise gölgesinde oturup gelene geçene selam verme” sorumlusu diye adlandırdığım bir grubun üyesi idi “Badili Hasan”, yerli olmamız hasebi ile bizden büyük olmasına rağmen dostluğumuz hep olmuştur, Çeşme’ye kesin dönüş yapmam ile birlikte, nerdeyse her gün, mezkûr grubun muhabbetleri hep olurdu kilisenin gölgesinde, bazen Sakız Ağacı, diğer gün Sakız Adası, diğer bir gün balıkçılık üstüne, ama her gün değindiğimiz bir farklı başlık olur idi, Hulki’nin Sineması başlıklı yazımı yazarken, gerekli bilgiler için başvurduğum kişilerden biri idi, her gün usanmadan ama muzipliği de hiç aksatmadan sık rastlanılmayan ismi olan yeğeninin ismini bana sorar dururdu…Hey gidi koca “Badili Hasan”, bir gün bizim grubun müdavimlerinden Mümin’in hiç beklenmeyen vefatı üzerine bizim muhabbetlere katılmak isteyenlere, “aman buraya oturma, aman burada muhabbete katılma, Azrail buralarda dolaşıyor, sen daha gençsin var git” uyarısı yapması, şimdi kendisinin vefatı üzerine en çok anımsadığım acımtrak şakası olarak aklımdadır. Bazen yakaladığı, bazen de satın alarak burada satmaya çalıştığı balıklara, çarşının arsız ama sevimli kedilerinin musallat olması ve bizim kedileri kovalamamız üzerine, kolay kolay her insandan, hele de günümüz insanından hiç beklenmeyen, “satın aldım, para verdim” gibi düşüncelere takılmaksızın, kedileri besliyor olması, taa ruhunun derinliklerine nasıl bir insanlık ve paylaşımcılık sindiğinin en önemli göstergesi idi, tabii ki benim için… Hele sokakta, sıkıntılı olan kedi ve köpek mi gördü, telefona sarılarak yeğeni Veteriner İsmail’e (Ekmekçioğlu) yaptığı emrivakiler ile tedavi yapılmasının temini yok mu idi, anlat anlat bitmez… Değme “hayvansevere” bedel ama sessiz, sakin ve çok samimi yaklaşımı, hele “ekmek parası” olan balıkları bile kedilerle nasıl içten paylaştığını görmeden, ben kime, nasıl anlatabilirim bu halları… Ve nereden bilebilirdik, şakadan öte, gerçekten Azrail’in hemen yakınlarımızda dolaştığını, Badili’yi kolladığını ve Badili’nin bunu şaka yollu da olsa hissettiğini, maalesef bir “Midilli Adası Seyahati” planı için gittiği İzmir’de, ve de ne yazık ki şekerden (diabet) bir hayli azalan görme kabiliyetinin cilvesi neticesi yoğun taşıt trafiğinde karşıdan karşıya geçer iken, belli ki uygun yerden de olmamış bu geçiş,  kendisini kaybedeceğimizi… Evet; Badili Hasan, Balıkçı Hasan, Büyük Kaptan Hasan’ın torunu ve İsmail Kaptan’ın oğlu, artık aramızda değil, şaka yollu ve en kötü kelimesi “hadi oradan be serseri” ifadesi artık öksüz, ve biz onun az ama öz konuşan halini özleyeceğiz. O da artık, yaşlanmayanlar sınıfına terfi etti, hep bu yaşı ile hatırlanacak… Balıkçı Hasan, bu fani dünyada “balık mevsimini” ebedi olarak kapatan dostumuz, inanıyorum ki Cennet’in berrak ve coşkun derelerinin kenarında balıkları izliyordur, şimdilerde…

Badili Hasan, abisi Kaya ve arkadaşları Tapıştı Yaşar ile; ortak sahibi oldukları Tirhandil teknelerinde uzun yıllar denize açılarak, sabahçı ve akşamcı ağlar atarak, voli yaparak, paragat atarak, denizi tahrip etmeden, denize hoyrat davranmadan, sadece denizin kendilerine sunduğunu tutarak ya da yakalayarak, amatörce ama denizi severek balıkçılık yaptılar. Yeke tutarak, denizin tuzunu sürekli dudaklarında ve yüzlerinde hissederek, denizde yakaladıklarını, karada geçime çevirerek, kimseye minnet etmeden yaşamlarını sürdürdüler, geride kalanlara örnek oldular, geride kalanlar onları örnek alırlar mı, orası da çok bilinmez… Balıkçı denizde iken, içinden konuşur, içinden ama direk denize ve kendisine vermeye hazır oldukları ile konuşur, yanlarındakiler pek anlamazlar bu konuşmaları, onlara bir mırıltı gelir sadece, çünkü deniz ve deniz avı gevezeliği kaldırmaz, dikkatsizliği kaldırmaz, hülasa ciddi hatta çok ciddi iştir… Gevezelik, çok konuşma karaya ötelenmiştir, aslında yaşlılığa ertelenmiştir…

