Cumartesi, Şubat 22, 2014

İMO İZMİR ŞUBE SEÇİMLERİ

İnşaat Mühendisleri Odaları bu yıl seçimli “Genel Kurul”larını tamamlıyor, bu süreçte özellikle Genel Hükümetlerin bir türlü hoşlanamadığı, sindiremediği ve dayanamadığı açıktır; üstelik Mühendis ve Mimar Oda yönetimlerin de tıpkı kendileri gibi seçimlerle yönetime gelmelerine rağmen, her gelen ama her gelen, ilgili odaların görev, yetki, sorumlulukları konusunda, biraz daha nasıl zapturapt altına alabiliriz saikiyle hareket ederek, üstelik depremler her geçen gün canım Yurdumu bu boyutta tehdit ederken, yasal düzenlemeler ile Mühendislik mesleğinin, sağlıklı ve yaşanabilir konut üretimine, çağdaş şehirciliğe ve ulaşıma, yeterli ve sağlıklı ve de düzenli su ve elektrik teminine katkılarının önüne set çekmişlerdir. Ama her şart ve ahvalde Mühendis odaları genelinde olduğu üzere, bidayetten beri edinilen katılımcı ve demokratik geleneklerine uygun bir biçimde, muhalif ya da muvafık tefriki yapılmaksızın görüş açıklayarak yaratılan demokrasi şölenine yani yetkili kurulların oluşumuna yönelik eşit ve adil seçime, her defasında olduğu üzere bir kez daha tanıklık ettik. Muhtemelen diğer Mühendis Odalarında da olduğu üzere, mensubu olduğum odamızın genel kurulunda, daha önce belirttiğim demokratik şölen ortamında, tüm meslektaşlarımızın mesleki ve teknik alandaki sıkıntıları üzerine ve mesleğimiz dolayısıyla canım Yurdum adına yeni kazanımların edinilmesine yönelik görüşlerin açıklanmasının asıl olmasının yanında, yönetime aday olanların ilaveten de, yurt ve yurttaş sorunları üzerine hassasiyetlerine binaen, canım Yurdumun içinde bulunduğu siyasi, ekonomik ve toplumsal durum ve seviyenin kamu yararına uygun olarak nasıl tavır alınması gereğinin vurgulandığı bir süreçtir.

Yukarıda da bahsedildiği üzere; Meslektaşlarımızın mesleklerini icra ederken, hür irade ve vicdan ile mesleki bilgi, birikim ve ahlakının proje üretme ve uygulamasına yansımasının gücünü zayıflatan, anti-demokratik yasa ve yönetmeliklerle, muktedirlerin ruh halini ve siyasal ahlakını tariflediği ölçüde ve de mezkûr zevatın ihtiyaçlarına binaen hatta kuşatma zannı yaratan durumun sonucu, zorlu ve sıkıntılı günler yaşadığımızın analizi neticesinde, örgütsel dayanışmanın ve evrensel yaklaşımların ete kemiğe büründüğü değerlendirmeler manzumesi oluşmuş, Odamız ve üyelerine ve de mesleğimizin itibarına yakışır bir süreç yaşanmıştır. Bu ortamın yaratılmasını temin eden, buna katkı sunan muhalif olsa da sonuçlarına demokrasi gereği katlananlar kocaman bir teşekkürü hak etmekte olup, başka şubelerimizdeki süreçlerde ise, içlerindeki kini bir türlü yok edemeyenleri, kini kusanları, öfkelerini unutmayanları da, kazanmak adına her türlü fırıldağı çevirme, hile, hurda ve desise peşinde olanları ise asla ve kata unutmamak gereğini aklımızdan çıkarmamalıyız. TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği)ne bağlı Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları Odaları Belediyeler ile uzun yıllardır birlikte çalışarak, işbirliği yaparak başarılı uygulamalara imza atmışlardır, ancak mezkûr oda üyelerinin muktedirlerin rant yaratma uğruna her türlü kuralsızlığına başvurmasına muhalif tavırlarından ötürü de hep hedef olmuşlardır.

İnşaat Mühendisleri Odası; özellikle “Gezi parkındaki” önderlik tavrı nedeniyle son dönemde bir kez daha cezalandırılıp, Şehircilik Bakanlığının bir birimi haline getirilmeye çalışılmış olup, muktedirlerin bidayetten beri meşreplerine uygun tavrı gereği, her yaptığı açıklama, her açtığı yürütmenin durdurulmasına yönelik dava, sadece bir meslek odası davranışı dışında ülke sorunlarına karşı ülkenin aydın tavrını göstermesi nedeniyle hep itilmiş, hep itibarsızlaştırılmıştır ne yazık ki… Şimdi birileri de çıkar “efendim, Mühendis ve Mimar Odalarının denetimi bakanlık tarafından sadece mali ve idari bir denetlemedir” diyebilirler, böyle bir savunma tutturabilirler, ama asla samimi davranmadıklarının izlerini silemezler, çünkü siz kendinize yönelik hiçbir denetim kabul etmeyeceksiniz ve bunu yaparken de seçilmiş olduğunuzu söyleyeceksiniz sonra da buna inanılmasını bekleyeceksiniz, adama sorarlar yahu buralardaki yönetimlerde seçimlerle geliyorlar üstelik herhangi bir baraj ve kota olmaksızın… Mühendis ve mimar odalarının bu iddialar ve niyetlerle denetlenmek istenmesi neresinden bakarsanız bakın, kanuni yaptırımların elde tutularak siyasi, teknik ve ahlaki bir vesayet rejimi oluşturmaktır.

Kimse topluma, bu denetimin arkasında, HES, RES, Termik ve Nükleer Santralara karşı olmanın, Kentsel Dönüşüme karşı adil olmadığı gerekçesiyle itiraz edilmesinin, Otoyolların geçeceği yerlere karşı durmanın, tarihi kültürel değerlerimiz ile arkeolojik alanların talanına karşı çıkmanın, Gezi Parkında planlanan talana karşı çıkmanın olduğunu gizlemeye kalkmasın, tüm bunların karşısında biz böyle bir plan yapmadık mavalını anlatmamalıdır, tüm halkın sahibi olduğu aşikar olan; madenlere, sulara, ormana, ovalara, denizlere ve dağlara yönelik bu tutumun adı dünyanın her yerinde aynıdır… Siz bu siyaset kurumunun tasarrufuna karşı liderlik mi yapıyorsunuz, ahaa bizde katliniz vacip içgüdüsüne türban giydirerek canınıza ot tıkayacağız demenin Tunguzcasıdır bu yapılanlar, bizi aptal yerine koymayı bırakıp, delikanlıca bunu ifade etmek gerekir…

Günümüzün moda deyimi ile “Mücahitlerin Müteahhite evrildiği” bu süreçlerde, müteahhitlik jargonundan mülhem olduğu aşikar yaklaşımla yapı denetiminin piyasalaştırılarak kamusal denetim sayılmasının önüne geçilmesinin, Anayasadan, yasalardan, yönetmeliklerden, kendi iç mevzuatından, bilimsel ve teknolojik araştırmalardan, birikimlerden edindikleri uzmanlıklarını icra etmenin men edilmesinin, muktedirlerin ihtiyaçlarına binaen tekrar tekrar ihya edilen anti demokratik tüm uygulamaların behemehal durdurulması gereğinin, genel siyasi atmosferin yarattığı sorunların mesleki sorunlarımızın da kaynağı olduğunun bilinmesinin her yerde ve ortamda açıklanmasının, daha fazla kar edinilmesi adına ve uğruna yaratılan imar rantına, kent kültürü ve kimliğinin yok edilmesi sonucunu doğuran çapulculuğa sessiz kalınmayacağının, boyun eğilmeyeceğinin sürekli ve cesur olarak açıklanmasının bir mühendislik ve yurtperverlik görevi olduğu bilincinin yaratılacağı gün, daha iyi bir güne gidişin başlangıcı olacaktır.

Dünyanın ve Ülkemizin an itibariyle yaşadığı ağır koşullar bu kadar açık seçik iken, Mühendislere ve Mimarlara dayatılan görünürde anlamsız ve salt bir inat uğruna yapılan bu düzenlemelerin, olsa olsa yoğun talan ve rant yaratma ve sömürü düzeninin yürütülmesi için dikensiz gül bahçesi yaratmak olduğunun bilinmediğini ve görülmediğini zannetmesin kimse.

Cumartesi, Şubat 15, 2014

12 EYLÜL TÜRKİYE’SİNİN MENGELELERİ

İçimizdeki Amerikalılar tarafından 12 Eylül 1980 de; “halkın sosyal ve siyasal gelişmesinin işbirlikçi burjuvazinin ekonomik gelişmesinin önüne geçmesi” gerekçesi ile yapılan faşist darbe neticesi halktan yana kim varsa, gözaltına alınmış, Pentagon ve Panama’daki özel harp enstitülerinde rahle-i tedrisattan geçmiş işkenceciler tarafından şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemlerle yok edilmeye çalışılmıştır. Bu alçak işkencecilerin görevlendirildiği tüm cezaevlerinde icraatlarını rahat rahat icra ederlerken, kendilerine bu alçak faaliyetleri esnasında bir grup alçak doktor da lojistik destek vererek, sözde insanların işkencede ölmeden, sağ kalarak olabildiğince uzun yaşayıp sorgulanabilmesi için sahipleri adına hizmet vermişler, doktor gözetiminde, işkence görenlerin maksimum ne kadar tuzlu maya yiyebileceği, elektrik akımına ne kadar dayanabileceği, falakaya ne kadar dayanabileceği, Filistin askısında ne kadar süre kalabileceği, ne kadar jop darbesine direnç gösterebileceği konusunda fiziki dayanım, işkence görenlerin iradelerinin ne zaman kırılabileceği, ne zaman bülbül kesilecekleri konusunda ise psikolojik “derin çalışmalardan” geçirilmişlerdir.

Ahlaklarının ve akıllarının, ceplerinin doldurulması iştahına ve isteğine yenilmesi neticesinde, ruhunu satmış bu doktor müsveddeleri işkencehanelerde verdikleri hizmetler yetmezmişçesine, tutsakları yıldıramayacaklarını, yok edemeyeceklerini anlayınca, tutsakların rızaları hilafına ya da habersiz olarak sistematik şekil ve yöntemlerle “kobay” olarak kullanma projelerini gerçekleştirmenin çok önemli bir parçası sayılabilecek hafıza derinliğine sızma amacıyla “zihin kontrolü ve yönlendirmesi” başlıklı bir kimyasal müdahaleler ve mücadeleler zincirine girişmişlerdir. Tüm bunların yanı sıra, utanmadan, arlanmadan daha henüz patenti alınmamış ilaçların ve radyoaktif elementlerin devrimci tutsaklar üzerinde denenmesi konusunda herhangi bir tereddüt göstermeden sözde bilimsel deneyler yapma konusunda yoğun çalışmalar götürmüşlerdir. Bunlara tanıkmısınız diye bir soru olursa da, maazallah, sonra adama siz daha neler var neler, tanıklık gerektirmesine rağmen inandığınız diye sorarlar… Bu konuda çok ciddi yayınlar vardır, ne yazık ki hiçbir şekilde de itiraz ve temyiz edilmemişlerdir.

İçimizdeki Amerikalıların başı Kenan Evren ve 5li çeteyi oluşturan generaller, bir tarafıyla aldıkları eğitimler ve telkinler ya da başkaca da olabilecek gerekçelerle yaratılan kanlı diktatörlüğün 2000li yılara kadar varlığını sürdürebildiği ehven ve vasatta, muhtemelen ve ilaveten de hiyerarşideki şefleri sayılabilecek gizli misyon şefleri tarafından yönlendirme neticesinde, bir taraftan yeni yöntemler ihdas edilirken diğer taraftan da öncülleri olan faşistlerin eskimiş yöntemlerine de başvurmuşlarıdır. Kimyasal uygulamaların babası sayılan ve Nazi –Faşist Almanya’sının başta Yahudiler olmak üzere komünistleri, sosyalistleri, sendikacıları hülasa kendilerine biat etmeyen her kim varsa topladıkları toplama kamplarında cansiperane çalışan ve normal bir insanın aklına asla ve kata gelemeyecek, insan vicdanının ve aklının asla kabul edemeyeceği, isyan edeceği yöntemleri uygulayan ve tarihe “ölüm meleği” diye geçen Nazi doktoru Joseph Mengele şahsında tüm işkenceci doktorları da örnek almaktan geri kalmamışlardır.

