Pazartesi, Nisan 25, 2016

CUMHURİYET

12 Eylül faşist darbesi mucibince, emperyalizme bağlılığın katmerleştirilmesini takip eden dönemde; canım yurduma bir yönüyle yeni bir nizam vermek diğer yanıyla da necip milletimizin kuvözdeki durumunu koruma adına; yok Avrupa Birliğine girdik giriyoruz, yok toplum sivilleşiyor, ahaa inanmazsanız bakın “MGK” (milli güvenlik konseyi) bile sivilleşiyor, askeri bürokrasi egemenliğinden ve askeri vesayetten de çok şükür kurtulduk, insan hakları gelişiyor, müesses nizam halk adına evriliyor, artık 1. cumhuriyet sona erdi yaşasın 2. cumhuriyet teraneleri arş-ı ala’ya ulaşıyordu, bu kendilerine 2. cumhuriyetçi adını veren rüzgârgüllerine göre durum tespiti budur… Gerçek niyetin türbana gizlenmiş hali ise, ılımlı İslam ile motivasyon ve güdüleme konusunda dikensiz gül bahçesi yaratmaktır. Peki, gerçekten işin aritmetik tarafı doğrumu yani bunların dedikleri gibi, yeni ihdas edilen 2. cumhuriyet mi? Hadi biraz da biz fikir jimnastiği yapalım bakalım mezkûr konu üzerine…

Türk Dil Kurumu (TDK) güncel Türkçe sözlüğünde; Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi, şeklinde tarifi verilen “Cumhuriyet”; Aristo’da “Genelin menfaatini gözeten halk idaresi”, Montesquieu’de ise “yasama, yürütme, yargı erklerinin bulunduğu bu rejimde, bunların birbirlerine yönelik bağımsız tutumları ve karşılıklı denetim esasına yönelik işleyişi olan ve başında seçimle gelmiş yöneticilerin olması halidir” şeklinde tarif bulmaktadır. Feylesoflar cumhuriyetin mükemmel şeklini; çok partinin katıldığı genel seçimlerle parlamento çoğunluğunu elde etme ile iktidar sahibi olanların çıkardığı kanunlarla hiç bir özel bir gruba imtiyaz tanımadan kurgulanan bir devlete tekabül eden bir rejimdir diye tarif ederlerse de bunun ideal bir rejim olmadığını tüm ülkelerdeki pratikten anlamaktayız. Ancak görülüyor ki ve oluşan genel kanı, oy vererek vekil tayini ile halk idaresi oluşturulamayacağı yönünde olmuştur, hatta bu konuda dünya edebiyatının önemli yazarı Mark Twain, seçimlerin yani sandığın özgürlüğün tek yaratıcısı ya da aracısı olduğu savına karşı: “oy vermek bir farklılık yaratsaydı, oy vermemize izin vermezlerdi” diyerek yaşanan olumsuzluğa işaret etmektedir.

Canım yurdumun, Osmanlı’ya dayanan “hükümet-i cumhuriye” denemeleri bulunmaktadır, patinaj mahiyetinde, söz olarak cumhur hep ön plana çıkmış ve çıkmaktadır da, cumhurun kendisi bir türlü makûs talihini değiştirmeye muktedir olamamıştır. Bu cumhuriyet denemeleri canım Yurdumda “açık oy, gizli sayım” uygulamalarını bile görmüştür, ne yazık ki. Haaaa şimdi yahu geçmişte bu abukluklar yapılıyordu diye dalga geçmek, örnek göstermek yerine, bu güne kadar kullanmadığımız organımızı kullanıp azıcık tefekkür edersek, şimdiki seçimlerinde çok farklı olmadığını anlayabiliriz. Yunanistan’ın aynı kaynaktan temin edilen seçim sistemi programı ihalesini iptal ederek neden tekrar eski yönteme döndüğüne bile bakmak yeter, bu seçim sisteminin kullanılması neticesinde seçime katılım oranlarının % 110 lara vardığının ispatlanması üzerine de, yok elektrikler kesildi bilgi işlem sistemi çöktü, yok bu sapmalar genel temayülü değiştirmez gibi abukluklara yer verilmez, normal şartlar altında, ama... 

Eğer seçimler önem arz edecekse, cumhur’un bir oyunun bile değerlendirildiği bir sistem oluşturulmak zorundadır, sen şimdi, barajları savunacaksın ya da barajı kaldıralım ama yerine şunu getirelim diyerek daha kötü ve geri bir uygulama önereceksin, partilerin ön seçim yapsalar bile onlarda sistemin arkasına dolanarak üye kayıtlarını kendi oligarşilerince kontrol altında tutup oluşturuluyorsa ve hala daha cumhurun parası ile cumhura format atılıyorsa, seçim olsa ne olur olmasa ne olur, Allah aşkına… Kendi yaptığın siyasal partiler ve seçim yasaları gibi ince detaylar üzerinden, her türlü manipülasyondan nasip ve murat alarak, görece ahlaka ve adalete uygun hale getirilmiş bir cumhuriyet ise bahse konu, yapılacak herhangi bir şeyin kalmadığı noktada olduğumuz aşikârdır. Hele alavare-dalavere kabilinden hokkabazlıklarla oy kullanmayanların oranı %25 lere çıkmış ise, zaten acıklı halin pespayeliği sırıtmaktadır. Neyse olumsuzluklar üzerine daha binlerce kalem eleştiri yapabiliriz ama gerek yok, arif olan anlar…

İnsanlık adına cumhuriyetin tekamülü, ancak ve ancak, tarihte hatalı uygulamaların gün yüzüne çıkarılması ile tarihin tekerrür etmesinin önüne geçilerek yapılabileceği bilinci ile mümkündür yoksa hataların yarattığı başarıları muktedirleri güncel kılmak ve legalize etmek adına olamaz, ilaveten bu kabil çalışmalar öyle hikmeti kendinden menkul tarihçi postuna bürünmüş, bildikleri yanıldıklarına yetmeyen, daha da kötüsü tahammüden doğruyu yanlışa, yanlışı doğruya tahvil edenlerin kılavuzluğundan medet umularak olamaz… Bugünlerde ortalıkta tarihçi diye takdimi yapılan bazı mühim zevat var ki bunların başında Mustafa Armağan, Mehmet Çelik ve Murat Bardakçı gelmektedir, bunların neyi doğru neyi eğri söyledikleri siyasal yelpazedeki konumlanmalarına ve günlük çekim merkezlerine o kadar bağlıdır ki, inanayım derseniz maazallah siyah olur beyaz, beyaz olur siyah…

Cumhuriyet’in ilk olarak 1776’da ABD de, 1789 da ise Fransa’da ilan edildiği herkesin malumudur ve oralarda cumhurun temsiliyeti görece iyidir ancak aynı cumhuriyet, yani seçimle belirli dönemler için hükümet etmeye gelme yöntemi, İran, Türkmenistan ve Irak gibi ülkeler içinde geçerlidir. Az şey mi buralarda da temsiliyet %90 ların üstündedir, örnek mi Kenan Evren, Saddam Hüseyin, Muhammed Gurbanguly vb. dönemleri gibi… Hani bir de İngiltere de krallık halen… Demek ki, cumhuriyetin, salt seçimlerle sınırlı tarifinden yola çıkılarak yapılan kutsiyet çalışmaları bir işe yaramıyormuş, ne yapmak gerek ilaveten, çoğunluğun yerine azınlığın haklarının, özgürlüğünün gerçekten ama gerçekten güvence altında olabildiği ve her bireyin özgür iradesinin kendini yönetme ve yönetim üstünde söz ve karar hakkının kurumsallaşmasının işe yarayacağının kabulü ile mümkündür.

Cumhuriyet rejimini benimsemiş ülkeler, mezkûr rejimin tatbikatında değişik uygulamalar yapmaktadırlar ve bu uygulamaların rehberi de anayasalar olmakta olup Cumhuriyetlerin nasıl olacağının tarifini yapan anayasalardır, öyleyse her anayasa bir yeni cumhuriyete tekabül eder yorumunu yaparsak fazla da sallamış olmayız herhalde, peki bu kılavuz ile de bakar isek;
20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen 1. anayasa “Teşkilat-ı esasiye kanunu” yani yeni kurulan devletin yeni anayasası, 20 Nisan 1924'te yürürlüğe giren 2. anayasa 1924 Anayasası ile 1. anayasa olan Teşkilât-ı Esasîye Kanunu yürürlükten kaldırmıştır, 9 Temmuz 1961'de kabul edilen 1961 Anayasası ile 3. anayasa kabul edilmiş, 1924 tarihli 2. Anayasa yürürlükten kaldırmıştır, 12 Mart 1971 tarihinde cumhura hiç dayanmayan “partiler üstü” bir hükümet ile 3. anayasa büyük ölçüde değişmiş ve 4. anayasa sayılacak bir anayasa yürürlüğe girmiş, 12 Eylül 1980 de 4. anayasa ilga edilerek 1982 yılında 5. anayasa kabul edilmiş, şimdilerde de ileri demokrasinin canım yurduma getirilmesi adına 6. anayasa hazırlıkları yapılmaktadır. Hayırlı uğurlu olsun…

Deyin ki 6. değil 26. cumhuriyet (bu anlamda anayasa), her birinde toplumun önemli bir kesimi buna tepki gösteriyor ise yani demokratik olmadığı sürece bunlar üzerine edilecek her kelam berhavadır. Kavramlar üstünden gidildiği ve sadece kavramın önem arz ettiği durumda; her kavramın tekabül ettiği anlam; zaman, zemin ve teknik terakki ile malul olacağından, kavramın anlamının genişletildiği ya da daraltıldığı zeminlere uygun yansımalar yeni elitleri öne çıkarır, elitlerin tayin ettiği vekâletler hâsıl olur, elitin muktedir olduğu yerde hoşnutluklara göre genişleme ve daralma öne çıkar, al sana kısır döngü, vs. vs.


Ulusal egemenlik bayramınız mübarek olsun…

Cuma, Nisan 08, 2016

BERLİN DUVARI


Gençliğimizde; sıkça duyduğumuz haliyle 68. ilimiz olarak anılırdı Berlin, müzeleri, tarihi binaları, katedralleri, sarayları, geniş, büyük ve güzel düzenlenmiş parkları, köprüleri, anıtları, geniş ve güzel düzenlenmiş meydanları başta olmak üzere gezilmeye ve görülmeye değer, karakteri ve ruhu ile zırt-pırt değiştiriyoruz adına oynanmamış bir kent... Berlin, kültür ve sanat alanında da dünyanın en önemli şehirleri arasında bulunmakta olup, 3 opera, 1 filarmoni, sayısız tiyatro, konser salonu ve kütüphanenin yanı sıra, sanatseverler, sinemacılar ve sinemaseverler ve tiyatroseverler ve tiyatrocular için çok önemli olan "Berlin Film Festivali", başta olmak üzere sayısız festival ve tiyatroya ev sahipliği yapmaktadır. Sokaklarında sıkça Türkçe konuşmaların işitilebileceği, bol miktarda Türkçe tabelanın ve tanıtımın görülebileceği, Türklere ait çok sayıda restoranları, kebapçıları, dönercileri, fırınları, manavları ve dükkanları, kuaförleri bulunan Kreuzberg ise, size gurbet ellerde değil de sanki bir Çukurova kentinde imiş izlenimi vermekte olup, hele de bölgenin girişinde sizi karşılayan "Kreuzberg Merkezi" yazısı hoş bir sürpriz oluşturmaktadır.