“Badili” direk kendisinin edinebildiği bir lakap değildir, babadan geçme ve de miras kalmıştır. Manası konusunda birkaç tevatür bulunmakla birlikle, muhabbetsever ve bal gibi konuşan manasında “bal dilli” ifadesinin zamanla kısalarak ve konuşma dilinde kolaylaşarak bu hale geldiği rivayet ya da kabul edilmektedir. Kimine göre de; “küçük” manasındadır, ama hem baba, hem kardeşlerin vücut büyüklüklerine bakınca, bu manada olsa bile ciddi bir ironidir, olsa olsa…

Ortak arkadaşımız, Sıtkı Cenger’den dinlediğim çok güzel bir anıdan da söz etmeden olmaz; “Badili Hasan abisi ile Sakız Adası yakınlarında, balık ağlarını atarken, muhtemelen bir karabatak ya da martı gelip akşam karanlığında, abisi Kaya’nın sırtına hızlı bir biçimde çarpar, kardeşinin vurduğunu zanneden abi ise, yekeyi kaptığı gibi, kardeşine girişir, gel de anlat durumu abiye… Tüm karşı çıkmaya rağmen abi epeyce hırpalar kendisini”. Durum sakinleşince sonradan anlaşılır ama iş işten geçmiştir, gayri… Hele bir defasında, bir Alman’ın bozulan teknesinin motorunu yaptırana kadar, evde misafir edilişinin bir hikayesi vardır, her misafirperverim diyene tam şümullü misaldir, vallahi… Bir de komşusuna ödünç verilen bir “eşek” hikayesi vardır, ama sonu hazin olup burada anmaya gerek yok kanısındayım…

Geldik sona; şair Oktay Rıfat’tan bir şiir ile kendisini analım…

Denize vuran balıkçı
bir aynadan döner bize
yüreği rüzgara göre
mintanı yamalı
ayakları çıplak
elleri güzel

denize vuran balıkçı
kuşu yıldızı getirir bize
kabuklu böcekler ve yosun
bırakır sepetini küpestesine
denizde pupa yelken günümüzün
geceler kısacık gündüzler uzun

Cumartesi, Ağustos 03, 2019

TUFAN KAPTAN


Baba, kimselerin bulunmadığı kasabanın meydanın küçük çocuğa kızıyor, bağırıyor hatta birkaç ta tokat vuruyor, çocuk iki göz iki çeşme, hüngür hüngür ağlıyor. Derken, karşıdan Banka ile Hükmet Binası arasından bir grup kadın kendilerine doğru geliyor, gerçi ne ağlayan çocuk ne de ona bağıran adam onların umurunda ama Adam hemen kendine çeki düzen veriyor ve “ne ağlıyorsun be çocuğum, neden, bak 25’i aldın, karnın tok, ne ağlıyorsun” diyerek, kızgınlıktan eser kalmayan bir ses tonu ile çocuğu sözde teskin ediyor. Burada kadınların bir anda belirmesi babayı nasıl ve neden yumuşatıyor belli değil, belki rezil olduğunu düşünüyor, belki ne kadar müşfik bir baba olduğunu göstermeye çalışıyor, belki çocuğa kızdığına pişman olup bir anda nedamet getiriyor, bilinmez. Bu yaşananlarda baba rolü, Çekirge namı ile maruf babamın arkadaşı, arkadaşımın babası, Mehmet Çınar, oğul rolü ise arkadaşım ömrünün büyük bir bölümünü “Kaptan” olarak tamamlayan arkadaşım Tufan. Babaya neden “Çekirge” lakabı verilmiş, bilmiyorum, ama kasabamızın geleneği gibi duran baba lakabı ile anılmaya devam etme, Tufan Kaptan’da pek oturmadı, Tufan futbolculuğu döneminde kendi lakabı olan “kedi” lakabını yarattı ya da aldı ve o lakap ile de yaşadı. Benden birkaç yaş büyük olmakla birlikte, çok erken yaşlardan başlayan dostluğumuz, uzun yıllarca fasılasız devam etti.

