Yazar,
Şair, Araştırmacı, Gazeteci Yaşar Aksoy’un son kitabı “Bizim Köy Balıklıova”
daha önce de dediğim üzere benim için çok enteresan anılarla dolu. Radiy
Fiş geliyor, Yaşar Aksoy tarafından “Börklüce insanlarının” yaşadığı
bölgeye, Balıklıova’ya. Radiy Fiş önemli bir Rus yazar, Türkolog ve esasen de
benim açımdan önemli tarafı; “Ben de halimce Beddeddinem” adını verdiği
Şeyh Beddeddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal ile yoldaşlarının hayat
hikayeleri ile “Nazım’ın Çilesi” adını verdiği her yönü ile değindiği
Nazım Hikmet’in hayat hikayesini kitaplaştırmış olmasıdır. Dediğim gibi her iki
kitabı daha önceleri okumuş idim, bu vesile ile aldığım notlar üstünden mezkûr
eserleri bir daha gözden geçirme fırsatı doğdu. Yaşar Aksoy kendisi ile çok
yakın dostluklar oluşturmuş ve anladığım kadarı ile de çok detaylı ve anlamlı
muhabbetler yapmış, lakin bu muhabbetler ötesinde, Radiy Fiş’in Şeyh Bedreddin
kitabı için yaptığı coğrafi ve örfi araştırmalar ziyadesiyle dikkatimi çekti. Elinde;
Şeyh Bedreddin, kazaskerleri, müritleri ve taraftarları hakkında her türlü
doküman var iken mezkûr fikriyatın, muhteşem direnişinin ve nihayetinde
tenkilinin yaşandığı topraklara gelerek fiziki ve sosyal çalışma yapması, hem
de Türkiye ile Sovyetler Birliği arası seyahatlerin çok zor yapılabildiği bir
dönemde bu çalışmaların yapılmış olması gerçek manada takdire şayandır. İşte
böyle büyük yazar olunabiliyor demek ki…
Neyse;
Yaşar Aksoy, kitabın bir bölümünde, “Rady ağabey, Şeyh Bedreddin
ve müridi Börklüce Mustafa üzerine belgesel bir roman yazmak istiyordu. Kurguyu
kurmuş ama coğrafya üzerine oturtamamıştı. Onun için bizzat olayların geçtiği
coğrafyayı en ince ayrıntısına kadar öğrenmek amacındaydı.
Cehennem
Vadsi neredeydi? Çünkü Osmanlı ile isyancılar arasında büyük savaş orada
olmuştu. Denize uzaklığı ne kadardı? Bedreddin Çeşmesi nerede idi? Hala suyu
akıyor muydu? Cehennem Vadisi’nden sahile eşek veya at üzerinde kaç saatte
varılırdı? Böyle sorular kafasını kurcalamaktaydı…
Bir
gün bize “bana eşek bulun” diye tutturdu. Israr ediyordu.
Dede
ile bakıştık. Adamın niyeti bozuk mu diye fısıldaştık…
Meğerse
eşek üstünde coğrafyayı ölçüp biçecekmiş.
Bir
eşek bulduk, sıska diye istemedi.
Bir
başkasını bulduk gebeş diye istemedi.
Nihayet
pehlivan gibi bir eşekbaşı bulduk. Tamam dedi.
Çıktık
araziye, ovalara, vadiler, yamaçlara, dağlara… Rady baba eşek üstünde biz
tabanvay… Günlerce, saatlerce…
Eşek
üstünde habire not alıyor, saat tutup zamanı kaydediyordu…
Eşeğin
anasından emdiği süt burnundan geldi.
Bizim
bizzat anamız ağladı.” diye o günleri anlatıyor. Direnişin
yürütüldüğü her nokta ve aralarındaki mesafe dikkatle ölçülüyor daha önceden
hazırlanan kurgunun içine yerleştiriliyor her bir detay… Rus yazara “abi” diyerek
yazar ve araştırmacı olmanın ötesinde daha üstün bir paye veriyor, eee kolay değil
abi olmak ya da abilik yapmak… Herkes abi de olamaz kolayca, o makam önemlidir,
bakmayın siz şimdilerde yaygın ve yaşça büyüklere yönelik kullanılmasına esasen
“üstat” manasına kullanıldığında yaşın bir önemi de kalmaz, kalmıyor da zaten.