Bilindiği üzere; Nazi-Faşistlerin organize ettiği en önemli toplama kampı Auschwitz’te görevlendirilen Doktor Joseph Mengele, gaz odalarında ölen insanın davranışının nasıl olduğu, narkoz kullanmadan insanların bazı organlarını keserken nasıl davrandığı, böbreksiz insanın, kalbi çıkarılan bir insanın, karaciğeri alınan bir insanın davranışının, suyun içerisinde nefes almadan bir insanın ne kadar yaşayabileceğinin tespiti ile tüm bunların nasıl olacağı gibi alçakça yapılan ölümcül deneylerin baş sorumlusu olarak tarihe geçmiştir. Tüm bu insanın kanını donduranlar yapılırken de utanmadan arlanmadan bu olanların adına “bilimsel çalışma ve araştırma” diyen, bunları kabul eden, bu ahlaksız ve namussuzca elde edilen verilere bilimsel veri diyen, tüm bu alçaklıklara ses çıkarmayan bir grup ta, sözde bilim adamı endamı ile ortalıkta gerdan kırıyorlardı, tarihi kayıtlara göre… Sözde bilimsel çalışmaların en önemli finansal destekçileri de dev ilaç tekelleri olup, en başında da “Bayer” gelmekteydi, en azından kayıtlar böyle diyordu…

İçimizdeki Amerikalıların başı Kenan Evren ve 5li çeteyi oluşturan generaller tarafından, CIA’nın Türkiye kuruluşu olduğu büyük ölçüde ispatlanmış HZİ (Hafize Zehra İtil) vakfı ve başındaki Prof. Dr. Turan İtil ve Prof. Dr. Ayhan Songar görevlendirilmiş olup, kendilerine salt bu nedenlerle “12 EYLÜL TÜRKİYE’SİNİN MENGELELERİ” adı verilmiştir, İlerici, Demokrat ve Devrimci çevrelerde… CIA marifeti olan bu kuruluş eliyle cezaevlerindeki tutsaklar üzerinde, Nazi –Faşist Alman doktoru Mengele’yi aratmayacak, bir dolu yöntemi denemişlerdir. 5Lİ çete tarafından mezkur bilim adamlarının yetkilendirilmesini müteakip, HZİ Vakfına getirilen tutsaklara, başta da kullanıma çıkmamış ilaçların testlerinin yapıldığı, elektroşok uygulamalarına dayalı testler yapıldığı uzun süre iddia edilmiş ve bilahare de gerek Sağlık Bakanlığı gerekse de TBMM ilgili komisyonlarınca yapılan incelemeler sonucunda mezkur suçun işlendiği tespit edilmiş ve, bunu engelleyecek bir yasa yoktur denilerek konunun üstü örtülmüştür.

2005–2012 tarihleri arasında Amerikan Hava Kuvvetleri Araştırma Merkezi'nde, Nörofizyoloji ve Psikofarmakoloji araştırmaları İkinci Başkanı olarak görev yapmış Prof. Dr. Turan İtil; “Bunların elinde olmayan bir şey var, içgüdüleri var, bunu anlayabilmek için iki tanesini görmeniz kafi, üç taneye gerek yok. Öyle bir şey ki bunlar, buluttan nem kapan insanlar, kontrol edilemeyen bir kızgınlıkları var. Terörist olmasalardı da katil olurlardı. Bir araştırma yaptık, Türkiye’nin çeşitli hapishanelerindeki teröristlerle görüştük, üstelik bu araştırmanın güvenilir yanı kim terörist kim değil diye bir kuşkunun olmayışı. Bu teröristler için kesinlikle en iyi ilaç yaştır. Kimse 40 yaşından sonra terörist olmaz. O halde kırka kadar beklemek gerek. 40 yaşına kadar içeride hapishanelerde tutulmaları gerekir. Pahalı bir yöntem ama idamdan daha iyi.” benzeri bir rapor hazırlarken, bir “terör semineri”nde ise, “Hapishane düzeni değiştirilmeli. Koğuş sistemi yerine teröristlerin küçük topluluklar halinde 5-6 kişilik hücrelerde tutulması uygundur.” diyerek bilahare oluşacak ve tarihe büyük bir ayıp diye geçecek F tipi cezaevlerinin fikir babası olmak gibi bir şerefe haizdir. Bir başka şeref te; “solcuların genetik olarak suçlu olduğunu” gibi garabet saptamalar yapan Prof. Dr. Ayhan Songar’a aittir. Tüm bu subuklukları aklı başında olan herkes tereddütsüz reddetmelidir.

Ama Kapitalist düzene satılmış bu kabil anlı şanlı sözde “bilim adamlarının” gerçek yüzleri, neye hizmet ettikleri ortadadır ve 12 Eylül faşist darbesinin bir karabasan gibi tüm halkın üzerine çöktüğü mezkûr süreçte, tutsaklara cuntacıların işkencehane ve zindanlarında insanlık onurunun ayaklar altına alındığı testleri uygulayanları tarih unutmayacaktır. 

 

Pazar, Şubat 09, 2014

ÇEŞME ANASONU ve RAKI ÜRETİMİ


“Uluslararası 1. Çeşme tarih ve kültürü sempozyumuna” sunulan ve Ege Üniversitesi İzmir Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Necmi Ülker tarafından kaleme alınan “Aydın vilayeti salnamelerine göre XIX. Yüzyılın sonlarında Çeşme Kazası” adlı bildiride; Salname-i Vilayet-i Aydın 1296 shf. 97 referansı ile, “Çeşme’de üretilen arak’ın (rakı)  kalitesinin tecrübeyle ispatlandığı iddia edilmektedir” şeklinde aktarılan bilgi bizleri rakı üretim sürecinin en önemli 2 ayağı olan Anason ve Üzüm konusunda, Çeşme’nin önemine bir kez daha dikkat etmemizi gerektirmektedir. Daha önceki yazılarımda da aynı kaynaklardan aktardığım bilgiler ile mezkûr ürünlerin üretim rekoltelerindeki tespitler, Çeşme’yi sadece bu ürünlerin ihracatçısı olmaktan öteye taşımış olmalıdır fikrini doğurmaktadır nitekim konu gerek yazılı gerekse de sözlü kaynaklardan incelendiğinde müthiş bir rakı üretim çeşitliliğinin söz konusu olduğu görülmektedir. Çeşme’nin mikroklima ortamının önemini anlayan ve üretimde buna uygun atılımların yapılması gerektiğini sürekli öne çıkaran, Coşkun Vural büyüğümüzün, konu ile ilgili anlatımları daha derin incelemelerin yapılmasının zaruretine işaret etmektedir.

Çeşme’nin özellikle de Çiftlik’in, dünyada bir eşinin sadece ABD de Kaliforniya yakınlarındaki bir bölgede olduğu söylenen, mikroklimatik ortamının Rakının önemli katkılarından anason için çok uygun bir ortam oluşturduğu bilinmektedir. Zaten biraz literatür karıştırıldığı, özellikle “Büyük Larousse” ilgili maddesine bakıldığı zaman da Çeşme Anasonunun kıymetli bir ürün olduğu ortaya çıkmaktadır. Çok eski devirlerden bu yana; anason, tıbbi nedenlerle mide bağırsak rahatsızlıklarında, hazımsızlık giderici, idrar söktürücü, iştahsızlık giderici ve sakinleştirici gibi rahatsızlıklarda doğal tedavi aracı olarak kullanılmasının yanında rakı başta olmak üzere bazı alkollü içkilerde tatlımsı tadı ve özgün kokusu nedeniyle çeşni katmak amacıyla kullanılmaktadır. Bilindiği üzere anason tohumlarındaki yağ, anasonun mezkûr tadını ve kokusunu temin eder ve alkolde kolaylıkla çözünür ve bu nedenle de anasonlu içkiler suyla karıştırıldığında beyazlaşır. 

Çeşme’nin bu güzel esanslı ve aromalı anasonu Rakı üreticilerinin her zaman tercihi olmasına rağmen neden yok olmuştur ya da yok edilmiştir, burada bir plan varmıdır, yoksa kendiliğinden turizmin öne çıkması ile birlikte geneldeki Çeşme tarımının gerilemesine paralel bir gerilememidir sorun, çok bilemiyoruz, belki hepsi… Yine araştırmalardan anlayabildiğimiz kadarı ile Dünyanın en kaliteli olan bu anasonunu ki, rakının 100 kg sine 4 ya da 4,5 kg ilave edilirken, Denizli anasonundan aynı miktara 11-12 kg ilave edilmesi gerekmekte olup dünyanın en büyük üreticilerinden olan İspanya’nın anasonundan da yaklaşık miktarlar kullanılmaktadır.

Diğer taraftan; yine bilinen başka bir gerçek daha, Çeşme’nin kaliteli üzüm yetiştiriciliğine en uygun iklime sahip olduğu ve üzüm yetiştirilen arazilerin teraslanmış tepeler olması hasebiyle de denizden esen rüzgârların üzüm üzerine eşit miktarda etkisinden ötürü de bu üne kavuştuğudur. Kaliteli üzüm üreticiliğinde de gerek şart olan bu klimatik ortamın, üzümün fermantasyonu ile mezkûr anason birlikteliği olan rakı imalatına uygun bir coğrafya oluşturduğu da aşikârdır.

Bu bilgilerin toparlanması sırasında öğrenebildiğim kadarıyla; Osmanlı’da Çeşme bir arak(rakı) üretim merkezi iken, aynı yoğunluk Cumhuriyet döneminde de devam etmektedir ve başta “Kabadayı”, “Gelincik” gibi markalar olmak üzere tam tamına 12 adet üreticinin varlığı tespit edilmektedir. Ayrıca; kayıtlara göre merkezi İzmir Bornova olan ve Çeşmeli Behçet adlı bir üreticinin varlığı da anlaşılmaktadır, üretilen “hayat rakı” Çeşme’nin ünlü anasonundan imal edilmiştir ibaresiyle satışa sunulmakta imiş ama bu imalatçının Çeşme ile olan bağı tarafımca anlaşılamamıştır.

1925 tarihli bir gazetede Alman İmparatoru Wilhelm’in, Almanya’da severek içtiği Halk Rakısını, yerinde doya doya içmek üzere İzmir’e gideceğine dair sözlerinin yer aldığından bahsedilmektedir ancak bunun doğruluğu kanıtlanmış değildir.

Moskova’da “votka müzesini” gezerken, ev üretimlerinden, küçük imalathanelere oradan da kocaman bir sanayiye dönüşümün muhteşem tarihini öğrenme fırsatını bulmuştum. Türkiye’de de benzer gelişmelerin Osmanlı’dan itibaren yürütülememesinin bugünkü oluşan vurdumduymazlığa ve savsaklamaya kadar gelmesinin sosyal, kültürel ve dini izahları vardır şüphesiz, ama halen Fransa’dan etil alkol ithalatının, canım Yurdumun üzümün üretim miktarları açısından 2. si iken, ihracaatçı olarak da 74. sü olma gerçeğinden bihaber dolaşmaktadır ortalık yerde kasım kasınarak, bu tarımı geliştirdik diyenler… Ayrıca; muhtemelen genç Cumhuriyet ekonomik tercihleri nedeniyle ve ülkenin yeni yöneticilerinin sermaye sahipleri arasında tercih yapma hissiyatlarından olsa gerek 1926 yılına kadar devam eden üretimler, çıkarılan “İnhisar kanunu” ile oluşan “Tekel” tarafından özel sektöre verilen üretim serbestliğini bitirmiştir. 2000li yıllarda alkollü içeceklerin üretimi üzerinden tekelin nihayetlendirilmesi ve kamuya ait işletmelerin özelleştirilmesi neticesinde rakı üretimine yönelik özel sektör ilgisi canlanmış iken, bu seferde siyasi ve dini mülahazalarla önce reklâmına, sonra satışına kısıtlamalarla ve nihayetinde de oluşturulacak kırmızı alanlarla kent dışına taşınmak istenen alkollü içecek satan yerler yaklaşımı ile konu gündemdeki yerini korumaktadır. Ama özelleştirmeler sırasında, 180 milyon dolara satılan fabrikaların sonra 800 milyon dolara yabancılara satışına bilahare de bir başka yabancıya yaklaşık 2 milyar dolara satılması gibi kısa sürede oluşabilen büyük rantların komisyonlarının iştah kabartmaları insanoğlunun aklında hep canlı kalacaktır, biline…

Bu yazıda aslında rakı ve alkollü içecek üretimini öne çıkarmak istemedim ama Çeşme tarımının dünyaca ünlü anasonunun giderek yok olmasına dikkat çekmek ister iken mecburen anasonun ilgili süreçlere katılımı ve katkısını da anmak gerekmekteydi. Bazı rakı şişelerinin üzerinde “Çeşme anasonu” ibaresi var ise bu bizim için öne çıkarılabilecek bir detaydır çünkü Çeşme tarımının kurban edilmiş olması beni çok üzmektedir, hele de konu dünyanın en güzel esanslı ve aromalı anasonu ise.

Rakı zararlıdır diyenlere, önce bize rakıya katmak üzere daha az zararlı su kullanma imkânı vermeleri gerektiği söylenmelidir. İlaveten de, sakın birileri çıkıp ta alkol kötüdür zararlıdır gibi subuk kelamlar etmeye adama sorarlar, sizin alkol ve domuz eti konusundaki hassasiyetiniz neden, altın madenciliği yüzünden doğanın arsenik zehrine gömülmesine, imar rantı uğruna direk insan hayatını tehdit eden derelerin kapatılarak sel baskınları tehdidine, radyasyon tehlikesi ile insan hayatının tehdidine, vs. vs. gelince birden ortadan kalkıyor…

Pazar, Şubat 02, 2014

ÇEŞME ILICA ve KAPLICALARI


Tarih boyunca ve de özellikle Roma İmparatorluğu ve Osmanlı döneminde öne çıkan, şifalı su ve çamur banyolarından faydalanılan Çeşme-Ilıca, kayıtlardan anlaşıldığı kadarı ile çok sayıda hastanın şifa bulduğu bir yer olarak anılmaktadır, o kadar ki karayolu ile ulaşımın bir hayli zor ve meşakkatli olduğu bu alana düzenli “Gemi seferleri”nin yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu şifa bulanlardan en ünlüsünün de Mısır Hidiv’inin oğlu Tosun Paşa olduğu bilinmekte olup, yürüyemez vaziyette geldiği Ilıca’lardan gayet sağlıklı ayrıldığı ve bulduğu sağlığın hürmetine binaen de kendi adıyla anılan bir çeşme ve cami yaptırdığı yine bu kayıtlardan anlaşılmaktadır. Zaman içinde buranın ününün çok arttığını ve önemine mukabil cazibe alanı olduğunu tevsik edecek miktarda otel yapılmıştır ki bunların bir kısmı hala o günlerdeki adları ile anılmakta ve restorasyonlarını müteakip halen hizmet vermektedirler.

