Cumartesi, Mayıs 21, 2016

ANNE KAFAMDA BİT VAR


Sinema sanatçısı Tarık Akan; 12 Eylül Faşist darbesi öncesinde Almanya'da yaptığı bir konuşmanın, dönemin iktidar gücünün kanatları altında beslenen, büyütülen, adı görüntüde gazetecilik, aslında da kuzu postunda kurt olmanın yüksek seviyeli icraatının, bugün ortalıkta hala bir şeymiş gibi dolanan Ilıcak ailesinin yönetimindeki o zamanki Tercüman gazetesinin, konuyu bugünkü benzerlerini hiçte aratmayacak şekilde çarpıtması neticesinde yurt dışından gelişinde havaalanında apar topar gözaltına alınır. Sanatçının; gözaltında tutulduğu sürece tanık olduğu işkenceleri, işkencecilerin ruh hali ve davranışları, tutukevlerinde rezaletin ve insanlık dışı tutumları anlattığı ve "anne kafamda bit var" adını koyduğu kitabını ilk yayınlandığı yıllarda okumuş idim. Bugünlerde ciddi manada muhalif görüntüsü veren, muhaliflerin sözcülüğüne soyunduğu iddiasını ortaya atan ancak aslında o günde, bugünde, tam anlamı ile aynı düşünen, davranan ve yaşayan, sadece popüler davranma uzmanlığı hiç eksilmeyen ve de bu yönünü istikbaline tahvil etme uzmanı olduğu asla ve kat'a tartışılamayacak olan Uğur Dündar ile ilgili bölümü anımsadım, ilk baskısını okuduğum kitabı kütüphanemde bulup, aşağıdaki bölümü kendisine yönelik hafıza tazeleme babında aktarıyorum. Sanatçının anı kitabı, son derece sade ve basit kaleme alınmış olup, çokta hafızalarda bir edebi değer olarak yer almayacak bir kitap olmakla beraber, insana değer veren ve insanı seven, zihni memleket meseleleri ile meşgul olan, etrafında olup bitenle ilgili olan, hülasa iyi bir vatandaş olma iddiasındaki iyi bir kişinin kitabıdır diye değerlendirilmelidir.

"Saat 10 dolaylarında ilk kez gördüğüm bir polis hücreye geldi:
"Hadi bakalım Tarık, gel!"
Elim ayağım kesildi. Midemden yola çıkan ılık bir yumru tüm bedenimi dolaştı. Yutkundum. Hüseyin'le göz göze geldik; bakışlarımızla vedalaştık.
Ayakkabılarımı giydim. Polis koluma girdi. A'nın kulübesinin yanındaki büyük demir kapının yanında yüzümü duvara çevirdi, gözlerimi bağladı. Demir kapı açıldı. Polis koluma girdi, yürüdük. Ara sıra, "Merdiven var"/ "Merdiven bitti" gibi şeyler söylüyordu.
Durmadan yürüdüm. Günlerce hiç hareket etmediğim için soluk soluğa kalmış,yorulmuştum. Yanımdan geçenlerle birkaç kez çarpıştık.
"Başını eğ" Başımı eğiyorum. "Basamak" ayağımı kaldırıyorum. Sonunda durduk. Gözlerimi açtılar. Bir yazıhanedeyim. Her yer lambri kaplıydı. "Müdür" yazan bir kapının önünde dikiliyorduk. İçeriye birileri girip çıkıyordu. Sonunda beni de içeriye soktular. Müdür T. masada oturuyordu, tam karşısında Uğur Dündar duruyordu. Onu Bakırköy'den tanıyordum. Kapının yanında ayakta dikildim, ama hiç halim yoktu, sırtımı duvara yaslamıştım.
Uğru bana döndü:
"Geçmiş olsun Tarık"
Müdür mesafeli bir yakınlık göstermeye çalışıyordu.
"Nedir bu halin Tarık, perişan görünüyorsun?"
"Aşağısı bit ve pire kaynıyor, geldiğim günden beri ne sorgum yapıldı, ne bir şey."
Müdür;
"Oğlum biraz dayanıklı ol. Bak aşağıdaki i.n.lere, ne kadar dirençliler."
"İnsanlıkdışı koşullarda yaşayıp etkilenmemek dayanıklılık ya da dirençlik sayılmaz ki. Hepimizin yaşamları kısıtlandı. Körü körüne bir bekleyiş içindeyiz. Katlanmak her geçen gün zorlaşıyor. İnsanca tepkiler vermekten vazgeçmeye dayanıklılık diyorsanız, gerçekten de dayanıklı değilim öyleyse. Artık, nereye gönderileceksem gitmek istiyorum; hapishane ya da her neresiyse."
Müdür;
"Oğlum sana iyi davranıyorlar değil mi? Aşağıda sana sıcak yemek söyleyeyim, biraz beslen, kendine gel. Senin sinirlerin bozulmuş, böyle olmaz."
O sırada kapı açıldı. Bir polis,
"Müdürüm çözüldü, ötmeye başladı," dedi.
Müdür hemen yerinden kalkıp hızla dışarı çıktı.
Ben Uğur'la odada yalnız kaldım. Yıllar sonra ilk kez karşılaşıyorduk. Aramızda bir dostluk, arkadaşlık olmadığı gibi gençliğimizde yumruk yumruğa kavga etmişliğimiz bile vardı. Soğuk bir hava ve yapmacık jestler aramızda dolandı.
"Tarık, benden istediğin bir şey var mı?"
"Yok sağol."
"Ben TRT Genel Müdürü olacağım; nezaket ziyaretine geldim. Dışarıda herhangi birisine söylemek istediğin bir şey varsa yardımcı olabilirim."
"Yok, teşekkür ederim."