Bilindiği üzere; Emperyalizmin kısa vadeli jandarmalığı görevi üstlenen, Almanya'da, 1933 yılında seçimleri kazanarak, "Yeni Almanya" yaratacağız iddiası ile iktidara gelen Nazi Partisi, seçim vaadi üzere 3. Cumhuriyeti ilan eder. Artık, ayaklar baş olmuş ve Adolf Hitler ve avaneleri, rüyalarında görse inanamayacakları bir kudret sahibi olmuş ve Yeni Almanya yaratacağız derken, hem ülkelerini hem de tüm dünyayı kana bular bir kanlı boğazlaşmanın başlatıcısı ve uygulayıcısı olurlar. 2. Dünya savaşı yaşanmaktadır artık, 50.000.000 (dile kolay elli milyon) insanın ölümüne, yüzmilyonlarcasının sakat kalmasına ve de Paris'ten Moskova'ya yıkılmış ve adeta yok olmuş şehirler kalır geriye... Her diktatörün yaşayacağı hazin sondan kurtulamaz Adolf Hitler ve avanesi, yaklaşık 5,5 yıl süren savaş arkasında büyük ızdıraplar, sıkıntılar bırakarak sona erer, mezkur zevat intihar yolunu seçerek terk-i dünya eyler... Artık Berlin, batılı ve doğulu savaş galiplerince işgal altındadır, İngiliz, Amerikan, Fransa güçleri ve Sovyet Kızıl Ordusu tarafından önce 4'e bölünür, sonra da batılı müttefikler birleşir ve Berlin 2'ye bölünmüştür. Bu 2'ye bölünüş zamanla, Demokratik Almanya diye bilinen tarafın batılıları enterne etmek için kullandıkları duvar ile taçlandırılır.(!!!!). Özgürlük ve eşitlik vaatleri ile yaşanılanların örtüşmemesi sonucunda, daralan ve kahrolan insanlar, hiçte hesaplara uymaz bir biçimde, "sosyalizm" yerine "kapitalizm" tercihinde bulunmaya başlarlar ve ciddi bir kaçış yaşanır o yıllarda doğudan batıya ve bunun önüne geçeceği planlanan ya da beklenen, sonraları adı "utanç duvarına" çıkacak olan, 46 km uzunluğunda  ortalama 4,5 mt. yüksekliğinde bir duvar yapımına 1961 yılında başlanır...

Doğu Berlin ile Batı Berlin'in arasındaki duvar, aslında biri 3,5 diğeri 4,5 metrelik parçalardan oluşurmuş, Doğu Berlin'e bakan tarafı duvar kaçmaya yeltenecek insanların kolay görünmesi için beyaza boyanmış ancak Batı Berlin'e bakan taraf ise grafiti ve çizimlerle doluymuş. Doğu Berlin tarafında duvar boyunca çelik kapanlar ve mayın tarlaları bulunur, 186 adet yüksek gözetleme kulesi ve yüzlerce lamba ile de dikkatlice kontrolde tutulmaya çalışılırmış. Diğer taraftan da yine aynı tarafta devriyeler sürekli gezerek kontrolü katmeşleştiriyorlarmış. Tüm bunlara rağmen, kaçacak insanın azmi ve kararlılığı önüne çıkılamayacağından, tıpkı daha önce ve sonrasında da olacağı gibi, binlerce insan kaçmış ve maalesef yüzlerce kişi de bu denemeyi yaşamlarıyla ödemişlerdir.

O gün bu duvara "utanç duvarı" adını veren malum çevreler ve temsilcileri ve ardılları bugün aynı nedenlerle, tıpkı Berlin'de olduğu üzere, yakın zaman önce İsrail'de Filistinlileri, şimdilerde ise Türkiye'de Suriyelileri sözde "güvenlik gerekçeleri" ile enterne etmeye, benzer beton duvarlar örerek devam etmektedir. Bu nasıl bir yaman çelişkidir, dün kaka dediğin bugün cici, sevsinler sizi... Dün dündür, bugün bugün...

Ne hazin ve acıdır ki; yasaklar ve engeller, insanlığın en büyük sıkıntısı olmaya devam ediyor, kesinlikle aynı şey olmamakla birlikte, "yaşasın sosyalizm" derken düşülen yanlışların, "huzur İslamda" denilirken yaşanan rezaletlerin semeresi (!!!!), mezkur alanlardan kefereye yoğun ve kitlesel kaçışların varlığı bir vakadır. Günümüzün en büyük çelişkisi olan özgürlükleri kısıtlanan insanların tepkilerine ya da kaçışlarına bu kabil ölümcül bariyerler yerleştirilmesi düşüncesini savunanların hal-i pürmelali belli olup, kadim akıbet kaçınılmazdır... İster duvar, ister mayınlı arazi ve de ister dikenli tellerle oluşturulan her duvar, elbet bir gün yıkılacaktır, ancak zapt-ı rapt satıcıları ve uygulayıcıları da her daim yeni yöntemlerle karşısına çıkacaktır insanlığın, meğer ki yaşananlardan doğru dersler çıkartmasın insanlık...

Büyük usta Nazım Hikmet'ten bir şiir ile sonlanırıyorum...

o duvar
o duvarınız
vız gelir bize vız!.
bizim kudretimizdeki hız,
ne bir din adamının dumanlı vaadinden,
ne de bir hülyanın gönlü yakışındandır.
o yalnız

tarihin o durulmaz akışındandır.
bize karşı koyanlar,
karşı koymuş demektir:
maddede hareketin,
yürüyen cemiyetin
ezelî kanunlarına.
 

Salı, Nisan 05, 2016

CAHİLLERİN FERASETİNE GÜVENEN AVANAK


Canım Yurdumun, bir Üniversitesinin Rektör Yardımcısı, bir sözde Profesör, "Bu suça ortak olmayacağız" diyen akademisyenlerle ilgili kendisine yöneltilen soruyu yanıtlarken, okuma oranı arttıkça kendisine afakanlar bastığını söylüyor ve cahil, okumamış halka daha çok güvendiğini belirtiyor. Peki belirterek kalıyor mu, kalır mı, üstüne bir de tüy dikiyor ve "Türkiye'nin en tehlikeli kesiminin okumuş kesim olduğunu" belirtiyor... Açıklama abuk subuk incilerle devam ediyor; "Ben daha çok cahil ve okumamış tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halktır... Türkiye'nin okumuş kesimi, profesörlerden başlayarak geriye doğru en tehlikeli olanlar üniversite mezunları. Olayları en rahat okuyanlar ilkokul mezunları. Çünkü zihinleri berrak. Üniversite ve sonrası durum çok vahim çünkü gidişatı okuyamıyorlar, zihinleri bulanık"... Şimdi bu açıklamaya söylenecek neler var diye bakıyorum, aslında genelde, genelleme yapmayı sevmem ama, topunuzun boynu altında kalsın desem uygun mudur da bilmiyorum...

Ziya Paşa'nın Terkîb-i bend'inden bir beyit bu avanak'ı yeterince izah eder umarım.

Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma?
Zer-dûz pâlân ursan eşek yine eşekdir.

Üç nokta...

Ne yazık ki bahtı kara Canım Yurdum, bir türlü yırtamıyor bahtını karartan kocaman kara perdeyi, Cumhuriyet ile birlikte aydınlanmanın başlaması, aklı ve vicdanı hür nesiller yetiştirme hedefinin konulması ile bağnaz, yobaz ve gericilerin hızlıca ve biraz da örselenerek tasfiye süreci, dahili ve harici bedhahları, büyük bir düşmanlık, kin ve nefret biriktirme girdabına sürüklemiştir. Bugün bile önemli ve mühim zatların ifadelerine yansımış olan; "nefret ve kininizi unutmayın" söylemi, Cumhuriyet Türkiye'sinin önderini yitirmesi ile birlikte başlamış ve her geçen gün artarak devam etmiş, "bir elinde Kuran, dilinde nefret, aklında cihat" olan bir nesile vasıl olunmuştur... Menderes döneminde, başlayan tarikat destekçiliği, Demirel döneminde de devam eder ve özellikle 12 Eylül faşist darbesiyle birlikte, Faşist darbecilerin ağababalarının "ılımlı islam" ile canım Yurdumu tedip ve terbiye etme çabalarının sonucu, çalışmalar vites arttırarak "bir elinde Kuran, bir elinde bilgisayar, dilinde nefret, aklında cihat" seviyesine yükseltilmiştir. Ilımlı ve mümbit vasatın temininde en mühim yatırımın milli eğitim olduğu tayin ve tespiti ile, fedakar çalışmalar (!!!!) semeresini vermiş, artık, "dar ül harp" değerlendirilmesi mucibince cihadist çalışmalar, tercih edilen mücadele yöntemi haline getirilerek, eğitimdeki gerici yapılanmanın elde ettiği başarılı sonuçları içinde de "bulanık suda balık olma" planı tutmuştur. Artık ne hazindir ki; Öğretmenler öğretmekten yana değillerdir, okullar öğrenci yetiştirmekten yana değillerdir...

Daha geçenlerde; "nefret ve kininizi unutmayın" söyleminin son dönem söylevcisi ve temsilcisi, bir toplantı sırasında, mağrur vaziyette "Rus uçağını düşürdük, 2 pilot ta ölü ele geçirilmiştir" benzeri kelam edince, kendilerinden geçmiş, sadece mesleki ünvanları öğretmen olan zevatın ittifakla ayağa fırlayıp, alkışlarla tempo tutmuş olmaları, yani kraldan fazla kralcı olmaları, bu tabloyu hayal ve arzu eden muhteremi bile utandırmış ve elleri ile susmalarını istemiştir. İşte "Milli eğitim" başarısı, "okullar olmasa milli eğitimi ne güzel idare ederdim" sözünden "ben cahilleri tercih ederim" sözüne evriliş ve sonuçta yurtta sulh cihanda sulh öğretmesi gerekirken, cahil insan ve savaş tercih eden öğretmen... Kutlamak gerek... yaklaşık 70 yılda bir ülke nereden nereye gelebiliyor... Tecavüzcülüğün adının badelemeye dönüştüğü yerdeki, suskunluğun hatta ciddi oranda desteklenişin, yukarıda söylediklerimizin berhava olduğunun bir ispatı da olsa, söylemeye devam edeceğiz. Aidiyetin ve heyecanın, aklın ve mantığın önüne bu kadar aptalca geçtiği bu günlerde, konunun büyük ustalar tarafından da veciz biçimde ortaya konmasının ardından, eşekliğinde baki kalması nedeniyle, cahillik mi yoksa eşeklik mi başatı oluşturmaktadır, yoksa cahillik eşeklik midir, ya da eşekler bu kadar cahil değil midir? Hay Allah aklım karıştı...

Mezkur öğretmenlere ve rektör yardımcısına ithafen;

''mey biter saki kalır
her renk solar haki kalır
diploma insanın cehlini alsa da
mayasında varsa eşşeklik baki kalır''

NOT: TDK Sözlüğüne göre: Avanak: sıfat, Kolaylıkla kandırılabilen veya aldatılabilen demekmiş.