“Uluslararası 1. Çeşme tarih ve kültürü sempozyumuna” sunulan ve Ege Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi Bölümünden Şule Sevinç Kişi tarafından kaleme alınan “Çeşme Ilıcaları” adlı bildiride; “sözcük anlamı olarak Ilıca ya da Kaplıca, “maden sularından yararlanma amacıyla kaynarcaların çevresinde kurulan tesislere verilen genel ad” ya da “kaynak sularının tedavi amacıyla kullanılması için kurulan ve hekimlik, sağlık ve konaklama tesis ve araçlarını içeren kurum” olarak tarif edilmektedir. Bununla birlikte Ilıca, sıcak maden suyuna verilen ad olup, Kaplıca sözcüğü de ılıcanın üstüne bir hamam yapılması sonucunda ortaya çıkan tesisin “kaplı-ılıca” biçiminde tanımlanmasından türemiştir.” denilerek, konuya iyice anlaşılması açısından giriş yapılmıştır. Görüldüğü üzere, tarihin her döneminde Ilıcalar birer sağlık, şifa kaynağı ve hekimlik aracı olarak görülmüştür.

Çeşme-Ilıca’daki termal suları bence en geniş şekilde ele alan ise; “Geçmişten günümüze Çeşme Termal Suları” adlı kitabı yazan İsmail Gezgin olmuş ve mezkûr eserinden de olabildiğince ve ulaşabildiğince arşiv ve kaynak taraması yapmış olduğu anlaşılmaktadır. Bu eserde, birçok kaynak taranırken öne çıkan ise, Yusuf Cemal’in eseri gibi görünmekte olup, termal su tedavisinin tüm Avrupa’da yükselmesinin yansımaları olarak, Anadolu’da da başta Çeşme-Ilıca termal suları olmak üzere öne çıkmış bir dolu ılıca-kaplıca bulunmakta ve görece ulaşım kolaylıklarından ötürü ise de Çeşme-Ilıca’nın payitaht tarafından da tercih edilir hale geldiği anlaşılmaktadır. Aynı esere dayanılarak ulaşım içinde şu bilgiler verilmektedir; “İstanbul’dan direk olarak Çeşme ve Sakız’a uğrayan vapurlar olmasının yanı sıra İzmir’den de Çeşme’ye düzenli vapur seferleri düzenlendiğini söyleyen Yusuf Cemal bazı şirketlerin de adını vermektedir. Nemçe, Pnadeleon, Hacı Davud ve Bulgar Kumpanyalarının vapurları, İzmir-Çeşme arasında muntazam seferler düzenliyorlardı. Bu nedenle de Çeşme’ye ulaşım genellikle deniz yoluyla yapılmaktaydı. Bununla birlikte Çeşme’den Ilıca’ya ulaşımı sağlayan arabalar çalışmaktaydı. Ayrıca yoğun olan yaz aylarında Nemçe ve Bulgar vapurları yolcuları direk olarak Ilıca’ya indiriyorlardı”  Ayrıca yine başka kaynaklardan bazı Avrupalı başta da ‘Lloyd Triestino’ isimli firma olmak üzere pek çok firma vapur seferleriyle Çeşme’ye yolcu taşırdı.

Cumhuriyet döneminde ise; Ilıca’nın şifalı su ve çamuru yörenin denizgüzelliğiyle birlikte yeniden keşfedilmesi 1950li yılların sonrasına rast gelmekte olup, bu farkına varma anlamındaki keşfetme sonrası bugünlere kadar sürecek turizm çalışmalarının merkezi haline gelmiştir.

1960lar sonrası ise; Doktor Halis Temel’in yoğun çaba ve çalışmaları neticesinde, yerli şifa arayanlara Avrupalılarda katılmış bu çerçevede Ardıç Oteli, Şifne Oteli tesisleri gerçekleştirilmiştir. Sahipsiz ve bakımsız haldeki Şifne termal suları ve çamur banyoları ile şifa veren içme suları uzun bir aradan sonra yeniden yükselen değer haline gelmiş ve yerli ve yabancı turistler için bir çekim merkezi olmuştur. Doktor Halis Temel’in, Çeşme’ye katkılarından sayılacak ağaçlandırma, kamping ve termal turizmine açılma gibi çalışmaları başta olmak üzere diğer tüm çalışmalarını bir başka yazı konusu yapmak üzere bu bahsi burada nihayetlendiriyorum. Ancak termal sular konusunda mevcut tesisler yeterlimidir, uygun kalite ve teknolojik donanıma sahipmidir diye sorulacak olursa, bir ikisi dışında kayda değer bir şey yoktur, hele Çeşme Belediyesine ait olan ise tam evlere şenliktir.

Diğer taraftan; Ilıca’nın Eylül başı ile Ekim sonu arasında özellikle de Manisa, Akhisar, Turgutlu, Ödemiş taraflarından yaz hasadının tamamlanmasını müteakip gerek yazın yorgunluğunun atılması gerekse de çetin geçecek kışa daha zinde girilmesi hazırlığı için yoğun bir yerli turist akını olurdu ve bu yaklaşık 80li yılların ortalarına kadar sürmüş ancak Çeşme ve Ilıca’nın turizm profil değişikliği ve bağlı olarak burada tatil yapmanın maliyetlerinin bir hayli yükselmesi ile de nihayetlenmiş olup behemehal yeniden kazanılmalıdır.

Termal turizminin 90lı yıllarda unutulmaya yüz tutmuş olmasına karşın, başta yapılan yatırımlarla turistik otellere kadar termal sularının hazırlanan iletim şebekeleri ile dağıtılmasının yarattığı turistik reklam artışları, gerekse de başta Dr. Ilgaz Nacakoğlu gibi bu işe gönül vermiş insanların önderliğinde yoğun tanıtım çalışmalarının yapılması yeni bir trend yaratmış görünmektedir. Hele ki; Dr. Ilgaz Nacakoğlu’nun sunumlarıyla, Yunanlı coğrafyacı Pavsanyus’un Ilıcadaki bu termal suları, deniz kenarında hatta içlerinde bulunması ve ihtiva ettiği sodyum klor benzerliğinden hareketle “deniz Ilıcaları” diye tanımlaması, belki de nihai noktası olacak “thalassoterapi” gibi başlı başına bir turizm figürü ortaya çıkmıştır. Bilindiği üzere kısaca; sıcak ya da ısıtılmış deniz suyu ile tedavi olarak anılan Thalassoterapi, Roma döneminden beri kullanılan bir teknik olmakla birlikte günümüzde hem fiziksel hem de psikolojik rahatlamalar yaratması nedeniyle tekrar trend olmuştur. Konunun uzmanlarının çoklukla bahsettiği üzere, sinir ve dolaşım sistemi üzerindeki olumlu etkilerinin yanında romatizmal ağrılar, selülit ve toksin atma gibi tedavilerde 10 – 12 günlük terapilerle gayet başarılı sonuçlar alınmakta imiş. Yine Dr. Ilgaz Nacakoğlu’nun daha önceki yazılarından anladığımız kadarı ile Ilıca ve Şifne yöresindeki termal suyun; deniz suyunun magmaya kadar inmesi ve doğal yollardan ısınarak tekrar yeryüzüne çıkması nedeniyle, ısıtılmış deniz suyu tercihinde 1. sıraya oturmakta ve bu anlamdaki şifa değerinin diğer bölgelerinkilere göre yüksekliği söz konusu olup esasen de bu kaynakların denize yakın bulunmaları kıymetlerini arttırmaktadır. Stres, Gerginlik, Uykusuzluk, Yorgunluk, Enerji azlığı, Şişmanlık, Selülit, Ödem, Adale ağrıları, Kramp, Artozi Kireçlenme, Sakatlıklar, Romatizma, Astım, Hazımsızlık, dolaşım bozuklukları, Karaciğer, Pankreas, Böbrek, Şeker, Cinsel isteksizlik, Lumbago, Siyatik, Kısırlık, Sedef, Egzama, Mantar, Menepoz gibi zihinsel ve bedensel hastalıklarında önlenmesinde ve giderilmesinde ciddi katkılar sağladığı da beyan edilmektedir.

Bugün, Ilıca termal sularının yeniden öne çıkarılma çalışmalarının yerel ve merkezi yönetimler tarafından kayıtsız şartsız desteklenmesi gerekmekte olup, Çeşme’nin eşsiz ve uçsuz bucaksız plajlarının yanı sıra termal sularının da gereken ilgi ve yatırıma kavuşması sağlanmalıdır.

Cumartesi, Ocak 25, 2014

BİR OSMANLI İHRACAAT LİMANI ÇEŞME


“Uluslararası 1. Çeşme tarih ve kültürü sempozyumuna” sunulan ve Prof. Dr.          Feridun M. Emecen tarafından kaleme alınan “Çeşme İskelesi hakkında bazı bilgiler” adlı bildiride; “Bu durumu Evliya Çelebi’nin Karaburun yoluyla Çeşme’ye giderken Çarpan Boğazında karşı karşıya kaldığı bir eşkıyalık hadisesi de doğrulamaktadır. Burada Karaburun ormanlarının eşkıya yurdu olduğu vurgulanmaktadır. Çeşme sadece kara eşkıyası ve yerli-yabancı korsanların değil zaman zaman Osmanlı’larla savaş halinde bulunan Venediklilerin de saldırısına uğrama tehlikesiyle çeşitli defalar karşı karşıya kalmıştı. Bu sebeple buranın kalesine büyük önem verilmiş ve Çeşme, XVII. Yüzyıldan itibaren bir ticaret limanı oluşundan ziyade Osmanlı donanmasının bir askeri üssü olarak tanınmaya başlandı. Özellikle 1570 Kıbrıs ve ardından İnebahtı mücadelesi sırasında Batı Anadolu’nun sefere eşmekle görevli sipahileri Çeşme’den gemilere binmişlerdir.”

Yukarıdaki satırlar Evliya Çelebi’nin “Seyahatname” adlı eseri refere edilerek aktarılmaktadır ve kolayca da anlaşılacağı üzere, birkaç öneme haiz bir durum tespiti ile karşı karşıya olduğumuzu bize anlatmaktadır.

Eşkıya varsa, ciddi bir hedef yani konu özeline göre de soyulacak kervan var demektir, iddia ve diyalektiğinden hareketle kolayca anlaşılacağı üzere, büyük ormanlık alana yayılmış bu şekavet hareketini, üstelikte Osmanlı’nın çok büyük önem verdiği güvenlik oluşumuna rağmen, tatmin edecek, miktar ve büyüklüklerde kervan trafiğine sahip olunmuştur. Bu kabil büyüklük ve miktarlarda kervan hareketi mevzuubahis ise, varılacak yerinde çok önemli bir merkez olması gerekmektedir doğal olarak, ya nüfusu ve endüstrisi bu ihtiyacı doğurmuştur ya da bir toplama ve dağıtım merkezi olması hasebiyle… Yine mezkûr eserler ve bildirilerden anlaşıldığı üzere, Osmanlı salnamelerinde tespit edilen gerek nüfus, gerekse de gümrük vergilerinin büyüklükleri göz önüne alındığında Çeşme’nin çok önemli bir ihracat limanı olduğu çok açıktır. Yine mezkûr bildiride “Çeşme’ye ait gümrük gelirlerinin XVI. asır boyunca geçirdiği değişim, iskelenin ticari kapasitesi hakkında belirleyici bir unsurdur. Yapılan tespitlere göre gümrük gelirleri 1547’de 600.000 akçeyi geçmiştir” tespiti yapılarak ihracat büyüklüğüne de vurgu yapılmaktadır. Burada, sarp ve sıkıntılı bir yol izleyerek, üstelik daha kolay ulaşımı olan diğer İzmir civarı limanlar mevcut iken, Çeşme’nin öne çıkmış olmasının izahı yapılırken, Sakız Adasının fethedilmemiş olması ve ihracatının talepkarı yabancıların bu adada ikamet ediyor olması enteresandır. Diğer taraftan bir ihracat merkezi olan Çeşme Limanının bu önem ve ehemini teyit edecek 2 önemli unsur daha öne çıkmaktadır, Çeşme Kervansarayı ve Çeşme Kalesi; biri konaklamaların yoğunluk ve büyüklüğüne, diğeri güvenlik unsurunun önem ve büyüklüğüne delalet etmektedir. Ayrıca bu ticari büyüklüğün ve önemin uluslararası güçler tarafından dikkatten kaçırılmayacağı da aşikârdır, Osmanlı ile sürekli bir savaş hali içinde bulunan ve yer yer de deniz korsanlarının hamiliğine soyunan Venediklilerin de hedefi olmuştur sürekli olarak.

