Çarşamba, Aralık 19, 2018

GOLF YATIRIMI


Şimdilerde bakıyorum, tekrardan bir “Golf Sahaları” yapalım gibi vaatler ön plana geçmeye başladı, umarım bu konudaki yatırım planları ya da vaatleri sadece sözde kalır ve bizde bir vade sonra unuturuz zaten, konu da kendiliğinden kapanır. Yoksa sonu maazallah… Golf bırakın Çeşme’yi, Türkiye’nin değil, hatta Dünyanın bundan böyle tercih etmesi gereken bir spor dalı değildir, o da spor ise eğer, ilaveten uygun bir yatırım da değildir, bir sürü nedenle. Bildiğimiz konuları paylaşacağım aşağıda, aaa biliyorum bu yazıyı kim okur, kim umursar, kim doğru bulur, söylenenler doğru mudur diye kim araştırmaya girer, Emin olun; kimsenin umurunda değil, söyleyeceğim bu kelamlar… Aynen, abuk subuk açık deniz balıkçı barınağında, RES’lerde, JES’lerde, ne oldu ise bunda da aynısı olur. Bizimkisi “Güncel Politika” değil, ilaveten karar vericiler ile birlikte politika da yapmadığımıza göre, yazıldığı ile kalır eminim. Kaygımız sadece ve sadece memleket, sevdamız memleket, hedefimiz doğayı korumak. Zinhar başka bir derdimiz yok. Aaa biliyorum, deniz kenarında dalganın kıyıya vurduğu deniz yıldızını denize tekrar göndermenin de faydası yok ama, ne yapayım elimden başka bir şey gelmiyor. Yine de yazalım, yazalım ki, hani Firavun’a sormuşlar “nasıl firavun oldun” diye o da cevaben “kimse itiraz etmedi de ondan” denmesin, en azından tarihe not düşelim…

Golf’ün çevreye ve doğaya vermiş olduğu zararlar, artık tüm dünyada görülmüş, öğrenilmiş ve anlaşılmıştır, tam da bu nedenle başta golf’ün çok yaygın olduğu ABD, Kanada ve Japonya’da, başını çevrecilerin çektiği golf karşıtı büyük lobiler oluşmuş ve mezkûr spora karşı inanılmaz büyük çaplı tepkiler organize edilmiştir. Bakmayın siz, bu kabil çevre ve doğa tahribatına gözünü kapamış medyanın bu konuları gündeme taşımıyor olmasına, bu para babalarının sahibi olduğu medya kuruluşları yazmıyor, söylemiyor ya da haber etmiyor diye, herkes sağır, kör ve dilsiz değil… Ciddi protestoların olduğu kesin olup sadece yansıtılmıyor, o kadar…

Bir de Golf prestij yatırımı ve sporu imiş gibi kelam ediyor olanları da çok ciddiye almamak gerektir herhalde ya bilmiyorlardır ya da bilmiyorlardır (!!!), tekrarladığıma bakmayın, oraya yazacağım kelimenin hukuki sonuçları olabilir diye düşünüyorum. Ayrıca bu “prestij” kelimesi, “itibar” kelimesi ile başlayan ve savunulan bir dolu yatırım bize yabancı değil ilaveten de doğru da değil. Allah muhafaza, sizin için golf itibar projesi olur, başkası için kasr itibar projesi olur ve de etrafımızda itibar projesinden geçilmez. Terminoloji seçiminde de dikkatli olunması mutedil politika yürütmenin önemli bir aracıdır, çok gergin gündemimize de katkısı olmaz.

Şimdi gelelim; Golf yatırımının nasıl bir çevre ve doğa katliamına neden olduğunu dilimiz döndüğünce anlatmaya. Bilindiği üzere Golf sporu çok kaliteli bir çim saha gereksinimi gösterir, bu nedenle yatırım maliyetinin yanında işletme maliyeti de önemlidir. Evvelemirde sporun doğası gereği çimin bir hayli kısa kesilmesi gerekmektedir, bunun teknik anlamda manası ise, kısa kesilen çimin kendisi için gerekli “fotosentezi” layığı ile yapamamasına neden olur, binaenaleyh normal çimin besin ihtiyacına göre daha fazla beslenmeye ihtiyaç göstereceği aşikardır, bunun da anlamı gereğinden nerede ise 5 ya da 6 kat fazla gübre kullanılma ihtiyacı doğar. Tabii ki gübre ihtiyacı da doğal gübre ile karşılanamamakta olup kimyasal gübreye müracaat edilmektedir. Kimyasal gübrenin bu dozda yani aşırı miktarda fazla kullanılmasının ise yeraltı sularına verdiği zarar gayet açıktır, zaten sınırlı ve sıkıntılı olan yeraltı su rezervimiz bu manada risk altındadır ve bu riskin oluşması halinde de telafisi mümkün değildir. Haydi mümkün değildir demeyelim ama oldukça güç ve pahalı sonuçlar doğurur. Uzmanların yaptığı araştırma ve yazdıkları raporlara bakılma lütfu gösterilirse eğer, görülecek ki, ilaç kullanımı da bir o kadar tehlikeli sonuçlara gebedir, normal tarım ve çime göre 6 kat daha fazla ilaçlama yapılması kaçınılmazdır. Diğer taraftan; yine yaklaşık 1.000 dönümlük bir golf sahasının su ihtiyacı da yaklaşık yıllık 1.000.000 m3 (metreküp) olup neredeyse 15.000 kişilik bir kentin 1 yıllık su ihtiyacına tekabül etmektedir. Saydığım bu 3 adet gerekçenin yanında sosyal tarafları da şüphesiz vardır ve birazdan onlara da değineceğim. Ancak; bu teknik izahlara rağmen hala “golf yatırımını” bir turistik ve ticari yatırım olarak görür ve ısrar edersek eğer doğal kaynaklarımızın sürdürebilir olmasına yönelik ettiğimiz kelamların ya manasını bilmediğimiz anlaşılır ya da takiye’ye devam durumudur. Bugün dünyada yaklaşık 60.000.000 (altmış milyon) golf oyuncusu olduğu ve bunun yaklaşık 40.000.000’nunun (kırk milyon) da ABD de olduğu düşünülür ise gerek ülkemize gerekse de ilçemize gelen ABD’li turist sayısını söylemeye bile gerek yoktur herhalde. Yani dünyada dünya nüfusunun %1’inin Golf ile ilgili olduğu bunun da %66’sının ABD’de olmasının, mesafe ve tercihler açısından nasıl turistik katkı sunacağı da takdire şayandır. Ayrıca ülkemize gelen ABD’li turistlerin bir istatistik değer olarak sunulmasının bize faydası olamayacağını da nerede ise tamamının “Kruvaziyer turisti” olmasından bilmekteyiz. Geriye kalan ise zaten bizi az tercih eden kuzey Avrupa ülkeleri turistleridir. Ayrıca; diğerleri de Çeşme’ye golf oynamaya neden gelmeliler acaba?

Golf; Dünyadaki kabulü ile mutlu azınlığın sporudur, aaa tercihiniz mutlu azınlık spor yapsın ise eğer, golf doğru yatırımdır ama yaygın kitleler hatta geliri çok düşük olanlar bile yapsın diyorsanız zinhar yanlış ve hatta bu manada bile zararlı bir yatırımdır… Bırakın bu bireysel sporların altyapılarını hazırlamayı, bırakın bireysel spor yatırımlarını, ülkemizin ihtiyacı “sosyal” olmanın gereği olarak kitle sporlarıdır, destekleyin kitle sporlarını lütfen… Valla illaki yapacağız diye bir inada da sahipseniz bari doğal çim yerine sentetik ya da suni çim yapın…

Haa bir de istihdam yaratılacak gibi kelamlar edilirse de bu işi hiç bilmeyenlerin konuştuğu söyleyebilirim, çünkü personel istihdamı açısından bir hayli cimri bir organizasyondur, golf yatırımı… 1600 – 1700 dönüm araziye yaklaşık 600-700 dönüm çim bölge gerekir, böyle bir tesiste de maksimum 25 bilemediniz 30 personel çalışır. Gerisi laf-ı güzaf… Ben görevimi yaptım, kendimce bildiğim doğruları yazdım. Söz, yetki ve karar sahiplerinindir. O zaman da benim ki laf ola beri gele…

Pazar, Aralık 16, 2018

SİNYALİZASYON


Ankara-Konya seferini yapan YHT’nin (Yüksek Hızlı Tren) kılavuz lokomotifle çarpışması sonucu 3’ü makinist 9 kişi hayatını kaybetti, 47 kişi de yaralandı. Haber böyle geçti. Haber geçti ama bizim yüreğimizi deldi geçti, bazıları için bu ölümler bir istatistik olabilir ama bizler için değil, tüm ülke kahroldu… Bunun üstüne Sn. Bakan çıktı dedi ki; “demiryolu işletmeciliğinde sinyalizasyon olmazsa olmaz değildir” … Bizdeki bilgiler böyle olmamakla birlikte, köprünün altından çok sular geçmiştir diyelim ve tabii ki kendisi Bakandır ve en son bilgiler kendisindedir ve her şeyi biliyordur ki böyle konuşuyor diyelim.