Tufan 70’li yıllarda Çeşme Ilıcada babasının çalıştırdığı Ilıca Termal Otelde yaz aylarında babasına yardım etmek amacı ile çalışırdı, mezkûr dönemde arkadaşlığımız daha da ilerledi, bende hemen yanındaki Dayımın çalıştırdığı Ankara Otelde yaz aylarında harçlığımı çıkarmak için çalışmakta idim. Dönem itibari ile, Ilıca Çeşme’nin en tanınmış ve en fazla turist ağırlayan bölgesidir ve ciddi miktarda da İzmirli yazlıkçılar vardır. Çok muhtemel geleneksel şifalı su terapisinden faydalanma kapsamında “termal su” merkezli bir yoğunluk gibi dururdu sanki. Geleneksel diyorum çünkü Çeşme Tarih okumalarında fazlalıkla görüldüğü üzere, geçen 2 yüzyıl boyunca özellikle de hafta sonları Adalardan şifalı sulardan faydalanma amacı ile gemi turları düzenlendiğini, bu nedenle çok eski dönemlerde Otel işletmeciliğinin başladığı bilinmektedir. Hele ki sonradan yıkılan ama hafızalarda hala dimdik duran “Topan Ilıcalar” efsanesi hiç tükenmeyecek olup yıkım kararı alanların ve yıkanların yakasını hiç bırakmayacak bir leke olarak durmaya devam edecektir. Yazlık sinemaları, sinema sonrası mutlaka uğranılan “kumru” büfeleri, büyük Turban Oteli nedeni ile yabancı turisti hiç eksik olmayan, şantiye evleri münasebeti ile de gerek İstanbul gerek Ankara ve gerekse de İzmir’in sosyetesinin arz-ı endam ettiği bir bölgedir, Ilıca. İşte böyle bir atmosferde arkadaşlık ettik Tufan Kaptan ile. Dönemin en meşhur otellerinden biri de şimdiki Ilıca Plajının Şifne yolu köşesindeki Balin Otel ve diskosu idi. Bir defasında çalıştığımız Otelden tanıştığımız kız arkadaşlar ile bu diskoya gidişimiz, gençliğimizin ilk süslü ve şatafatlı macerasının hatıralarını oluşturmaktadır. Sonra benim öğrencilik nedeni le Adana yolculuğumun bir miktar mesafe oluşturdu ise de bilahare Kıbrıs hattında çalışan Çeşme kökenli denizcilik işletmesine ait Ertürk adlı geminin kaptanlığı ile tekrar yollar kesişmiş idi, ama bu sefer güneyde. Güneyli faaliyetler sonra güneyli evliliklere kadar gitti.

İş olarak kendisine “Kaptan” olmayı seçmiş olması adeta dönemin efsane kadrosuna sahip “Çeşme Gençlik” futbol takımının kaptanlığını yapıyor olması ile başlamış bir tutku idi sanki. Tufan, efsane oyuncu kadrosu, efsane antrenör İsmail Denizli önderliği ve yönetiminde Çeşme Gençlik futbol takımının bölgesel amatör liglerde fırtına gibi estiği yılların oyuncusudur, kimine göre kesici kimine göre stoper kimine göre bek gibi isimlerle anılan iyi bir savunma oyuncusu idi döneminin. Dönemin tüm efsane oyuncuları ile arkadaşlığım ve Tufan Kaptanın takımdaşlığı son güne kadar devam etti. Takımın tüm oyuncuları ile olan arkadaşlığım ve dostluğum nedeniyle futbol oynamayı mahalle arasındaki saha dışına asla taşıyamamış birisi olmama rağmen Çeşme Gençlik antrenmanında bir çift kale maçta bana İsmail Denizli’nin torpili, oyuncularında hoşgörüsü neticesinde azıcık oynamama müsaade etmişler ve kısa sürede de saha kenarına gönderilmiş idim (aslında kovulma), gerekçe futbolu bilmemek, sakatlamaya yönelik faul yapıyor olmam, ama o kadro ile yaklaşık bir 10 dakika bile oynamanın şerefine nail olmuştum, bu da yeterdi. Bunun üzerine bende iyi bir seyirci ve taraftar olma konusunda irade beyan etmiştim. Büyük ölçüde Çeşmede bulunduğum sürede idmanları bile izlemeye giderdim, benim için büyük bir keyif idi. Bu vesile ile İsmail Denizli, Tokmak Ahmet, Somalı h-Hasan, Kedi Tufan, Ardızoğlu Latif başta olmak üzere tüm yitirdiğimiz arkadaşlarımızı hasret ile anarken halen görüştüğümüz Agili Ergun, Konsolos Nail, Kaleci Arif Çilek, efsane forvetler Mehmet Erküçük ve Şerif Gün olmak üzere tüm dostlarıma buradan selamlarımı iletiyorum.

Hey gidi koca Kaptan Tufan, neler var neler hafızamda, seni ve seninle ilgili olanları anlatmak ve yazmak üzere, 70’li yıllarda zor bela temin ettiğimiz Drahmileri verip bize Sakız Adasından kot pantolon (bluejeans) getirmelerini mi, Sakız adasından damla sakızı getirmelerini mi, Kıbrıs’a çalıştığın dönemde Silifke’de tesadüfen karşılaşmamızı hemen inanılmaz içtenliğin ile haydi arabanı da yükle seni Kıbrıs’a götüreyim demeni mi, Adana’dan evli olman nedeni ile Adana’ya gelince ziyaretlerini mi, son dönemde Sakız Adasında kalışlarını mı, neler neler…

Bir süredir ortalıklarda görünmeyince kardeşi arkadaşım “Çekirge İbo’ya” sorunca, öğrenmiştik acı gerçeği, cağın belası rahatsızlığa düçar olduğunu ve hızlı ilerleyişini, bu nedenle artık evden dışarıya çıkamadığını… Ve ne yazık ki bu bilgiyi aldığımızdan çok kısa bir süre sonra seni kaybettik ve o gün son uğurlayışta tüm sevenlerinin ve dostlarının hatta azıcık dahi olsa tüm tanıyanların ve de Çeşme Belediyespor’un tüm faal ve eski yönetici ve  sporcuları ile uğurladık seni, kimimiz kahrolarak, kimimiz ağlayarak, ama kalbimize gömerek…