Tüm takip ve tedibe rağmen eşkıyaların saklandığı, barındığı ve üs olarak kullandığı alanların ciddi bir orman alanı olduğu vurgulanmaktadır ki, bugüne kadar çeşitli nedenler gösterilerek defalarca yakılmış olmasına ve bir vadedir de sanki başka yer kalmamışçasına ve yangından mal kaçırırcasına RES (rüzgâr enerji santrali) yapacağız adı altında kesile kesile yok edilmeye yüz tutmuş olsa bile bakiyesi bile ciddi bir öneme haiz çam ormanları mevcuttur.

Diğer taraftan; kayıt altına alınan ihracat ve ithalatın varlığı kadar kaçak ve gayri yasal ticaretinde geliştiğini anlıyoruz mezkûr bildiri ve benzer yayınlardan, zengin tacirlerin ve bu zenginliğe mütenasip kervanların varlığının yarattığı iştah, her daim olduğu ve olabileceği üzere kolay geçinme yolu arayan eşkıyanın hedefi olmuştur ve gasp edilen mal ve eşyaların kendi ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde bir durum oluşturduğu da aşikârdır ayrıca. Gasp edilen bu zenginliklerin ve emtianın gayri yasal ticaretini yapmak üzere depolandığı ve yabancı bandıralı gemiler ile sevk edildiğini tarih itibari ile merkezi otoritenin yerel kadılara yazdığı talimatlar ve araştırma ve takip taleplerinden anlaşılmaktadır. Nitekim mezkûr bildirinin 27 sayılı dipnotunu oluşturan paragrafta; “sekban, eşkıya ve firketecilerin faaliyetlerinden ve bunların yöredeki kasabalarda sakin yatakçılarından söz edilmektedir” denilerek dipnotta da;  Osmanlı devlet işlerine ait sadr olan hükümlerin ve fermanların tarih sırasına göre özetlenerek kayıt altına alındığı Mühime defteri LXXI sayı sahife 258 refere edilerek “Seferhisarlı Muslihitdin’in kara ve deniz eşkiyası ile işbirliği yaptığı, bunların çaldığı malları depolayıp sattığı ve eşkiyayı koruduğu belirtilmektedir. Aslında bu zatın eşkiyanın başı olduğu söylenebilir” bilgisi verilmektedir.

Çeşme Limanının; mezkûr sempozyumda ihracat limanı olarak öne çıkmasının yanında, başka kaynaklardan öğrendiğimiz kadarı ile sahip olunan, kaplıca ve ılıcalar nedeniyle de gerek tedavi gerekse de rehabilitasyon açısından önemli bir destinasyondur aynı zamanda. İzmir merkezli Gemi Acentelerinin Çeşme Ilıcaları hedefli turlar düzenlemelerinin yanında, Ege Adalarından da yoğun bir trafiğin olduğunu anlamaktayız kayıtlardan, yayınlardan… Bu amaçla yapılan ve işletilen, bugün hala izleri ve işleri olan otellerin varlığı da bu görüşleri teyit etmektedir.

Çeşme Limanı; İonia’nın önemli kenti Erythrai’inin limanı olduğu tarihlerden itibaren, bir taraftan Osmanlının Sakız Adası fethinin yarattığı atalet diğer taraftan da 17. yüzyıl ortalarında İzmir’in muhteşem yükselişine kadar önemini korumuş olup bilahare de askeri bir üs olarak hizmet vermeye devam etmiştir. Şimdilerde ise, Çeşmelilerin çok benimsememesine rağmen birkaç oldubitti, deyim yerinde ise, tam bir cinlik ile ihale ve özelleştirme numaralarının ihdas edilmesi sonucu, ULUSOY tarafından RORO iskele işletmeciliğinin önemli bir merkezi haline getirilmiştir. Şimdi bir kesim zevat ta çıkar der ki; bu sayede Çeşme otoyola kavuşmuş ve kolay ulaşılabilir bir yer olmuştur ve bu yüzden de turistik değeri artmıştır, bu da bir tercihtir ama katılmasam da katlanırım.

 

Cumartesi, Ocak 18, 2014

ÇEŞME KENT MÜZESİ


Bir vadedir, Çeşme’nin ihtiyaç projeleri arasında sayılan, Kent Müzesinin gerçekleşmesine kendimizi yakın hissetmemize neden olan sıcak gelişme ve konuşmalar yapıldığı herkesin malumudur. Bilindiği üzere, kentlinin kent hakkını gözetmeyen, oluşacak kent ve kentli belleğini hiçe sayan, tepeden bakan, nobran bir anlayışın yansıdığı bir alan değildir kesinlikle kent müzesi… Çünkü kent müzesi aslında ve esasen diğer müzelerden farklı olarak kentliyi ve kentli ruhunu birleştiren, farklı unsurları birbirine bağlayan bir volan kayışı işlevi görür, bize geçmişi anlatırken, bugünü belgeleyerek arşivler ve gelecek için nasıl bir kent olmalı hayalini kurmamıza olanak sağlar ve Kent insanına ve olma niyetinde olana kentin geleceğine dair senaryolar kurma şansı tanır.

Kent müzesi her şeyden önce ve esasen ve de öncelikle kentliye ait olmalı ve bağımsız bir yapısı, bilim insanlarından, bilge ve çelebi insanlardan oluşan bir yaşatma, danışma ve yönetim yapısına sahip olmalıdır. Aksi takdirde başka hesapları olan kimselere ve kurumlara, varolan ilişkisi ve alış verişi nedeniyle göbeğinden bağlı hale gelir ve maazallah bugünkü nobran anlayışın yarattığı rüzgârla da mezkûr kişi ve kurumların cüzü haline gelebilir. Bu kabil gerekçe ve çekincesi olmayan kent müzelerinin de kent müzesi olabilme imkân ve ihtimali yoktur. Bugün artık modern dünyanın geldiği nokta itibariyle kent müzelerin, genel olarak insanı ve özel olarak ta kentliyi ilgilendiren her konunun ve unsurun yer alabildiği bir çalışma alanı olduğu aşikâr olup, adeta kentli için birer toplumsal yaşam ve bellek alanı olarak ta, “bu alanımıza girer şu girmez” tefriki yapmaksızın ilgili her temayı içselleştirir ve forumuna dâhil eder ve etmelidir de… Geçmişin bugüne, bugünün geleceğe taşınarak geleceğin şekillendirmesine kentlinin tanıklığında, katılımcı, paylaşımcı ve demokratik, özgür bir yaklaşımdır kent müzesi, en önemli sunusu bizatihi kentin kendisi ve kendini kente ait hisseden insanlar olmalıdır mutlaka. Müzeler, sahip oldukları tarih, doğa, kültür içeriklerinin; genel manada çoluk-çocuk, yaşlı, genç için, en önemli buluşma, öğrenme, paylaşma, hatırlama ve bilgi mekânları olup, geçmişimizi geleceğimize taşıdığımız ve bu uğurda geleceğimize bıraktığımız yaşam renk ve ahenklerinin yansıtıldığı yegâne miras mekânlardır.

Kent müzeleri kentliyle birlikte kurulur, onları kucaklar, katılımcı olmayan bir mantığa teslim edilemeyecek kadar yaşamımızda etkin ve önemli mekânlardır, değilse de mutlaka olmalıdır. Kentliyi dinleyen daha da önemlisi kentin önemli bir parçası kabul eden, kentliyi şekillendirmeye yönelmeyen, tam tersine kentliyi kabul eden bir yaklaşım göstermelidir kent müzesi… Tabulara sığdırmaya çalışmayan, kentlinin değişkenliğini kabul eden bir öngörü ile hareket etmelidir yani… Bilgiyi işlemenin kaçınılmazlığını bilen, antropoloji ve sosyoloji bilimini göz ardı etmeyen, kentin bellek ve ruhunu yansıtan değerlerin korumacılığını asla ve kata göz ardı etmeyen bir yaklaşım olmalıdır bu yaklaşım… Hülasa halk, ama tamamı “şucu ve bucu” terfiki yapılmaksızın bu projede bulunması, projenin içinde olması, olmazsa olmazdır…

Peki; bu değerlendirme peşrevi neticesinde, “Kent Müzesi” nerede yani hangi mekânda bulunmalıdır sorusunun cevabına geldi sıra… Kent müzeleri genellikle bulundukları kentlerde simge olmuş, kentlinin hafızasında yer etmiş, hikâyesi çok bilinen ve kentliyi yok saymayan, üzmeyen ve bezmeyen, dışlamayan ve bölmeyen mekânlarda kurulması gerekirden hareketle, Çeşme’nin bu kabil binasının tayini yapılmalıdır.

Bu uğurda; Belediye yönetimine aday olan başta, Hakan Kerman, Mehmet Görgün, Reşat Akbaykal, Ekrem Oran gibi arkadaşlarımızla yaptığımız sohbetlerin bu boyutunda hem fikir olduğumu büyük bir sevinçle gördüm ve sizlerle de paylaşıyorum. Diğer adaylarında mezkûr konuda fikri ve projesi olabilir ama bir kısmı ile hiç ve bir kısmıyla da bu konuyu konuşma fırsatımız olmamıştır, eğer konu ile ilgili bir proje ya da fikirleri var ise buradan duyurmanın görevimiz olduğunu da biliyor olmaları gerekir. Fikri ve projesi olanlar arasında Ekrem Oran bir adım daha ileri hamle yaparak nereyi ve nasıl bir kent müzesi olarak hazırlayacağını söyleyerek konuyu ne kadar sahiplendiği hissettirmiştir.

Kent müzesi oluşumuna tartışmasız siyasi destek yapılmalı ancak, yönetimine “biz destek veriyoruz, biz her şeyine karışırız” demeden olmalı, siyasi ve ekonomik gücü elinde bulunduranın canının çektiği biçimde yönetebileceği değil tam tersine kentsel ve toplumsal bellek oluşturmak adına bilinen geçmişten bugüne her şeyi ama her şeyi içine alan kollektif bir sonuç oluşturmalıdır.  Çünkü bugüne kadar yaşanılan pratik, ister yerel ister genel olsun, tüm yönetimlerin bir türlü vazgeçemediği vesayetçi ve dayatmacı tavrın hiç eksik olmadığını göstermiştir, işte tam da bu nedenle, bari ve en azından oluşacak kent müzesinde karar alma süreçlerinin şeffaf tutulması ve katılımcı bir yönetim anlayışının temin edilmesi en büyük beklentidir ve hedef olmalıdır. Kent müzesinin ilgi alanına giren ve konusunu oluşturan her detayın, rakiplerle mücadele aracı olmadığı bilinciyle yapılmalıdır tüm planlar, tüm detay ve düzenlemelerin ideolojik yakınlık ve uzaklıklarla illiyeti kurulmaksızın özenli bir çalışma yürütülmelidir.

Peki, yönetime aday olanların bahse konu detaylarda kafa yorması yeterlimidir acaba, yanıt şüphesiz ki hayırdır ve kent müzesi kurulması ile yetinilmeden, behemehal “Kent Konseyi” adam gibi ve ahlaklı çalıştırılmalıdır. Kent müzesinin oluşturulmasının bir boyutuyla lokomotifi olacak bu konseyin çalıştırılma süreci, yönetime seçilmiş insanların kendilerini, seçilme gerekçelerini kendilerinin her haltı iyi bildiklerinden değil de, kendilerine ayak takımları tarafından süreli ve görev bölümü mucibince tevdi edilen bir ödev gözü ile bakmaları biçimi ile mütenasip olmalıdır. Aksi takdirde ve bugüne kadar ki pratik benzeri olacaksa tüm bu olacaklar, olmaması evla sayılabilir.

Pazar, Ocak 12, 2014

ÇİFTLİK - KATOPANAGİA


“Uluslararası 1. Çeşme tarih ve kültürü sempozyumuna”, Prof. Dr. Necmi Ülker tarafından sunulan “Aydın vilayet salnamelerine göre XIX. Yüzyılın sonlarında Çeşme Kazası” başlıklı bildiriden, Çeşme’nin 2 adet nahiyesi olduğunu öğreniyoruz; biri alaçatı diğeri de Çiftlik ki, “Aşağı Çiftlik” ya da “yeni nahiye” ya da “Çiftlik-i kebir” ya da  “Katopanagia” adıyla bilinmektedir. Tüm adlarda bir şekilde çiftlik geçmekte olup, bunun da Osmanlı İmparatorluğu döneminde başlamış ve son döneme kadar yörede bazı insanların tapularında “Melek Paşa vakfiyesi” şerhi de taşımasına neden olan, Melek Paşa’nın büyük arazilerinin olmasının neden olduğu bilinmektedir. Yine aynı bildirinin ilerleyen bölümünde, “Çeşme’nin güneyinde, Alaçatı’nın batısında, kuzeyi Adalar Denizi, batısı Sakız Boğazı ile sınırlanmıştır. Köyü yoktur. Belediyesinin geliri 15.000 guruştur. Nahiye merkezinde gece aydınlanması için 15 fener vardır. Diğer adı Çiftlik-i kebir olan nahiye araba ile Çeşme’ye 4 mil, denizden 6 mil uzaklıkta ve batı tarafındadır. Nüfusu 1.691’i erkek, 1.562’i kadın olmak üzere, 3.253’dür.” şeklinde verilen bilgilerden, Çiftlik’te “Belediye” teşkilatının olduğu da anlaşılmaktadır. İlerideki yazılarımda, Çiftlik’in nasıl bir belediyecilik ile yönelmiş olmasının izlerinin; gördüklerim, duyduklarım ve okuduklarımın eşliğinde, yazmayı planlamaktayım.