Yıl 1990 Eskişehir-Ankara arası sinyalizasyon projesinin gerçekleştirilmesi ihalesi, çalıştığım STFA firmasının da içinde olduğu bir konsorsiyumunca üstlenilmiş, şimdi adını hatırlayamadığım bir Japonya firması ve Almanya firmaları da sırası ile proje ve malzeme tedarikçisi idi. İnşaat işleri tamamen bizim firmanın sorumluluğunda yürütülüyor ve Şantiye Şefi olarak sahadaki tüm uygulamalardan sorumlu idim. Bu projenin gerçekleştirilmesi aşamasında, sinyalizasyon üstüne bazı basit kural ve tespitleri öğrenmiş olmam itibari ve proje bilgisi çerçevesinde bunlarla birlikte birkaç anımı paylaşmak istiyorum…

Sinyal ile kontrol edilen hatlarda, kazaların ancak “makinist, sinyalizasyon, dispatcher” (merkezdeki hareket memuru) üçlüsünün aynı anda aynı hataları yapması netcesinde olabileceğini öğrenmiştik evvel emirde, yani aynı anda aynı hatalar gerçekleşecektir ki kaza olsun, yoksa kaza olma ihtimalinin nerede ise sıfır olduğu bilgisi aktarılmış idi yetkililer tarafından… Üstüne üstlük bizim gerçekleştirdiğimiz projenin en önemli kısmı ise, Dispatcher tarafının tamamen compütürize (CTC) edilmesi esasına dayalı olduğundan, sistem ve sistemi oluşturan üçlü daha güvenli yönde tahkim edilmiş bulunuyordu. Yani; diğer teknik altyapı problemlerinin tamamen giderilmesi ve çözülmesi ile altyapının hızlı ulaşıma cevaz verecek hale getirilmesi, esasen tren trafiğini daha da arttıracaktır bilindiği üzere, tam da bu nedenle güvenli seyrüsefer önceliği önem kazanacaktır. Demiryolu (tren yolu) sürat ve fren mesafesi korelasyonu mucibince “blok” adı verilen esasen de sinyal düzenlemesi yapılacak mesafelerde bölümlere ayrılmaktadır. Yolların bloklara bölündüğü ve her bloğun ayrı ayrı sinyal kontrolü yapıldığı bu alanlar, basit elektrik prensiplerine (hatta ortaokul fizik bilgisi) göre düzenlenir, blok ray giriş ve çıkışları izolatör contaları (düzenekleri) ile bölünür, bir yandan karşılıklı 2 ray da birbirinden izole edilerek ayrılır iken diğer taraftan da bloklar birbirlerinden bağımsız çalışmaya başlarlar. Blok içindeki tek taraflı raylar elektrik iletimi için birbirleri ile ortak çalışacak düzeyde olmak kaydı ile iletime uygun tellerle birbirleri ile irtibatlandırılır. Blok bir taraftan bir batarya ile seri akım direnci ile beslenir, bloğun diğer ucundaki raylarda bir röleye bağlanır, yol (blok) boş olduğunda rölede enerji bulunmaktadır. Eğer blok içine giren bir tren olur ise, bloktaki karşılıklı 2 ray arası devre kurulur ve kısa devre oluşumu nedeni ile röledeki enerji kesilir, sinyal sistemi kontrole başlayacaktır. Blokların bu meşguliyeti trenlerin birbirleri ile karşılaşmasının önüne geçmektedir en basit anlatım ile. Yol üzerinde çalışan personelin ya da geçen yayaların ya da hayvanların güvenliği ve raylar arasındaki kaçak dirençte harcanacak enerjinin düşük seviyede tutulabilmesi için ray devresini beslemekte düşük gerilimler kullanılmaktadır. Ray kırılmalarında bile bu sistem erken uyarı görevini yapmaktadır vs vs. Nokta… Hatta 3 nokta… Bilmeyenler ortaokul fizik dersinde öğrendiklerini hatırlamaya çalışsınlar…

Diğer taraftan, “Yolcu” (farklı bir ismi de olabilir) diye bir eleman olur onların bir menzili vardır, o menzili yaz, kış, kar, soğuk ve rüzgâr deneden her gün yürürler, neden çünkü hattın emniyeti önemlidir. Basit vida sıkma işlerini yapar, daha önemlilerini anında merkez bakıma bildirir, bu amaçla direk merkez irtibatlı belli mesafelerde telefonlar bulunmaktadır, şimdi personel tasarrufu diye bunların işine son verirseniz, ya da bu kabil zor şartlarda yürütülen işlere son verir, personele kolay iş verirseniz, maazallah…

Bir de komik bir hikâye, çalıştığımız hattın “Beylikköprü” bölümünden, zamanın beherinde bir Demiryolu İşçisi evinin uzağındaki bir istasyona sürülür, gittiği çalışma yeri ile evinin bulunduğu arasında tek ulaşım yolu demiryoludur, topoğrafya bir başka ulaşıma el vermemektedir. Adamcağız sabah işine gitmek üzere istasyona geliyor, tren ile işe gidiyor ancak akşam dönüşlerinde istasyona gelip oradan evine gitmesi halinde de haddinden fazla zaman kaybı oluyor. Arıyor, tarıyor bir çözüm üretemiyor. Yetkililerden tekrar eski çalışma yerine atamasının yapılmasını yalvar yakar istiyor ama mevzuat ve müdüriyet bir türlü insafa gelmiyor, aile durumdan çok muzdarip… Hemen devreye ailenin ortaokula giden çocuğu devreye girer, babası ile irtibatlı ve destekli fizik bilgilerini konuştururlar, her akşam babasının geldiği treni evlerinin önündeki bloğu karşılıklı rayları irtibatlayıp kısa devre oluşturmak sureti ile blok meşgule düşürülünce, tren mezkur 3lü tarafından otomatik durdurulur ve baba trenden çaktırmadan iner, artık zamandan tasarruf devrine geçilmiştir. Ancak bir süre sonra hep aynı trenin hep aynı blokta otomatik durması dikkat çeker, yapılan gözlem ve araştırmalarda bu cingözlük anlaşılır, gerekli cezalar verilir vs… Çocuğun fizik bilgisi ile babanın demiryolu işletmeciliği bilgisi ceza almalarına engel olmaya yeterli olamamıştır…

Sinyalizasyonun çok önemli olduğu söylenirdi o zamanlar, gerçi tarih 1990 gibi idi üzerinden yaklaşık 30 yıl geçmiş, tabii ki teknolojik gerekler ve gerçekler de değişmiş olabilir. Bir başka anı ve hissesi ile sonlandıralım; bir akşam şantiye personelden biri dönmeyince arazide arama çalışması yaptırmış idim, ne görelim bizim sürveyan arkadaşımız arazide köpeklerin saldırısına uğramış, korkudan “sinyal” direğinin üstüne tırmanmış ve orada oturmaktadır, anlayacağınız sinyal direkleri o tarihte de sinyal dışında da hizmet sunmakta idi, uygulamalı bunu da görmüş idik. Yani bu anlamda bile olsa sinyalizasyon gereklidir diyelim… İyi haftalar.

Cumartesi, Aralık 08, 2018

ÇEŞME SİLUET PROJESİ

Zamanın behrinde, Çeşme’nin denizden yaklaşımda siluetini oluşturan yapıların gerek gabari gerekse cephe özellikleri açısından bir bütünlük ortaya koymadıkları iddiası üzerine, aralarında Çeşme Kaymakamlığı, Çeşme Belediyesi, İzmir Ticaret Odası, Mimarlar Odası İzmir Şubesi, İzmir Ekonomi Üniversitesinin bulunduğu kurumlar vasıtası ile “ÇEŞME MERKEZ SAHİLİ KAMUSAL MEKANLARIN VE CEPHELERİN DÜZENLENMESİ” Projesi kapsamında gabari olarak silueti bozan yüksek yapıların mevcut imar planında belirlenmiş olan koşullara uygun olarak yenilenmesi, cephe kaplamalarının yenilenmesi ve cephelerde yapının doğal uzantısı ve parçası olmayan ünitelerden temizlenmesi ve bu uğurda da ahşap merkezli malzeme kullanılması hedeflenmiştir kapaca… Detayda ise; Proje bağlamında temel olarak 2 yapı önerilmekte olup birincisi, “Otogar Marina aksında Marina Meydanında yeşil çatılı zemin altında kapalı otopark planlanırken, zemin üzerinde meydanla bütünleşecek ticari kullanım amaçlı”, ikincisi de; “kent meydanında kente dışarıdan gelecek olan ziyaretçiler için bir bilgilendirme ve hizmet yapısı olarak kurgulanmış Info-Exchange binasıdır”. Ancak İnfo-Exchange binası bir tarafı ile Kale diğer tarafı ile de Atatürk anıtının algılanmasına engel olmaması için geriye çekilmesi planlanmaktadır. Siluet Projesinin en can alıcı öngörüsü ise; siluetin uzun mesafeli ve fazla binayı kapsıyor olması nedeni ile, bina düzenlemeleri, ekonomik olması düşünülerek binaların fasadına ikinci bir cidar planlanacak ve eklemlenecek ve hatta malzeme metal taşıyıcı konstrüksiyon doğal ahşap olacak… Bahçe duvarları bile kaldırılacak, antenler, klimalar görüntü kirliliği yaratılmaması adına kaldırılacak, doğal doku ile uyumsuz PVC malzemelerden doğramalar kaldırılacak, Kamu binalarında krem, özel binalarda bej ve beyaz renkler kullanılacaktır, vs vs…
Bakılınca maşallah dedirten yaklaşımlar, bakmayın size benim özetlediğime, daha ne detaylar var ne detaylar… Yahu bunlar bir gerçekleşmiş olsa Çeşme harika bir siluet verecek Çeşme Körfeze denizden gireceklere… Hay Allah…
Projeyi duyunca dönemin şehremenisi beyefendi ile konuşuyoruz, daha doğrusu soruyoruz, muhterem cevaplıyor;
-        Sahili merkez alan bir proje çalışması başlamış “siluet düzenlemesi” adı altında, hayırlara vesile olsun, ne diyorsunuz?
-        Sahil düzenlenecek, “Yerel yönetim, Meslek Odaları ve Üniversite iş birliğinde geleceğe bir iz bırakmak amacıyla ortak akıl ile hayata geçirilecek” bir projedir. Harika işler yapacağız.
-        Peki bu düzenlemede “gabari” konusunu delen binaların fazla katları kamulaştırılıp yıkılacak mı?
-        Onun kolay olduğumu zannediyorsunuz?
-        Hayır, ama bu olmayacaksa bu projeden ve uygulamalarından bir sonuç elde edemezsiniz, beyhude bir çalışma olur ayrıca proje ortaklarınızın bir kısmı çok ta uygun ortak gibi görünmüyor.
-        Saçmalamayın, bildiğiniz bir şey yok, sadece konuşuyorsunuz.
-        Peki başkan hep birlikte görürüz sonuçlarını, umarım bizi yanıltırsınız.
-        Haydi hoşçakalın…
-        Güle güle başarılar.
Derken; ne görelim, hiç düşünmediğimiz, İzmir Ticaret Odası Başkanı ile İzmir Ekonomi Üniversitesinin Mütevelli Heyetinin Başkanının aynı kişi olması ve Tekke Plajının arkasında ağaç kesimleri ve inşaat çalışmaları başlamış…
Yolda rast geldiğimiz Meclis Üyesi bir başka muhtereme soruyoruz
-        Sn Vekil’im Tekke Plajında ağaçlar kesiliyor, galiba emsali de bir hayli yüksek inşaatlar da başlayacakmış.
-        Ya evet, adam, Bakanlık’tan işi çözmüş, tüm izinlerini Ankara’dan halletmiş.
-        Emin misin, Ankara’dan çözüldüğüne.
-        Evet.
Bu diyaloğun sonrasında; Şehremeni ile karşılaştığımızda, Siluet Projesinin nasıl ilk sonuçlar verdiğini soralım dedik;
-        Başkanım, sizin Proje galiba takdiminde hiç olmayan bir sonuç verdi, Tekke Plajı elden gidiyor.
-        Adamın hakkı, kullanmak istedi, biz de verdik. Senin de yerin varsa gel sana da verelim.
-        Hayırlısı olsun, ama yapılanlar bir tarih, kültürel değer ve doğa katliamı ve asla unutulmayacak ve asla telafisi olmayacak.
-        Bildiğiniz bir şey yok, sadece konuşuyorsunuz.
Konuşma Şehremeninin dama yapması ile nihayetlendi. Dama Tekke Plajı ve tepesi verilerek alınmış galiba. Ama Şehremeni herkesi, “bir şey bilmiyorsunuz” diye suçluyor, zannedersiniz ki, kendisi her bir şeyi biliyor. Aslında zaten tüm iktidarı boyunca yaptıklarına bakınca kendisinin de bildiği yanıldığına yetmemiş, her şey ayan beyan ortada…Allahtan bu muhteremin gudubet “Fener Burnu Açık Deniz Balıkçı Barınağı” destekçisi olması da Merkezi İktidarın hamlesi ile sonuçsuz kaldı da bizleri aptal olmakla itham edişi de askıda kaldı…  Tekke katliamının sonuçları ile ilgili diğer söylentiler de bu yazının konusu olamaz, şüphesiz… Duyanlar, duyduklarını araştırabilirler… Ona karışamam tabii ki…
Zamanın behri dedik ama 2012 yılının ilk ayları idi zaman…  Sonuçta; elde kalan 2 somut şey, bir Karakori Dağına açılan abuk subuk yolun beton istinat duvarının yeşile boyanmış ve iki Tekke Plajının üstünün binaya boğulmuş gark olmuş hali ve de Çeşme Merkez Sahili Kamusal Mekanların ve Cephelerin Düzenlenmesi Ulusal Fikir Projesi Yarışması sonuçları… Tepe tepe övünebilir kendisi, yaratılmasındaki başat rolü ile… Sonra biliyorum diye övün, hay Allah…
 
