Marka
yaratıyoruz adına bir tüketim çılgınlığı tuzağına ne yazık ki düştük ve bu ketenpereden
çıkış ne yazık ki bu kafa ile mümkün görünmemektedir. Sosyalizmin yıkılışı diye
sunulan büyük geri sıçrama sonrası kapitalizmin dünya egemenliğini ele
geçirmesi ve büyük motivasyon neticesi yaratılan tüketim çılgınlığının mefhumu
muhalifinin üretim çılgınlığı ve nihayetinde dünyamızın dengesinin bozulmasına
kadar varan kaynak israfına dönüşmüş olduğu hep göz ardı edilmiştir. Ne olursa
olsun üretelim, efendim ihtiyaç var yok sorun değil, yeter ki üretelim, yeter
ki satalım, yeter ki millet kullansın, yeter ki para kazanalım, dünya isterse
yansın yok olsun. Gelinen noktada durum bu maalesef… Üstelik bunun daha düne
kadar “üretileni devlet alıyor ama sonra yakıyor/döküyor/yok ediyor alım
garantileri kalkmalı” yaklaşımından rahatsız olduğu görüntüsü verenler
tarafından trend haline getirilmiş olması bir türlü de tespit edilemiyor biz
garipler tarafından. Oysa ki; bir bilinse yaklaşık 250 gram pamuktan üretilen
bir adet “gömlek” imalatında, pamuğun yetiştirilmesinden başlayarak,
sırtımıza giyene kadar geçen süreçte, yaklaşık 2.700 Lt (yazı ile ikibinyediyüz
litre) su kullanılmakta olduğu ve de ne yazık ki bu suyun yeterince arıtıl(a)madan
doğaya defedildiğini, acaba hala gömleklerimize ve pantolonlarımıza hülasa giysilerimize
hala bu kadar hoyrat ve savruk davranabilir miyiz? Yani, anlayacağımız, bir
kapitalist abi yarattığı bir gömlek markasından ciddi bir para kazanacak diye,
2.700 lt su kirletiliyor ya da yeniden kullanılamaz hale geliyor. Son tahlilde “dünya
kirleniyor”, “kaynaklar tükeniyor”, “gelecek kuşakların hayatı ipotek ediliyor”
gibi kaygılar sadece bir grup çevrecinin ve antiemperyalistin omuzlarına
bırakılmış durumda. Zannedersiniz ki bu kapitalist abiler başka bir dünya
yaşayacak, işte kullanılacak ise eğer “aynı gemideyiz” sözü, tam da
burada kullanılmalı. Ama insanlığın sosyal ve ahlaki davranışının toptan irtifa
kaybının sonuçlarından biri de aklın afakının cehaletin çelik duvarının ihata
ve istinadına tesellümüdür. Sonuçta böyle millete böyle kapitalist sözü “hacı
hacıyı Mekke’de Hoca hocayı tekkede bulur” sözü mucibince hayatımızın bizatihi kendisi
olur. Sadece suyu tüketme açısından bakılırsa, bir ayakkabı için yaklaşık
17.000 lt ve bir kot pantolon için 11.000 lt dir, tüketim ve sonuçta zayiat,
konunun daha ciddi anlaşılır hale gelmesi mümkündür. Tam da bu yüzden
çocukluğumuzda; tutumluluk üstüne ciddi bir tedrisat takip edilir idi. Peki;
sadece bu süreç su tüketimi açısından mı değerlendirilmeli, şüphesiz hayır,
toprağın mineralinin tükenmesinden tutun da toprağın verimsizleşmesine kadar
bir dolu parametrenin göz önünde tutulması gerekir ama kimin umruna… Varsa
yoksa üretim ve tüketim ve kar, ne kadar ekmek o kadar köfte misali… Şimdi
gömlekte bir leke var at gitsin yenisini al, kim uğraşacak temizlemeye,
pantolonda küçük bir yırtık mı var, at gitsin kim uğraşacak dikmeye/yamamaya,
al yenisini… Zaten tam da bu yüzden kapitalizm, üretim üretim diye tepinip
duruyor… Ne kadar üretim o kadar kâr… Olumsuz sonuçları varmış, kayıplar
yenilenemiyormuş, telafisi yokmuş, boşver bak kârına…
Bu
nüfus artışına uygun iş üretiminde zafiyete düşülmesi neticesi inanılmaz bir
şekilde iş yeri verimsizliği oluştuğu açıktır. 2014 yılı Gümrük ve Ticaret
Bakanlığı Esnaf ve Sanatkârlar Genel Müdürlüğü’nün bir raporuna göre canım
yurdumda toplam Esnaf ve Sanatkâr Sayısı 1.510.945 olup Esnaf ve Sanatkârın
İşyeri Sayısı ise 1.628.124 dir. Bu rakamlar üstüne çok ciddi ve uzun yazılar
yazıp akıl oluşturmak mümkündür ama konumuz bu değil. Şimdi mezkûr yılda canım
yurdumun nüfusunun 77.000.000 olduğunu düşünürsek demek ki esnaf başına
yaklaşık 50 müşteri düşmekte ve işyeri sayısı da 1.628.124 olduğuna göre işyeri
başına yaklaşık bir işveren düşmekte olup bu 50 müşterinin kaçı kaç günde bir
gider alışveriş yapar da bu ticari hayat döner vallahi akıllara ziyan… Ama
esnafın ağlaması bu rakamlar muvacehesinde hiç te sahte değil gibi… Neyse bu
kabil soruları bu rakamlar üstünden çeşitlendirme işini okuyucuya bırakıp biz
asıl konumuza dönelim.