Çiftlik; dönem itibariyle ve bugüne aktarılan izlerinin sağlıklı, adam gibi ve ahlaklı takibi neticesinde görülür ki, Çeşme merkez limanının askeri amaçlar için kullanılması nedeniyle adalar denizine açılan çok önemli bir limandır ve tam da bu nedenle daha 40 yıl öncesine kadar izleri dimdik ayakta bulunan, şimdilerde ise ancak ve ne yazık ki her yere kalkınma adına balıkçı barınağı yapma sevdalısı yönetimler tarafından balıkçı barınağı dolgularının altında kalmasına neden olunan, muhteşem iskelesinin bir benzeri yakınlarda bulunmamaktadır. Yine kayıtlardan anlaşıldığı kadarıyla; “Gümrük Kompleksi” ki bugünlere arta kalan cüzü olan ve bugün artık kültürel ve eğitim faaliyetleri için kullanılan antrepo niteliğindeki binasıyla hayale değer bir durumdadır. Çeşme bölgesinin ticari bir limanı olması görüntüsü yanında mezkûr kayıtlardan anlayabildiğimiz kadarıyla da “Çiftlik” aynı zamanda yukarıda “Melek Paşa Çiftliği” olarak belirtildiği üzere sahip olduğu mikroklimatik özelliklerle de nicelik olarak olmasa bile nitelikli bir tarım bölgesi olup üzüm ve anason ön plana çıkmaktadır. Diğer taraftan belki de dikkatlerden kaçan bir başka ama önemli tarafı da, bazı evlerde halı dokumacılığının, iplikten bez, peşkir ve perde üretiminin de yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu ekonomik faaliyetlerin niteliğinin şehircilik ve imar faaliyetlerine birebir yansıdığına da tanıklık etmemizi sağlıyor bu kayıtlar, ağırlıklı taş olmakla birlikte Bağdadi denilen kompozit yapılarında bir hayli yüksek olması, Melek Paşanın buraya sadece bir Çiftlik gözüyle bakmadığının da bir göstergesi gibi durmaktadır sanki… Şimdilerde sokaklarda bir yürüyüş yapmanız halinde mezkur evlerin, cumbaları, balkonları, pencere ve kapılarının restorasyon bekleyen hallerinin imdat seslerine tanıklık etmenize vesile oluştururlar adeta…

Köyün merkezine su taşıyan ve Değirmen dağından döşenen ve pişmiş topraktan mamul künklerle döşenmiş su hattının ve mezkûr çeşmenin yerinde yeller esmektedir şimdilerde, çocukluğumuzda “yukarı çeşme” dediğimiz Çeşme ise Çeşme Belediyesi tarafından restore edilmiş olup meraklılarına nostalji yaratmaya devam etmektedir. Yine son yıllara kadar yolların güzelim “Arnavut kaldırımı” taş kaplaması ile kaplanan yüzlerinin beton sevdalılarınca tahrip edilmesi de gerçekten hayıflanacak bir durum oluşturmaktadır.

Gayrimüslim Osmanlı Tebaası tarafından ağırlıklı bir nüfus oluştuğu yine kayıtlardan anlaşılmakta olup nüfusa mütenasip şekilde de ibadethane dağılımı da söz konusudur. Pencere ve kapı sövelerinin mermer kesme taşlarla yapıldığı ve kaplamaların da ağırlıklı mermer olduğu yaşı 60’ın üstündeki herkes tarafından bilinen 2 adet kilisesinden bugün geriye ne yazık ki bir şey kalmamıştır. Geriye sadece “Maşatlık” olarak bilinen mezarlığın, kemik saklama odasının ve mahzeninin bir bölümü yıkık dökük olarak muktedirlerden restorasyonu adına merhamet beklemektedir ancak kültür bitkisi tütün ve kavun tarlalarını uzun vadede yatırımlarının ikbaline evrilmesi adına koruma altına almaktan fırsat bulunamayacağı da aşikâr görünmektedir.

İşte Nezir’in kulesini yıkan anlayış görev başındadır üstelikte “Ecdadımızı ve Osmanlı’yı günümüze taşıyan biziz, Osmanlıyı yaşatan ve yaşatacak biziz” diye diye her türlü geçmiş bağımızı koparmaktadırlar, peki bu konuda sadece onlar mı böyle düşünüyor, ne yazık ki hayır, bu örümcek kafaya uygun bir de seçimden seçime noter görevi yapan geniş kitleler yaratılmış durumdadır. Allah selamet versin, onlara ve şakşakçılarına…

Çiftlik, bugün artık üzüm, buğday, arpa, yulaf, anason ve tütün üretilmeyen, sadece meşhur “Çeşme kavunu” üretiminin yapıldığı buna mukabil geçimin yazlıkçı turizmi ve balıkçılık ile yürütüldüğü bir konumdadır. Ama Allah vergisi, denizi ve kumu da bu beklentileri fazlası ile karşılamaktadır.

Karşıda Yunanistan’a ait Sakız adasının yüksek dağları, keraat vakti dediğimiz güneşin kavuşmasına mızrak boyu kaldığında, inanılmaz bir şekilde mor renge bürünür, Çiftliğin akşamını yavaş yavaş erguvandan eflatun’a dönüştürür, Herodot’un Ege Denizi üstüne şarabın rengi Ege ve renklerin dansı tanımlamalarını adeta günümüze taşıyarak, denizin şarkılarını balık restoranların içine getirir… Mezkûr renkli akşamları denizin şarkıları ile yaşamanın ayrıcalığını tadanların bu anının tutkuya dönüştüğü yerdir işte burası… Günün ortasındaki deniz lacivertinin akşamüstü eflatuna dönüşmesinin keşfedilmesi insanoğlunun kendisine en büyük ikramı olacaktır ki bunun yegâne mekânı da Çiftlik’tir dersek fazla abartmış olmayız herhalde… Gün batımı rengi diye bir renk bilmiyenler açısından Çiftlik kaçınılmaz ve kaçırılmaz bir destinasyondur… Akşamüzeri keraat vaktinde denizi işgal eden “şarap renginin tanığı olun Çiftlik’te” demenin bir reklâm olduğunu bilmeme rağmen yazıyorum ve yazacağımda, çünkü çok şükür ki böyle… Bu yazdıklarımı sadece bir güzelleme diye nitelendirenler olacaktır şüphesiz ki, ancak, inanıyorum ve biliyorum ki bu güzelliklerden nasiplenenlerin, kesinlikle hem fikir olacağı bir yaklaşımdır tüm bu kelamlar. Canım Yurdumda, Barbun balığının en güzeli Çeşme’dedir, Çeşme’nin en güzel Barbun balığı da Çiftlik’tedir diye iddiaların olduğunu duymayan kalmamıştır kanımca, sizlerde duymuşsunuzdur, bunun test edilmesi herkesin elindedir, bu konuda çok iyi olmasam da bende aynı görüşteyim…

İster tüm yaz sezonu, isterse kısa süreli tatil sezonu olsun, sahiden insanın ömrüne ömür katabilecek bir yerdir Çeşme ve özellikle de Çiftlik, her şeyden önce zaman burada sanki diğer yerlere göre daha yavaş akıyor ve siz akışı gözlerinizle izliyorsunuz adeta bir güneş saatini izlercesine… Çeşme’de sürekli yaşamaya başladığım andan itibaren saatinde akışını takip etmiyorum artık, hatta saat ta takmıyorum, hatta saatin akmış olmasını da kafama takmıyorum.

Çarşamba, Aralık 25, 2013

ÇEŞME TARIMINA SAHİP ÇIKILMALI


“Uluslararası 1. Çeşme tarih ve kültürü sempozyumuna” sunulan bildirilerin kitaplaştırıldığı ve 1997 yılında “Çeşme Belediyesi” tarafından basılarak dağıtılmış olan kitap, bilim adamlarının ve araştırmacıların tamamının görüş birliğini sağlayamamış olmasına rağmen büyük ölçüde bu kitap en ciddi Çeşme araştırmasıdır. 1995 ve 1997 yıllarında 2 bölüm halinde yapılan bu çalışmaların toplandığı bu 2 ciltlik çalışmayı şimdilerde edinmek çok kolay değildir ne yazık ki, anlaşıldığı kadarı ile bu çalışma Belediye tarafından pek sahiplenilmemiş ve sadece eski yönetimin bir çalışması gibi durmaktadır. Çeşme konu ise bilinmeyen çok olduğundan bu tür çalışmaların yapılmasını, ama kim yaparsa yapsın önemsemeden desteklemenin gerektiği düşüncesiyle konuya sahip çıkılmalıdır.

Mezkûr sempozyumda; Prof. Dr. Necmi Ülker tarafından sunulan “Aydın vilayet salnamelerine göre XIX. Yüzyılın sonlarında Çeşme Kazası” başlıklı bildiride; 1317 H/1899–1900 tarihli salnameye atfen, Çeşme kazasında 8061 hane, 1121 dükkân, 2 han, 2 hamam, 54 un değirmeni, 9 yağhane gibi konut ve ticari binanın yanında resmi ve dini bina olarak ta 1 hükümet konağı, 14 cami, 1 mescit, 1 tekke, 40 kilise, 3 havra, 1 rüştiye mektebi, 1 ibtida-yı zükür (erkek ilk mektebi), 1 ibtida-yı inas (kız ilk mektebi), 4 gayri müslim mektebi bulunmakta olup yine aynı yıllara ait genel nüfus 30.706 olup 15.871 erkek ve 14.835 kadından oluşmaktadır. Sevgili dostum Taner Morova tarafından hediye edilen; 1914–1918 yılları arasında Çeşme Kaymakamlığı yapmış Hilmi Uran’ın 1959 basımı “Hatıralarım” adlı kitabında Çeşme’nin nüfusuna yönelik “İlçenin 45 bin nüfusundan 40 bini Rum’du ve Türkler kasabada olduğu gibi, bütün İlçede de azınlıkta idi” şeklinde düştüğü not, Osmanlı salnamelerindeki belirtilen rakamları yaklaşık teyit etmektedir.

Yukarıda sıralanan rakamlara bakıldığında, nasıl güçlü bir üretim, ticaret ve nüfusun varlığının yarattığı büyüklük göz kamaştırıcı olmaktadır. Üretim denince dönem itibariyle de anlaşılması gereken şeyin tarımsal olması gerekir ama un ve yağ fabrikalarına ve burada bahsedilmemiş tütün işleme atölyelerine de bakılınca tarım endüstrisinin de hiç geri olmadığı anlaşılmaktadır. Bugün artık ne yazık ki numunelik bile olsa açık bir zeytinyağı ya da un fabrikası bulunmamaktadır, gerçi artık tarım da çok sınırlı bir şekilde yapılmaktadır ya, Çeşme turizm ile geçinecektir rüyasına mı kapıldı, peki turizm, tarım eskisi gibi artarak devam ederek yapılamazmıydı da böyle oldu, bilemiyorum… Bu sorulara herkes farklı cevap verebilir yani doğru cevabı çok olan bir soru muamelesi yapılabilir.

Mezkûr salnamelerden aktaran Prof. Dr. Necmi Ülker; 1878–79 yıllarına münhasıran; başlıca mahsulün çekirdeksiz ve razakı ve siyah üzüm olup buğday ve diğer hububat ziraatının da azımsanmayacak miktarda yapıldığı, bilahare 1870’lerde anason ve kökboya tarımına da başlanılmış olduğunu belirtmektedir. 1877 yılında 51.200 kg anason ve 225.600 kg kökboya üretilmiş olduğundan bahisle, ada soğanı ve şeker tarımından da herhangi bir üretim miktarı belirtmeden bilgi aktarılmaktadır. Yazıyı daha çok rakamlara boğmamak adına kısa keserek, tüm üretilen tarımsal ürünlerin detaylı incelenmesi sonucu, Çeşme’nin en önemli ürününün üzüm olduğunu anlıyoruz, o kadar ki 1884 yılında 10.000.000 kg kuru üzüm rekoltesine ulaşıldığı tespit edilmektedir.

Çeşme’nin mikroklimatik iklimi; enginarı, Çeşme kavunu, Çeşme anasonu, üzümü, Çeşme limonu, Çeşme mandalinası, Çeşme soğanı, sakızı, zeytin hurması yetiştirilmesi konusunda nicelik olmasa bile nitelik açısından mükemmel bir vasat oluşturur, ancak Çeşme tarımı maalesef yazlıkçı turizmine kurban edilmiştir. Tarımı gözden çıkaranların en önemli iddiası, Çeşme mandalinası için o mükemmel aromasına rağmen çok çekirdekli, Çeşme limonunu o muhteşem lezzetine rağmen kalın kabuklu, bin derde deva diye takdimi yapılan meşhur Çeşme soğanını göz yakıyor diyerek, burun kıvrılması olmuştur maalesef, küçük bir grup Çeşmeli her şeye rağmen bu ürünlere sahip çıkmaktadır. Sakız ve Antep fıstığı tarımına gönül vermiş Çoşkun Vural’dan dinlediğim kadarı ile bilinenin aksine Çeşme sakızının Sakız Adasının sakızından daha değerli olduğunu bu yüzden de daha pahalı olduğunu öğreniyoruz.