Efendim adamın hakkı imiş savunmaları da tam bir gudubet durum oluşturuyor, nerede Orman, nerede 100 mt kıyı kenar çizgisi uygulaması kimin umuruna… Kamulaştırılarak korumak kimin umurunda… Kentin karakter mekanları yok olmuş kimin umuruna…

 

Cuma, Kasım 30, 2018

SOSYAL KONUT


Çeşme Belediyesi dar gelirli ve konutu olmayan vatandaşlar için gerçekleştireceği sosyal konut projesi hakkında bilgi verdi. Spot başlık bu… Harika bir haber değil mi? Zamanlaması dışında alkış… Zamanlamada sıkıntı ne derseniz, aynısının tıpkısı Çeşme TOKİ’nin uygulaması diye cevap vereceğim… Siz anladınız kast-ı mahsusu… Şimdi gelelim, neden bu konu üstüne kelam etme gereğine, geçenlerde, 775 sayılı yasa ile arsa tahsisi yapılarak kurulan bir konut yapı kooperatifi başkanı arkadaşımız ile bir muhabbetimizde sıkça geçen bu “sosyal konut” terminoloji üstüne derin bir mütalaa… Anladığım kadarı ile toplumda, geniş ve yaygın bir şekilde kafa karışıklığı ve sonuçta da anlam ve anlama karışıklığı bulunmaktadır. Yaygın bir biçimde, konut yapı kooperatifi, toplu konut ve sosyal konut birbirine karışmaktadır… Bu anlamda konunun etimolojisi ve dilbilim felsefesi üstüne ve semantik açıdan ayrıntılarına pratik değerler üstünden girerek, kafa karışıklığına son verilmesine ve billurize olmasına yardım edecek fikri köşe taşları koyarak özetleyelim…

“Sosyal konut” denilince evvel emirde akla gelecek şey mülkiyet tahsisi değildir, olmamalıdır, olamaz da, kullanım tahsisi olmalıdır, olur da... Yoksa siz kafanıza göre sözcüklere anlam yüklerseniz, uluslararası kabul görmüş anlamlarla oynarsanız, her şeyi yaparsınız, yapıyorsunuz da… TOKİ toplu konut inşaatları yapıyor, satıyor, ama ucuz satıyor, ucuz ya, adına da sosyal konut diyor, elini tutan, dilini bağlayan mı var, istediğini yapar istediğin adı verir, istediğin anlamı yüklersin, al sana ben yaptım oldu… İşinize gelince uluslararası norm ve sözleri kullanacaksınız, işinize gelmediği zaman kullanmayacağız, yok öyle şey… Yani neymiş kısaca; sosyal konutlar aynı zamanda toplu konuttur ama her toplu konut sosyal konut değildir ve ne yazık ki canım yurdumdaki hiçbir toplu konut sosyal konut değildir. Sosyal konuta uzaktan benzeyen ama bize özgü sosyal konut modeli de “lojman”lar olmuştur. Sosyal konut sahibi olmanın yegâne ve olmazsa olmaz koşulu önce sosyal devlet olmaktan geçer…

Yaşadığımız dönemin en olumsuz gelişmesi ne yazık ki, kontrolsüz nüfus artışıdır ve hızlı gelişen kentler ama yine ne yazık ki çarpık gelişen. Kapitalizmin yüce çıkarları uğruna kentlerin kapısına yığılan kitleler, kentleşme üzerinde olumsuz etkiler yaratır iken, ciddi manada konut sorununu da dayatmaktadır. Bir tarafı ile ucuz emek teminine yönelik teşvikler, hem de “köylülüğü azaltıyoruz” teraneleri ile köyler boşaltılır bir manada tarım ve hayvancılık çöker iken diğer tarafı ile de kentler çökmektedir, az sayıdaki yaşanabilir konut, yeni gelenler için ikamet adına hayaldir, hemen araya emlak ve konut tacirleri ya da bunların tekelci tezahürleri devreye girer, toplu konut, yapı kooperatifleri, ucuz konut gibi hemen hemen hepsinin içeriği aynı ama maksat inşaat sektörü yaşasın ve yücelsin kabilinden yaklaşımlar kutsanır. Bir de siyasi ikbal ve hırs devreye girince bütün bu tanımlamaların önüne koyarsın bir “sosyal” kelimesi, al sana sosyal konut… Kırsalın kente akışı ile oluşan kır-kentler, sadece zamanın ruhuna uygun üretim ilişkilerinin doğmasına değil aynı zamanda aynı ruha uygun sosyal doku da oluşturmaya başlamıştır. Bir tarafı ile ekonomik değişime mütenasip sosyal değişim tezahürü oluşurken diğer tarafı ile de ve devamla göç ve barınma sarmalının büyümesine neden olunarak yoksulluğun tehdit haline gelmesinin önüne geçilmek adına “yoksulluğun yönetilmesi” prensibi harekete geçirilip, “dünyada mekân, ahirette iman” kültürü ihdası mucibince sosyal konut uygulamaları farklı farklı biçimleri ile uygulanmaya başlamıştır.

Sosyal konut fikri ve uygulaması, başta Kuzey Avrupa ülkeleri olmak üzere tüm Avrupa’da yaygın olarak görülmüş ve ihtiyaç sahibine rant yaratmadan, asgari düzeyde sağlıklı yaşanabilir konut tahsisine dayalı bir sistemdir. Sosyal konut tahsisi yapamayan kimi sosyal devletler ise ayrım gözetmeksizin kira desteği yapmaktadırlar. Mezkûr konutlar ya direk devlet tarafından inşa edilir ya da inşa edilmiş konutlar devlet tarafından satın alınır ve tahsise geçilir. Asıl olan kurumsal manada sosyal devlet olmanın gereğidir, yoksa yandaşa yaranma değildir, Allah muhafaza, aksi taktirde arsa tahsisinde, bina yapımında ya da kura çekiminde yaranma güdüsü sistemi esir alır. Şimdi 70’li yıllarda gecekondu yapımlarına, direnişlerine katılanlar iyi bilir bu işlerin sonuçlarını, yani gecekonduculardan rantiye sınıfı nasıl yaratılır kültünü… Hülasa “sosyal konut” konut edinme, tahsis ve işletme hak ve yetkisinin kamuda olmasıdır aksi taktirde sosyal kıyak çukuruna düşülmesi kaçınılmazdır. Tabiidir şüphesiz, kuralları iyi tespit edilmiş, tahsis, ücretlendirme ilkeleri iyi ve net belirlenmiş olmalıdır ilaveten de bağımsız ve bağlantısız hukuk güvencesi denetimine de açık olmalıdır, aksi taktirde her iktidar değişikliğinde şimdi biz geldik, bizim ihtiyaç sahipleri kullanacaktır gibi subuk sonuçlar doğurur, maazallah…

Ben iddia ediyorum; bugün hüsnüniyetle yola çıkılan bu kabil uygulamalar, hele de bahçeli ve tek katlı yapılar ise, bir vade sonra farklı siyasi mülahazalarla farklı siyasi güçler tarafından behemehal, hak kaybı telakkileri ile plan notları değişimine, olmadı emsal uygulamalar gerekçeleri ile tek bağımsız bölümlü, bahçeli güzel yapılar yerine, 3 katlı 6 ile 9 bağımsız bölümlü sonuçlar elde edilir… Yaşananlar yaşanacakların garantisidir. Plan notunu değiştiremezsek, imar savaşı olmadı imar barışı o da olmadı, muhakkak oldurulacak bir yol bulur efsane abilerimiz elham… Haydi diyelim çok katı kurallar ile izlendi ve plan tadilatına engel olundu, peki, satış yolu ile yaratılan büyük değer artışının adı da rant olmayacak mı? Aaaa ben mi ne düşünüyorum, bir ülkede geçim derdi çeken ya da geçinme zorluğu yaşayan insanlar var ise, ne düşüneyim… Yanlışı temizlemenin yolu bellidir…

Konut kooperatifi, Toplu konut ile sosyal konut karıştırılırsa ne mi olur? Aha da böyle olur… Bilinsin istedim… Anlamak ama yanlış anlamakta mahir necip milletimiz…

Son söz; yalanın ve algı yaratmanın deha büyükbabası Joseph Göebbels’in; “Yeterince büyük bir yalan söylerseniz ve tekrar ederseniz bu yalanı sürekli, insanlar sonunda buna inanmaya başlayacaktır.”