 

Cumartesi, Nisan 02, 2016

NİKARAGUA ve ANASTASİO SOMOZA DEBAYLE


Nikaragua; bir Orta Amerika ülkesi olup; 1900'lü yılların henüz başlarında ABD tarafından işgal edilmiş ve Amerikan muhipleri ve onların siyasi temsilcilerinden ve başını toprak ağalarının çektiği oligarşik yapı tarafından, 1933 yılına kadar "ali kıran-baş kesen" yöntemleriyle yönetilmiştir. ABD, 1933 yılında; yaşanan deneme süresince, kendisine en "muhip" ailenin "Somoza ailesi" olduğu kanısına varıp, ülkeyi mezkur ailenin insafına terk ederek, açık işgali sonlandırmıştır. Somoza ailesi, ülkeyi kendisi ve bir avuç diğer iktidar ortağı yapının çıkarları uğruna, önce baba Anastasio Somoza Garcia, sonra büyük oğul Luis Somoza Debayle ve daha sonra küçük oğul Anastasio Somoza Debayle marifetiyle 1979 yılına kadar inim inim inleterek kanlı bir despotik yönetimle adeta zapturapt altına almıştır. Yazıya konu teşkil eden, Somoza ailesinin başkanlık gören son ferdi, Anastasio Somoza Debayle, 2 bölümde 1967 den 1979 a kadar başkan kalmış, hatta yeni bir anayasa yaptırarak görev süresini birkaç yıl daha uzatmıştır. 1972 yılında Nikaragua'da yaşanan büyük deprem felaketi üzerine, tüm dünya tarafından gönderilen yardımlara, ailesi ve yakınları el koyunca, ilaveten adeta uçan kuştan rüşvet alıyor olması, kamu kaynaklarını yağma etmesi, tüm ihaleleri yakınlarına ve yandaşlarına dağıtması, aile servetlerinin fahiş biçimde ve izah edilmekten azade bir biçimde artması neticesi, geniş yoksul halk kitleleri tarafından da büyük tepkilere neden olmuş, kara propagandaların ve yandaş basının her fırsatta, yok efendim kişi başına milli gelir yükseldi, yok efendim işsizlik çok azaldı, yok efendim Nikaragua'nın Nikaragua'dan başka dostu yoktur, gibi palavraların da artık sökmediği bir noktada, düşük yoğunluklu ve lokal yaşanan iç savaş, tüm ülke sathına yayılarak, ülkeyi "tutan tuttuğunu boğazlar" noktasına getirerek, kaosa gark etmiştir. Despotik yönetimini sürdüren Anastasio Somoza Debayle; iç savaş koşullarının ortadan kaldırılmasının yolları çok sarih iken, ülke dahilinde sahip olduğu gücün kendisinde yarattığı kontrolsüz davranış ve sarhoşluğu neticesinde, her geçen gün biraz daha yok oluş sarmalına girdiğinden habersiz, dış dünyadan gelen her türlü eleştiri ve öneriyi de elinin tersi ile iter, her birine sert tepki gösterir ve zanneder ki, tercih ettiği bu barbarca yöntemlerce ilanihaye ülkeyi yönetebilecektir. Despotik yönetimin, bu kadar uzun süreli yürütülemeyeceğinin, yürütülür ise de neler olabileceğinin, uygulamalı izahını, hayat burada da her despota yaptığı üzere, yapmıştır. Yoksul halkın baskıcı sisteme kendiliğinden ve lokal geliştirdiği ayaklanmaların, FSLN'nin sürdürdüğü direniş ile örgütlü hale gelmesi neticesi, despotik yönetimin en büyük ve yılmaz destekçisi ABD'yi bile desteğini çekme noktasına getirir, ABD'nin dünyanın her yerinde olduğu üzere, hiç bir diktatöre ilanihaye sahip çıkmadığının ve çıkmayacağının bilmem kaçıncı örneği gibi, Somoza ailesinden de desteğini çeker ve hatta ABD'ye sığınma isteği bile reddedilir ve Paraguay'a sürgüne gönderilir ve 1980 yılında Arjantin Devrimci Halk Ordusu adlı örgüt tarafından suikastla öldürülür.

Yaşanan kanlı iç savaş sürecinde; büyük katliamlar yapan, asi diye nitelendirdiği köyleri basarak, omuz üstünde baş, taş üstünde taş bırakmayan, evler basarak toplu katliamlar yapan, muhaliflerini öncelikle yandaş basın marifetiyle, itibarsızlaştıran ve arkasından infaz ettiren özel ekipler türemiştir. Bu ithamların baş hedefi ise, ülkede ABD tarafından tesis edilmiş düzeni korumak adına ABD subayları denetiminde Nikaragua ordusunun merkezini ve en önemli nüvesini teşkil eden, Nikaragua Ulusal Muhafızları olmuştur. Nikaragua Ulusal Muhafızları alayları, ABD'nin işgaline karşı duruş sergileyen ve savaşan direniş ordusu önderlerinden ve ABD'nin açık işgale son vermesiyle birlikte savaşa son veren Augusto Cesar Sandino ve taraftarlarını; gerek hile ve desise ile gerekse de tuzak ve pusularla, set edilmiş bir plan çerçevesinde yok etmişlerdir. Bu tuzak ve pusulardan kurtulmayı başaran direnişçileri de ilan edilen yalandan bir af yasası ile geri çağırıp daha şehirlere girmeden infaz etmişlerdir.

İktidarlarının ilk başlarda Somoza ailesi, çeşitli reformlar yaparak yoksul halkın gözünü boyayarak yarattığı ortam üstüne mutlak bir kanlı diktatörlük kurmuş, ülkeyi adeta babasının mülkü gibi yönetmiş, büyük bir kişisel servet edinmiş, ülkenin topraklarının büyük bir kısmını kendi mülkiyetine geçirmiş, ülkenin madencilik ve tarım işletmelerinin neredeyse tamamı ya kendi ailesinin ya yandaşlarının mülkiyetine geçmiş,kendisine yönelen her türlü muhalefeti, ya yok etmiş, ya ülkeden sürmüş, demokrasi diye diye kendisinden olmayan herkesin başan büyük sorunlar açılmış, tarafsız basın diyerek tüm basın yandaş yapılmış, bağımsız yargı diyerek tüm mahkemeler memur haline getirilmiştir.

Anastasio Somoza Debayle, kanlı ve acımasız bir diktatör olsa bile, ABD onun yönetimini, Nikaragua'yı bir antikomünist karakol yapması nedeniyle hep desteklemiştir ve hatta ABD Başkanlarından biri Somoza'yı çevresine şu sözlerle anlatır. "Somoza may be a son of a bitch, but he's our son of a bitch" (Somoza bir orospu çocuğu olabilir, ama o bizim orospu çocuğumuzdur). Aslında Somoza ailesi de, yapılan seçimler neticesinde iş başına geliyordu ama seçimlere seçim denilebilme imkanı varsa şüphesiz, bu haliyle de uzaktan bakınca demokrasi görüntüsü verebiliyordu ama bu durum bir büyük devrimci önderin söz ile tam da bir demokrasicilik oyunuydu. Nikaragua'da her kriz ertesinde reform yapılıyor adına, kamudaki önemli kadrolara arkadaş, hizmetkar ve akrabalarını atayarak, durumu idare ediyor, hele hele "yargı bağımsızlığı" hikayeleri ise, özellikle yandaş ve sözde tarafsız basın tarafından en fazla tefrika edilen bölüm idi, reformların...

Pazartesi, Mart 21, 2016

BİR AVUÇ HADSİZ VE ÇAPSIZ


Geçtiğimiz günlerde; kuzenim Kamil Karagöz, yaklaşık 1 yıldır azimle ve kararlılıkla savaştığı, çağımızın bela hastalığı kanser ile mücadelesinde ne yazık ki yenik düşmüş, erken bir dönemde hayat çizgisinin sonuna gelmiş ve son yılların en kalabalık cenaze ve defin işlemi ile ebediyete intikal etmiştir. Sevenlerinin; mesleki, düşünsel, etnik ve dini açıdan çeşitliliği ise, kendisinin ne kadar geniş bir kitle ile iyi iletişim kurduğunun nişanesi olarak bir kez daha, bu vesileyle tespit edilmiştir. Son yolculuğu sırasında kuzenime, herkes kendi dini itikatları mucibince içten saygısını göstererek Çiftlik Köy mezarlığındaki definde hazır bulunmuşlardır... Yıldızlar yoldaşı olsun temennisi ile tekrar ve tekrar, nurlar içinde olması için niyaz ediyorum.

Mezkur defin sırasında; belirttiğim üzere herkes kendi dini inanış ve itikatları çerçevesinde yakarış ve dualarını ederek son görevlerini yerine getirirken, bazı kafir, münkir ve münafıkların gözlerinin başka tespit ve gözlemlerde olduğu ise sonradan anlaşılmıştır ki, bu zevat, kim ellerini havaya kaldırarak dua etmiş, kim kaldırmadan dua etmiş, kim saygıyla mevta önünde eğilmiş, kim eğilmemiş, kim ne kadar ağlamış, kim ne kadar gülmüş gibi tam kendilerine yakışacak bir şerefte çetele tutmuşlar. Oysa size ne değil mi? Böyle bir günde bile nelerle uğraşıyorlar... Kim nasıl, hayır dua ederse etsin ve mevta yoldaşlığına gönderirse göndersin, sana ne, değil mi? Sen etrafını gözetleyip kollayacağına kendi duanı etsene, eee aslında kendinin de dua ile meşguliyeti yok ki... Bunlar, bir avuç diye tariflenecek bir güruh olup, aslında hayatlarının hiç bir döneminde konunun özü ile ilgili olmamışlar ve sürekli konunun gösteriş ve cila tarafına bakmışlardır. Oysa bizler gibi; bu bir avuç, hadsiz ve çapsız kişiyi yeterince uzun süre izleyen insanların, bu güruhun; bilgisiz, cahil, debil, embesil, görgüsüz, içi başka dışı başka, içleri kötülük dolu ve içleri bu kötülüklerden ötürü kurum bağlamış, bencil, saygısız, terbiyesiz, ukala müsveddesi olduklarını bilirler... Bunlar; kahvehane önünde oturup, 2 gazete okumak yerine, 2 kitap okumak yerine, sabahtan akşama kadar dedikodu yapmayı, fitne-fesat üretmeyi, yalan söylemeyi, yalanlar üstünden dünyalar kurmayı, kim kiminle aşna-fişne işleri yaparı konuşmayı, kim kimin eşiyle nasıl durumdadır, kim kimin kızı ile ilgilenmektedir gibi, asla ve kata bir başkasını ilgilendirmeyen konularla ilgilenmeyi, büyük bir merakla, kendilerine paye bir yüksek ihtisas konusu saymaktadırlar. Oysa buna harcayacakları zaman ve eforu, 2 satır bir şeyler okumaya ve anlamaya çalışsalar, bilgileri artacak ve dolayısıyla ilgileri de artarak, tıpkı ataları gibi yaşadıkları coğrafyaya belki biraz katkıları olacak, ama nerde... Tercihleri, hep kahvehane önünde oturup, ısmarlanacak 1 çay için bekleyip, boş teneke misali çok ses çıkarıp, satılacak bir tarla ve eve aracılık edebilirmiyiz, bir yerde bir arsa nizası nedeniyle kadastrol bilirkişilik (aslında bilmez kişilik ve profesyonel yalancılık) benzeri beklentiler içinde olmuştur. Bu mezkur zevat, yelkencilikleri, yağcılıkları ve yalakalıkları nedeniyle her dönem bir başka siyasi çizgiye atlamakta beis görmezler ve sürekli hareket halindedirler, bugün burada, diğer gün şurada, hop kucağa hop çukura misali... Aynı zevat ne tesadüftür ki, cami ve dini törenlerde de sürekli başrolleri alırlar, okudukları ve öğrenmeye çalıştıkları hemen hemen bir kitap yoktur, evlerindeki tek kitap olsa olsa "Kuran" dır, onu da bilmezler, okumazlar ve tüm hayatlarını yansıtan cilacılık bu konuda da ön plandadır. Cila ve sırlarının dökülmesi korkusu ile de, bunlar okuyan, araştıran, bilgili ve görgülü insanları da hiç mi hiç sevmezler... Kim mi bunlar, vallahi, köyümüzün, namuslu, akıllı ve saygılı büyük çoğunluğu bunları tek tek iyi tanır ve bilirler, hukuki nedenlerle isimlerini yazmıyorum ancak merak edenler olursa müracaatları halinde her müracaatçının kulağına tek tek söylenecektir. Allah bunlara; akıl, izan ve ahlak ihsan eylesin...