Sonraları; ilgili ve bilgili çevrelerde iyi bilinen, 12 Eylül Faşist darbesinin lideri Kenan Evren ve Uğur Dündar arasındaki iyi ilişkiler sürdü gitti, TRT Genel Müdürü olamadı ama hep akıllarda kaldı, şüphesiz yukarıda yaptığım alıntı ile herhangi bir şeyi tebarüz ettirmek istemiyorum, o gün gözlenen durumun mezkur muhterem için "yürü ya kulum" sürecinin bir başlangıcımıdır bilemeyeceğim ama bugünlerden bakınca birden bu okuduğumu hatırladım ve paylaşayım dedim. Çünkü; 12 Eylül faşist darbesinin lideri Kenan Evren'in; mezkur muhtereme gönderdiği bir mesajda; "Söyleyin bizim Uğur'a restoranlara, fırınlara ve fırıncılara göz açtırmasın" direktifinin var olduğu iddiası hala hafızalarda sımsıcaktır. O günlerin popüler programı "Arena" ise şimdilerde "halk arenası" haline evrilmiştir, günün önemine binaen...

Cumartesi, Mayıs 14, 2016

19 MAYIS, BAŞLANGIÇTIR


Türkiye Cumhuriyetini kendi ülkesi gibi görmeyenlerin, Cumhuriyeti içine sindiremeyenlerin,  1919'u "yeni Türkiye'nin" başlangıcı görmemesi, görememesi de son derece normal ve anlaşılabilir bir durumdur... Yeni bir sıçrama, yeni bir nizam, yeni bir anlayış ifade etmesi hasebiyle Cumhuriyetin tarihi oradan başlar, ister biz beğenelim, ister beğenmeyelim... Şimdi ki proje de gerçekleşir ise ve değişimi gerçekleştirenler de kendi tarihlerini oradan başlatabilirler, sakıncası yok... Türkiye Cumhuriyetinin tarihi elbette ki 19 Mayıs ile başlamaktadır, bakmayın siz öyle bazı "bildiği yanıldığına yetmeyen" cahil-i anudların ve katıksız ve kadim Cumhuriyet hasımlarının, Cumhuriyet tarihini kendi kafa ve meşreplerine uygun tarihlerde başlatmalarına, bunun bir sakıncası yoktur, hatta olmadığı gibi de tarihin kendine has yazılışını, ne değiştirebilirler ne de durdurabilirler.

Neden mi 19 Mayıs başlangıç sayılır? Çünkü; Köhnemiş, taassuplar ile memleket yönetilemez hale gelmiş, "Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi" Devlet-i Ali'nin yönetimini ele almış, memleket baştan aşağıya işgal edilmiş ve memlekette iktidarı elinde bulunduranlar gaflet ve delalet ve hatta yer yer hıyanet içerisine girmiş, iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emellerine tevhit etmiş, vs vs. işte tam da bunlara, karşı duruş, karşı çıkış anlamında ve yeni nizam plan ve düşünceleri ile yola çıkış olması hasebi ile başlangıçtır... Muktedir-i Osmaniyenin, durumu fark eder etmez, saldırıları ve karşı propagandası boşuna değildir, kimse kalkıp "kurucu kadroları" yeni bir nizam kurun, devlet-i Ali'yi kefere elinden kurtarın diye destekledi demesin, gülünç olurlar, komik olurlar, bu uğurda da yalan yanlış deliller üretmesinler, kimse inanmıyor, inanmayacaktır da... Bu ister kabul edile, ister edilmeye... Evet; 19 Mayıs bir başlangıçtır, bilmeyenlere ya da içlerine sindiremeyenlere söyleyeyim, Cumhuriyeti de hedefleyen Ulusal Kurtuluş savaşı başlangıcı olup, fikrin ve alınan kararın 1 numarası olarak Mustafa Kemal Atatürk'ün, davaya ve plana inanan kadro ile birlikte milli hakimiyeti esas alan, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türkiye Cumhuriyeti kurmak için yürüttüğü uzun ve meşakkatli yolun ilk adımıdır...

Gerçek "Yeni Türkiye" 1919 ile başlamıştır. Çünkü yeni bir proje olarak planlanmıştır, ve de başarılmıştır... Bugün, 1919 ile başlayan ve sonunda Cumhuriyetin kuruluşu ile sonuçlanan sürece tukaka diyen zihniyet, tabii ki ve doğal olarak ve birikmiş büyük öfke ve kinin ilhamı ile, eskiye duydukları özlemin şiarıyla yola çıktıkları ve gerçekleştirdikleri abuk ve subuk durumlara "Yeni Türkiye" diyeceklerdir, bunun bizim bildiğimiz tarih adına hiç bir önem-i harbiyesi yoktur. Siz bakmayın, yandaş ve candaş yayınlarda ve TV'lerde,  menkuliyetleri ancak kendilerinden olan ve kendilerine tarihçi diyen embesil ve debillerin bilgiç bilgiç konuşmalarına, bunların tarihçilikleri vaka-i nüvisçilikten öte değildir ve de olmaz da... Bunlar sadece misyonları gereği, verdikleri destek ve aldıkları ulufe ile sınırlı ve sorumlu bilgi sahibidirler, tıpkı öncülleri vaka-i nüvisler gibi, yarın öbürgün bunları kimse hatırlamayacaktır ya da eğer  yazdıklarına bakarlarsa da iç bulantısı ile bakacaklardır. Bu iddiamı abartılı bulanlar lütfen hafızalarını biraz zorlasınlar bakalım kaç tane vaka-i nüvis adı hatırlayacaklar...