Cumartesi, Kasım 24, 2018

ÇEŞME’YE OTOPARK


Bir kez daha seçim sath-ı mailine girdik, evet, her partiden aday bolluğu bir kez önümüzde, demokrasi şenliği diyelim… Bir politikacının, talip olduğu makamın icap ve icraatlarına uygun projeler düşünmesi ve bunları vaat etmesi son derecede takdire şayandır, üstünde çok çalışılmıştır, fikir üretilmiştir, plan yapılmıştır vs. vs… Bu yerel seçim ya, haydi yerelimizin vaatlerine peşrevsiz hatta pervasız dalalım, Sosyal Demokrat cenahta müthiş bir iddia ile “Çeşme’nin acil sorunu otopark” yaklaşımı yine başköşe… Kimisi Çeşme’ye 2 adet yeraltı otoparkı, kimisi kentin karakteri sayılan stadı yıkıyor, alta otopark üste Pazar, kimisi Karokori Dağının altını otopark yapıyor, vay ki vay… Şimdi sorunun adı da kondu, otopark, peki böyle bir sorunu var mı gerçekten yerelimizin yoksa konu araçların park edilmesi sorunu mu var, konu biraz karışık… Kimi ticareti bu kabil bir yaklaşımla canlandıracağını iddia ediyor kimi araç sahiplerini rahatlatacağız iddiasında… Hayırlara vesile olsun…

Anlaşılan o ki; çağdaş şehircilik anlayışı gereği şehir içinin insana tahsis edilmesi gereği ile pek ilgili değiller ya da bilmiyorlar ya da, ya da… Esasen sorun şurada, kentin özellikle de “Çarşının ve sahilin” insana mı yoksa taşıtlara mı tahsis edileceği, tercih yapılması gereken tam da budur. Otopark sorunu çözülecek diye, kesinlikle şehrin içine otopark yapıp, araçlar için cazibe oluşturmaktan ısrarla kaçınılmalı ve yerine şehrin dışına park edilip buradan mümkün ise düzenli ve sık ve mevsimine göre atlı ya da akülü araçlarla insanlar merkeze taşınmalı… Şehrin içinde zaten yeterince gürültü ve egzoz kirliliği bulunmaktadır. Gelişmiş ve insana önem veren hiçbir ülkenin, yeni gelişen bölgeleri hariç, hiçbir şekilde bazı yerleri yıkalım otopark yapalım gibi anlamsız, lüzumsuz ve beyhude çabaları olmamaktadır, üstelik te yaşanan çok yoğun ve ağır taşıt trafiğine rağmen… Nedir bu katlı otopark yapacağım ısrar ve inadı anlaşılmaz, ya be arkadaş bu katlı otopark yapmanın, ekonomik, sosyal maliyetini bilir misiniz?

Gelelim çarşıya ve sahile asansörlerle ve yürüyen merdivenlerle çıkılacak yeraltı katlı otoparkları yapımının anlamsızlığına, neresinden başlayayım, yatırım tarafı mı, yatırımın finansman tarafı mı, işletme tarafı mı, çağdaş şehirciliğe aykırılığı mı, “hak ve b.k kurtarma” meselesi mi, vs vs… Peki, bu yeraltı otoparkına yaklaşma yolları, giriş çıkış yolları için gereken standart yapılar için alan nereden karşılanacak, haaaa Melih Bey gibi ben yaptım oldu denilecekse sözüm olamaz… Ne yazık ki, şehir içlerini taşıtlar için cazibe merkezi haline getirmek için yoğun çaba sarf edenler revaçta bu ülkede, tabii ki çağdaş şehircilik gereği “insan için şehir yerine taşıt için şehir” yaratmak moda ya, durmak yok yola devam… Diğer taraftan ve bilindiği kadarı ile taşıt trafiğinin pik yaptığı dönemlerde, 1.000 araçlık otopark sorunun çözümüne katkı sunuyor gibi görünse dahi asla ve kata çözüm olamayacağı ve 1.000 araç ortalama 3 kişi ile gelinse 3.000 kişilik bir sorundan bahsediyor gibi algılanacaktır, oysa talep ve arz arasındaki fahiş uçuruma bakıldığında daha farklı ama aynı zamanda köklü çözümler bulunması gerektiği açıktır. Çeşme’nin ticari faaliyetinin oluştuğu alanın yaklaşık 1,86 km2 olduğunu bilelim ve bu alandaki bir noktadan diğer noktaya yaklaşık en uzun mesafenin 1 km olduğunu düşünürsek durumun ve yaklaşımın vahameti anlaşılacaktır. Unutmayın ki, necip Milletimizin 5. Kattaki evine bile araba ile ulaşması sevdası son 35 yılda bel kalınlığımızı 30 cm arttırmıştır. Manevra alanları, yaklaşım yolları, servis alanları, hizmet alanları vs hariç binek otomobiller için en az 25 m2 alana ihtiyacınız var… Kolay otopark yeri bulacak diye vatandaş, bu kolay park alanına ulaşana kadar canı çıkacak, yoksa yeni yollar mı planlanıyor, yeni yollar istimlakler ile mi hazırlanacak; yoksa tüneller ile mi ulaşılacak, gibi basit sorulara cevap hazırlayın öncelikle… Üstüne üstlük egzoz gazı ve gürültü kirliliği karımız olacaktır. Diğer taraftan Çeşme gibi zor bir jeolojide yapılacak yeraltı çok katlı otoparklar, inşaatı, istimlaki, işletmesi ile birlikte hiç te kolay olmayacaktır, o zaman YİD modeli mi devreye girecek, park edecek araç sayısı garantisi mi verilecek, ne olacak, vs vs… Herkes konuşuyor, aaaa yapılamaz mı, çok şükür içinde bulunmaktan mutlu olduğum İnşaat Mühendisliği için hayal edilebilen her şey teknik olarak yapılabilir noktasındadır ancak hak ile b.k kıyası çok önemlidir… Peki bu yaklaşımla; şu andaki Belediye Başkanının seçilir seçilmez “Çeşme içerisindeki otoparklar ücretsizdir” sözü yeraltı çok katlı otoparkları için de geçerli olacak mı?… Halkımızın kullandığı çok önemli bir atalar sözü var; “ayranı yok içmeye, atla gider tuvalete” … Yahu Allah aşkına biraz hesap, biraz kitap… Metazori toplanan vergilerle ya da gelecekte tahakkuk edecek vergilerle ya da yeni ihdas edilecek vergilerle bunu bize yapmayın, ya da YİD modeli ile yapmayın sonra başkalarına yaptığınız eleştirileri size yaparlar… Bu şehir içinde yeraltı otoparkı sevdasından vazgeçin, bakın demedi demeyin, sonra çalıştıramayacaksınız, harcanan paralara mı yanacağız, kandırılmış olmaya mı yanacağız, neye yanacağız. Yahu bırakın bu sevdayı… Otoparkların şehir içlerinde tesisi adına, orada uzun yıllar önce inşa edilmiş tesisleri gözden çıkarır isek, daha sonraki iktidarların yeni inşaat biçimlerine göz yummasının yolu açılır, sonra da “hayaldi gerçek oldu” benzeri bir sürü dalga geçeceğimiz slogan üretilir… Dün şimdiki “Marinanın” bulunduğu yeri doldurma işlemi eski halin arkasından başlandığında, bugüne gelineceğini iddia edenlerin sayısı bir elin parmak sayısını geçmez iken, bugün kaybın büyüklüğü karşısında hayret edenlerin bir hayli fazla olduğu söylemek de durumu iyi bir şekilde tespit etmek demektir. Durumu değiştirmek yerine korumanın sağlanmasının en önemli ve en muhteşem örneği Alaçatı’dır ve behemehal örnek alınmalıdır. Yahu şu “su” ve “kanalizasyon” işini bir çözün, Büyükşehir’e gönderme yapmadan, “ama” demeden, “sorumluluk bizde değil” demeden, sakın “su eksiği mi var” demeyin, kalitesi, iletim hatları ve sağlıklı su temini çok sıkıntılı biliyorum, biliyorsunuz, biliyor, biliyoruz, biliyorsunuz, biliyorlar…

Vallahi anlayamıyorum, memleketimizin dört bir yanını Melih Bey modeli teslim almaya başladı, o da dalga geçer gibi alt geçitler yaptı hatta dalga geçmeyi o kadar subuklaştırdı ki, İsviçre’ye gidip çevre yollarındaki alt geçitlerin filmini çekip şehir içi imiş gibi servis etti…  Bırakın Allah aşkına bu rol modeli, kendiniz olun, yerel işler ile ilgilenin, sosyal gelişimi ile ilgilenin, kütüphaneler yapın, kitap dağıtın, festivaller yapın, insanlar görüşsün konuşsun eğlensin… Bence Çeşme artık sınıra gelmiştir, artık bir şey yapmayın, şu ana kadar yapılan abuklukları temizleyerek ve düzelterek zamanınızı geçirin, sosyal projelere ağırlık verin, yahu Allahaşkına bir kütüphane yapın, başka bir şey yapmayın Çeşme’yi sadece koruyun… Koruyun, koruyun, koruyun…

Salı, Kasım 13, 2018

PARA


Üretimin ve tüketimin temsili ve itibari karşılığı olarak, hukuki ve ekonomik mesnetleri “Devletler” aracılığı ile tesis edilen bir değişim aracı olarak “para” bir ödeme ve değişim vasıtası olup malı ya da emeği ya da herhangi bir değeri fiyatlandırma ve ölçme aracıdır. Tarifimizden de anlaşılacağı üzere itibari bir değer taşır ve ülkedeki tüm mal, hizmet ve değerler bütününün fiyatlandırılmasında siyasi otoritenin aritmetik gerçeklerine istinaden rakamsallaştırılır ve tedavüle sürülür. Konu bu kadar basittir, siz bakmayın öyle, sözde ekonomistler, bankacılar ve milletin cebinden parayı nasıl alırım diye kafa yoranların, kafa karıştırılacak sayıda kelime üretmiş olmasına, durum “ne kadar ekmek o kadar köfte” kadar sarih ve sadedir. Nedir, değişim aracı, fiyatlandırma aracı, değerleme aracı, peki değişecek üretiminiz yoksa, değerlendirilecek mal ve hizmetiniz yoksa, fiyatlanacak bir değeriniz yoksa, ne olacak… Hava cıva… Peki hukuki ve iktisadi istinadı ve geçerliliği siyasi otoritelerce tayin olunduğu basım ve tedavül işi ve gücü bulunan bu faaliyetin mezkûr basımın değerlemesi nasıl yapılır, tabii ki de sahip olunan mallar ve hizmetler üzerinden. Ne diyor; Kızılderili Şefi Seattle taaa 1853 yılında,

“Beyaz adam Annesi toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. Beyaz adamın kurduğu kentlerde huzur ve barış yoktur. Bu kentlerde bir çiçeğin taç yapraklarını açarken çıkardığı tatlı sesler ve bir kelebeğin kanat çırpınışları duyulamaz. Beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu, son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde anlayacak.”