Yaşar abimizin
kitabında, genellikle baş rolleri kapan tipoloji; devrimci, sosyalist, Kemalist
hülasa muhaliflerden müteşekkil… Tesadüf de olabilir…
Neyse;
biz Radiy Fiş ile devam edelim, bahse konu “Nazım’ın çilesi” adını
verdiği kitabını çok önce okumuş idim. Radiy Fiş’in bu dikkatli, özenli, planlı
ve gerçeği yansıtan kitabından da bir pasaj aktararak hem onu hem de dünya devi
Nazım’ı analım…
Nazım
Hikmet; muktedirlerin amansız ve mesnetsiz düşmanlığı karşısında elindeki tek
silah olan “açlık grevine” başlar… Nasıl bir iflah olmaz düşmanlık ise gayri,
çok önemli bir general dayısı olmasına rağmen, başta Fevzi Çakmak olmak üzere sonra
sırası ile Adnan Menderes ve Celal Bayar bile hedefindedir. Mezkûr kitapta,
ister devlette devamlılık babından kabul edin ister düşmanlığın terekesi ya da metrukatı
ya da irsiyeti muazzama kabul edin, müthiş bir hikâye var…
“Sararmış
bir gazetedeki fotoğrafa-14 Nisan 1950 günü çekilmiş- bakıyorum. Nazım,
iliklenmemiş paltosu sırtında, şapkasız -İstanbul’da hava artık ısınmaya
başlamıştı- hastahane avlusundan geçiyor. Zayıflamış yüzünde belli belirsiz bir
tebessüm. Yukarıya doğru bir yere -bir pencereden el mi sallıyorlar- bakıyor,
yoksa solgun bahar gök kubbesine mi bakıyor? Bir şeye gülümsüyor ama neye?
Tanıdık bir yüze, düşüncelerine, yoksa doğup büyüdüğü şehrin havasına mı?
İki
yandan, bir adım geride, gardiyanlar yürüyor. Aşınmış metelikler gibi yıpranmış
yüzlerinde o anın önemi ve kendi mevkileri ile böbürlenme var.
Zira
bunlar alelade gardiyan değildir. Fotoğraf makinesine en yakın olup, objektife
bakan, İstanbul cinayet aleminde tanınmış bir komiserdir. Lakabı Parmaksız.
Vatanseverler aleyhine açılan bir davada, suçlarının şahidi olarak duruşmaya
iştirak ederken, gizli siyasi polis şefi olduğunu ve bu teşkilatta 1915
senesinden beri çalıştığını yemin altında beyan etmiş. Önce “Sultan Polisi
Filörü” olarak işe başlamış, fazla liberal düşünenleri gözetlemiş. İşgal
senelerinde İstanbul Şehri işgal kuvvetleri tarafından kumandanlık
mıntıkalarına bölümünce Galata-Karaköy Amerikan mıntıkasında bulunan karakolda
hizmet görmüş, milli mücadeleye yardım eden Kemalistleri yakalayıp sorguya
çektiriyormuş. Emniyet şubesi o senelerde de, 1950 senelerinde olduğu gii,
Sansaryan hanı’ndadır. Bütün fark, işgal kuvvetleri zamanındaki gibi
işkencelerin bodrum katında değil, hanın üst katında yapılması ve artık
Kemalistlere değil, komünistlere yapılmasından ibaret.
…
Derler
ki br insan hakkında fikir edinmek için yalnız dostlarına değil, düşmanlarına
da bakmalı. Nazım Hikmet’i kendine düşman bilen yalnız Parmaksız değildir.
Fakat bu gibi insanlar, bütün değersiz insanlar gibi, kendi önemlerini kendi
gözlerinde büyütmekteydiler.”
Evet,
Yaşar Aksoy abimizin, okunası bu kitabını büyük bir keyifle okurken Radiy
Fiş’in Balıklıova’dan bu anlamlı geçişine de bir kez daha selam duruyoruz.
Bunları hatırlamak ve nice güzel yaşanmışlıklarla dolu ve taçlandırılmış bu
kitabın edinilip okunması da tartışmasız önerilir.