Oysa; Çiftlik köyü yerlileri; mert, çalışkan, dürüst, ahlaklı, bilgili, namuslu, dedikoduyu sevmez, bilgiye ve bilgiliye saygılı, hatta küçüklerini seven ve büyüklerini sayan insanlardır, ama nedense bunlar ayrık otu gibi bu mümbit topraklarda yetişmiştir, binanaleyn...

Ben cahilleri çok seviyorum, çünkü onlar her şeyi çok iyi biliyorlar.

Nihayet; Şükrü Erbaş'ın; "köylüleri niçin öldürmeliyiz" şiirinden bir bölüm ile, nokta...

çünkü onlar yanlış partilere oy verirler
kendilerinden olanlarla alay edip
tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar
devlet; tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir
devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar
yiğittirler askerde subay dövecek kadar
ama bir memur karşısında bu da tuhaftır
ezim ezim ezilirler
enflasyon denince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler
cami duvarı, kahve ya da bir ağaç gövdesine yaslanıp
onbir ay gökyüzünden bereket beklerler
dindardırlar ahret korkusu içinde
ama bir kadının topuklarından
memelerini görecek kadar bıçkındırlar
harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez
şehre giderler !...

Pazartesi, Mart 14, 2016

KUNDURACI İBRAHİM ÇİÇEK ve AYAKKABICILIK


Geçtiğimiz günlerde, Çeşme'nin el yapımı ayakkabı imalat sektöründe emek sahibi olan çok sayıda büyüklerimizden biri olan İbrahim Çiçek abimizi kaybettik, kuşağım ve daha büyüklerimin önemli bir bölümüne gerek ayakkabı imalatı, gerekse de ayakkabı tamiri hizmeti veren biri olarak hep anılacak olup, anıların benim açımdan asla unutulamayacak bölümü ise, dükkanına gidip babamın benim için verdiği ayakkabı siparişinin imalata dönüş sürecidir... Öncelikle kocaman bir kalın karton üstüne basan ayağın, karbon kalem ile şeklinin çizilmesi, birkaç gün sonraya verilen ilk prova, ilk prova sonrası sorun olmaması halinde, yaklaşık 1 hafta sonra alınan yeni ayakkabıların, teknolojinin yeterince el vermemesi neticesinde yeterince işlenerek sağlamlaştırma işlemi görmemiş ham kösele tabanın kabara ve diğer metal aksamlarla takviye edilmesi ile ayakkabı ömrünün uzatılmaya çalışılması süreci, asla hiç bir şekilde suni bir malzeme kullanılmamış olmasıdır. Az da olsa imal ettiği ayakkabıları giydiğimiz, sonraki uzun yıllarda da, yıpranan veya son kullanma tarihi gelmiş ayakkabılarımıza bizlere tekrar hizmet vermek üzere yenileyen İbrahim Çiçek abimiz, yanlış hatırlamıyorsan bir sürede babam ile birlikte, bilebildiğim en eski ayakkabı imalatçısı İhsan Özbay büyüğümüzün yanında çalışmışlar. Bu vesileyle adı geçen ve geçmeyen tüm büyüklerimizi, elleriyle, yürekleriyle,  sevgileriyle, alın terleriyle ve acılarıyla ama mutlaka namuslarıyla Çeşme kent yaşamına kattıklarından ötürü, saygılarımla yad ediyorum.

Tarihte; yöreden yöreye ve kullanım amaçlarına göre değişmekle birlikte, ayakkabıcılık, kunduracılık, pabuççuluk, sayacılık, mestçilik, yemenicilik benzeri isimlerle anılan bu zanaat, Orta Asya Türklerinde çizme benzeri konçlu "edik" denilen ayakkabı imalatı ile başlayıp Anadolu'ya göçlerle gelinince, tanıştığı yeni türleriyle halvet olup 1800'lü yılların başına kadar ihtiyaca göre üretim halinde devam etmiş, bilahare yakın tarihimize kadar üretim yapan "BEYKOZ" yada "SÜMERBANK" adıyla maruf manüfaktür duruma sıçramıştır. Dünya kapitalist sistemine entegre olma sevdası ile yaratılan rüzgar, gerek istihdam gerekse de gelir seviyesi düşüklüğü nedenleri ile , makineleşmenin yarattığı seri üretim, yerel ve el üretimi ayakkabıların önüne geçememiştir, yakın zamanlara kadar... II. Dünya savaşı sonrası, ihdas edilen yeni sömürge ilişkileri, giderek ve de özellikle de 1980 sonrası "sermayenin serbest dolaşımı" numaralarıyla, öncelikle yerel zanaatın, bilahare de fabrikasyon da olsa yerel üretimin önüne set çekilerek, canım yurdum uluslararası talan kurumlarının faaliyetlerine terk edilmiştir. Meşhur "Özalizm" diye yutturulmaya çalışılan, çakma neoliberal politikalar ile başlayan ve nihayetinde, sözde sosyal demokrat ve sözde bizden ve yerli kakalaması ile canım yurduma musallat edilen "Dervişizm" politikaları yerel üretimin belini kırar ve canım yurdumu uluslararası talana terk eder. Teknoloji kullanımı açısından büyük merhaleler kat etmesine karşın, aşırı tüketimin pohpohlanması neticesi ham madde sıkıntısının baş göstermesine koşut olarak suni malzeme üretiminin tavan yaptığı bu dönem, taa zehirli ayakkabı ithalatlarına kadar varan, mezkur politikaların tek sistemli dünyada canım yurdumun bu kafa ile baş edebileceği bir pazar olmaktan çıkar, malum mahfillerin planlarının uygulayıcılarının elinde tarumar edilir...

Yıllar önce, çalışmakta olduğum Hindistan'a bir seyahatim sırasında tanıştığım bir ayakkabı fabrikası sahibi ailenin hikayesi ise, nerelere gelindiğinin hazin bir fotoğrafıdır. Son 60 yılda, gözümüze adeta övendire batırılarak, bugünler müjdelenirken, durum tespiti yapan abilerimizin ve bilahare de bizim de içinde bulunduğumuz canım Yurdumun yüz akı insanlarını, "komünistler Moskova'ya" diye tahkir eden münkir ve münafıklarının, utançlarından yere batmaları gerekirken, hala daha bugünlere geçerli ve makul izahlar arıyor olmaları, ve de, ne yazık ki ekseriyetin teveccühüne mazhar olmaları kara mizah tarihinin "top" ları arasındadır, ama ne gam, ne keder, ama haklılar bu kadar yalan ve dolan dinleme heveslisi varken onlarında yapabilecekleri de sınırlıdır... Uçağa biniş sırasında başlayan muhabbetimizin, yan yana otururken de, uzun yolculuk nedeniyle konunun tüm kılcal damarlarına inmesi, konuya da gösterdiğim ilgiden mütevellit, kaçınılmaz olmuştur. Atalarından kalma küçük imalathanenin, nasıl büyütülerek ciddi miktar ve dünya fuarlarının müdavimi olacak kadar kalite ürettiğinden, enerji, hammadde ve imalat yapmanın kaçınılmaz ve dayanılmaz maliyetlerinden, tıpkı diğer sektörlerde yaşandığı üzere, "sermayenin serbest dolaşımı" numarasıyla ulusal düzeyden uluslararası düzeye (!!!!) nasıl taşındığının hikayesi gerçekten çarpıcı ve ders niteliğindedir... Kendilerinin gün itibariyle 17 dolar (ABD) maliyetli ayakkabılarının, Hindistan'daki genellikle deri ve deri işlemeciliği sektörlerine adeta çok büyük bir OSB (organize sanayi bölgesi) olmuş, Agra kentinde, imalat, navlun ve her türlü ihracat-ithalat vergi, fon ve accessler dahil 7 dolara (ABD) nasıl olduğunun hikayesi çok çarpıcı olmakla birlikte, yerli üretimi nasıl bitirmiş olduğunun da "Derviş"cesidir... Hani bugünküler, biz yapmadık o yaptı diyorlar ya, biz de onlara, değiştirseydiniz elinizden tutan mı oldu ki diyoruz, ve ilaveten Derviş beyefendiyi bir ara genel başkan, bir arada seçimler kazanılırsa da bakan yapmayı düşünenlere de, Allah kimsenin yolunu şaşırtmadan,  akıl ve izan ihsan eylesin, diyoruz...

Geçtiğimiz yıllarda, yeni iktidar sahiplerinin, ayakkabıya ve ayakkabıcılığa olmasa bile ayakkabı kutularına yüklediği yeni anlam ve görev, necip milletimizin, imalatta olmasa bile tasarrufu saklamakta ne kadar yaratıcı ve mahir olduğunun yeni bir nişanesi olup ve de hayretlerimize mülhem olarak, evlerimizdeki tüm ayakkabı kutularının tek tek kontrollerini yaparak, "NAİL BABA"nın muhtemel mucizelerini aramakla geçirdiğimiz de ayrı bir gerçektir.