Diğer taraftan; “köpeğe atsan yemez” diye nitelenen para kesinlikle ve daima, gerek basım gerek tedavüle sürme ve de gerekse de kullanımda kanun mecburiyetine dayalı bir mekanizma ile ayakta kalır, aksi taktirde bölge ya da şehir ya da kişiye göre farklı para kullanımlarına şahitlik etmek mümkün olabilecektir. Rasyonel açıdan da bakıldığında değerleme aracı olarak, fiyatlama ve değerleme sisteminin aritmetik figürü, değişim aracı olarak; ticari faaliyetlerin hızını arttırır, üretimde verimlilik ve planlama imkânı sağlar iken, değer birikim aracı olarak ta yaratılan değerin biriktirilmesinin ve de değerin korunmasının aritmetik figürü olmaktadır. Bu kadar teorik yaklaşım ile iktifa edip, susuyorum bu manada, artık söz konunun ilgilisi ağır abilerde olsun…

Para ile ilgili yüzlerce söz vardır, bilindiği üzere; “para ile imanın kimde olduğu bilinmez”, “paran çoksa kefil, vaktin çoksa şahit ol”, “paranın yüzü sıcaktır”, “para parayı çeker”, “parayı veren düdüğü çalar”, “para her kapıyı açar” vb gibi… Para üstüne yerli ya da yabancı bir dolu şarkı yapılmıştır, Rüçhan Çamay’ın “para, para, para” ve ünlü İsveçli grup Abba’nın “Money, Money, Money” adlı parçaları hemen aklıma gelenlerdir. Ne demiş ünlü Fransız İmparator; Napolyon “para, para, para” işte o para ile ilgili bir dolu da şehir efsanesi vardır; para ile sigara yakanlar, para ile poposunu temizleyenler, para ile soba yakıp ısınanlar, vs vs…

Ama paranın bir kağıt parçası olduğunu; Suudi Arabistan’ın Katar’a uyguladığı kısa süreli gıda ambargosu döneminde bir kez daha anladık, daha doğrusu anlamak isteyenler anladı, anlamayanlara sivrisinek saz olmaya devam etti, yok efendim kişi başına düşen gelir 130.000 ABD Doları imiş, petrolleri varmış, doğalgaz rezervleri tahminleri patlatacak kadar çokmuş, eee ne oldu, aç kaldınız be adam denilemedi ne yazık ki… Dua etsinler bu fakir ülkeye de, Cumhurreisinin himmet ve inayeti ile birkaç uçak dolusu canlı hayvan gönderdiler ve kriz telefatsız atlatıldı, yoksa mazallah… Evet neymiş, paran olsa da biri sana domates vermiyorum, et vermiyorum, un vermiyorum deyince, para çorbası ya da petrol ekmeği yapamıyormuşsun, nokta, hatta 3 nokta…

Birde son dönemde milli para diye bir söz üretildi, vallahi süper, peki şimdi soru şu, milli paranız diyelim “dinar” ve elinizde sınırsız çünkü devletsiniz ve para basma hakkınızda sınırsız, para basma makinesi elinizde, sabah akşam basın biriktirin… Ve eğer para herşey ise, yurt dışına alıma çıkın alın istediğiniz kadar her şeyi, mümkün mü böyle bir şey, ilk ayak mümkün istediğiniz kadar basma hakkınız var da, dışarıda kimse onu iplemez… Peki böyle bir Pazar var mı, elinizde sizin değerli kıldığınız kâğıda değer veren bir Pazar var mı? Paranın değeri, kadri ve kudreti tarafınızın üretim kabiliyeti ile direk ve doğrudan ilgili, ne kaaaaa ekmek o kaaa köfte misali… Boşuna mı, dünyada en fazla mal üretenin parası değerli… Abi var mı domatesin, var mı buğdayın, var mı patatesin, var mı zeytinin, yani var mı üretimin kısacası, para tarafı kolay… Siz, siz olun bu para konusunda son yüzyılda kapitalizmin parlak ve cilalı temsilcilerinin ürettiği ve gerçek manada insanoğlunun %99 unun bilmediği terimlerle para oyunları yapılıyor olmasına, para ve mal tamamen birbirlerinin karşılığıdır, aksi takdirde örnekte olduğu gibi bas parayı al petrolü neden olmuyor peki, haydi ev ödevi düşünelim, neden… Bir de yok ABD Doları imiş, Yok Çin Doları imiş, yok Zimbabwe Doları imiş, benzeri pespaye akıl verici ve iç piyasadaki alkışçılara yönelik aslında dalga geçmeler var, inanılır gibi değil…

İlkokuldayız, yanılmıyorsam 2. Sınıf ve sınıfımızın haylaz ve haşarı çocuklarından Çekirge İbo ve Pejo Recep ile aynı sırada oturuyorum, o dönemdeki 25 kuruşluklar sarı renkli idi ve yeni gümüş renkli 25 kuruşluklar tedavüle henüz çıkmış ve biz hiç görmemişiz, derken dersin ortasında, İbo ile Recep tekme tokat birbirlerine girmesin mi? Öğretmen koştu geldi, mesele anlaşıldı, meğer Pejo Recep gümüş renkli 25 kuruş edinmiş, Çekirge İbo da göster demiş, gösterir göstermez de İbo gümüş renkli 25 kuruşu alıp, sarı renkli 25 kuruşu veriyor, paramı geriye ver, vermem derken, verirsin vermezsin, al sana kavga… Öğretmen, çocuklar fark etmez, ikisinin de değeri aynı, satın alma gücü aynı, çocuklar anlar mı? İlla da versin gümüş renkli 25 imi… Aman aman, siz, siz olun, çocukça yapılan bu naif hareketin, esiri olmayın, özetle bırakın çocukluğu da adam olun… Sahi paranın aritmetik figür olarak ifadesinin ya da renginin ne önemi var, paranın değeri ürettiğin mal, hizmet ve değerler bütünü kadardır, vesselam. Sahi, paradan 6 sıfır atınca ne oldu, para daha mı değerli oldu, ne olacak senin sahip olduğun değerlerinin de 6 sıfırı atılmış oldu, yani basit ilkokul hesabı...

 

Perşembe, Kasım 08, 2018

İMPARATOR


Böyle davrandıkça her şeyi arapsaçına çeviriyordu. Amcasının yetkilerini ele geçirir geçirmez, artık yönetiminde bulunan hazine parasını uluorta, keyifle saçıp savurmaya başladı... Ülkenin zenginliğinin tadına varan bu yabancılar, başkentin yolundan bir türlü uzaklaştırılamadılar. Ayrıca deniz kıyısında dalgaları kırabilecek yapılar için hiç çekinmeden büyük paralar harcadı. Deniz kıyısına kayalar ve taşlar yığdırdı, denizin saldırısını ve gücünü, zenginliğin gücüyle alt ermek istedi.

Ya işlemedikleri bir suçla itham ederek ya da dil döküp armağan ettiklerine inandırarak ülkenin bütün özel mülkünü kendi elinde topladı. Cinayetten mahkûm olanlar ya da başka bir ağır cürüm işleyenlerin çoğu, bütün mallarını devrederek cezadan kurtuldular. Komşularının toprağından gerekçesiz hak iddia edenler, hukuk yoluyla kendi lehlerine bir hüküm elde etmeyi imkânsız bulunca, anlaşmazlık konusu olan araziyi İmparator’a armağan edip işin içinden çıktılar. Hiçbir şey yitirmedikleri bu eli açıklık karşılığında, Majestelerine takdim edilebilmek lütfuna eriştiler ve düşmanlarından alabileceklerinden daha fazlasını yasadışı yollardan sağladılar. Burada, İmparator’un kişisel görünümünü anlatmak yerinde olur sanırım... Çekici, yuvarlak bir yüzü vardı ve iki günlük oruçtan sonra bile sağlıklı rengini korurdu. Kısaca genel görünümünü anlatmak gerekirse, daha önceki bir imparatorun oğluna yakın bir benzerliği vardı. Bu imparatorun canavarca işleri vatandaşlar üzerinde öyle bir iz yaratmıştı ki, bütün vücudunu kesip parçaladıkları halde kızgınlıklarını giderememişlerdi. Parlamento ayrıca bu imparatorun adının yazıtlardan silinmesine, heykel ve portrelerin ortadan kaldırılmasına karar vermişti.

İmparatorun dış görünüşü böyleydi. Niteliklerine gelince, uygun bir tanımlama yapmak benim yeteneğimin dışındadır. Çünkü hem şeytana uymaya hazır hem kolayca baştan çıkarılabilir bir huydaydı. Hem dolandırıcı hem aptaldı. Yanındakilere hiçbir zaman doğru bir şey söylemezdi. Söylediği şeylerse daima dürüstlükten uzak amaçlara yönelikti. Ama aynı zamanda onu aldatmak isteyenler için kolay lokmaydı. Doğuştan, birbirinden ayrılmaz biçimde ahmaklıkla hilekarlığın olağanüstü bir karışımıydı. Belki de Aristocu filozoflardan birinin yıllarca önce söylediklerinin bir örneğini görüyorduk: “Kimi zaman insan doğasındaki renklerin karışımı gibi karşıt nitelikler de bulunabilir” diyordu filozof. Bununla birlikte, tanımlamamı, doğru olduğuna inandığım gerçek örneklerle sınırlandırmam gerekir.

Her neyse, bu imparator, huyları bakımından gerçek düşüncelerini saklayan, düzenci, yüze gülücü, ağzı sıkı bir insandı. Gerçek görüşlerini örtmeyi çok iyi beceren ikiyüzlü bir kimseydi. Sevinç ya da üzüntü nedeniyle değil de, durumlar gerektirdiği zaman hemen gözyaşı dökebilirdi. Her zaman yalan söylerdi. Bu konuda dikkatsiz davranmaz, uyruklarıyla uğraşırken bile yalanlarını hem imzasıyla hem de en büyük yeminlerle onaylardı. Az önce yeminle inkâr eniği kusurlarını işkence altında açığa vuran tutsaklar gibi, yaptığı anlaşmaları da, verdiği sözleri de kısa zamanda unutuverirdi. Hain bir dost ve yorulmaz bir düşman gibi kendini tutkuyla cinayete ve soyguna adadı. Aşırı derecede kavgacı ve saman altından su yürüten bir insandı. Kolayca şeytan işi yollara sürüklenir, ama doğru yolu izlemesi gerektiği konusundaki her öğüde karşı çıkardı. Alçakça düzenler kurmakta ve bunları uygulamakta eli çabuktu. İyilik yapmaktansa içgüdüyle uzak dururdu.