Çocukluğumuzda
öğretilen ve yaşanılan tutumluluk mucibince, zengin fakir ayırt etmeksizin
söylüyorum, insanlar daha tutumlu ve görgülü davranıp, yılda bir ayakkabı, ya da
bilmedim 2, birkaç gömlek ile idare ederken şimdilerde nerdeyse haftada bir ayakkabı
ve gömlek satın alma tercihi yapmaktadır. Yırtılan hatta küçücük bir yırtık
olsa bile tamir ya da yama yoluna gidilmemektedir, ehhh ne de olsa artık; “Yamalı
giymek ayıp değil yırtık giymek ayıp” sözü çok gerilerde kaldı. Ne yazık ki;
kapitalizmin ve emperyalizmin siyasi etik defolu yetiş(tiril)miş devlet adam müsveddeleri
marifetiyle; her gün toplumun kafasına adeta çakarak “ben zengini severim” ya
da “zenginden zarar gelmez” kabili akla ziyan beyanlarla mode deyim “subliminal
mesaj” marifeti ile akli muvazenemizi bozdular. Hülasa artık yamalı giymekte
ayıp, fakir olmakta ayıp vs vs…
Oysa
fakirliğin ayıp sayılmadığı dönemlerde yani yozlaşmanın henüz bu kadar
tahribatının olmadığı dönemlerde, aslolan kirli olmamak idi, yırtık yerine
yamalı giymek tercih edilirdi. Şimdilerde yamalı pantolon giymenin ne olduğunu
bilmeyenlere kısaca o günleri özetlemek istiyorum özellikle çocuklarda ve de
özellikle dizlerde gerek düşmekten gerekse de yıpranmaktan mütevellit oluşan
yırtıklar annelerimiz tarafından özenle yamanırdı ve yamalı giyilirdi ve de kimse
bundan ötürü bir eksiklik hissetmezdi. Hatta bu tamir işi o kadar geliştirilmiş
idi ki, artık kullanılamaz durumdaki birkaç pantolondan yeni bir karışık renkli
pantolon bile üretilirdi. Daha sonraları küçük küçük dükkanlarda “örgü
makineleri” kurularak daha profesyonel yama işi yapılırdı, şahsen benim de
yolum bu örgücülere (örücü) çok düşmüş idi. Ceketlerin en hızlı ve fazla
yıpranan dirsek yerlerine özen ile parça ilavesi yapılır, gerekir ise de
yeniden değiştirilir idi, gömleklerin yakaları ters yüz edilirdi, vs vs. Endüstri
bu kadar gelişmediğinden (yani kapitalizm ve sömürü) bu işler evlerde
annelerimiz tarafından çoğunlukla halledilirdi, nerdeyse her evde bir dikiş makinesi
bulunması (varlığını övmek tezat oluşturuyor ama neyse) zorunluluktu. Bizim
ilkokul ya da ortaokulda, kız erkek ayrımı yapılmaksızın “el işi dersinde”
teğel ve makine dikişi öğretildiğini hatırlıyorum. Dönem itibari ile kumaş
kalitesi daha yüksek olmasına rağmen tamir ve yamanın tercih edilmesi sadece ev
ekonomisi ile izah edilemez bir durum imiş, şimdiler de anlıyoruz, aynı zamanda
doğayı da koruma planı olarak şekillenmiş. Gelinen noktada da müthiş bir tezat;
al sağlam pantolonu yırt giy ya da sağlam pantolonu yırtıp satsın sana abiler…
Vay ki vay… Minimal hayata yönelik yazmaya devam edeceğim.