Geçtiğimiz
yıl CHP Çeşme İlçenin düzenlediği sabah kahvaltısına katıldım. Büyük dayanışma
ile hazırlanan yiyecekler, gayet münasip bir düzen içinde davetlilere sunulmak
üzere masalara dağıtılmış idi. Gerek geç kalmamdan kaynaklanan kısa süreli
katılımım, gerekse de gündemdeki başka konuların diğer misafirler ile
paylaşılması nedeniyle yapılan konuşmalara çok fazlaca muttali olamadım, ancak CHP’nin
Çeşme ve İzmirli ağır toplarının, CHP’li hemşerilerimi ve katılımcıları nasıl
damardan etkiledikleri, ben fazla anlamasam da varolan coşkudan ötürü çok
açıktı… Zaman artık ayrılma zamanı idi, tam ayrılır iken, çok sevdiğim ve
saygıdeğer bulduğum bir büyüğümüz sandalyesinden ayağa kalkarak koluma girip,
beni İzmir CHP milletvekili, haydi adını vermeyeyim, ama basından Çeşme ile çok
ilgili olduğunu bildiğim muhterem ile tanıştırdı. Beni tanıtır iken de, beni
honore edeceğini düşündüğünü düşündüğüm bir şekilde, “Çeşme’nin iyi bir
CHP’lisi ve gazetecisidir” biçimi ile takdim etti. Karşılıklı memnun oldum
muhabbeti arasında, “Sn. Vekilim, abimiz sağ olsun, var olsun, beni yüceltmek
istediğinden olsa gerek, hem CHP’li hem de gazeteci olarak takdim etti ama her
ikisi de doğru değildir, ne CHP’liyim ne de iyi bir gazeteciyim. Ben sadece
düşündüğü gibi yazan birisiyim, ama daha da önemlisi torpil ile de bir gazetede
bir köşe buldum, idare ediyorum” dedim ve devamla “eğer CHP İlçenin
kahvaltısına neden katıldınız diye düşünecek olursanız da, mecburiyetimize kuş
konduruyorsunuz” dedim. Bu lafın hangi anlamda kullanıldığını anlamamış gibi bakınca,
bakın manasını ben size söyleyeyim diyerek, “Cumhurbaşkanı adayı olarak
kitlelerin önüne getirdiğiniz kişiye, kitleler istemeye istemeye, çaresizlikten
ya da mecburiyetten oy verdiler, ama siz aday olarak gösterilen kişiye hiç
itiraz etmediniz, HDP’lilere yönelik “dokunulmazlıkların
kaldırılması” konusunda bu kadar düşünmeden verdikleri desteğin, aldıkları
kararın kendilerini de vuracağını söylediğimde, vekil hemen sözümü keserek,
ateşli bir şekilde, “o konu başka”
demiş idi, “hep beraber yaşayarak göreceğiz bakalım” dedim “Sn. vekilim
göreceğiz bakalım başka mı, başka değil mi? Sarı öküzü verince artık
yapacağınız bir şey kalmayacaktır, göreceksiniz” diyerek veda ederek ayrıldım
oradan…
Bir
başka gün, yine dönemin kifayetsiz muktedirlerinden birinin gündemi germek ama
nihayetinde fikrini dökmek adına ve açıktan bir Atatürk saldırısı için, başta
CHP İlçe başkanı ve yukarıda tanıştığımı beyan ettiğim muhterem vekil birlikte,
yanlarında birkaç muhterem daha, Çeşme Adliyesine suç duyurusunda bulunmak için
giderler iken karşılaştık, Başkan beni mezkûr vekil ile tanıştırmak için
durdurunca, baktım ve de karşılıklı bakıştık. Başkanın tanıştırayım söz üstüne
ben tanıdığımı beyan edince, baktım vekil de ben tanıyorum, “bu mecburiyetine
kuş kondurduğumuz arkadaş” dedi. Derin manasına karşılıklı vakıf oluş hasebi
ile gülüştük… Ben hemen tutuklanan milletvekilleri konusunda rahat olup
olmadığını kendisine sorduğumda, ne yazık ki ve muhtemelen söyleyeceği bir şey
olmamasından ötürü, yorum yapmadan, nasılsın iyi misin faslına devam etti. Belli
ki o da, tutulan yoldan olmasa bile gelinen noktadan son derece rahatsız ama
çare yok…
Yalnız
bu kabil fikriyata yatkın olanlara hiçbir şey ders olmuyor, sadece karşıtların
aldanmaları ile eğlenirken kendi aldanmaları da diz boyu… Bir de hatırlamada
bulunalım bu muhteremlere, artık mecburiyetine kuş kondurduklarınız sizinle
birlikte daha fazla olmak istemeyebilirler aman dikkat… Artık çaresiz
olmadıklarının farkına varırlar maazallah… Dikkat… Kuş kondurmanın da bir
sınırı olmalı, kendilerine gelmeliler ve kuş kondurma yerine daha münasip olanı
ikame etmeliler.
Bir
öküz sürüsü varmış, çevredeki birkaç aslanın ağızlarının suyu akarak ama asla
erişemediği bir durumda otlamaktadırlar, sonra bir gün, aslanlardan biri,
açlığa çare bir hinlik düşünür ve sürünün yanına gelerek, “biz aslında size
ilişmek istemiyoruz ama içinizdeki şu sarı öküz çok sinirimize dokunuyor, onu bize
verirseniz siz de kurtulursunuz, biz de rahatlar ve size ilişmeyiz” demiş. Sürünün
önde gelenleri toplanıp “sürünün âli menfaatleri adına” sarı öküzü vermeye razı
olurlar ve saldırıdan kurtulacaklarını sanırlar ama aslan kısa bir süre sonra
benzer bir bahaneyle kapılarına dayanıp başka bir kurban isteyene kadar… “âli
menfaatler adına” kurban vere vere öyle bir noktaya gelinmiş ki, sürü küçülmüş
ve sonunda aslanlara tamamen yem olmuş. O son anda, aslanlara sürekli kurban
vererek kurtulacağını zanneden sürü liderleri, “biz bu savaşı ne zaman
kaybettik?” sorusuna cevap aramış. Ve bu savaşı “sarı öküzü verdikleri gün”
kaybettiklerini anlamışlar. Nokta… Üç nokta hatta…
Ah ki ah, hani yaşananlardan yeterince ders alınabilse idi, hiç bunlar böyle bir daha, bir daha yaşanır mı idi? “Benim oğlum bina okur döner döner yine okur” durumu devam anlayacağımız…