İmparator'un niteliklerini anlatmak için insan yeteri kadar kelime bulamıyor. Bir insanın olamayacağı kadar günah işlemeye düşkün biriydi. Sanki doğa, insanlığın geri kalanından bütün şeytanlık eğilimlerini kaldırmış ve bu adamın ruhunda toplamıştı. Bütün bunların dışında, yalan suçlamaları dinlemeye ve hemencecik ceza uygulamaya hazırdı. Yargıya varmadan önce iddiaları inceleyeceği yerde, suçlamaları dinler dinlemez kararını açıklardı. Duraksamadan, kasabaların yakılması, kentlerin yerle bir edilmesi, ulusların tutsak edilmesi için ortada hiçbir neden yokken emirler verirdi. Biri çıkıp da ülkenin eskiden başına gelen felaketleri, İmparator’un sorumlu olduklarıyla karşılaştırırsa, eminim ki bütün geçmiş yüzyıllardakinden çok daha fazla insanın, bu tek adamın yönetiminde boğazlandığını görürdü. Başkalarının servetine hiç tereddütsüz, açıkça el koyar, kendine ait olmayan şeyleri ele geçirirken bir özür, bir gerekçe öne sürmeyi gerekli görmezdi. Ama ele geçirdiği servetleri, sanki bunlara karşı hiç ilgi duymadığını göstermek istermiş gibi, hovardaca harcar, hiç gerek yokken olası düşmanların ceplerini doldururdu. Kısacası ne kendi para tutar ne de dünyada başkasının parası olmasına göz yumardı. Sanki para hırsıyla değil de para sahibi olanlara karşı duyduğu hayranlık nedeniyle böyle davranıyordu. Böylece ülke toprağında zenginliği ya sakladı ve millet çapında bir yoksulluğun yaratıcısı oldu.

Evet; yukarıdaki satırlar Bizans tarihçisi Prokopios’un “Bizans’ın gizli Tarihi” adlı kitabından alınmış olup yahu dünyada ne imparatorlar varmış dedirtip dudak uçuklatırcasına bir serüvendir. Söz konusu imparator Justinianus olup aynı zamanda 1. Justinianus ya da Justinyen olarak ta bilinmektedir ve Bizans’ı 527 ile 565 tarihleri arasında yönetmiştir. Çok şükür bu kabil olaylar günümüzden 1.500 yıl öncesinde yaşanmış ve kalmıştır ve de çok şükür ki artık bu tür insanlar ülkeleri yönetmiyor lakin yine de bu yaşananların bugün yaşadığımız bir coğrafyada geçmiş olması itibariyle de enteresandır.

Çarşamba, Ekim 31, 2018

TURGUT’UN YERİ


Deniz nasıl olmalıdır sorusuna; insanların hayallerinin, düşüncelerinin ve tasavvurlarının tezahürünün akla ve dile ilk getireceği yer, “Arka deniz”, “Sancak” ya da “Karakol Denizi” olmalıdır bence, olmalıdır çünkü Homeros’un “Şarap Denizi Ege” tanımlaması tam da buralarda gerçekleştiğinin şahitliği yapılabilsin. “Güzel Deniz”, üşütmemeli, serinletmeli, suyu berrak olmalı, kumu kristali andırmalı, yavaş yavaş derinleşmeli, yürüyerek metrelerce ilerler iken yumuşacık kumun ayak tabanına adeta masaj yapar hazzını tatmalı insan, yani esasında hem yüzmeli hem de yürümeli, voleybol, yakan top hatta futbol bile oynamanın keyfini yaşamalı, vs vs… Kıyıda pırıl pırıl parıldayan kumlara, serilmek ama kristal kumun vücuda yapışmasına izin vererek yani direk kuma serilmek, öyle havlu vs gibi irtibat ve temas engelleyen eşyalar kullanmadan yani topraklamanın hasını yaparak, denize doğru bakarak Sakız Adası ile oluşan Boğazı görerek, ilerilerde, ta uzaklarda Ege Adalarının birbirlerine birer legonun parçalarıymış gibi yaklaşan coğrafyalarını hayal ederek… Suyu serindir, üşütmez ama serinletir, dedik ya, “Altın Kum” belki yeraltı suları, belki açık deniz olması, belki akıntının yüksek olduğu bir boğaz oluşturması, belki de derin olması vb nedenlerle böyle bilinir. Aman tanrım bu ne güzellik be, yaz ne çabuk bittin diyesi geliyor insanın ya da hadi çabuk gel yaz…

Tam bir özgürlük alanı idi, zaten müdavimleri de özgürlüklerine son derece düşkün bir kuşağın bir bölüm mümessilleri “Hippiler” olunca da, Pink Floyd’un “Another Brick In The Wall” albümünden “Hey! Teachers! Leave them kids alone” ile “We don’t need no education” ve “We don’t need no thought control” cümleleri ile kendisini öne çıkaran politik tutum ve başkaldırı, yaşama kültürünü ve müziğini daha politik kılar ama aynı zamanda duygusal ve ruhsal da yapar. Bu ruhsallık bir yanı ile “don't war make love” gibi savaş karşıtlığı ve müesses nizama başkaldırı ya da aykırı durma diğer yanı ile de kapitalizm ile uyum tesisi adına kendilerini “teskin”e yönelirler, teskin edicileri ile… Ama temelde hayatın doğallığı yer yer hayatın sefilliğine kadar varsa da, “doğal olmak” ve “özgür olmak” merkez düşünce olunca, mezkur toplumda sefalet olsa dahi doğaya en az müdahale, doğayı değiştirme yerine ve tezine rağbet etmeden doğa ile uyum hatta doğaya teslim olmaya varan hümanizm (izmler vardır ve olacak) hakimiyeti çıkar ortaya. Evet bu ruh hali ve dünya görüşüne sahip insanlar için artık kontrolün az olacağı ya da hiç olmayacağı hatta otoritenin hiç hissedilmeyeceği bölgeler muteber ve hedeftir. Soğuk savaşın perişan ettiği canım Yurdumun malum ortamında her yer karakollaştırılır iken, burada iş tersten çalışarak, adının bile bulunan jandarma karakolundan mülhem “Karakol Denizi” artık karakol ihtiyacı kalmamıştır denilerek adeta özgürlüğe terk edilmiştir. Gerçi “Kanadalı Kadın”ın komünist bağlantılarından meşkuk tüm dikkatler tavuk çiftliğinde olsa gerek ya da belki de yurt dışında “gece yarısı ekspresi” filminin yarattığı yankının içerideki iklimi turistik manada ehven ve makul noktaya getirmesinden olsa gerek tavuk çiftliğinin biraz aşağısı sahil bandı görece mülayimdir. Burada artık özgürlüğüne düşkün bir başka manada da teskine düşkün Avrupalı zevatın ciddi manada yer aldığını söylemek mümkündür. Bu sayede o kadar ünlüdür ki burası artık, Avrupa da bazı turizm tanıtım broşürlerinde Çeşme adı geçmez iken, “Turgut’un yeri” spotu ile flaş bir tanıtıma yer verilmekteydi. Ancak bunda Turgut Erol’un da şahsi gayret, katkı ve çabalarını görmezden gelemeyiz. Yukarıda ziyadesi ile yapılan özgürlük hava tarifine mütenasip bir düzen oluşmuş ve yürümektedir, Turgut’un yerinde… İnsanlar kendilerini tamamen içtenlik ve samimiyetle kendi evlerinde hissetmektedirler. Her şey son derece doğal ve ilkel yürümektedir, su arkadaki keson kuyudan kovalarla çekilerek temin ediliyor, hatta kuyu buzdolabı vazifesi de görüyor. İnsanlar 2 yumurta alıp kendileri pişiriyor, ne yediklerini, ne içtiklerini herkesin bir veresiye sahifesi olan kara kaplı deftere kendileri yazıyor, ayrılık gününde de kendileri hesaplıyor, borcum bu kadar deyip Turgut ile helalleşip gidiyorlar… Kuyuda bir kova içinde sarkıtılarak soğutulmuş biralar içilir aynı şekilde veresiye defterine içen tarafından yazılır, hesap gününe kadar birikir idi… Arkadaki kuyuda birkaç tane kova olurdu, kovalarda şimdiki gibi plastik değil, saç kovalardı, şaraplar, biralar ve gazozlar orada soğurlardı soğuyabildikleri kadar, imkan bu, doğal hayat işte… Elektrik yok, KDV bilinmiyor daha doğrusu daha icat edilmemiş ya da ihtiyaç oluşmamış, hatta devlet vergi konusunda bile ısrarcı değil belki de kayıt bile yok, ulaşım bugünkü gibi 30 dakikada kalkan minibüslerle değil, araban var ise sorun yok, yok ise tabanvay çözülür idi… Yol bile yok denecek durumda idi… Gece tabanvay gitme talebi ise Kasım Hocaların ahırların oradaki köpeklerin varlığının hatırlatılması nedeni ile sürekli iptal… Domatesler, biberler, patlıcanlar ve salatalıklar bugünkü gibi merkezi ve hantal para soğurucu firmaların tohumlarından değil, tamamı milli ve yerli tohumdan yetiştirilir idi… Kavun ve karpuz zaten nerdeyse tohumu atsan fışkırıp yetişecek gibi olurdu canım köyümde.