Salı, Mart 01, 2016

GALATASARAY'IN PERİŞANLIĞI VE YÖNETİM


UEFA Kupasında; 2-1 kaybedilen Lazio maçından sonra Galatasaray teknik direktörü Mustafa Denizli, bir gazetecinin, "Galatasaray’da saha içinde umursamaz oyuncular mı var" şeklindeki sorusu üzerine şunları söyledi: "Mutlaka var. Bunları görmemek için maçı izlememek lazım. Böyle bir tabloyla karşı karşıya kaldık." diyerek asıl kafasının ardındaki düşüncesinin ipuçlarını vermiştir. Futbolcular açısından bir umursamazlık söz konusu ise, bu zaten Mersin maçında da, Kayserispor maçında da, Osmanlıspor maçında da, Konyaspor maçında da, Trabzonspor maçında da yok muydu... Vardı ise teknik yönetim mi görememiştir? Peki bu umursamaz futbolcular değil mi idi ki, bir önceki sezonu 3 kupa ile bitirmiş... Ne oldu da birden bunlar umursamaz hale geldiler... Kimse öyle biliyormuş numaraları ya da pozları takınarak; "bu futbolcular yetersiz", "bu futbolcular umursamaz", "bu futbolcular kötü" gibisinden ahkam kesmesin, bunun adı düpedüz başarısızlıkların faturası kesilirse kimden ses çıkmaz ya da en az ses kimden çıkar ve o da kuru gürültüye gider, taktiğinin uygulanmasıdır... Bir taraftan Galatasaray yönetimi, diğer taraftan da kulübün futbol yönetimi başta Mustafa Denizli olmak üzere, yakan top oynuyor misali futbolcuları taraftarların önüne atmaktadır... Sen daha Mersinidmanyurdu'nu, Konyaspor'u yenemiyorsun, peki elinizdeki futbolcular o takımlardakinden de mi kötü, bırakın allahaşkına, aklımızla dalga geçmeyin... İddia ediyorum şu an ki Galatasaray kadrosu bu ülkenin en az Beşiktaş kadrosu kadar, en az Fenerbahçe kadrosu kadar iyidir ve kalitelidir. Sorun yönetme ve organize olamama sorunudur... Sorun da buysa eğer, sorumlular genel yönetim ve futbol teknik yönetimidir, hiç öyle vücudun orta bölümünü sallamaya gerek yok... Kaç takımda Muslera var, Hakan Balta var,          Aurelien Chedjou var, Semih Kaya var, Martin Linnes var, Yasin Öztekin var, Selçuk İnan var, Wesley Sneijder var,   Ryan Donk var, Hamit Altıntop var, Lukas Podolski var, bırakın bu yakan top oynamayı... Gülünç duruma düşüyorsunuz... Hele geldikleri takımlarda birer yıldız adayı olan, Tarık Çamdal, Olcan Adın, Sinan Gümüş gibi futbolcuları da saymamak ayıp olur... Efendim sakatlıklar, efendim cezalılar, efendim formsuzluklar gibi bahanelerinde ardına hiç saklanmayın, sakatlık varsa, cezalılık varsa, formsuzluk varsa sorumlusu ben miyim... Bunların tamamının sorumlusu sizlersiniz, şimdi düşünün Mustafa Denizli hala maraton programında yorumcu olsa idi, ne derdi, o muhteşem gülücüğünü de takınarak, "kolay sakatlıklar iyi çalışmamanın ifadesidir", hemen "bu kadar sakatlık iyi idman yapmayan takımlarda olur" diye cilalı imajın mamulü futbol yorumcuları da kervana katılırlar idi... Peki şimdi biz ne diyeceğiz... Peki tüm bunları söylerken, Mustafa Denizli'nin futbol bilgisi ve tecrübesi gereği bunları bilmediğini mi, bunları düşünemediğini mi söylüyorum, olur mu öyle şey, zinhar, Mustafa Denizli futbolu iyi bilen birkaç kişiden biridir ama onun bilemediği, yönetim ve organizasyon konusudur... Tıpkı, Fatih Terim'in TÜSİAD tarafından düzenlenen yönetim toplantısında, yönetim ve organizasyon üstüne konuşma yapması hasebiyle kendisini, iyi yönetici zannetmesi gibi, bu muhterem de kendisini öyle zannetmektedir, ama kim ne derse desin durum ortadadır... Efendim Galatasaray'ı şampiyon yaptı diyenlere söylüyorum, hayır yapmadı, merak eden o sezon için Galatasaray'ın sözleşmeli teknik direktörü kimdi diye gider TFF ye sorar... Diğer taraftan asla unutulmaması gereken bir nokta da; Fenerbahçe döneminde yabancı sınırı sırasında fazla yabancı oynatmaktan ötürü ceza alınınca "ben yapmadım, o yaptı" yaklaşımını gösterenlerin yönetim konusunda fazlaca gak guk etmesinin, yanlışlığıdır... Yönetici; çıkan yangını söndüren değil, yangın çıkmasını engelleyendir. Evet, Mustafa Denizli'nin bu noktalara gelmesinde Galatasaray kulübünün inanılmaz katkısı vardır, ama o, son 2 sezondur maraton programında Galatasaray için yaptığı açıklamalar ve zımni saygısızlığından ötürü kapısından bile geçmemesi gereken bir yere yeniden Teknik direktör olabiliyor... Hem de tıpkı Fenerbahçe'ye teknik direktör olurken gerçekleştirildiği söylenen bir yöntemle, Galatasaray'a da hayırlı uğurlu olsun ne diyelim... Şapkadan tavşan çıkaracaklar ya; her maça ayrı kadro, deniyorum ve arıyorum numarasına yatarak, bunu ancak destekçi ve dayanışmacı yazarlar söylüyor, onların dışında kimse ciddiye bile almıyor bu iddiaları, biraz komedi olacak ama mesela Sabri'yi kaleye alıp, Muslera'yı santrofora almak ta denenebilir...Büyüka'nın yanında küçüka'lık yaparak insanlar olsa olsa, ancak küçülürler, büyümek ise bağımsızlılığı, kararlılığı ve inanmışlığı sürdürebilmekten geçer... Evet, Biz Mustafa Denizli'yi; hemşehrimiz, arkadaşımız olarak çok severiz ama biz Galatasaray'lıyız ve takımımızı daha çok seviyoruz...

Evet; Galatasaray 2001 sezonundan, yani Faruk Süren'den sonra, yani Mehmet Cansun ve Özhan Canaydın ile birlikte kötü yönetilmeye başlanmış ve hızlı bir Fenerbahçeleşme süreci yaşamıştır ve ne yazık ki bunalım artarak ta sürmektedir. Kötü yönetim ve siyasi tutum takınarak, ekonomik ikbal beklentisi adeta bir saplantı haline gelince, kulübün ali menfaatleri geride kalmıştır, ve ne yazık ki bunun en fazla sırıttığı dönemde, taraftarın çok şey beklediği Adnan Polat dönemi olmuştur. Borç batağı bir kenara, kaybolan prestij ve marka değeri, taraftarın kaybolan güveni ve desteği, her şeyden öte de inanılırlık kaybolmuştur. Hamza Hamzaoğlu'nu gönderirken ne açıkladılar, yok, yönetimin önüne geçen açıklamalar yapıyor, yok, karizması Galatasaray yönetiminin kararlarına uymama noktasına getirdi, yok, Yönetimin önüne geçecek tavırlar gösteriyor, gak guk, yahu mütevazi birinden bu kadar muzdarip iseniz, Mustafa Denizli'nin karizmasını ya bilmiyorsunuz ya da bizi iyi çözdünüz, hani önümüze ne koyarsanız yiyoruz ya... Bu açıklamalar tıpkı; Ersun Yanal'ın pivot santroforla oynamayacağım deyip Hakan Şükür'ü milli takımdan kesip, bir başka pivot santrofor, ki kötü bir kopyasıdır Hakan Şükür'ün, Ersen Martin'i milli takıma çağırması gibi abukluklardır, bunlar, bizleri aptal yerine koymayı bırakın yoksa futbol çökecek, sizin bu doymak bilmez ahmaklığınız yüzünden...

Pazartesi, Şubat 15, 2016

MUHTAR


Muhtar; bilindiği üzere ve en geniş manada, köy ve mahallerde yasaların kendisine sorumluluk ve görev tayin ettiği işleri yürütmek ve yönetmek üzere halk tarafından seçilen kimse olup, mahalle tüzel kişiliğinin temsiliyetine haizdir. Muhtar sözcüğü; kökeni itibari ile Arapça olup, "seçilmiş kimse" ve "otonom" manasında kullanılmaktadır. Çağdaş Türkçenin Etimoloji sözlüğü sayılan “Nişanyan Sözlüğüne” göre, "Danişmend-Name, 1360'e göre (muχtār "seçilmiş, seçkin", kendi iradesiyle seçen, otonom, seçti, tercih etti, Türk Dil Kurumu (TDK) Güncel Türkçe Sözlüğüne göre de; 1.Köy ve mahallenin yasalarla belirtilmiş işlerini yürütmek için o köy veya mahallede oturanların seçtikleri kimse, 2.Özerk, diğer sözlüklerinde kısaca bir taramasından, Her işe burnunu sokan, Özerk, Davranışlarında özgür olan, dilediğini yapan, anlamlarında kullanıldığı da görülecektir. Muhtar sözcüğünden türetilen sözcüklere de bir göz atıldığında, başta muhtariyet gelmekte olup; muhtarlık, kendi kendine hareket edebilme, ihtiyar ve iradesi kendi elinde olma hali, özerklik, otonomi,  bağımsızlık, anlamlarına sahip ve görüleceği üzere neredeyse tüm dillere, Almanca; Autonomie, İngilizce; autonomy, Fransızca; autonomie, İspanyolca; autonomía, İtalyanca; autonomia, Hollandaca; autonomie, Portekizce; autonomia, Rusça, автономия, hemen hemen aynı manada geçmiştir.

Köy ve Mahalle halkı tarafından; aday olanlar arasından 5 yıl boyunca köy ve mahallenin idari işlerini yürütmek ve yönetmek üzere seçilen, yasal yani görüntüde herhangi bir parti adına aday gösterilmeden ama aslında hangi parti adına aday oldukları köylüler ya da mahalleliler tarafından pekala bilinen, davranış ve hareketlerinde özerk (muhtar) olması gerekirken seçilir seçilmez bir anda "devlet memuru" kisvesine nail olma halidir, muhtarlık... Devlet memuru olarak terfi-i rütbe almasına rağmen, seçim süreçlerinde, kendisini seçme ihtimali olanlara, hediye ver(e)meyen, kömür ve makarna dağıtması yasaklanan ama buna rağmen her türlü vaatte bulunması adet olan veya istenen bir makamdır, aynı zamanda... Ama en büyük tenakuz ise, Köy ve Mahalle tüzel kişiliği başına, seçilmiş kişi olarak gelmesine rağmen ve kelime anlamı da tam tamına "seçilmiş kişi" olmasına rağmen, "atanmış kişi" muamelesine tabi tutulmasıdır. Bakmayın siz bazılarının seçilmiş kişilerin kutsaliyeti edebiyatına, bu edebiyat sadece kendilerine yönelik bir zırh tanımıdır. Yoksa kendilerinden olmayanların seçilmişlikle elde edebilecekleri herhangi bir muhtariyet söz konusu olamamaktadır, bu muktedirlere göre.

"Hangi evde kim var, nedir ne değildir. Bunu gelecek, orada kaymakamına, valisine ve emniyet müdürüne bildirecek" sözlerine muhatap olacak bir durum tarifi var mıdır, tüm yukarıda tarifi yapılan yasal mesnedi olan şeylere?  Şüphesiz yoktur... Peki kanunda tarifi yapılmamış fiillerin yapılmasının  talebi nasıl anlaşılmalıdır... Peki kendisine oy vermemiş, ya da faaliyetlerine teveccüh göstermemiş kişilere karşı, şeytanın avukatlığına soyunarak söylüyorum, husumeten, ki, yaşadığımız topraklar bu kabil davranışları gösteren insan yetiştirme açısından oldukça da mümbittir, mahallede ya da köyde yaşayanlar arasında güvensizlik, huzursuzluk, gerginlik ve kutuplaşma yaratılmasına neden olmaz mı?  Mezkur makamlara bilgi taşınması görevi yasalarla kimlere verilir, kimler bu görevleri profesyonelce yerine getirir de, onlar bu görevlerini layıkıyla yapmazlar ve bu görev muhtarlara da düşer... Hay Allahım sen bu milletin aklını koru... Bu kabil beklentilerin içine girilmesi hiyerarşik yapılanma içinde silsile yoluyla her makamın bir altından muhbirlik beklentisi oluşturmaz mı acaba? Demek ki devletimizin mezkur görevle teçhiz olunmuş yasal güçleri, görevlerini doğru yapmıyorlar, yaptıkları görev güvenilmez, tayin edilmiş ki, kolluk gücü yerine ya da yanına yeni güçler ikame edilmeye çalışılmaktadır... Peki görevler arasında bir karışıklık oluşturmaz mı bu davet, oluşturursa bu daveti yapan karışıklıktan yana bir tutum takınmış olmaz mı, vs . vs... Peki; yasalarla tarif ve tayin edilmiş görevlerin göz ardı edilerek, başkalarına ait görevlerin yapılmasının istenmesi, kurumlar arası güven, işbirliği ve koordinasyon çabalarına ters düşmez mi? Peki, muhtarların mahalle ya da köyde yerleşik yaşayan vatandaşlar arasında hem de kanunda yeri olmayan görevler üstlenmesi, kendisinden asıl beklenen toplumsal fonksiyonlarını zedelemez mi? Yerel demokrasinin aslında birer temel ve en küçük taşı konumundaki muhtarlık, asli görevi yerine, "siz kanunları bırakın, vicdanınızla hareket edin" talimatı mucibince, vatandaşla direk ve birebir ve güvene dayalı yüzyüze ilişki oluşturarak,  mahallenin ya da köyün ortak gereksinimlerinin tespiti çalışmalarını ertelemesine ya da gerçekleştirilmemesine yol açmaz mı?  

"Türk muhtarı, en asil duygunun insanıdır" diye gaz vererek siyasi emellere vesile olması muradı gözetilerek gerçekleştirilen çalışmaların, unutulmasın ki demokrasinin en dar anlamında uygulanmasının temellerinden sarsılmasına yol açacaktır kaygısı en büyük kaygımızdır, şu günlerde... Unutulmaması gereken bir başka tarafta, Mahalle ya da Köyde vatandaş ile bu kadar içiçe ve yüzyüze yaşarken, muvafık ya da muhalif olsa bile, nezaketten azade politik tutum alınması, toplumsal kutuplaşma ve bölünme nedeni olacaktır, tam da tersi bir tutuma ihtiyaç olunduğu şu günlerde...