"Biz Anadolu’ya ne silah, ne cephane götürüyoruz; biz ideal ve iman götürüyoruz" diyerek İstanbul'dan ayrılan kadronun, sadece bir kurtuluş savaşı planlamadığı da anlaşılmış olmasından ve kelamın bizatihi kendisinden bile yeni bir nizam hedefi konulduğu anlaşılmaktadır.

Eğer tarihteki savunmalarla ya da saldırılarla yeni dönemler başlasaydı, her meslekten ademoğlunun kendi meşrebine uygun tarih başlatması mümkün olabilecekti, lakin konu bu embesil ve debillerin anlattığı gibi değildir... Olamaz da... Mesela, futbolla yatıp futbolla kalkan idyotlar da kalkar; Türkiye Futbol Milli takımının dönem itibariyle dünyanın bir numarası İtalya ile yapılan müsabakada İtalya'nın tek kale oynadığı ama kalesinde devleşen Sabri'yi geçemeyişini, başlangıç noktası alırlar, Allah muhafaza, hafazanallah... Konuların bu kadar sulandırıldığı yer ve durumda, ciddiyetin kaçışı, plan sahiplerini de gelir bulur ve faturayı ibraz eder bir gün, bu nedenle lütfen biraz ciddiyet, lütfen biraz vicdan, lütfen biraz ahlak, lütfen biraz etik... Beğenilmiyorsa da saygı duymanın tam da yeridir bu tür durumlar...

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş önderlerinden Mustafa Kemal Atatürk, Osmanlı muhiplerince hiç sevilmediğini ve tasvip edilmediğini bildiğim, "Gençliğe hitabında" o günleri nasıl tasvir etmektedir, bir bakalım... Şimdi birileri çıkar, yahu emellerine mütenasip bir tasvirdir bu, diyebilir, lakin dünyanın tüm aklı başında ve takdir toplamış tarihçilerinin de ortak görüşü bu yandadır... Aksi durum hamamda türkü çığırmaktır, adama sesi çok hoş gelebilir... "Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-u zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir."

Beğensen de böyle, beğenmesen de... Aha da bu böyle biline...

Pazar, Mayıs 08, 2016

KARIŞMAYIN BE Bİ YAŞAYALIM


90 lı yılların başı Adana'da çalışıyoruz, proje bir Hollandalı, Bir Almanyalı ve bir de Türkiyeli 3 firmadan oluşan konsorsiyum tarafından yürütülmekte, projenin genel yönetimi ise Hollandalı firma tarafından yapılmakta ve bu uğurda da yönetimi gerçekleştirmek için projede Hollandalı mühendisler de görev yapmaktaydılar. Proje uygulaması da benim çalıştığım yerli şirket STFA tarafından yapılmakta idi...

Bir gün kapı çalındı, içeriye bizim sekreterlerden birisi ile Hollandalı bir mühendis geldiler, hal hatır vs gibi rutin muhabbet sonrasında, mühendis muhteremin gönlü sekretere, sekreterinki de mühendise düşmüş ve evlenmeye karar vermişler, bizde bu gözle etrafa bakmadığımızdan en son babalar duyar misali gelişmeleri en son duymuş olduk. Kendilerinin kararına bizim bir şey deme konusunda bir haddimizin olmadığı bir tarafa, onlarında bilgilendirme dışında bir amaçları yoktu. Biz tam hayırlı uğurlu olsun, mutluluklar diler iken, tekrar kapı çalındı ve içeriye bizim teknik ekipten bir Mühendis girdi ve destursuz oturdu. Mezkur mühendis arkadaşın istihdamında bir dahlim olmadığı için, adamın dünya görüşüne ancak destursuz dahil olduğu muhabbet esnasında vakıf olabildim ve maalesef muhterem kesif bir yobaz ve tarikatçı imiş. Destursuz oturdu dedim ya, otursa sadece, konuya da balıklama daldı; yok efendim, bir Müslüman bir başka dinden birisi ile evlenirse, diğer dinden olan kişi behemehal Müslüman olurmuş, başka dinden olan erkek ise eğer, Müslüman olması da yetmiyormuş, "sünnet"te olmalıymış, imam nikahı yapmaları gerekirmiş, Müslümanlık hak diniymiş son dinmiş, Hıristiyanlık banalmış, batılmış, şöyle bir yaşam planlamaları gerekirmiş, böyle bir ortam da yaşamaları gerekirmiş, vs vs... Anlatılanlardan dinleyenler sıkılmış, anlatılanlar eften püftenmiş, yapılması gerektiğini istediği şeyler kişisel seçimmiş, bu kadar detaylı anlatmak için zemin uygun değilmiş, başkaları kendisi gibi düşünmüyor olabilirmiş, ne keder, ne tasa, ne gam, muhteremin derdi değil, hele kendisine de kimse ilişmeyince, freni de tutmayınca, anlattı da anlattı... En sonunda; gelin adayı sekreter kızımız; size ne oluyor da, siz kim oluyorsunuz da bunları söyleme hakkı ve yetkisi görüyorsunuz kendiniz de diye çıkıştı, sıkışınca, muhterem daha da ısrarlı ve üst perdeden anlatmaya başlayacaktı ki, damat adayı mühendis; "bana ne Müslümanlıktan, bana ne Hıristiyanlıktan, umurumda değil ne benim kendi dinim ne de senin dinin, ben seviyorum ve de evleneceğim, sana da konuşmak düşmez, kes" dedi, ilk ciddi tepki karşısında biraz da olsa kendine geldi ama; adam durur mu... Neyse artık müdahale ettim, ne için geldi ise, gereğini yapmasını istedim, konu kapandı...