Arka deniz ya da sancak denizi ne zaman “Altın Kum” oldu tam hatırlamıyorum ama 70’li yılların sonunda artık yukarıda bahsedilen Avrupa’da basılan turistik tanıtım broşürlerinde “Altın Kum” diye yazılmakta idi… İşte bu adı Turgut Erol’a borçluyuz, onun doğallık adına ve bir daha bir benzerinin kurulma imkânı olmayan komükapitalizm sistemine borçluyuz. Bu vesile ile Turgut Erol’a bir kez daha teşekkür ediyorum…


Cuma, Ekim 26, 2018

EGE’DE İNSAN KAÇAKÇILIĞI ve CASUSLUK FAALİYETLERİ


Emperyalist paylaşım savaşlarının en kanlı tezahürü tarihe 2. Dünya savaşı notuyla düşmüş olup, başta Sovyetler Birliği yaklaşık 30.000.000, Çin Halk Cumhuriyeti 20.000.000, Almanya 7.000.000, Polonya 6.000.000, Endonezya 4.000.000, Japonya 3.000.000, Hindistan 1.500.000, Yugoslavya 1.000.000, Hindiçini 1.000.000, Romanya 1.000.000, Macaristan 750.000, Fransa 600.000, İtalya 500.000 insanını kaybederken toplamda da yaklaşık 85.000.000 milyon insanın canına mal olmuş, sayısız yaralılar, yok olmuş kentler, sürgüne düşmüş yüz milyonlarca insan, nükleer belasına gark olmuş bir dünyayı miras bırakmıştır. Ne uğruna emperyalist paylaşım uğruna… Kapitalist dünya sömürge dünyayı nasıl sömürecek, kim ne kadar pay alacak, tek dertleri bu… Savaşın kirli ya da temiz yüzü, vallahi hangisi ise gayri, sonuç bu… Savaşın bilançosu o zamanki dünya nüfusunun yaklaşık 2.000.000.000 olduğu düşünülürse, %5 i kaybedilmiş, yaşamsal faaliyet yürütemeyecek insan oranın da bunun yaklaşık 3 katı olduğunu düşünürsek, savaşın nasıl bir çılgınlık olduğu daha iyi anlaşılabilir, üstelik te yaşanan bu felaketin en büyük faturasını yaklaşık %70 ile sivil halk ödemiştir.…

Peki; dünya genelde böylesine korkunç bir tablo ile karşı karşıya iken, Ege’de suyun karşısında durum nasıl idi, Mihver güçlerinin paylaşımında İtalya’nın işgal etmesi planlanan Yunanistan’ı, faşist Mussolini’nin orduları gösterilen direniş karşısında başarısız olunca, devreye işgalci büyük abi Almanya girer. Kısa sürede Yunanistan boydan boya işgal edilir, kana bulanır, neredeyse taş taş üstünde konulmaz. Faşist Almanya’nın 4 yıl süren işgali neticesinde, ölümler, açlık, sefalet neticesinde oluşan dehşet ortamından, Ege Adaları üstünden Türkiye’ye büyük kitleler halinde kaçışlar yaşanmış ve Türkiye çaktırmadan, Almanya’yı da kızdırmadan bu sığınmacılara kapılarını açmıştır. Yaşanan bazı olumsuzluklar dışında genellikle komşu sığınmacılara kucak açılmış gerek kamu gerekse de halk tarafından… Zorda kalan komşuya ahali ekmeği vermiştir, tahılını vermiştir, evini paylaşmıştır. Çok çeşitli rivayetler var konu ile ilgili ama sonraları altın saatler mi, altın kaplama mutfak eşyalarımı sokaklarda satılır hale geldi, fazla da karıştırmayalım isterseniz.

Bu sırada Yunanistan’da durum nasıl idi denilince de işgali takiben Yunanistan; Almanya, İtalya ve Bulgaristan arasında üç işgal bölgesine ayrılmış ve savaş boyunca bu üç devlet tarafından adeta tarumar edilmiş, işlenen pek çok zulme sahne olmuş, bu zulümlere işgal esnasında açlık nedeniyle yaklaşık 500.000 kişinin ölmesi de dahildir. İşte bu şeraitte başını komünistlerin çektiği büyük bir direniş örgütlenmekte ve komünistlerin bir hayli etkin olduğu EAM (Ulusal kurtuluş cephesi) kurulur, ciddi bir hazırlık dönemi sonucunda da ELAS (Yunanistan Ulusal Kurtuluş Ordusu) oluşur ve aktif direniş düzeni yaratılır. Muhtemel o ki; savaş sonrası durumu ve yeniden oluşturulması gereken düzenin karar vericileri, Yunanistan için verilen karar mucibince İngiliz hükümranlık alanında kalacağından olsa gerek aynı dönemde, Anadolu’ya sığınan Yunanlılar arasından İngiliz istihbarat servislerince gerek Kıbrıs’ta gerekse de Mısır’da tedris edilen ekiplerce, muhtemel bir Yunanistan Komünist egemenliğine de yol açmayacak planlar çerçevesinde İngilizler marifeti ile EDES (Yunan Ulusal Demokratik Birliği) oluşturulur. ELAS işgalci Almanya’ya karşı yürütülen savaşın neredeyse tüm yükünü üstlenirken İngilizler tarafından organize edilen EDES ise esas olarak savaştan sonra Yunan komünistlerinin etkisizleştirilmesi için tüm gereken hazırlıkları yapıyor ve bu uğurda da ELAS’a saldırmaktan geri durmuyordu. Hay Allah bu konu uzadı, Yunanistan iç savaşı konusunda değerli çalışmalara bakılması gereğini hatırlatarak, asıl konumuza gelmek istiyorum.

Yunanistan’da açlık, sefalet ve nihayetinde ölüm korkusu nedeni ile Yunan halkı için daha güvenli bölgelere sığınmak kaçınılmaz bir sondur, bulabildikleri, edinebildikleri her yol ve vasıta ile ülkemiz topraklarına sığınmaktadırlar. Vasıta bulabilme şansına erişen asker ve sivil binlerce Yunanlı, ülkesini terk ederek Anadolu topraklarına sığınmıştır. Tıpkı bugün Suriyelilerin başına gelenler gibi ne yazık ki o dönemde de Yunanlıların başına benzer şeyler gelmiştir, teknelerin dalgalı denizlere dayanamaması, Alman uçaklarının takibinden kaçılamaması, kaçakçıların önem göstermemesi vs gibi gerekçelerle ölümler yaşanıyor… Ancak bu karmaşalar içinde başkaları da var, tekneleri ile dolaşan sahillerimizde, İngiliz istihbaratçıları, mezkûr konu ile ilgili anıların anlatımı gerek Yunanistan gerekse de Türkiye edebiyatı bir hayli zengindir. Peki; ne yapıyordu bu İngiliz İstihbaratçıları, herhalde insani yardım peşinde değillerdi, tabii ki buradan devşirdikleri ve savaşçı olma ihtimali yüksek olan insanlar önce Kıbrıs Adasındaki İngiliz üslerini oradan da Mısırdaki İngiliz üslerine taşındılar, eğitildiler ve donatıldılar ve sonra da Yunanistan iç savaşında iktidarı emperyalist güçler lehine almak üzere cepheye sürüldüler. Bu bağlamda Çeşme ve Ilıca’daki kamplardan 10.472 Yunanlının Kıbrıs ve Suriye üzerinden Mısıra gittiği kayıtlardan anlaşılmaktadır, bu da kayda girebilmişler için, bir de kayda giremeyen ekipler var… İngiliz istihbaratçıları hangi tekneleri, gemileri kullandılar acaba diye düşünüldüğünde herhalde İngiliz Bayraklı gemilerin kullanılması, merkezi Hükümetin Almanya desteği tercihi karşısında mümkün olmayacağı sarihtir. Peki; ne olmuştur sizce, evet, kemal-i suhuletle idrak edileceği üzere burada gemileri olan %100 yerli ve milli taşeronlar devreye girmiştir ve onlar ki bilahare Ege sahillerinin zengin erkanını oluşturmuştur. Ayvalık, Didim, Foça, Karaburun, Çeşme, Kuşadası, Bodrum, Marmaris, Datça gibi sahil kasabalarını dikkatinize sunarım. Bakın bakalım etrafınıza dönem itibari ile gemi sahibi kimler var, kimler gemi işletmeciliği yapmış… Hani denilir ya, küp küp altınları varmış tevatürü, bir de böyle bakılmalı o küp küp işine… Bu bir ipucu olabilir, şahsi menfaatlerini müstevlilerinin siyasi emellerine tevhit edenlerin kim olduklarını anlamak için…

Cumartesi, Ekim 20, 2018

HASAN REİS


Koca bir ömür geçirdi “Çiftlik Köy”ünün güzelim mavi denizlerinde, herkes gibi bende en sık verdiği poz ile anımsarım onu, elinde hiç sönmeyen sigarası, dizlerinin üzerine çökmüş, kartal dikkati ile denize bakışı, adeta tavukları pür dikkat izleyen horoz edası ile Şabantepe’de balık arayışı ya da bekleyişi, ve hedef tespit edilince de “Güm” sesiGelsin kefaller, gelsin karagözler, gelsin sarpalar… Sayesinde mezkur günler balığa gark olurdu Çiftlik ve Çeşme… Hatta bir keresinde hemen arkasından kendisini gözetlediğim yerden arkadaşlarla birlikte kalkıp suya atlayıp balık toplamaya giriştiğimizde, kızarak bir süre beklemek gerektiğini hatta kendisinin istediğimiz kadar balık vereceğini, ne diye suya girdiğimiz sorarak güvenlik gerekçesi ile kızdığını hatırlıyorum. İşte böyle tarif edersek eksik olmakla birlikte hemen akla geleceği aşikardır, Koca Reis “Hasan Kaptan”ın… Çocukluğumuzda defalarca kez tanıklık ettiğimiz bu manzara yancı diyebileceğimiz tanıklarında balıklardan nasiplenmesi ile neticelenirdi… Biz fazlaca bilmediğimizden tüm bunların hepsinin hayatın doğal akışı içinde makul şeylermiş gibi düşünürdük… Kendisini ömrünün son demleri hariç hiç hasta görmedik, kimsenin de böyle bir tanıklığı olduğunu zannetmiyorum, yaşadığı zorlu hayatın kendisine bir bağışımı idi bilemiyorum, belki de bu zorluklar kendisinde çifte kavrulmuşluk, çifte su verilmişlik yaratmıştır. Maddi durumunun elverdiği ölçüde, “rakı”ya ama genellikle de “Şarap”a hiç alternatif içecek kullanmadığını hatırlarım ama özellikle de sigaraya hiç ihanet etmemiştir, ömrünün sonuna kadar… Ancak inanıyorum ki bu çifte kavrulmuşluk hali akranları arasında onu hep daha zinde tutmuş idi. Çiftlik köye gelişi konusunda bir bilgi hatırlamıyorum, geliş diyorum aslında burada doğmuş büyümüş ve ailemizin bir parçası zannederdik ama aşağıda biraz detaylı aktaracağım sürpriz Almancı akrabasının çıkıp gelmesine kadar, işte o zaman Nevşehir taraflarından olduğunu öğrenmiştik. Hatırlama konusunda artık kafamızdaki taşlar oynamıştı yerinden. Bilgilerde halen karışıklık yaşamaktayım, hangi büyüğüme sorsam biraz farklı bir anlatım çıkıyor ortaya, bazısı, dedemin (annemin babasının) kız kardeşinin üvey oğlu diyor, kimisi dedemin babasının kahyasının oğlu iken dedem evlatlık edinmiş diyor, kimisi ise hayvanlara bakan birinin oğlu iken evlatlık alınmış diyor, vs vs… İlişki tanımlamakta yer yer müşkülatım ve değişik bilgiler aktarıyor olmam kimseyi yanıltmamalıdır çünkü hepsinin de bir şekilde dinlenilmiş olduğu varittir. Hangisinin doğru olduğunun bugün için bir anlamının olmadığını canı yürekten hissediyorum.