Gençliğime denk gelen dönemde; şimdilerde restorasyonu tamamlanarak kültürel faaliyetler için kullanılan “Kilise”nin, Çeşme’nin ilk üretici hali olarak hizmet gördüğünü ve rahmetli Ahmet Sinan, İbrahim Gören (manav) tarafından yürütülmüş olduğunu dün gibi ve üreticiden gelen büyük miktarda meyve ve sebzelerin o günkü ilçenin nüfus ve otel sayılarına göre inanılmaz boyutta olduğunu hala hatırlarım. Bilahare, bugünkü “Kervansaray’ın” karşısına inşaatı yapılmış, üretici hali, öncekine göre bir hayli büyük olmasına rağmen üreticiden gelen ürünlerle dolar taşar hatta önündeki meydanı taa Kervansaray’a kadar doldururdu, mezkur dönemde üretici hali faaliyetleri İbrahim Gören (manav), Sadullah Kanyılmaz tarafından yürütülmüş, şimdiki üretici hali artık yukarıda bahsedildiği nedenlerle iyice azalmış üretime bağlı olarak Çeşme Otogarı arkasında küçücük bir yere, adeta Belediyenin himmetiymişçesine sığınmış durumda olup, Mustafa Ertemiz tarafından yürütülmektedir ve görünen o ki ismi zikredilen arkadaşımızın bu işi bırakması halinde de bu işin defterinin dürüleceği aşikârdır. Hele o Kervansaray önündeki hal dönemini hatırlayanlar bilir, dönem itibariyle Çeşme’de 3 otel, 4 kamp ve 4 manav bulunmakta ve nüfus da ancak 5.000’ler düzeyinde olup, binlerce kavun-karpuz, yüzlerce kasa domates, biber, patlıcan, taze fasulye, acur, bamya, börülce vb. vb. ürünler en geç saat 13:00’e kadar satılırdı… Evet, o günlerden, bu günlere tarımsal üretim nerdeyse 50 kat azalmıştır. Bu gelişmelerin müsebbipleri, bu yazdıklarımı bir nostalji olarak değerlendirecektir eminim ki, ama bilsinler ki bizatihi kendi geleceklerinin teminatı, tarımı eski haline kavuşturmaktan geçmektedir.

Çeşme; gerek ekonomisinin rotasını turizme çevirmesi, gerekse de buna uygun kentleşme süreci, ne yazık ki tarımsal ürünler konusunda yukarıdaki tespitlerimizi yapmamızı gerektirdi. Tarımın bu denli tukaka edilmesi sonucu, Canım Yurdumun; önümüzdeki uzun vadede sıkıntılı süreçlerden geçmesi de kaçınılmazdır. Bu konuda her meyve ve de sebze birer yazı konusu oluşturabilecekken, şimdilik bununla iktifa ediyorum.

Sonsöz; Anason ürününün kalitesine delalet etmesi bakımından da, Çeşme’de üretilen Arak (Rakı) kalitesinin tecrübeyle ispatlandığı iddia edilmekte olup bir sonraki yazımın konusunu oluşturacaktır.

Cuma, Aralık 20, 2013

BİR 12 EYLÜL HİKÂYESİ


Türkiye; 1970’li yılların sonunda sıkıntılı bir süreçten geçmekte benzeri hemen hemen gelişmekte olan her ülkede (yarı sömürge-yeni sömürge) olduğu üzere, canım Yurdumda mevsim sonbahara evrilirken politik ve sosyal yaşam ise kutup kışına hazırlanmaktaydı, Amerikanın içimizdeki çocuklarının elleriyle… Çeşme ise çok etkilenmiş görünmese de ciddi ipuçları vardı yakında kopacak fırtınanın, ama önemli bir kesim bunun farkında değiller idi, ne yazık ki…

Çeşme’nin Belediye yönetiminde Saim Ertürk ile bulunan milliyetçi cenah, aslında gözlerinin önünde ülkenin nereye sürüklendiği görebilecek durumda idiler ama içinde bulundukları rüzgâr nedeniyle ellerinden de başka bir gelmemişti… Ancak, bir tarafı ile komşumuz Yunanistan ile genel politikalar gereği gerilen ilişkileri, Belediye yönetiminin turizme olan inançları nedeniyle yumuşatma adına komşumuzun bize çok yakın adası yönetimi ile ortak bazı faaliyetler planlamakta idiler, diğer tarafı ile… Turizmin gelişmesinin, 2 ülke arasındaki yumuşamanın olmazsa olmazı olduğuna inanan Belediye Başkanı Saim Ertürk, Çeşmespor ve Sakız adası futbol takımları arasında bir maç organize edilmesi için çok uğraşır ve sonunda başarır, tarih konusunda yanılmıyorsam 14 Eylül 1980 de maç Çeşme’de oynanacaktır. Tüm hazırlıklar buna uygun yapılmaktadır.

Tarih itibariyle; Canım yurdum kendi ordusunun yönetiminde bulunan uzaklardakilerin çocukları önderliğinde darbe yapmış, ülke genelinde yapılanların herkes tarafından iyi bilinmesi nedeniyle tekrarlamaya gerek yok, Çeşme cephesinde seçilmiş Belediye Başkanı derhal görevden alınarak gözaltına alınmış, dolayısı ile organize edilmiş olan futbol maçı ikinci bir emre kadar iptal edilmiş, ancak Sakız Adasından da kafile Çeşme’ye gelmiş bulunmaktadır. Futbolcular ve resmi kafile Ertan Otel’e yerleşmiş, ancak seyirci olarak kafilede bulunanlar da mezkûr otel dışında bir yerde kalmak için arayış içindeler, bu amaçla dolaşılırken Yunancayı oldukça iyi konuştuğu bilinen dostum Hüsnü Karaman ile kesişiyor yollar, konuşulacak ortak bir dil de olduğuna göre, muhabbet koyulaşıyor kısa sürede…

Hüsnü Karaman; an itibari ile canım yurdumdaki gelişmeleri anlatırken, o anda karşılığını “darbe” yerine “ihtilal” olarak çevirince ya da söyleyince, hemen atılan ve mesleği arkeolog olan misafir “ne ihtilali vre, tam tamına bir darbedir bu” diyor, diğer konuk ressam “evet bizim güzel yurdumuzda aynı şeyi yaşamıştı bir süre önce” deyip, kapitalizmin krizlerinde yaşanan zorlukların tüm faturalarının az gelişmiş ülkelere nasıl kesildiğinin kısa bir özetini yapmıştır. Canım yurdum; daha evvel yaşananların üstüne adeta vites yükselterek yaşanacak dramların henüz başında iken, hatta daha 12 Mart askeri faşist darbesinin üzerinden 10 yıl geçmişken, 12 Mart açık faşizminin ataleti hala yaşanırken üzerine 12 Eylül askeri faşist darbesinin yapılması neticesinde adeta dizlerinin üzerine çökertilmiştir. ABD’nin içimizdeki çocukları; içinden çıkanlar vasıtasıyla içinden çıkılan halka ağır bir terör saldırı ortamını yaratmış, bu sırada her zaman olmasa da barış oluşturmanın en iyi araçlarından biri spor diye tutturulmasına göz yumar mı, zinhar… Peki, turizm onlar için önemli mi, zinhar… Onlar için varsa yoksa “bu kış komünizm gelecek” fikrinin seslendirilmesine aracılık edenlerin okyanus ötesi ağababalarının emperyal düşünceleri ve beklentilerinin karşılanması…

Darbe konusunda tecrübe sahibi Sakızlı misafirler, ertesi sabah kalkıp kahvaltı sonrası futbol maçına gidecekleri biçimiyle programlanmış seyahatin, 12 Eylül darbesi ile altüst oluşu üzerine, Çeşme, Alaçatı ve Urla’yı hızlı bir şekilde gezelim planı üstüne, sabah erkenden kalkıp kiralanan araba ile yollara düşerler. Bir önceki gece, kendilerine bu seyahatten söz edilmediği için gönüllü rehberlik etmeyi içinden geçirmiş Hüsnü Karaman, erkenden pansiyona gitmeyip misafirlerin daha uzun ve iyi dinlenmelerini temin etmeyi de düşünmüştü. Ancak; artık yeteri kadar dinlenmişler düşüncesi ile misafirlerin kaldığı pansiyona gidince, çok hızlı bir tur için ayrıldıklarını öğrenir ve darbenin ardından neler yaşanabileceğini iyi tahmin ettiğinden de hemen o da arkalarından arkadaşı Yalçın Günen’in otomobili ile yola düşerler ve onlarla Urla’da karşılaşırlar ve herkes iyi ve her şey yolundadır. Artık Çeşme’ye doğru dönüş başlamış ve bir taraftan zamanın ilerlemesi diğer taraftan yoğun bir program izlenmesi nedeniyle, susanmış ve acıkılmıştır da… Bugün de o gün de Uzunkuyu ovasına hakim ve harika bir manzarası olan, insana huzur veren tepekahve’deki kahvehaneden bozma lokantada mola verilir ve yenilecek şeyler sipariş edilir, yemekler yenilir, çaylar içilir ve muhabbette koyulaşır, hesap ödenir ve kalkılır. Yemek ve edilen koyu sohbet üstüne çöken rehavet ile birlikte artık dönme zamanı geldiğinden yola düşülmüş ancak tarafların hepsi “mübadil” olduğundan ortak geçmiş ve yaşananlar üstüne yeni yeni sohbetler açılmaktadır. Doğrusu mübadil olmanın acılarının birkaç kuşak atlaması ile kolay kolay geçmeyeceği aşikâr olup, muhtemelen birkaç kuşak daha canlı kalacaktır ya da unutulamayacaktır yaşananlar, görünen o. Doğaldır ki; yaklaşık 1.500.000 Ortodoks’un Anadolu’dan Yunanistan’a, yaklaşık 750.000 Müslüman’ın Yunanistan’dan Anadolu’ya göçü dönemin ulaştırma olanakları taraf ülkelerin konuyla ilgili güç ve kapasiteleri ile teknolojik seviyeleri göz önüne alındığında bu nüfus değişiminin sıkıntılı, sancılı ve acılı olması kaçınılmaz olup bunlarında sohbet konusu olması daha uzun yıllar sürer gibi duruyor.

Dönüş yolunda, Çeşme’ye yaklaşmış iken dönemin önemine binaen askerler tarafından aralıksız yol kontrolleri yapılmaktadır, tam Germiyen köyü yol sapağına gelinince asker Yunanlı misafirleri ve onlara gönüllü rehberlik yapan Çeşme’lileri durduruyor ve çile başlıyor. Darbecibaşı’na benzemeye çalışan onbinlerce asker bulunuyor olması, bu kontrollerde sürekli sıkıntılı anlar yaşanmasına neden olduğu dönemi yaşayan herkesin malumudur, etraf küçük küçük binlerce Kenan Evren kopyası ile doludur ve onlara göre herkes suçludur. Yunanlı misafirler, Çeşme’de yapılacak dostluk maçı için gelmiş olduklarından genel vize kapsamında gelmemişler ve seyahat hakları da sınırsız değildir, Çeşme dışına çıkmış olmaları ciddi bir fırça yemelerine neden olmuştur. Israrla turist olduklarını, maç için geldiklerini maçın iptal olması nedeniyle Urla’ya atalarının geçmişte yaşadıkları toprakları görmek için geldiklerini anlatıyorlar ama askeri timin başındaki küçük Kenan Evren, kısık gözlerle kızgınlık enerjisini karşısındakilerin gözlerinden taa beyinlerinin derinliklerine kadar işleyen bakışlar atarak bu insanları sindirmeye çalışırken, adamcağızlar da “do you speak english” diye tekrarlayarak iletişim yolu aramaktaydılar ama karşısındakinin böyle bir derdi hatta niyeti yoktu… Ama küçük Kenan kükrüyordu; “Bir çarparım görürsünüz do you speak’i”…

Nihayetinde Çeşme’de karakol’a gidilir, yaşananların yarattığı utancın da sıkıntısını yaşayan Hüsnü Karaman’ın gayet olumlu girişimleri ve anlatımları ile anlayışlı komutanında iyi niyetle yaklaşımı nedeniyle konu tatlıya bağlanır ve maç için gelip maç yerine gezi ile iktifa edenler faşist cuntanın estirdiği rüzgârın etkisinden kurtulur ve ülkelerine dönerler…