O günlerde, çokta aptalca gelen bu davranış, bu kibirli öğretmen tavrı, inancın tek taraflı okumaya ve üflemeye dayalı olması hali, insanları sinir ederken, kim bilebilirdi ki, bugün topluma dayatılan bir yaşam biçimi haline gelsin... Şimdi her gazete köşe başında, her TV kanalında bir sürü ne idüğü belirsiz hayta, softa, güne hiçte uygun düşmeyen, saralı beyin ifrazatlarını topluma hiç bilinmedik toplum nizamı diye kakalamanın peşinde, peşinde diyorsam da sakın ola ki gerçekten inandıklarını düşünmeyin, samanın altından giden suya türban giydirme peşinde olanların goygoyculuğudur tüm bu olanlar. Topluma, sanki bugüne kadar mağaralarda yaşayan taş devri insanı muamelesi yaparak, yeni nizamı anlatmaya çalışıyorlar, el insaf be, bırakmıyorlar insanları kendi özel hayatlarını kafalarına göre yaşasınlar, laaaa bi bırakın da insanlar kafalarına göre yaşasınlar...

Yeni nizam dedikleri de; yaklaşık okulda, yurtta, kursta ya da cezaevinde yaklaşık 1.000.000 çocuk tacizinden söz edilir, 5.000 e yakın çocuk okul yerine cezaevlerinde, yaklaşık 1.000.000 çocuk işçi, iş kazalarında ölen yaklaşık 300 çocuk işçi, yaklaşık 2.500.000 evsiz barksız sokaklarda yaşayan çocuk, çocuk pornosunda dünya sıralamasında 2. sıra ve her gün nerdeyse 5 kadının öldürülmesi olsa gerek, aha da bu da bize kapak olsun... Çalışan kadın fuhuş hazırlığı yapıyor, kadınlar dövülebilir, kadınlar aç kalmış kocaları tarafından yenilebilir, 7 yaşında kız çocukları evlenebilir, nişanlı gençler el ele dolaşamaz haramdır, cinsel ilişki sırasında şeyhinizi düşünün, oruç tutmak cinselliği arttırır, kayınvalideyi öperken cinselliğe kapılmayın, 7 yaşındaki kız ile babanın nikahı dine aykırı değil, annenizin diz kapağının üstü tahrik unsurudur, cinler ile cinsel ilişkiyi düşünebilen, bir noktaya gelmek... Sanki lut kavmine dönüştük, her taraftan ahlaksızlık ya da teklifi patlıyor, Allah selamet versin...

İyi güzel de, be birader; bu ülkeyi nerdeyse son 70 yıldır siz yönetiyorsunuz, nesinden memnun değilseniz, değiştirdiniz, hala daha değiştirmekten söz ediyorsunuz, değiştire değiştire, canım Yurdum, oldu size, çocuk işçi cenneti, çocuk gelin cenneti, kadınlara şiddet uygulama cenneti, ucuz işçi cenneti, sokakta yaşayanların cenneti, tinerci çocukların cenneti, evsiz barksız insanların cenneti, vakıflar cenneti, badeleme cenneti, kayırmaların cenneti, yalanın dolanın cenneti, vs vs... Gelinen nokta da tam da beklenen nokta; bravo, kadın eli sıkılırsa abdest bozulur diyen gavatların badelemenin bir keresinde hıyr vardır demesine, evrildi... Adalet yok, bilim yok, hukuk yok, eşitlik yok, sevgi yok, saygı yok, hülasa insanlık yok, savaş var, badeleme var, cinayet var, ırkçılık var, dincilik var, çocuk istismarı var, kadın istismarı var... Yahu Allahaşkına bi bırakın artık, bir şeyi değiştirmeyin...

Pazar, Mayıs 01, 2016

EKSİK EVRAK


Canım Yurdumda gün geçmiyor ki; bir yolsuzluk haberi olmasın, bu haberler doğru mudur değil midir tabii ki bilinmez, belki tamamı doğru belki de değil, bilemiyoruz, ancak tespiti teyit babında, kapatma, üstünü örtme ya da önemsiz bir şeymiş gibi gösterme hatta bu kabil kanıtlamaların bolluğu, aksinin nerdeyse hiç olmayışı, uzmanlara göre suçluluk ispatı kabilindendir. Peki, bu kabil üçkağıtçılık, dolandırıcılık, yolsuzluk ve alavere dalavere işleri yeni mi zuhur etti, şüphesiz hayır, bidayetten beri vardır ve olacaktır da ne yazık ki... Çünkü insanın olduğu yerde hele bir de üstüne üstlük, insan egosuna tavan yaptıran, her türlü haksızlık, kayırmacılık, eşitlik yoksunu davranışları fıtratında bulunduran kapitalizm söz konusu ise, o ülke tam bir cennettir bu anlamda... Hele de insanın; yalakalık, yağcılık ve biat etme kültürünün "embedded" edildiği makus ortamda, dün zam denilerek itham edenlerin, pozisyon değişince fiyat ayarlaması sözcüklerini lügatlere ilave etmesinin makul sayılması da göz önüne alınınca, insanın kişisel olarak gözünün karararak her şeyi yapıyor olması çokta sürpriz bir sonuç değildir... Artık palavralar, kutularda saklanan paralarla imam-hatip okulları yapılma ifratına da varır, varması da normaldir, ve de ilaveten "cahiliye dönemi düşünceleri" de olan bir kıymetli vatan evladının da buyurduğu üzere, insanın kardeşlerini, akrabalarını, eş-dostlarını, liyakat aranmaksızın hatta yönetmeliklerin arkasına sığınılarak, şeytana pabucunu ters giydiren enşeytanca fikirlere ve iddialarla yol açacak şekilde dinen kayrılmasının uygunluğuna vardırılır konu... Çok şükür ki, dine uygun, hatta caiz bir durum söz konusudur...