Biz çocuklara yani yeğenim deyip sahiplendiği çocuklara yani tüm kuzenlerime, inanılmaz ve tarifsiz bir sevgisi vardı, adeta üzerimize titrerdi, çok severdi tam da bu yüzden çok ta sevilirdi. Sevgisi karşılıksız ve bitimsiz idi, güvendiğimiz biri, güven veren bir duruşu ve konuşması vardı, yanında kendimizi tıpkı babamızın temin ettiği güvenlik seviyesinde hissederdik, babalarımızdan farklı ve önemli bulduğum tarafı ise, ziyadesiyle arkadaşlık yaklaşımının varlığı idi, görece olarak… Güçlü, güç veren, güven veren, koruyan, kollayan ama bir o kadar da arkadaş… Kolay mıdır böyle bir ilişki, zinhar değildir.

Efe idi, külhan idi, kabadayı idi, güçlü idi, yiğit idi, korkusuz idi, yıkılmaz idi, yılmaz idi, eğilmez idi ama hepsinden öte yufka bir yüreği ile kendisine karşı dikilen dışında herkese son derece makul ve yufka idi. Bir kavgada kullandığı bıçağın avuç içini derinden kesmesi ile bir elinin parmakları hissizlikten ötürü hareketsiz kalmıştır. Bu kesilmenin tam tamına nedenini öğrenememiştik. Kimisi kendisine sallanan bıçağı eli ile tutmasını kimisi ise kendi bıçağının elini kesmesini anlatırdı. Bu konuda da tevatür muhtelif idi.

Yukarıda da değindiğim üzere, bu güzel insan, en azından benim için öyle, şarap konusunda tavizsiz idi, bu tavizsiz güzelliğin yaşanan zorlu hayatın gündüzlerinin akşama başka türlü evrilememiş olması da olabilir. Aksi bir durum da zordu zaten.

Geçenler de “ÇEŞME ÇİFTLİKKÖY TANITIM VE İŞYERLERİMİZ” adı ile maruf Facebook sayfasında gördüm, Edgar Pamuk’un paylaşımlarında fotoğrafını, Annemim “Halamın oğlu” dediği, Dayımın ise “kardeşim” diye yanında bulunduğu, desteklediği ve tanıştırdığı Hasan Reis’in fotoğrafını… Kendisini heybetli ve güçlü hali ile görünce gerçekten tarifsiz bir duyguya kapıldım… Vay benim “Hasan Dayım”, üvey de olsa, gerçek dayım gibi idi… Yanında kendimizi, güvende, huzurda, zengin, mutlu ve güçlü hissederdik, dayı oğullarım Kamil ve Hüsnü Karagöz ile birlikte, sonra diğer dayı çocuklarım ile de sıkıfıkılıkları vardı bildiğim kadarı ile ama detay hatırlamıyorum…

Anneannemin oğul, dayımın ve annemin kardeş muamelesi yaptığı Hasan Reis için biz bizden başka akrabası yoktur diye düşünürken günlerden bir gün, bir Almancı çıktı geldi… O zaman biz çocuklar anladık ki, Hasan Reis ile olan üveylik ilişkisini… Bu yeni durum değiştirmiş mi idi tam anımsamıyorum duygularımızı ama 2. kuşak dayı oğullarımın ilişkilerinde bir değişiklik olmuş idi sanki… Dayımın kardeşim dediği birisi olmasına rağmen ben ona dayı demez amca derdim bu dayı çocuklarının amca demesinden mi yoksa içimizde koyduğumuz gizli mesafenin dışa vurumu mu idi bu sesleniş bilemem ama öyle idi

Onun için bazıları da “Berduş Hasan” da diyebilir bugün sorarsanız, biz onu amcamız, dayımız “Hasan Reis” olarak özlem ve saygı ile hatırlıyoruz. Eğrisi yok mu idi, o günde, bugünde gördüğümüz kadarı ile var idi şüphesiz, hani her fanide olduğu kadardan az biraz da fazla idi hatta… Her şeye rağmen kendisini biz ziyadesi ile sevmiştik, kimin ne dediği nasıl andığı da pek umurumda olmaksızın. Yıldızlar yoldaşın olsun, toprağın bol olsun, nurlar içinde ol koca reis, “Hasan Dayı” “Hasan Amca” …

Pazartesi, Ekim 15, 2018

SU FACİASI


Su, insanın olmazsa olmazı olup, beynimizin %85’i, kanımızın %80’i, kaslarımızın %70’i su içermektedir. Normal koşullarda bir kişi günlük normal faaliyetleri çerçevesinde, idrar, nefes, dışkı ve terleme vs gibi nedenlerle yaklaşık 2.5 ya da 3 lt su kaybeder, tam da bu hesapla benzer miktarda su alınması hayatiyet adına kaçınılmazdır. Eğer günlük düzenli spor, egzersiz ya da yoğun terleme sonucu doğuran faaliyetlerde bulunuyorsanız, günlük ihtiyaç duyulan su miktarı da aynı oranda artmaktadır. Suyun insan vücudundaki hayati fonksiyonlar açısından görevleri ve faydaları sayılamaz durumda olup; başta, böbrek taşlarının oluşumuna engel olur, kolon kanserine yakalanma riskini azaltır, yenilen gıdaların çözünerek sindirilmesi ve emilimini temin eder, vücut ısısının ayarını yapar, toksin ve diğer atık maddelerin vücuttan atılmasını temin eder, hücrelere ihtiyaç duyulan emilmiş gıdaları taşır, kan dolaşımı için uygun ortam hazırlar, vücutta bazı kritik organların korunmasına aracılık yapar, kanda besin ve hormon nakliyesine yardımcı olur, yeterince içilmesi halinde de metabolizmanın çalışma düzenini korur, cildin sağlıklı ve esnek olmasına katkı yapar vs. vs. Diğerlerini ve detaylarını da konunun uzmanlarına bırakalım.

Su hayattır… Hayat satılamaz… Su ticarileştirilemez… Su en temel gereksinimdir… Vücudumuzun %70 i sudan oluşmuştur… Su doğada serbest vaziyette bulunmaktadır… Su doğada beleş vaziyettedir… Tüm bunları söyleyenler ister yerel ister genel iktidarda bulunsunlar, tamamen gakunzi gukunzi tadında dalga geçerler milletimizle…

Haydi petrol yabancı para ile su ise beleş ve 70’li yıllardan bu yana aklı selim insanların uyarıları dinlenmiş olsa idi, bugün hala beleş olacağı gibi etrafımızda bu kadar ağır metallerle kirletilmiş, arıtılması için dünyalarca “dolar” tutan endüstriyel tesis yatırımı gerektiren atık su ile karşılaşmayacaktık. Üstüne üstlük atık su parasını bile aldıkları bir kenara, kullanma suyu şebekesini bile ödettiriyorlar o da yetmiyor bir de şebeke suyunu bile para kazanma (ticari) saiklerle satıyorlar… Bravo… Vallahi bravo… Su ve suya erişim bedava yani beleş olmalıdır ki demokrasi seviyenizi tartalım diye bir söz olmalıdır ama nerde velev ki yok derhal icat edile…

Bakın şimdi Allah’ın beleş suyunu bize kaça satıyorlar, olabilecek en basit ve ucuz bir şişeleme endüstriyel tesisi ile bize kaça iteliyorlar, bir 19 lt damacana su kaç lira, yaklaşık 10 TL peki 1 m3 su kaç damacana 52,5 peki 52,5 damacana su kaç TL, 10x52,5=525 TL. Yani hammadde (su) beleş ama şişeleme, sabit yatırımlar, nakliye, bayi karı vs diye bulunan rakama bakar mısınız, beleş nerde 525 nerde…

Avrupa’da; özellikle “Sosyal Demokratlar” tarafından yönetilen bazı şehirlerde Belediyeler ilanlar ve reklamlar vererek şebeke suyu içilir diye propaganda yaparlar, gerçi bu da paralıdır ama tonu (1 m3) 2-3 euro arasındadır yani 500 TL (70 euro) değildir… Su tartışmasız parasız-bedava olmalıdır… Su paralı olmalıdır ve olacaktır diye savunanlar, sıkıştıkları zaman “Allah’ın verdiği su” deyip gak guk ediyorlar…Ne kadar gurur duysalar yeridir.

Çocukluğumuzda bir dönem gelecek kesinlikle bedava-parasız su temin edilemeyecektir deselerdi, güler geçerdik büyük ihtimalle… Çünkü su o zaman gerçekten “Allah’ın suyu” idi… Bu kapitalizm konuyu alıştıra alıştıra buralara kadar getirdi ya, bir bravo da onlara… Göz göre göre bizi buna da alıştırdılar ya… Şimdilerde ise trend olmuş ev tipi su arıtma cihazları imal edip satıyorlar, gel de bravo deme, beleş suyu misli fiyatına satıyorlar, yeter mi, nerde, salma usulü elde edilen paralarla yaptıkları şebekeler üstünden yeterince temiz olmayan suyu satıyorlar, sonra da bunu arıtın diye ürettikleri su arıtıcıları satıyorlar… Biz de bunu yiyoruz… Alkışlarımla yıldızlı bravo…

Okuyanlara ve özellikle de ilk emrin “oku” olduğunu söyleyenlere; 2012 yılında “Ankara Tabip Odası, ASKİ-SUKADER, Çevre Mühendisleri Odası, Gıda Mühendisleri Odası, Halkevleri, İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, Jeoloji Mühendisleri Odası, Kimya Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, Tüketici Dernekleri Federasyonu, Tüketici Hakları Derneği, Ziraat Mühendisleri Odası” tarafından hazırlanmış “Su ve yaşam” adlı rapordan küçücük bir bölüm… “Dünyada herkes için sağlıklı ve güvenli su sağlandığında küresel düzeyde hastalık ve ölümlerde önemli ölçüde gerileme olasıdır. Küresel düzeyde yaklaşık her on hastalıktan birisinin;
          Güvenli içme suyuna ulaşım arttığında,
          Sanitasyon koşulları sağlandığında,
          Su kaynaklı hastalıklar önlendiğinde,
          Suda boğulmaların önüne geçildiğinde önlenmesi beklenmektedir.
             Güvenli su sağlandığında her yıl;
          Çocukluk döneminde 1,400 000,
          Sıtmaya bağlı 500 000, 
         Malnütrisyona bağlı 860 000, 
        Boğulma nedenli 280 000 ölümün önlenebileceği bilinmektedir. 
Güvenli suya ulaşımın sağlanması ayrıca, beş milyon kişinin önlenebilir bir körlük nedeni olan trahom ve beş milyon kişinin de lenfatik filariazis hastalığına yakalanmasını önleyecektir.”

Orhan Veli Kanık ile nostaljik bu haftayı bitiriyoruz.

Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı,
Sinemaların kapısı,
Camekanlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.