Pazartesi, Şubat 08, 2016

MELEKLERİN KANATLARINDAN BAHİSLE

Resmi tarihin okullarda okutulan bölümünden gayet iyi bilindiği üzere Padişah Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethetmek üzere, karadan ve gemileri de karadan geçirerek denizden kuşatır, bu kapsamda yeni yeni toplar ürettirmiştir, askeri taktikler üzerine "stratejik derinliği" olan planlar yapılmıştır, ordu acemiden ustaya ve tecrübeliye göre 3 kademede organize ediliyor vs vs. rivayetler ve vesikalar böyle diyor... Yine rivayetlere göre, yaklaşık 2 ay boyunca bir hayli kanlı çarpışmalar yaşanır, büyük can kayıpları oluşur, 150.000 kişilik ordudan yaklaşık 3te 2si yitirilmiştir, ancak fetih sonrası bunun acısı çıkartılacaktır, bu kayıplar unutulmayacak ve muzaffer ordu sıfatıyla mükafat olarak şehir 3 gün boyunca yağma ettirilecektir. Padişah Fatih Sultan Mehmet'in ordusunun bir kısmı ise, yaşanan kayıpların yarattığı panik ve korku nedeniyle geri kaçarken yine Padişah Fatih Sultan Mehmet'in talimatıyla kılıçtan geçirilmiştir. Talan ve yağma ise tam bir kıyıma dönüşüyordu, hatta Bizans surları dışındaki Yahudi mahallelerinin de yağmalandığı bazı kaynaklarda yer almakta olup asıl tahribat, talan, yağma ve kıyım dini mabetlerde yaşanıyordu, rahibeler tecavüze uğruyor, manastırlar ve kiliseler külliyen talan ediliyor, sivil halktan, bazı kaynaklara göre 60.000 bazı kaynaklara göre de 100.000 civarında köle ve esir ediniliyor.

Rivayetlere uygun yukarıda anlatılan vahim tablo, yaşanırken 2 ay boyunca, kendilerinden ve yapacakları savunmadan son derece emin olarak dini görevlerini de yerine getiren Bizanslıların ve onların dini temsiliyetini idame ettiren Bizans din adamlarının ilgilendikleri en önemli konu ise, yine mezkur rivayetlere göre, "meleklerin dişi mi erkek mi oldukları" ya da "meleklerin kanatlı olup olmadıkları" gibi duhul-i şuhuvettir. Yahu be papazlar; size ne bu konulardan, küffar kapınıza dayanmış, top mermileri altında surlarınız çökmekte, ordunuz ağır kayıplar vermekte, şehir su ikmalleri kesilmiş, yiyecek sıkıntısı baş göstermiş, batılı dübürtaşlarınızın artık yaşanacak felaketinize engel olamayacağı ortaya çıkmış, hele siz koca koca adamların ilim adına tartıştıklarınıza bir bakın. Tabii tek tanrılı dinlerin zuhur etmesinden itibaren, olduğu üzere, Tanrı adına yeryüzünde dini muamelat ile yetkilendirilmiş ve görevlendirilmiş zevat, burada da yaşanan anlık gerçeklerle ilgisiz bir biçimde sadece muktedirlerin dümen suyunda suhuletle ve uhuvvetle görevlerini yerine getirmektedirler. Dünya yanıyor olsa bile bunların eski asırları yanmaz ve dini ilmin şavkında sadece ve sadece kendi inandıkları hakikatin peşindedirler, hakikat ise, organ karışıklığı gerekçesiyle onların beyin yerine kullandıkları üreme organının kapsama alanındadır. Allah selamet versin...

Peki, bu yaşananlar günümüzden yaklaşık 600 yıl önce yaşanmıştır da, bitmiş midir? Gerek Katolik, gerek Ortodoks, gerek Yahudi ve gerekse de İslam din alimleri, artık geniş halk kitlelerini ilgilendiren konular yerine uhrevi konulara ilgi göstermezler mi? Güney Amerika kıtasındaki birkaç köy papazının dışında, o da şimdilerde hala öylemidir bilmiyorum ama,  bugüne kadar, Filistin'de yaşanan katliamlara karşı duran bir haham duymadım, komşumuz Irak'ta katledilen yaklaşık 1.500.000 (yazıyla bir milyon beşyüzbin) Müslüman için ülkemizde vah vah'lar haricinde ciddi bir karşı duruş gerçekleştiren bir din adamı görmedim, varsa da ben onlardan özür dilerim ve yine de varsa istisnalar kaideyi bozmaz kabilindendir korkarım ve de bozarsa da asla korkmam hatta sevinirim...

Hedefi sıfır sorunlu dış politika start aldığında, iyi kötü ve beğenmesekte komşularımızdaki yangınlara asla dahil olmamış, söndürmeye çalışmasakta en azından benzin püskürtmemiştik, Stratejik derinliğimiz sayesinde, bırakın sıfırı, sorunsuz alan kalmamış oldu, çok şükür... Canım Yurdumu da içine alacak büyük çaplı bir savaş eşiğine gelindiği bir kenara içeride de hatırı sayılır bir düşük yoğunluklu bir iç savaş yürümektedir. Şehit ve leş tanımlamaları adı altında, insanlarımız, ne yazık ki bu çatışmaların başrollerinde olup ve ölmektedirler... Savaş, Irak'ta, Libya'da ve Suriye'de yürürken kılları kıpırdamayan zevat liberal davranma lüksü ile hareket ederken, şimdilerde savaşın yakıcılığı kendi evlatlarımız yakarken de karşılıklı mevzilerde son derece kemik milliyetçiler haline dönüşüverdiler... Allah selamet versinler...

Kürt kökenli ve muhtemelen de dirsek teması bulunan ama son derece doğru olduğunu düşündüğüm bir çıkış yapan din adamları dışında, yaşananlarla ilgili kelam eden diyanet görevlisi görmedim, duymadım varsa da onlardan da özür dilerim... Açıklanan son yılların en büyük işsizlik rakamları, ekonomik kriz, yoksulluk, yolsuzluk, turizmin çöküyor olması, tarımın çökmesi, ekonomik durgunluğa rağmen enflasyon, konusunda dilleri lal olmuş din adamlarımızın, 9 yaşındaki kendi kız evlatlarının nikahının haram düşmemesi, analarının bile diz üstlerinin görünmesi halinde cinsel tahrik oluşması, küçük kız evlatlarını kucağına almaktan çekindiğinin bir dini umde haline getirilmesi, kadınların kaşlarının, bıyıklarının alınmasının günah sayıldığının açıklanması gibi absürd konularla anılmalarından bir rahatsızlık duymadıklarını görmekteyim... Bilmem yanılıyor muyum?... Allah akıl, izan versin, irade, inayet ve hidayet eylesin bu zevata, ne diyeyim... Tam bir akli kramp durumu..

 

Pazartesi, Şubat 01, 2016

KARARTMA GECELERİ-1


Yazar Rıfat Ilgaz'ın "Karartma geceleri" kitabından yazmaya devam ediyorum, 2. dünya savaşının paylaşımın baş aktörleri ile üvertür destekçilerinin mevzilenmelerini, güçler dengesinin değişmesine paralel mevzilerin değişmesi, değişen mevzilerin insanları ve siyasi tercihlerini değiştirmesi ve yaşanmışlıkların günümüze yansımaları, bu yaşanmışlıklara sahip çıkanların sahip çıkış yöntemleri ile itiraz edenlerin itiraz yöntemlerinin, yoksulluğun bellerini büken halkın günlük yaşam mücadelesi üstünden, yokluklar, kuyruklar ve karartmalar içerisinden veriyor kitap... Canım Yurdumda cadı avı kabilinden solcu avı başlamış ve şahsi menfaatlerini müstevlilerinin siyasi emellerine tevhit etmiş bir grup; "Bir erkek lisesinde Türkçülükle alay ederek, arabacı araba olmadığı gibi Türkçü de Türk değil diyen tarih öğretmenleri var... Boy boy dergiler çıkıyor, bu dergiler hep aynı teranelerle ahlak, vatan ve şeref duygusuna millet hakikatine saldırıyor" diye çıkışlar yaparak provokasyonlar hazırlamaktadır. İşte bu ahval ve şeraitte, kuşatılmış sokaklarda sıkışmış, kitabın başrolünü götüren Edebiyatçı, Şair Mustafa Ural, ülkenin özetini ve siyasilerin pozisyonları aşağıdaki gibi tespit etmektedir. Ama Allahtan bugünümüze nostaljik bir göndermeden öteye gidemiyor bu tespitler!!!.

"Cağaloğlu Yokuşu'nda karşılıklı savaşlar sürüp gidiyordu demek. Turancıların uzun yıllardan beri varmak istedikleri amaca tam eriştiklerini sandıkları sırada, attan düşer gibi sırtüstü gitmeleri, çılgına döndürmüş olacaktı onları. Düş kırıklığı içindeydiler. Toplumculara saldırıları da hep bu umutsuzluktan geliyordu işte. Dergilerinde arşın arşın, ilerici aydınların listelerini yayınlayarak jurnalciliklerine hız veriyorlardı. Oysa bu kara listeler çok önceden düzenlenip mutlu yarınlar için saklanmıştı. Faşist sürüleri bir gedik bulup da sınırdan içeri girdikleri zaman karşılarına işte bu listelerle çıkacaklardı. Demek Almanların gelişinden umutlarını kesmiş olacaklar ki, kendi dergilerinde, "ilk Türkçü Başbakan" diye kendilerinden saydıkları Saraçoğlu'na bu listeleri sunuyorlardı giderayak. Vatan hainlerinin cezalandırılmalarını istiyorlardı"

"Bunların karşısına çıkan şimdilik elde bir Tan Gazetesi vardı. O da zaman zaman kapatılarak kulağı çekiliyor, hizaya getirilmeye çalışılıyordu. Türlü baskılara aldırmadan birkaç yazar, başta Sabiha Sertel olmak üzere, vurucu yazılarla Turancıların da iktidarın da karşılarına çıkıyorlardı. Dışarıda faşist sürülerinin her gün biraz daha yenilgiye sürüklendikleri şu günlerde tarihsel görevlerini başarmaya çalışıyorlardı, yurt içinde."

"Bütün ilerici sanatçılar susturulmuş, kimi Anadolu'ya sürülmüş, kimi içeriye atılmıştı. Faruk Toprak'tan öğrendiğine göre, Emniyet Müdürlüğü'ndeki toplumcuların sayıları yüzü aşkındı. Ankara'dan, İzmir'den, Karabük'ten getirilenler de çoktu aralarında."

"Almanların Sovyet sınırında saldırıya geçtikleri gün, harmandalı oynayan Saraçoğlu'nun güvendiği.dağlara kar yağmaya başlamıştı. Güttüğü politikanın çıkmazından çark etmesi gerekirdi artık... Mustafa, eğer fazla iyimserliğe kapılmıyorsa, faşizmin kaz adımları paytaklaşmıştı biraz. Sonra ne olacak, nasıl bir politika tutturacaklardı bizimkiler!"

"Kalktı, askıdaki paltosunun cebinden bir tmar gazete aldı, uzattı Mustafa'ya:
"işte Turan dergisi! Geçen gelişinde lafını etmiştik... Nisan sayısı.." Şöyle bir sayfalarını çevirdi. Gözü Sabahattin Ali'nin adına takıldı satırların arasında... Böyle bir dergide Sabahattin Ali'nin adı herhalde hayırla anılmayacaktı. Okudu:
"bu hezeyanları yazan Sabahattin Ali, bugün kültür işlerinin mühim bir mevkiinde Maarif Vekili Hasan Ali'nin şahsi sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır."