Cuma, Aralık 13, 2013

KANDIRALI (AKARCA) DERESİ


Kandıralı deresi; şimdiki İzmir-Çeşme otoyolunun Çeşme çıkışından Marina’ya ulaşan yolun refüjünde yer alan ıslahı tamamlanmış, adı için başvurduğum büyüklerimizin bile adını söylemekte-hatırlamakta ittifak edemedikleri, kimisinin Kandıralı, kimisinin Akarca, kimisinin Kuşyeri ve kimisinin de Karadağ deresi olarak hatırladıkları, son tahlilde iklim değişiklerine dayanan gerekçelerden ötürü artık eskisi kadar su taşıyamayan adeta önceki taşımışlıkların yorgunluğu nedeniyle su taşıma işinden kaytarmıştır. Bilindiği üzere Çeşme Limanından otoyol girişine doğru gidilir iken, kısa Çeşme vadisi birden arkası Ovacık köyüne dek uzanan tepe ile 2 ye bölünmekte ve sol bölümde uzayan bölümüne Akarca, sağ tarafa uzanan bölümü ise Kuşyeri adı verilmekte ve bilahare de meşhur Çeşme kavunlarının da yetiştiği Ovacık ovasına ulaşılmaktadır. Mezkûr derenin en önemli su gelirini oluşturan Akarca mevkii olup buradan gelen dere tarla aralarından gelen ama sadece kış ve bahar ayları su veren dereciklerle beslenerek, kuşyeri tarafından gelen hatta askeri amaçlarla yapıldığı söylenen bir Çeşmesi olan Kandıralı Çeşmesi adıyla maruf çeşmenin de oluşturduğu dere ile birleşir ve artık adı “Kandıralı deresidir” ve oradan daha güçlü bir şekilde, yine şimdiki Otogar’ın oradaki dere, sonrada artık imar uygulamasına kurban edilerek kapatılan bahçelerarasından gelen diğer dereyi de gelirine ekleyerek denize ulaşmaktadır. Artık kolayca anlaşılacağı üzere gerek yağışların azalması, gerekse de Çeşme’nin su ihtiyacını karşılamak adına açılan derin su kuyuları nedeniyle su seviyesi çok derinlere inmiş olmasından ötürü dere artık çok yorgundur ve suyu taşımaktan vazgeçmiştir. Eskiden yaz kış demeden su akışı olan bu dere, denize yaklaştığı yerde yani şimdilerde yerinde yeller esen kemerli taş köprüye gelmeden önceki bölümünde, çalı türünden boyları birkaç mt ye kadar yükselen pembe ve mavi çiçekler açan hayıt ile kayıtkargı da denilen boyları 3-5 mt ye kadar varan kargılar arasında yer alırdı. Yaz ayları, şu anda sepet örmekten gayrı faaliyetlerinin ne olduğunu pek hatırlayamadığım göçerler gelirdi Çeşme’ye ve babama ait Karadağ eteklerinde bulunan bir taşlık tarlada konaklarlardı, derenin bizim tarlamıza bitişik yerlerindeki, gerek hayıt gerekse de kargıları kesen ya da kestiren babam, bu hayıt ve kargıları mezkûr göçerlere verir, bahçede yetiştirdiği sebzeleri müstahsil haline taşımakta kullandığı büyük sepet adı verilen köfün ve sepetlerin imalatını, üretilenin yarısı göçerlere kalmak kaydıyla yaptırırdı. İmalatı tamamlanan köfün ve sepetler, üstüne büyük bir itinayla, yağlı boya ile YC yazılır, tüm yaz boyunca kullanılırdı.

 
Derenin denize karıştığı yerde, derenin taşıdığı organizmalar ve orada oluşan planktonlarla beslenen, bol miktarda kefal balığı bulunurdu, kargı ve misina kullanılarak yapılan ve oltaya yakın yerde oltanın yüzeyde kalmasını sağlayan mantar ile takviyeli “kargılı” dediğimiz oltalarla, balık yakalardık. Derenin denize açıldığı yerde, derenin 2 tarafındaki muhtemelen yıkılan binaların kalıntıları olan taşlar üzerinde durarak, yine aynı düzenekle yakaladığımız “isparozlar” hala aklımdadır. Diğer taraftan, derenin ortasından geçtiği küçük verimli Çeşme ovasındaki tarlalarda bulunan “dolap kuyuları” (hazneleri büyük olan keson kuyular) sulama amaçlı olmasına rağmen, derenin taşıdığı su ile deniz suyunun karıştığı yerde bulunan kefal balığı yavrularının yakalanarak balık yetiştirilmesine yönelik kullanılmakta ve bunlardan en önemlisi hatırlayabildiğim kadarıyla, amcam Murat Çilek’e ait olup, bu yavru balıklar kısa sürede derya kuzusu haline dönüşerek masalar süslemekte idi.

Burada yapılan oyuncak yelkenli tekne yarışlarını da büyük bir özlemle anmak zorundayız derenin önemine tebarüz açısından, yelkenli teneke oyuncak kayıklarımız, teneke kıvrım yerleri, genellikle geçen büyük gemilerden artık olarak atılan, düşen ve deniz kenarlarından zar zor bulunup toplanan ziftler ile izole edilir, teneke dediğiniz de peynir ya da gaz tenekesi olup tekneler bu tenekelerden yapılırdı, hele bu teknelere yelken de yapılmaz mı idi, o güzelliklerin her biri sanki mimari birer değer gibi idiler. Teneke bulmanın hiç te kolay olmadığı bir dönemden bahsettiğim hiç unutulmamalı çünkü 3 bakkalla dönen bir tüketim yelpazesi ve Ilıca’da bir adet akaryakıt istasyonunu söz konusudur. Tenekeler büyük bir özenle kesilip, kıvrılır, zift ısıtıp su izolasyonu yapılır, yelkenler yerleştirilecek hatta önlerine isim yazılacak kadar ciddiye alınan işlerdi bunlar ve mahallenin çocukları arasında en önemli rekabet konusu tenekeden tekne üretmek idi, dönem itibariyle… Bu teknelerin mucitlerinin bir bölümü bilahare o yokluk sürecinde bezden balıkçı tekneleri üretimine terfi etmişlerdi, bilenler bilir…

Eski devirlerde derenin üzerinden karşıya geçip ulaşımı temin etmek üzere inşa edilmiş “kemerli taş köprü”, ne yazık ki otoyolun limana bağlanan bağlantı yolu nedeniyle dönemin Belediye yönetimince yıkılmasına göz yumulması olabilecek kötülüklerin başında gelebilecek durumdadır. Çocukluğumda taşıt trafiğine bile hizmet vermiş bu köprünün yıkılması ya da yıkılmasına göz yumulması, şüphesiz kötü niyetle açıklanacak bir durum olmamakla birlikte, bir gaflet anıdır herhalde. Mezkûr köprü, 1. derece deprem bölgesi olan Çeşme’de bulunmasına ve öğrenebildiğim kadarı ile de karşıya geçişte tek köprü olmasına rağmen, 1980 li yılların sonuna kadar doğaya direnmiş ama ne yazık ki insanın insafsızlığına ve vefasızlığına direnememiştir.  Kaplaması Arnavut taş kaplama olan köprü, Çeşme’nin geçmişi ile oluşturulacak en önemli bağlardan biri olarak, paha biçilmez kültürel kimliğimizin ve medeniyetimizin yansıması olarak değerlendirilmesi gerekirken, ne yazık ki tarihin çöplüğüne gönderilmiştir, hem de tarihimiz, kültürümüz üstüne methiyeler düzenler, Bosna’daki Mostar köprüsüne ağlayan ama bu köprünün yıkılmasına alkış tutanlar tarafından, şüphesiz Mostar köprüsü ile kıyaslanamayacak önem ve büyüklüğe haiz olmakla birlikte, Çeşme’mizde başka bir örneği olmaması hasebiyle önemi yadırganamayacak durumdadır ve bu durum hayrete şayan bir tenakuzdur…

Kemerli taş köprü; varlığını sürdürürken hayatın hızlanan akışına cevap verememesi nedeniyle deniz tarafına, önce ahşap bilahare de çelik ve beton karışımı kompozit bir köprü yapılmış ve bu 2 köprüden de bugün artık eser kalmamıştır, bu köprülerin bir tarafında; halen varlığını sürdüren bir çam ağacı ve yeri değiştirilen ehven eller tarafından yapılmaması nedeniyle de aynısı olmasa bile yine de bir benzeri, yer değiştirilerek yeniden yapılan “çeşme” olup bunun da bir kazanç olduğu kabul edilmelidir.

Çeşme için bir fikrim var kapsamında olur olmaz fikirlerin taklası neticesinde cazibesi ancak kendinden menkul 3-5 proje önerenlerin aklına bu dere ve üzerindeki kemerli taş köprünün ihya edilmesinin gelmemiş olması da bir kayıp hatta ayıptır…

Cuma, Aralık 06, 2013

KAHROLSUN KOMÜNİZM DİYE DİYE KÜÇÜK AMERİKA’YA DÖNÜŞME RÜYASI


Amerika; Marshall yardımı kapsamında özellikle ilkokullarda dağıtılmak üzere, Canım Yurduma “halis muhlis” süttozlarını sevk etmiştir ki necip Türk Milletinin necip evlatları bu dünya nimetinden mahrum kalmasınlar… 1960’lı yıllarda da devam eden; ilkokullarda sabah saatlerindeki genellikle de 2. teneffüslerde, canım Yurduma Amerikan yardımı olarak sevk edilen süttozu, büyük kazanlarda kaynatılan suyun içerisine konulup karıştırılarak süt elde edilirdi, hatta bazen de tüm bu karıştırmalara rağmen dağıtıldığı sırada bardaklarımızın dibine çökerdi, bedava olarak öğrencilere dağıtılmıştır. Ancak şimdi bu konuyu anımsarken bile, yüzümün burulduğunu hissettiğim bu süte benzeyen gıda, çok ağır bir kokuya sahip olması hasebiyle de pek sevilmeden hatta “beslenme saati zorunluluğu” nedeniyle, içmemek adına her öğrencinin çeşitli bahaneler bulmasına rağmen, mecbur olması yüzünden nefret edilerek içilirdi. Bana hiç denk gelmemesine rağmen bazı öğrencilerin tüketim fazlası gibi duran süttozlarını evlerine götürdüklerini hatta bu sütten yoğurt bile yaptıklarını duyardık… Şimdilerde ise; Çok Şükür ki, sütler bozuk mu idi?, bayat mı idi?, çocuklar zehirlendi mi?, yoksa bu çocuklar “besin intoleransı” nedeniyle alerji mi olmuşlardı? diye tefrik etmeksizin durum, o günkü Amerikalıların yerli ortakları eliyle millileştirilmiş ve kefere oyunudur bahanesine de yer kalmamıştır.

Okullarda çocukları süttozları ile beslenen necip Türk milletinin; sabah kahvaltılarında yine ABD ekonomik yardım paketinden çıkan “eritme peynirler” ile karın doyurmaları uzun vadede canım Yurdumun ekonomisine ve bilahare de siyasetine sirayet eden bir düşüncesizlik kaynağı olmuştur. Yuvarlak teneke kutular içerisinde evlerine ulaşan, tadı hiçte alışık olmadığı bir tat olan, bu turuncu renkli peynirler, “bedava sirke baldan tatlıdır” şiarı ile beyinlere nakşedilince de, artık elin “conisi” pek te bir sevimli gelmeye başlamıştı.

Çocuklar okullarda bu tadı rezil süttozunundan üretilen sütü içmemek için çeşitli numaralar çevirirken ebeveynler evlerde şenlik yapıyorlardı, ne de olsa bedava süt, bedava peynir, bedava balıkyağı idi söz konusu olan… Bunların ambalajlarının hepsinin üstünde, birinde Türkiye bayrağı, diğerinde Amerika bayrağı bulunan tokalaşan 2 el bulunurdu, daha ne olacaktı, akşam yenilen hurmaların ertesi gün ilgili organları tırmalaması dışında…

Okul hayatı ve mutfak çalışmaları için bu kadar kolaylık yaratmış olan muktedirler, “bedava sirke baldan tatlıdır” şiarını edinmişlerin sevindirik olmaları üzerine, bunların okullarına da Amerikan dilini öğretmek üzere kendilerine “Barış gönüllüleri” denen bir eğitim ve öğretim ordusu ihdas edilmesi, yağlı yemek üstüne bol şıralı tatlı gibi olacaktı. Ne gam ne tasa, o gün bunların CIA ajanı olduklarını iddia edenlerin mapuslarda çürütülmüş olması küçük bir topluluk dışında kimsenin görmediği bir olay olmuş, belgelerin gizlilik süreleri dolup ta ortalığa saçılması ile de her şey herkes tarafından öğrenilmiştir ama o gün alkış tutanlar dut yemiş bülbül numarasına yatıyorlardı artık…

Sabah kahvaltı da ABD peyniri, okulda ABD süttozundan süt, okullarında “barış gönüllüsü” öğretmenler olurda, okul dışı insanların eğitimsiz bırakılması mümkün olur mu, asla, kütüphane de her akşam kısa metrajlı ABD yapımı ve ABD tarımını ve hayvancılığını dolayısıyla da özendirmek adına Amerikan sosyal hayatını öven filmler gösterilmelidir. Büyük hayranlıklarla izlediğimiz bu filmler sayesinde, çalışkan ABD köylüsünün ne yaman ve işbilen olduğunu görür, hayatında yüzlerce ineği bir arada ve büyük damlarda fenni şartlarda görmemiş, uçsuz bucaksız tarlalarda yetişen muhteşem buğdayların hasatı insanımıza izletilir ve hayranlığımızın kalıcı olması temin edilmeye çalışılırdı ve ne yazık ki bu komedi 1970 li yılların ortasına kadar da sürmüştü. Artık utançlarından mı yoksa ihtiyaç kalmamasından mı bilinmez daha fazla sürdürülmemiştir.