Bilindiği üzere Canım Yurdumda, 25/5/2004 tarihli ve 5176 sayılı Kanunla kurulan "T.C. Başbakanlık Kamu Görevlileri Etik Kurulu" diye bir kurul var ve bu kurul kendine, "Kamu görevlilerinin uymaları gereken saydamlık, tarafsızlık, dürüstlük, hesap verebilirlik, kamu yararını gözetme gibi etik davranış ilkelerini Yönetmeliklerle belirlemek ve uygulamayı gözetmek, Etik davranış ilkelerinin ihlâl edildiği iddiasıyla resen veya yapılacak başvurular üzerine gerekli inceleme ve araştırmayı yaparak sonucu ilgili makamlara bildirmek, Kamuda etik kültürünü yerleştirmek üzere çalışmalar yapmak veya yaptırmak ve bu konuda yapılacak çalışmalara destek olmak, 3628 sayılı Kanuna göre verilen mal bildirimlerini gerektiğinde incelemek, Kamu görevlileri için hediye alma yasağının kapsamını belirlemek ve en az genel müdür veya eşiti seviyedeki üst düzey kamu görevlilerince alınan hediyelerin listesini gerektiğinde her takvim yılı sonunda bu görevlilerden istemek" gibi son derece güzel vazedilmiş bir görev tarifi yapmıştır.

Yolsuzluk, soygun, kayırmacılık, peşkeş çekme, göz yumma vs gibi olumsuz davranışların; insanın, 1. paragrafta zikredilen ahvaldeki beyana mütenasip, insani hata ya da zaaf olarak değerlendirilmesi mecburidir ancak herhangi bir başvuru karşısında, hiç bir şey yapmamak ya da şikayet konusu olayı örtbas etmek ya da örtbas edilmesine yönelik çaba göstermek ise, bugüne has bir olay olup, durumun vahametini arttırarak kurumsal ve sistematik hale dönüştürmektedir. Yoksa "insan beşer, elbet şaşar" atasözündeki duruma itiraz etme çabası değildir, gereği yapılmazsa kurumsallaşır ve sonra Allah muhafaza vaziyetin izahı için sakallı, cüppeli, sarıklı, kazaklı, sülüklü, sakalsız vs vs bir dolu insanı "mele" kadrosundan müftülüklerde istihdam etmek zorunda kalırız. Dini bu konulara sokmadan halletmenin yolunu bulmak zorundadır ilgili muhteremler...

Kamu Görevlileri Etik Kurulu’nun, 2015 yılı Faaliyet Raporu açıklanmış ve mezkur rapora göre de, asayiş berkemal imiş... Ulusal basında konu uzunca yer aldığı için, detaylı anlatmaya gerek yok... Diğer taraftan; OECD Yolsuzlukla mücadele grup başkanı; canım yurdumu, "yolsuzluk algılama değerlendirmesi sıralamasında" 66. sıraya yerleştiriveriyor ve bu anlamda Senegal, Ruanda ve Uganda'dan daha beter bir tabela oluşuyor.

Bu baptan olmak üzere, yolsuzluk ve kayırmacılık üstüne ihbarlar ve haberler olmaksızın gün geçmiyor ise, yine yukarıda bahsedilen konularla ilgili görev yapmak üzere ihdas edilmiş kurum da, görmeme ya da aklama kabilinden soruşturma sonuçları yayınlıyorsa, demek ki tuz da kokmuş... Zaten iddiaların asılsız olma ihtimali akla da uygun düşmüyor, konu ile ilgili harika fıkralar ve hikayeler uydurma kabiliyetine haiz necip milletimizden de bu kabil davranış beklenmez ve mezkur fıkra ve hikayelerin esin kaynağı olan davranışları itina ile icra eder. Bunların en ünlüsü ise; belki de herkesin bildiği, "eksik evrak" hikayesidir, malum; vatandaş bir iş için bir kamu dairesine iş takipçisi vasıtasıyla baş vurur, sürekli eksik evrak var diye talep sonuçlandırılmaz, artık gecikmeden canı iyice sıkılan vatandaş bizzat ilgili makama gider ve eksik evrak nedir diye yetkililere çıkışır. Vatandaşı ilgili departmanın müdürüne çıkarırlar, vatandaş başlar müdür ile konuşmaya, müdür dosyayı açar ve vatandaşa der; "14 ocak 1970 tarih ve 1211 sayılı kanuna uygun tanzim edilen evrak eksiktir"... Kendi müracaatının ve talebinin bu kadar önemli olmadığını düşündüğünden olsa gerek anlayamadığı evrak nedir diye ısrarla söyleyince, müdür cüzdanını açıp içinden çıkardığı bir adet 100 TL'nin üstünde yazan ibareyi gösterir... Artık eksik evrak anlaşılmıştır... Allah selamet versin...