"Sayfaları şöyle hızla, öfkeyle çevirdi. Başta Nazım olmak üzere birçok toplumcu adlar karalanıyordu. Türk milletini batıran bu değerli sanatçılardı haaaa!... Gözlerini kırpmadan Almanların safına katılıp ulusun kaderini Hitler'in deliliğine teslim etmek isteyenler, ulusu soyup İsviçre bankalarına yatıranlar değil de, milleti batıranlar bunlar, öyle mi? Halkı için kafalarının ürünlerini ortaya döken aydınlar, sanatçılar, gazeteciler... Çıkardıkları dergilerde "kelle kesem, kan içem!" diye şiirler yazıp, sen Çerkez'sin, o Arnavut, şunlar Laz'dır diye kendi halkını aşağılayanlar, sen bizdensin, bizim gibi Türkçüsün diye zamanın Başbakanına açık mektuplar yayınlayıp Milli Eğitim Bakanı'nı solcu diye rapor edenler, en değerli profesörleri, en seçme öğretmenleri isim isim jurnal edenler...
Bunlar ortalarda ellerini, kollarını sallaya sallaya dolaşıp, şuna buna ağız dolusu hakaret ederken o, kendi ayağıyla gidip beni arıyormuşsunuz, ne yapacaksınız yapın, ister asın, ister kesin, nasıl diyebilir?

"Dinle Cengiz!" dedi. "Müttefiklerin İspanya'ya yaptıkları bir öneri... Bundan sonra İspanyollar da Almanlara volfram vermeyeceklermiş!  Anlıyorsun değil mi, biz krom vermeyeceğiz, İspanyollar da volfram! Kaderimiz tıpatıp birbirinin benzeri... İki küçük  faşist dost, tepetaklak gelmiş büyük bir faşist devletin savaş endüstrisini küçük ölçüde baltalamak zorunda kalıyor!"

"biliyorsun İstiklal savaşı'ndaki dümenlerini! İştirakiyun Fırkası'nı da bu adamlar kurdurmadılar mıydı? Ne sağları bellidir, ne solları... Şu savaş süresince Saraçoğlu kanadıyla, sağcı oldukları gibi, bir gün gelir solcu da olurlar!"

Pazar, Ocak 24, 2016

KARARTMA GECELERİ


Kapitalizmin bunalımlarını aşabilmek adına, Faşist Hitler öncülüğünde, tüm dünyanın kana boğulduğu II. Paylaşım (Dünya) Savaşı tüm ağırlığını ve korkunçluğunu hissettirecek şekilde sınırlarımıza dayanmıştır, canım yurdumda, ekmek, çay, şeker, sigara, yakacak gibi temel ihtiyaç maddeleri karneye bağlanmış ve dış saldırılara karşı da geceleri karartma uygulanmaktadır, memleketin önemli bir bölümünde de sıkıyönetim vardır. Aydınlara, şairlere, yazarlara hülasa tüm düşünenlere, makul(!!!) bir baskı uygulanmaktadır, yani kısaca, karartma sadece gecelere değil, düşünenlere de karşı ve acımasızdır. Ama çaktırmadan ve geleneksel dost muamelesi çerçevesinde (!!!!), muktedirlerin zuladan hemhalleri olanlar; faşist Almanya kuvvetlerinin bir an önce Türkiye'de de rol almasını beklemektedir hatta canı gönülden arzu etmektedirler, ancak rüzgarın tersten esmeye başlaması halinde başlarına neler gelebileceğini hesap etmeksizin. Eee tabii muktedirler açısından da, kullanılmasında sıfır maliyetli grup bunlardan oluşmaktadır çünkü muktedirler yine ve iyi biliyorlar ki, hafıza sığlığı konusunda en güçlü kesimde bunlardır, asla ders almazlar ve tarih bunlar için tekerrürden ibarettir.

Kitaba konu olan bu sancılı süreçte, ciddi sağlık sorunları da yaşayan aydın, şair ve edebiyat öğretmeni olan Mustafa Ural; bir şiir kitabı daha yazar ve  sol muhalefet iddiası ile kitap toplatılır ve kendisi de aranır duruma gelir. Sağlık sorunları nedeniyle de teslim olmaz, kaçar,  İstanbul'un soğuk ve karartılmış parklarında, sokaklarında, eş, dost evlerinde kaçak duruma düşmenin, her türlü sıkıntısını yaşar.

Ve birgün hiç hesaba katmadığı biçimde yakalanır ve tutuklandığı zaman savaş bitmek üzeredir, yerli muktedirlerin, dünya dengelerinin oynak ve esnek terazisinde ki gelişmelere uygun oynaklıkta ve esneklikteki politik tercihleri neticesi işler değişmiş, artık bir önceki dönemde hemhal oldukları siyasi çizgide, galiplerin dümen suyu takibinin yüzü suyu hürmetine hedef haline gelmiştir, ancak sol muhalefet ise geleneksel düşman muamelesinden, tıpkı öncesinde ve sonrasındaki gibi  kurtulamayacaktır.

Kitabın, Türkiye tarihine değişmez ve kalıcı biz iz bıraktığını düşündüğüm bölümü ise, kaçak olarak sığındığı bir dostunun evindeki muhabbettir bana göre, ve; şöyle gelişmektedir.
"haydi dostum!" dedi. "İçelim! Bi daha nerde karşılaşırız belli olmaz! Ama Tevfik Fikret er geç haklı çıkacak! Bir gün sabah olacaktır, mutlaka!"
"Hocam" dedi. "Benim öyle büyük laflara aklım ermez. Ben iktisatçı olmak için yola çıktım. Bak, işletme'ye çalışıyorum. Şu var ki, sabah kimileri için çoktan oldu. Sen halkın uyanmasını bekliyorsun, oysa o namussuzlar, geceyi uzatmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu yüzden derim ki geceler çok uzun olacak buralarda. Savaşın sonu görünür gibi oldu. Bizim aracılar, savaş sonrası ürünlerinin kendilerine gönderilmesini bekliyorlar, keselerini şişirmek için... Halkı, yalnız kendi adlarına soysalar canım yanmaz! Başkalarının hesabına yapıyorlar bu işi, daha çok!"
"senin kitapların, söylediklerini açık açık yazıyorlar mı böyle?"
"yok, hiç yazarlar mı!...Ben çıkarıyorum satır aralarından! Biraz da Nazım'ın şiirlerinden çıkarıyorum bunları."
"Bu doğru işte! Profesörden önce sanatçı söylüyor gerçekleri. Bir iktisatçının, bir hukukçunun çaktığı çiviyi, ertesi gün öbürleri, elinde kerpeten söküp çıkarır. Basın savcıları onlarda bir tehlike görselerdi, şairlerden önce onların peşine düşerlerdi!"
"Yani sen sanatçıdan bekliyorsun uyarma görevini!"

Ve bu muhabbetin konusunu oluşturan Tevfik Fikret "sabah olursa" şiiri de aşağıdadır... Bakın bakalım içinde bulunulan şartlara bir benzerlik içeriyor mu?.


Sabah Olursa
Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Halûk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderâtı, kavî bir elin kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temâsıyla silkinip şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse... O gün
Ben ölmemiş bile olsam, haya pek ölgün
Bir irtibâtım olur şüphesiz; -O gün benden
Ümîdi kes, beni kötrüm ve boş muhîtimde
Merâretimle unut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarlarım seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüvviyet ü uzviyyetinle âtîsin:
Terennüm eyliyor el’ an kulaklarımda sesin!

Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler,
Tulû-i haşre kadar sürmez; akıbet bu semâ,
bu mâi gök bize bir gün acır; melûl olma.
Hayatta neş’ e güneştir, melâl içinde beşer,
Çürür bizim gibi... Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra.
Tenevvür... Asrımızın işte rûh-ı âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli;
Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra.
Ümidimiz bu: Ölürsek de biz, yaşar mutlaka.
Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!
 

Pazar, Ocak 17, 2016

ZEYTİN GERÇEĞİ ve ABD EMPERYALİZMİ-1


Nasıl bitirmiş idik, geçen haftaki yazımızı; "Aynı dönemde yüzbinlerce zeytin ağacını sökerek, zeytin katliamı yapan bu Amerikan muhipleri ve bunların ardılları olan, "Bağımsız Türkiye" diye slogan atanlara saldıran yeni yetme militan dincilerin de; zeytin ve zeytinyağı konusunda dünün devamı kabilinden yeni dönemdeki icraatlarını da haftaya yazarız artık, yaz yaz bitmez kabilinden, bu yazının devamı olarak..."

Emperyalizmin yeni bir fazı konumundaki "yeni sömürgecilik" ihdası ve bu düzenin jandarması konumundaki ABD ve yedekleri, kolonilerde faaliyet kompartımanlarını oluştururken, bu faaliyetlerin kararlılığını bozmak için sürekli değişkenlik yaparak, aslolan sömürü ve faaliyetlerin kötü sonuçlarından görece az etkilenme adına çok titiz davranmışlardır. Bu politikaların ihdası, hedef ülkelerde "Filipin tipi demokrasi" tanımını öne çıkarmış olup, bilindiği üzere de, "Filipin tip demokrasi" emperyalizmin, hedef ülkelerdeki iktidar oluşumda nihai belirleyici konumunu elinde tutup, kolonizasyona türban kabilinden, görünen ve gizli hükümetler oyununun sahnelenmesidir. Bağımsızlığın önem kazandığı dönemde, kolonilerdeki sömürü değer ve sonuçlarının emperyalist ülkelere aktarılmasında, sistem gereği dahilde yaratılmış cılız ve salt montaj sanayi ile geçimini idame ettiren göbeğinden bağımlı burjuvazinin ve işbirlikçilerinin üstünden, tereyağından kıl çekercesine becerilmesi sürecinin, ülke dahilinde bir rahatsızlık yaratmadan devamı temin edilmesidir de aynı zamanda. Bu politikaların ve uygulayıcı muktedirlerin dayandığı halk yığınları, sosyal, dini ve siyasal görünümleri zaman zaman farklılık gösteriyor olsa bile ne yazık ki hepsi, aynı kaynaktan bilgilendirilmiş ve donatılmış ve de bindirilmiş kıtalar şeklinde olup, genellikle de milliyetçi ve muhafazakar eğilimlidirler.

Yeni dönem itibariyle de canım yurdumun yüklendiği misyon enerji koridoru oluşturmak ve olmak ve bu koridorun güvenliğini temin etmektir. Emperyalist batının, fosil yakıtların değerlendirilmesinde olabildiğince olumsuz ve tepki gören sonuçlarını, tepki veren halkından uzakta tutmak, enerji koridoru güvenliği adına oluşacak güvenlik zafiyetleri ve sonuçlarından çıkacak marazalardan ve savaşlardan olabildiğince uzakta kalabilmek adına inanılmaz bir enerji üretim şantiyesi haline geliyoruz... Varsa, yoksa pasa enerji üretimi... Tüketim ne durumda kimsenin umurunda değil... Nükleer santrallerin, RES (Rüzgar enerjisi santralarının), HES (Hidroelektrik santrallerinin), Termik santrallerinin, Güneş enerjisi santrallerinin yatırımlarının ardı arkası kesilmiyor, "nurlu ufuklar" edebiyatı içerisinde göz gözü görmüyor, göz gerçekleri görmüyor, kulak gerçekleri işitmiyor vs vs... Hazırlıkları 1970'li yıllarda dönemin başbakanı S. Demirel tarafından başlatılan, T. Özal ve M. Yılmaz ile artarak devam eden, nihayetin de Kemal Derviş ile zirve yapan ve EPDK'nın kurulması ile kurumsallaşan talan, bidayette "10 yıl sonra Türkiye karanlıkta kalacak" propagandasıyla ve ne yazık ki sürekli tekrarlanarak ve hiç gelmeyen 10 yıllarca katmerleştirilmiştir. Arada göstermelik ve durumu vahim göstermek adına, enerji ithalatı da yapılmıştır, hatta "kışın Bulgaristan'dan biz satın alıyoruz, yazın da Bulgaristan bize satıyor" gibi muhatapları ile dalga geçerekten...