Dönemin yandaş ve candaş gazeteleri de, özgürlüğün ve demokrasinin beşiği ülke betimlemeleri ile Amerikan güzellemelerini durmaksızın beyin yıkama ritüelleri olarak yaparlardı, bugünkülerin öncülleri olarak… Hani konu sanki Menderes ve yönettiği Demokrat Partinin sorunuymuşçasına, 27 Mayısçılar tarafından da tam hız ve gazla sürdürülen bu politikaların, bazı sol adına konuştuğunu söyleyenler tarafından gösterilmemeye çalışılması da tam bir halüsinasyon yaratma çabası gibi duruyor açıkçası… Diğer taraftan, Amerikan yardımları alınırken “Amerika’ya karşı çıkmak komünistliktir” diyen komutan geleneğinden gelen dönemin muktedirleri, Amerika’nın kendilerinden artık hizmet almayacağı beyanına müteakip hiç öyle olmamasına rağmen yandaşları tarafından bize “Amerika’ya karşı geldiler diye başlarına gelmedik kalmadı” diye sunulmaları da, olsa olsa kara mizahtır…

Bilindiği üzere tüm bu trajikomik yaşananlar ve başımıza gelenler, II. Paylaşım (Dünya) Savaşı sonrasında, 1948 te yürürlüğe konan yeşil kuşak projesi kapsamında yaşanır ve başta Türkiye ve Yunanistan’ın bulunduğu 16 ülkenin gizli işgalini hedefleyen ABD’nin dönem itibariyle dışişleri bakanı George Marshall’ın adını taşıyan “Marshall ekonomik kalkınma yardımı” adı altında yürütülen bir operasyonun parçalarıdır. 16 Ülke arasında Marshall yardım planına kendi isteğiyle katılan, hatta bir hayli fazla kapı eşiği aşındırarak dâhil olmanın başarıldığı dersek ayıp ve yanlış yapmayız ve ABD’nin yeni sömürgecilik prensipleriyle teçhiz ettiği işte bu paket canım Yurdumun artık bir daha asla ve kata kurtulamayacağı bir bağımlılığın başlangıç noktasıdır. Başlarda ABD emperyalizminin “baş düşman” ilan ettiği Sovyetler Birliğine karşı mezkûr bölgede askeri bir üs yaratma çalışması gibi görünse de, bilahare ve özellikle de 1950 den sonra iktidar direksiyonuna geçen Celal Bayar ve Adnan Menderes hükümetleri tarafından hazırlanan ortam sayesinde, başta Petrol ve madenler olmak üzere iğneden ipliğe bir ekonomik ketenpereye ve zapturapta dönüşmüştür. Ancak muktedirlere dönemin aklıselim insanları ve devrimcileri tarafından, sonucun hüsran olacağına yönelik dikkat çekici karşı duruşlar, aydınlatma çalışmaları, bugün de izleri şekil değiştirerek sürdürülen “komünist uydurmaları” kara propagandası üzerinden büyük tenkil ve tedip hareketleri ile bastırılmaya çalışılmıştır. Ancak artık iş işten geçmiş, halkın üretim ve tüketim alışkanlıkları değişmiş ve yaratılan işbirlikçi siyaset erbabı vasıtasıyla da canım yurdum dizlerinin üstüne çökertilmiştir.

Diğer taraftan; mezkûr dönemde dağıtılan bu sütlerin, peynirlerin tüketilmesi halinde da insanların şakayla karışık boylarının kısa kalacağı iddia edilmiş idi, ancak boylarda bir kısalma gözlenmemiştir ama beyin diye taşıdığımız organa çok ciddi şekilde dikkat kesilmeliyiz. Çocukluğumda hemen hemen ilk baskılarından okuduğum, Fakir Baykurt’un “Amerikan sargısı” diye bir kitabı vardır; mezkûr Amerikan yardımlarının kendini, süttozu, peynir, balıkyağlarıyla gösterdiği yıllarda, canım Yurdumun, damızlık hayvanları ve tohumları ile karakterinin tamamen değiştirilme çabasındaki tarımının ve yukarıda kısaca değindiğim yardımlar ile de siyasi ve kültürel yapısının Amerikalılaştırılmaya çalışılmasını hicveder burada yazar… Ve bu ahlaksız teklif ve yaklaşımlara direnilemeyen canım yurdumda, siyasi ve ekonomik yatırımların uzun yıllar sonra sonuçları şimdi gözümüzün önündedir, Amerikanperverlere hayırlı uğurlu olsun…

Son söz; kahrolsun komünizm diye diye ABD ye öykün, küçük Amerika olacağız de, sonra da git Türkmenistan’a benze, tam bizim meşrebe uygun bir durum.

Pazar, Aralık 01, 2013

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK - 3


16 Ağustos 2011 tarihli gazetelerde yer alan flaş bir haberle konu kamuoyuna malolmuştu; Türkmenistan da Fettullah Gülen Cemaati’nin bu ülkedeki okullarını kapattı.” Sonra konu diğer ülkeleri de kapsayan bir kapatmalar serüvenine dönüşmüş idi…

Haberlerin detaylarına bakınca, “Türkmenistan Devleti, Cemaatin Türkmenistan’da yarattığı dini ortam ve türbülans ile cemaat mensuplarının ABD adına gizli emeller besleme iddiaları ve bunların daha da artacağına yönelik duyduğu kaygılar yüzünden 1990 yılından beri bu ülkede faaliyet yürüten cemaate ait tüm Türk Okulları diye bilinen okulların faaliyetlerini sonlandırma kararı” aldığını görmekteyiz. Haber Ajans’larının haberlerine göre, söz konusu Türk okullarının öğretim ve eğitim faaliyetleri yanında ülkede mezkûr okullardan mezun olan ve yetişmiş öğrencileri kilit mevkilerdeki görevlere atamak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadığı hatta bu uğurda büyük rüşvetlerin bile verildiği anlaşılmaktadır. Hülasa Türkmenistan Devletinin açıklamasının Türkçe ve direk meali; bu okullarda ABD için casus olarak çalışacak elemanlar yetiştirildiği ve bu elemanlar vasıtasıyla devletin idari yapısına sızılarak müesses nizamın bu yönde tesisi ve yerleştirilen bu kabil kişiler vasıtası ile de seviyesi yükseltilmeye çalışılan kapitalizmin üzerinden emperyal amaçlara uygun ortam oluşturulmasına karşı çıkıyoruz, diye anlaşılabilir…

O günleri dün gibi hatırlıyoruz; okulların kapatılmasına şiddetle karşı çıkanların, başta da Gülenperverlerin iddiası; “Casus yetiştirme ile ne ilgisi var, ABD Emperyalizmine hizmet te nereden çıkarılıyor, külliyen palavra ve kara propagandadır” değerlendirilmesi ile “aslında tam tersine bunlar Rus emperyalizmine hizmet edenlerin faaliyetidir, ABD ile Türkiye’nin 80 yıldır birlikte hareket etmelerinden ötürü böyle değerlendirme yapılamayacağı ama bu kabil değerlendirmeler Türkiye düşmanlarının ekmeğine yağ sürmek isteyenlerin faaliyetidir” biçimiyle şekillenirken, alınan karara “Asya enerji kaynaklarının ve yollarının tam kontrol altına alınması girişimi olan ABD emperyalizmine bir karşı duruş, kış uykusundan uyanarak doğru işi Türkmenistan yaparken, Türkiye bu cemaate teslim oluyor, zaten bunlar ABD’ye casus temin ediyorlar” yorumuyla, AKP ve Gülen Cemaatı muhalifleri destek veriyorlardı…

Bilindiği üzere; Fettullah Gülen tarafından gerçekleştirilen çalışmalar neticesinde, 120 ye yakın ülkede 500 lise ve benzeri okul, 6 üniversite, yüzlerce dil eğitim ve öğretim merkezi açılmış ve yaklaşık 100.000 civarında öğrenci tedris edilmiştir. Yapıldığı; kulaklara fısıldanan bir çalışma neticesinde, mezkûr okullarda ABD vatandaşı olan birkaç bin eğitmen ve öğretmen bulunduğu söylenmekte, ayrıca diğer taraftan özellikle Orta Asya cumhuriyetlerinde Hükümetlere yönelik anormal girişimlere bu kadrolardan devşirilenlerin, her ne kadar sürekli tekzip edilse bile, hep karışmış olmasından hep dem vurulur…

Yaklaşık 3 yıl öne Türkmenistan tarafından gerçekleştirilen operasyonun bir benzeri “Türkmenistan’a benzemek” adına şimdi canım yurdumda sahne almaktadır, üstelik ufak tefek tenakuzların dışında son derece uyumlu götürülen AKP- Gülen Cemaati koalisyonunda taşları yerinden oynatırcasına ses çıkartacak bir şekilde…

Bilindiği üzere; AKP Hükümet’i tarafından alınan bir kararla “Dershanelerin” kapatılmasının gündemde olduğu kamuoyuna açıklanmıştır, gerçi ve her ne kadar çalışmanın belli bir grubu hedef almadığı, kapatılma çalışmalarının 10 yıldan beri gündemde olduğu açıklamaları yapılsa bile, hedefe yerleştirilen kurum ve kişilerin “kardeş” olduğu defaatle açıklansa dahi konunun can yakıcı boyutta olduğu ve aslında dershaneler üstünden yürütülen kavganın nelere türban olduğu da pek anlaşılamamaktadır gibi. Konu ile ilgili derin analizler yapmak değil meramımız, sadece yüzümüzün batı yerine doğuya çevrilerek nelerin, nerelerden örnek alındığının altını çizmek olacaktır…

Hani birde bunu diğer alanlarda yaptıklarının devamı olan dönüşüm olarak açıklamıyorlar mı, ahaa orada Allah canımızı alsın daha iyi. Adama sorarlar; siz YGS ve KPSS sınavlarının sorularını bugün karşı durduğunuzu beyan ettiğiniz cemaatin dershaneleri üzerinden dağıtılması iddialarını “soruşturma açtık, soruşturuyoruz, suçluları cezalandıracağız” teraneleri ile aklayacaksınız, sonra da her şeyi dönüştürerek düzelteceğiz iddiasını ortaya atacaksınız, kayıkçı kavganızı bize allayıp pullayacaksınız, hadi ordan… Öğretim hayatını içinden çıkılmaz problemlere gark ederek 4+4+4 uydurmacısını ve abukluğunu yaratıp başımıza musallat edenlerin dershanelerin kapatılarak eğitimi ve öğretimi düzelteceğiz demesine inanmıyorum, inanalar olursa da, onlara da Allah Selamet versin… Bende lise hayatımı, bu dershanelerin yaygın sahipliğini yürüten ekibin öncülleri tarafından (kestehane pazarı öğrenci yetiştirme derneği destekli)  kurulan bir okulda hem de yatılı olarak geçirmeme rağmen, uzun yıllar önceki versiyonu olması hasebiyle bugünkü kadar rol almamış olmalarından da olabilir, sinsiliğin ve ince detay çalışmaların etkisinde kalmadan ama onların ne olduğunu iyi bilerek geçirmiş idik yıllarımızı. Şimdi bakıyorum ve anlıyorum ki, dershaneleri kaldırma niyetini beyan etmişlerin de, dershanelere sahip çıktığını haykıranlarında özellikle ve tahammüden yanlış yaptıklarını düşünmekteyim…

Peki; gerçekten dershaneler üstünden yürütülen bir savaş mıdır söz konusu olan, yoksa çok önceleri seslendirilen ve “süpürmeyin” çıkışıyla ertelenen ABD’nin Gülen cemaati üstünden AKP ile oluşturduğu koalisyonu şimdi sona mı eriyor? Gerçekte canım Yurdumun siyasetine; Sarıgül’ün liderliğini yaptığı TDH (Türkiye değişim hareketi) ile CHP koalisyonu üstünden yeni şekil verme çalışmaları mı var kavganın arkasında? Yani bu güne kadar yani yaklaşık 50 yıldır devletin verdiği eğitimin dershaneler açarak baltalanması konusundan hiçbir rahatsızlık duymadan dershaneleri kuran zihniyetin birden öğretimin irtifa kaybetmesinin nedeni tayini herhalde kayıkçı kavgası olsa gerek… Acaba bugünlerde ABD ye gitmekte olan bir muhalefet partisi lideri üstünden canım Yurduma yeni bir çeki düzen verme çalışmalarının yapılmasını engellemeye yönelik bir baskı aracımıdır, bu dershane kapatma işi… Utanmadan; adının önünde “milli” sözcüğü bulunan 2 bakanlıktan birinin son 50 yıldır içini boşaltan bir ırkın afadı olacaksın, bidayette devletin dayattığına karşı çıktığın beyanıyla okullar gebersin dershaneler ve özel okullar gönensin, kapitalizmin ve emperyalizmin sömürü çarklarına karşı duymayacak bir nesil için çalışacaksın, sonra gak guk…

Daha 3 yıl bile dolmamış olmasına rağmen; dün Türkmenistan’da Fettullah Gülen cemaatine bağlı okulları kapatırken burada alkış tutanlar şimdi bakıyorum AKP Hükümetince aynı cemaate bağlı dershanelerin kapatılmasına ateş püskürüyorlar, anlamak mümkün değil vallahi… Ama sonuç itibariyle, onların 3 yıl önce yaptığını buradaki takipçileri nihayet ve eksik biçimiyle yerine getirmektedir…

Son söz acaba; dünyayı değerlendirmede de olduğu üzere dershane kapatma konusunda da “dost-düşman” tefrikinde yanlış kılavuzlar mı takip edilmektedir, konu üstüne ister konunun uzmanı ister hiç bilmeyeni olsun mutlaka ve mutlaka tefekkür etmelidir?