Perşembe, Nisan 28, 2016

HAVANA'DA 1 MAYIS


 
2010 yılında Jose Marti Küba Dostluk Derneği’nin düzenlediği Küba gezisi çerçevesinde katıldığım “Uluslararası Çalışma Tugayları” programı ile dünyada kırmızının zirve yaptığı ve hep yapmasını dilediğim mübarek 1 Mayıs işçi ve uluslararası dayanışma bayramını Havana'da kutladık. Hem de ne kutlama, inanılmaz bir şölen, Küba'nın başkenti Havana'daki Jose Marti Devrim Meydanı'nda düzenlenen törenlere yabancı ülkelerden başta sendikacılar olmak üzere binlerce insan katılırken Kübalılarında Bayraklar ve pankartlarla mitinge yoğun katılımı ile yaklaşık 1.600.000 insan büyük bir coşkuyla kırmızı rengine yeni bir zirve yaptırmıştır. Peki, sadece kırmızı mı zirve yapıyor tabii ki hayır bir başka zirve de Che afişlerinde yaşanıyor. Biz de kendimizi çok da özel hissettiğimiz misafir tribününde; Honduras, El Salvador, Şili, Peru, Nikaragua, Venezüella, Arjantin, Brezilya, Nijerya, İngiltere, Kanada, Avustralya, Rusya, Tacikistan, Yunanistan, Paraguay, Meksika, İrlanda, Fransa gibi ülkelerden katılan ve kampdaşlarımız olan sevdalılarla birlikte kimimizde kırmızı kimimizde mavi olan dağıtılmış üstünde "yaşasın 1 mayıs" yazan fanilalarımızla, kimimizde gözyaşları kimimizde de büyük bir sevinç ama hepimizde büyük bir gurur; önümüzden kilometreler halinde ve yine öğrendiğimiz kadarıyla 34 ülkeden ve 159 organizasyon ve dayanışma hareketinin temsilcileri akıyor, hem de nasıl akmak bir renk ahengi ve cümbüşü… Ah birde; zulme ve emperyalizme karşı ezilen halkların direnişinin bayrağı ve devrimin efsanevi lideri Fidel Castro orada olsaydı ve “Hasta la Victoria siempre” ve “patrio o muerte” diyerek şiirsel İspanyolcayla o müthiş konuşma üslubu ile bizlere seslenseydi. Açıkçası bende geçen yıl çok istememe rağmen gidemediğim bu mübarek törenlere katılır iken umuyordum, bekliyordum, çok istiyordum katılmasını ama mümkün olmadığı yönünde de haberler duyuyorduk ama umut fakirin ekmeği işte...

1 Mayıs işçi ve uluslararası dayanışma bayramı mitingine katılmak için güneş doğmadan yola dökülen Küba halkının heyecanını ve kıpır kıpır oluşunu güneş doğmadan yollara düştüğümüz için çok yakından izledik, yine Küba halkının yabancı delegelerle omuz omuza coşkulu, ahenkli ve renkli kortejler oluşturarak Devrim Meydanı'na ilerleyerek geçiş yapmaları ise görülmeye değer bir olay idi. Havana’daki İşçi Bayramı kutlamalarının yanında öne çıkan en önemli konusu; “The Cuban Five” olarak ve diğer taraftan “Miami five” olarak bilinen, Gerardo Hernandez, Antonio Guerrero, Ramon Labanino, Fernando Gonzalez ve Rene Gonzalez isimli Kübalı 5 kişinin ABD de uluslararası hukuka aykırı tutuklanarak yargılanmaları neticesinde aldıkları cezaları haksız bulmaları ve ceza infazının hukuk dışı olması ön plana çıkmış ve konuyla ilgili çok sayıda döviz ve pankarta yer verilmiş ve ABD ve Yöneticileri protesto edilmiştir.

Diğer taraftan bu geçit törenindeki benim için en büyük sürpriz ise; bol miktarda Türk bayrağı ile ülkemin burada da temsil edilmesi olmuştur. Duyduğum kadarıyla; isimleri zikredilince Beşiktaşlı olmamama rağmen kendilerinin hayranı olduğumu gizleyemediğim Beşiktaş spor Kulübü taraftar grubu “Çarşı” da yerini almış ama ben göremedim bu açıdan da üzüldüm diyebilirim.

Kırmızı; bana göre Devrimin özgün ve tılsımlı rengi olmalı ve böyle de tescil edilmelidir. Edilmelidir; çünkü benim hayatımda sürekli olarak kırmızı beni yansıtan temsil eden en iyi renk olmuştur diyebilirim, tamda bu yüzden siyasal hayatımda olduğu gibi sporda, futbolda bile tercihlerimde etkili hatta yönlendirici olmuştur. Zaten kırmızı yanlışa isyan ve yanlışı kabullenmeme ifadesi yanında aynı zamanda tutkulu aşk ifadesi, canlılık, dinamizm, ataklık, sonuna kadar gitme vs. gibi olarakta genel kabul görmüştür. Bunun sadece benim için değil herkes için böyle olduğunu zannediyorum. Yukarıda bahsettiğim üzere ülkemin bayraklarını da görmüş olmam belki bu yüzden beni sevindirmiştir. Eee ne diyelim kırmızı olsun işte.
Kapitalist dünyada devletler kutlamaların önüne geçilmesi ya da engellenemiyorsa da sönük geçmesi için bu da olmuyorsa kamuoyunu fazlaca meşgul etmemesi ve medyada fazlaca yer almaması için ellerinden geleni yaparlarken ve de en önemlisi geçen yıllara kadar bizim ülkemizde “iç harb önlemleri” ile geçiştirilirken Küba’da ise en önemli fark olarak devletin “1 Mayıs işçi ve Uluslar arası dayanışma bayramının” kutlanabilmesi için her türlü ehven ortamı yaratmasıdır. Diğer taraftan ise ülkem hala, aradan geçen 33 yıla ve değişen onlarca değişik parti hükümetlerine karşın 1 Mayıs 1977 katliamının düzenleyicilerinin ve tetikçilerinin açığa çıkarılamaması daha da önemlisi bu uğurda hiçbirisinin en ufak bir çaba göstermemesinin utancını yaşamaya devam etmektedir.