Evet, şimdi de, benzeri bir gazla, Termik Santral yapımları gerçekleştirilmektedir; hem de, iş güvenlikleri hiç temin edilmeden kömür çıkarma işletmelerinde yüzlerce insanımızın canına mal olarak, gaz salınım kuralları kulak ardı edilerek inanılmaz hava kirliğine neden olarak, açık kömür işletmeciliği yapılacak denilerek büyük emekler harcanarak gerçekleştirilen zeytin ormanlarının yok olmasına neden olunarak, devam edilmektedir gaz kesmeden bir felakete doğru... Peki; nedir buraya kadar olan bölümün başlıklı ilgisi, Filipin tipi demokrasi muktedirleri ve dayandıkları halk yığınları, emperyalist batının konforu ve refahı adına vaziyet alıp, her daim "bağımsız Türkiye" şiarını öne çıkaranlara saldırarak gizlemeye çalışmışlardır, tıpkı "kanlı pazar"da olduğu üzere...

İşte, şimdi yine bu güruh ya da ideolojik ardılları, İslam'da hiçte yeri olmayan bir yalan ve propaganda üzerinden, "zeytin ormanlarının" talan edilmesini savunmayı, tıpkı dün 6. filoyu kıble tutarak namaz kılan öncülleri gibi, bir borç bilmişlerdir. Artık, yalanın da bir sınırı, yalanın da bir düzeyi olmalı dedirtecek şekilde, desteksiz atışlarına devam etmişler ve zeytin katliamına, emperyalizm ve yerli işbirlikçileri adına, "at yalanı, öpeyim inanı" kabilinden bilinen ve meşhur hikaye ile destek atmışlardır.


Zeytin "Yahudi" ağacıdır diyerek yazılar döktürmüştür bu mahfilerin kalemşorları, ve, "Kıyamete yakın Müslümanlarla Yahudiler arasında bir savaş çıkacak. Müslümanlar bu savaşta galip gelecekler. Öyle ki Yahudiler ağaçların ve taşların arkasına saklanacak, ağaçlar ve taşlar da "ey Müslüman, şu arkamdaki Yahudi’dir. Hemen gel de onu öldür" diye haber vereceklerdir. Fakat sadece zeytin ağacı haber vermeyecektir. Çünkü o bir Yahudi ağacıdır. Bugün İsrail bütün ülkelerde zeytin ağacı dikmeyi teşvik etmektedir. Çünkü bu ağaçların Yahudileri koruyacağını bilirler." diyerek "zeytin ağaçları neden kesilmelidir" başlıklı fetva oluşturup adeta, Diyanet İşleri Başkanlığı'na rakip olduklarını müjdelemektedirler. Görüldüğü üzere, bu zevat; "zeytinyağlı yiyemem aman" türküsü ile başlayıp, zeytin "yahudi ağacıdır" ile devam etmektedir ve korkarım ki daha şeytanın bile aklına gelmeyecek ne yalanlar bulacaklardır, hep beraber yaşayarak göreceğiz...

Biz; zeytin ağaçlarına sahip çıkılması hatta yeniden zeytin dikim seferberliği yapılması gerekir, çağrımızı yenileyerek, Büyük usta Şair Nazım Hikmet'in "Yaşamaya dair" başlıklı şiirinden kısa bölüm ile sonlandıralım yazımızı...

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
                                      yaşamak yanı ağır bastığından.  

Pazartesi, Ocak 11, 2016

ZEYTİN GERÇEĞİ ve ABD EMPERYALİZMİ


II. paylaşım (dünya) savaşının muzafferlerinden ABD, artık dünyada her şeyin kendisinden sorulur olacağı hesabı ve mahallenin kabadayısı edasıyla dünya kabadayılığına soyunmuş ve gerek sosyalist SSCB'nin etki alanını sınırlamak gerekse de sömürü çarkını daha da katmerleştirmek adına, yeni politikalarını sahneye sürüyordu, Truman doktrini ve Marshall yardımı, sömürgecilik anlayışının yeni fazı "yeni sömürgecilik" ihdası, yani... Hedef ülkelerden biri, güzel ülkem, SSCB'den umacı yaratılarak oluşturulan korku atmosferinde, yerli işbirlikçilerinde insanüstü çabalarıyla kuzu kuzu ABD'nin şefkatli kolları ve kanatları altına sokulmuştu, savaşın tüm felaketlerinin kendi toprakları dışında yaşanmasının saadetiyle de, üretim gücü ve olanaklarının neredeyse hiç zarar görmemesi nedeniyle, üstünlük ve öncülük üstlenen ABD hemen kolları sıvar, zaten karşısında da kurtuluş savaşının ilk günlerinde "Amerikan mandasını" savunanlar ve ardılları iktidarda muhataptırlar, yani her şeyi ile teslime hazır bir ülke vardır karşılarında... İşte o günü yansıtması açısından önemli olacak, kendilerini 2 farklı görüş sahibi sayan CHP ve DP sözcülerinin açıklamalarından, durumun önem ve vahametine binaen  hatırlamamız açısından, 2 küçük pasaj, 2 küçük ama önemli güzelleme...

Hemen 1950 seçimleri arifesinde CHP hükümetinin Başbakanı Şemsettin Günaltay'ın, ABD yardımı hakkındaki güzellemesi; "Memlekete ecnebi sermayesi celbine matuf kanunla hariçten gelecek ve yurdun iktisadi kalkınmasında kullanılacak sermayelere transfer imkanı verilmiş olduğu gibi, hususi teşebbüs erbabı tarafından hariçten temin olunacak kredilerinde Amerikan Yardım Planı’na alınması sayesinde memleketimiz için dış kredi bakımından geniş ve çok faydalı bir kalkınma yolu açılmış bulunmaktadır. Devlet Planı’nı hazırlamak üzere de Amerika’dan iki mütehassıs yakında memleketimize gelecektir"

Diğer taraftan, yukarıda verilen görüşün bize göre ardılı sayılabilecek DP iktidarının Başbakanı Adnan Menderes; “Biz Amerika’nın dünya rehberliğini hakkıyla yapmakta olan bir memleket olarak her adımını hayranlıkla takip etmekteyiz. Türkiye hadiseleri aynı şekilde görmekle kalmamakta, aynı şekilde tedbirleri almaktan da asla çekinmemektedir. İki memleket arasındaki münasebetler öyle bir dereceye gelmiştir ki başka türlü düşünmeye imkân yoktur. Bu derece birbirilerine bağlı iki memleketin kaderi ancak ebediyen dost ve müttefik olmaktır" diye seslemektedir, takipçi ve taraftarlarına... Takdime bakar mısınız, Allasen...

CHP iktidarıyla başlayıp, DP iktidarı vasıtasıyla katmerleşen kolonizasyon, artarak bugünlere kadar taşınırken, canım yurdumun dizleri üstüne çöküp yeniden kalkamaz hale düşmesine yol açılmıştır... Bunun tam da böyle olduğunu, bir taraftan kendilerinin ve tarafgirlerinin ve de ardıllarının tüm inkarlarına rağmen, ağababaları rolündeki zat, ABD’li bankacı ve işadamı, kapitalistlerin babası David Rockefeller tüm açıklığı ve sadeliği ile sanki bir "Ali okulu" öğrencisine anlatır gibi anlatmıştır, nelerin nasıl geliştiğini... Merak edenler araştırır öğrenirler...

Girişin biraz uzun kaçtığının farkındayım, ama durumu kimsenin minder dışına kaçamayacağı bir şekilde ortaya koyarak, ABD'nin canım yurdum üstündeki etkisini ve yetkisini mütekamilen referanslayarak, "zeytinyağı" konusundaki ilişkileri daha anlamlı hale getirelim, istedim. Hani, şu "taşına toprağına ölürüm" edebiyatı yapanların, nasıl çaktırmadan müstevlileri ile havlet oldukları bir güzel anlaşılsın diye bunların zikredilmesi kaçınılmazdır, ayrıca...

Bilindiği ve sıklıkla kullanıldığı üzere, zeytin, evrensel barışın ve hümanizmin sembolü olup, tarihi günümüzden yaklaşık 6 bin yıl önceye dayanmakta ve her mevsim yeşil yaprakları olan mucizevi bir bitkidir... Sadece meyvesi değil, odunu, yaprakları, posası ve sabunu, yani kısaca her şeyi değerlendirilen ve insan hayatına katkı sunan bir bitkidir, Zeytin hayattır özetle... Ülkemizde zeytincilik, Cumhuriyet’le birlikte ülke tarımında yeniden önemsenmeye başlanır, Atatürk’ün çabalarıyla da zeytincilik seferberliği ilan edilir, kurslar açılır, fidanlıklar kurulur, zeytincilik enstitüleri açılır, disipline uygun mühendisler yetiştirilir, hülasa çok ciddi bir süreç yaşanır ve hatta "Özel Zeytin Kanunu" bile çıkarılır.

Sonraları, mezkur savaşın muzafferi ABD devreye girdi, Amerikan muhipleri iktidara getirildi ve memleket öyle bir hale geldi ki, ABD ne diyorsa, zinhar doğru kabul edilir, reddedilmez ve hatta kuzu kuzu yapılır... Hemen devreye yalancılardan ve dolancılardan oluşan işbirlikçiler girer, zeytinyağı için; yok efendim, ısıya dayanıklı bir yağ değildir, yok efendim, ısıtılınca hızlı kanser oluşumuna yol açar, iyi yağ değildir, denilerek kafalar bulandırılır, bu düzenbazlara göre, iyi yağ margarindir, mısırözü yağıdır vs vs. ve bu düzenbazlarca geniş bir propaganda başlar ve ne yazık ki bir taraftan necip milletimizin sağlıklı ve doğru yağ kullanımının engellenmesinin yanında, diğer taraftan canım yurdumun önemli ihraç maddesi olma özelliğinin de önüne geçilir, tek taş çok kuş misali... Bu yalan ve dolan içerisinde ellerini ovuşturarak komisyonlarına razı olan çevreler işi o kadar ileri götürürler ki; bu ülkenin halk müziğinin yüz aklarından sayılan Muzaffer Sarısözen gibi bir ustaya bile, "zeytinyağlı yiyemem aman basma da fistan giyemem aman" gibi bir türkü derlemesine zemin ve destek hazırlarlar... Ucuz olduğunu iddia ettikleri, soya yağı, mısırözü yağı ve margarin, ABD muhipleri ve işbirlikçileri sayesinde canım yurdumda sahne alır, ucuz olduğu palavralarıyla "Amerikan yardımı" diye kakalanır durur, oysa ucuzluğunu iddia edenler gözlerden, ciddi miktarlardaki navlun ve kredi faiz bedelleri ile damar sertliğine neden olması hasebiyle de dolaşım ve kalp-damar hastalıkları üzerindeki olumsuz etkilerini, ısrarla kaçırıyorlardı... Aynı dönemde yüzbinlerce zeytin ağacını sökerek, zeytin katliamı yapan bu Amerikan muhipleri ve bunların ardılları olan, "Bağımsız Türkiye" diye slogan atanlara saldıran yeni yetme militan dincilerin de; zeytin ve zeytinyağı konusunda dünün devamı kabilinden yeni dönemdeki icraatlarını da haftaya yazarız artık, yaz yaz bitmez kabilinden, bu yazının devamı olarak...