Pazartesi, Nisan 25, 2016

TOPOGRAPHIE DES TEROR

Gençliğimizde; sıkça duyduğumuz haliyle 68. ilimiz olarak anılan Berlin üstüne yazmaya ve konuşmaya devam... Berlin gezimizin en enteresan bölümlerinden biri de "Topographie Des Teror" diye anılan bölgeye gidişimizdir. Bir tarafıyla "Berlin Duvarı"nın kalıntıları, diğer tarafı ile de Faşist Hitler Almanya'sının muktedirlerinin, Faşist-Nazist polis teşkilatı ve SS birliklerinin Himmler yönetiminde, önce muhalifleri sonra kendilerinden olmayanları yok ettikleri, eski istihbarat binasının bodrumlarında yer altı hücrelerinin de yer aldığı işkence ve yokediş odalarının bulunduğu alana kurulmuş kısmen açık hava müzesidir. Faşist Hitler'in her türlü hile ve desise ile yönetimini ele geçirdiği Almanyanın, faşizmin çizmeleri altında bir ülkenin kahroluşunun adeta bir kısa tarihçesinin gözler önüne serildiği bu alan, şu anda iktidarda olanların benzer şeyler düşünüyor oldukları izlenimi veriyor olmalarına rağmen, asla ve kata değiştirmeyi, kaldırmayı düşünmedikleri bir alan olarak durmaktadır, en azından şimdilik. Almanya'nın; aslında ekonomik kalkınıyormuş gibi görüntü veriyor olduğu dönemden başlayarak, başta Krupp ve Siemens gibi kapitalizmin başat aktörlerinin parlak gelişme ataklarının sanayideki yansımaları ve ne yazık ki her diktatörlüğün benzer sonuçları gibi büyük bir yıkım ve yokoluş ile karşılaşılmasının, tarihi fotoğraflar, günün gazete küpürleri, maketler  ve benzer materyaller ile desteklenerek kronolojik bir düzen içinde sunuluyor olması etkileyici bir durum oluşturmuştur. Diğer tarafı ile de; tam özgürlüğe kavuştuğunu zannedenlerin, karşılaştıkları "Berlin Duvarı" ve duvarın öncesi, duvarın örülme süreci ve merhaleleri, yaşananların adeta güncel bir versiyonu, gibi durmaktadır. "Terörün Topoğrafyası" ya da bir bakıma "korku imparatorluğu" diye çevrilebilecek olan "Topographie des Terrors" bölgesine anlam katan ise, bence, 1933 ten 1945'e kadar olan süreçte, iktidarı ele geçiren Nasyonal Sosyalist Parti'nin (Nazi Faşist Partisi) nasıl bir terör odağı oluşturduğunun kanıtı olarak, kendi amaçlarına uygun olarak inşaa ettiği hapishanesi bile olan "Gizli Devlet Polisi" SS yönetiminin, SS'in gizli servisi SD’nin ve Devlet Güvenlik Baş Dairesinin (Reichssicherheitshauptamt) vasıtasıyla, "Nasyonel Sosyalizmin" siyasi muhaliflerinin, Yahudilerin, Çingenelerin, Sosyalistlerin, Sosyal Demokratların, gerek yurt içi gerekse de yurt dışında takip edilmesi, yok edilmesinin soykırım merkezi olmuştur. Bazen insanın sinirlerinin gerilmesinin önüne geçmesinin çok zor olduğu bu görsel sunum, her şeye rağmen, toplumun ehven ve ehil hale getirilmesinin nasıl becerildiğinin, toplumun yardıma muhtaç, sosyal yardımsız yaşayamaz hale nasıl getirildiğinin ve tüm bunların üstünden nasıl bir biat oluşturulduğunun müzesi olup, Berlin'e giden herkesin görmesinde sayısız fayda vardır... Tüm şirin gösterilme çaba ve çalışmalarına rağmen konsantre milliyetçiliğin, devlet organizasyonundaki SS, SA ve Gestapo kostümleri içinde bile ne kadar sırıttığının göstergesi olarak, ele geçirilen gücün nasıl bir boğazlama ve yok etme aracına dönüştüğünün müzesidir, hülasa...
 
"Unutmayın, Unutturmayın" kapsamında, Dünya çapında benzer müzelerin sayısının artması, özellikle de canım yurdumda kurulması, insanlığın gelişimine katkı sunar düşüncesiyle beklediğimiz işlerden olup, insanların nasıl gaza getirilip yönlendirildiği, itiraz edenlerin nasıl bastırıldığı ve yok edildiğinin, birer ders alma enstrümanı olması ve asla ve kata tekrarlanmasına izin verilmemesi adına behemehal ihdas edilmelidir. Toplumların, nasıl zalim, nasıl hastalıklı insanlara vekalet verebileceklerinin, karşılığında nasıl yoğun bir kara propaganda bombardımanına tutularak adeta insanlıktan çıkarılarak, katliam yapılmasına göz yumar hale gelmesinin, sürekli hatırlanabilmesi için rahatsız edici ama gerçek bu olaylar zinhar unutulmamadır. Peki; unutulmamalıdır da, öyle oluyor mu? Nerde….

İşte bu duygular ile gezdiğimiz bu açık hava müzesinin üstüne daha çok şey yazılabilir ancak Berlin’e yolu düşen herkesin mutlaka görmesi gereken bir yer…





CUMHURİYET

12 Eylül faşist darbesi mucibince, emperyalizme bağlılığın katmerleştirilmesini takip eden dönemde; canım yurduma bir yönüyle yeni bir nizam vermek diğer yanıyla da necip milletimizin kuvözdeki durumunu koruma adına; yok Avrupa Birliğine girdik giriyoruz, yok toplum sivilleşiyor, ahaa inanmazsanız bakın “MGK” (milli güvenlik konseyi) bile sivilleşiyor, askeri bürokrasi egemenliğinden ve askeri vesayetten de çok şükür kurtulduk, insan hakları gelişiyor, müesses nizam halk adına evriliyor, artık 1. cumhuriyet sona erdi yaşasın 2. cumhuriyet teraneleri arş-ı ala’ya ulaşıyordu, bu kendilerine 2. cumhuriyetçi adını veren rüzgârgüllerine göre durum tespiti budur… Gerçek niyetin türbana gizlenmiş hali ise, ılımlı İslam ile motivasyon ve güdüleme konusunda dikensiz gül bahçesi yaratmaktır. Peki, gerçekten işin aritmetik tarafı doğrumu yani bunların dedikleri gibi, yeni ihdas edilen 2. cumhuriyet mi? Hadi biraz da biz fikir jimnastiği yapalım bakalım mezkûr konu üzerine…

Türk Dil Kurumu (TDK) güncel Türkçe sözlüğünde; Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi, şeklinde tarifi verilen “Cumhuriyet”; Aristo’da “Genelin menfaatini gözeten halk idaresi”, Montesquieu’de ise “yasama, yürütme, yargı erklerinin bulunduğu bu rejimde, bunların birbirlerine yönelik bağımsız tutumları ve karşılıklı denetim esasına yönelik işleyişi olan ve başında seçimle gelmiş yöneticilerin olması halidir” şeklinde tarif bulmaktadır. Feylesoflar cumhuriyetin mükemmel şeklini; çok partinin katıldığı genel seçimlerle parlamento çoğunluğunu elde etme ile iktidar sahibi olanların çıkardığı kanunlarla hiç bir özel bir gruba imtiyaz tanımadan kurgulanan bir devlete tekabül eden bir rejimdir diye tarif ederlerse de bunun ideal bir rejim olmadığını tüm ülkelerdeki pratikten anlamaktayız. Ancak görülüyor ki ve oluşan genel kanı, oy vererek vekil tayini ile halk idaresi oluşturulamayacağı yönünde olmuştur, hatta bu konuda dünya edebiyatının önemli yazarı Mark Twain, seçimlerin yani sandığın özgürlüğün tek yaratıcısı ya da aracısı olduğu savına karşı: “oy vermek bir farklılık yaratsaydı, oy vermemize izin vermezlerdi” diyerek yaşanan olumsuzluğa işaret etmektedir.

Canım yurdumun, Osmanlı’ya dayanan “hükümet-i cumhuriye” denemeleri bulunmaktadır, patinaj mahiyetinde, söz olarak cumhur hep ön plana çıkmış ve çıkmaktadır da, cumhurun kendisi bir türlü makûs talihini değiştirmeye muktedir olamamıştır. Bu cumhuriyet denemeleri canım Yurdumda “açık oy, gizli sayım” uygulamalarını bile görmüştür, ne yazık ki. Haaaa şimdi yahu geçmişte bu abukluklar yapılıyordu diye dalga geçmek, örnek göstermek yerine, bu güne kadar kullanmadığımız organımızı kullanıp azıcık tefekkür edersek, şimdiki seçimlerinde çok farklı olmadığını anlayabiliriz. Yunanistan’ın aynı kaynaktan temin edilen seçim sistemi programı ihalesini iptal ederek neden tekrar eski yönteme döndüğüne bile bakmak yeter, bu seçim sisteminin kullanılması neticesinde seçime katılım oranlarının % 110 lara vardığının ispatlanması üzerine de, yok elektrikler kesildi bilgi işlem sistemi çöktü, yok bu sapmalar genel temayülü değiştirmez gibi abukluklara yer verilmez, normal şartlar altında, ama... 

Eğer seçimler önem arz edecekse, cumhur’un bir oyunun bile değerlendirildiği bir sistem oluşturulmak zorundadır, sen şimdi, barajları savunacaksın ya da barajı kaldıralım ama yerine şunu getirelim diyerek daha kötü ve geri bir uygulama önereceksin, partilerin ön seçim yapsalar bile onlarda sistemin arkasına dolanarak üye kayıtlarını kendi oligarşilerince kontrol altında tutup oluşturuluyorsa ve hala daha cumhurun parası ile cumhura format atılıyorsa, seçim olsa ne olur olmasa ne olur, Allah aşkına… Kendi yaptığın siyasal partiler ve seçim yasaları gibi ince detaylar üzerinden, her türlü manipülasyondan nasip ve murat alarak, görece ahlaka ve adalete uygun hale getirilmiş bir cumhuriyet ise bahse konu, yapılacak herhangi bir şeyin kalmadığı noktada olduğumuz aşikârdır. Hele alavare-dalavere kabilinden hokkabazlıklarla oy kullanmayanların oranı %25 lere çıkmış ise, zaten acıklı halin pespayeliği sırıtmaktadır. Neyse olumsuzluklar üzerine daha binlerce kalem eleştiri yapabiliriz ama gerek yok, arif olan anlar…

İnsanlık adına cumhuriyetin tekamülü, ancak ve ancak, tarihte hatalı uygulamaların gün yüzüne çıkarılması ile tarihin tekerrür etmesinin önüne geçilerek yapılabileceği bilinci ile mümkündür yoksa hataların yarattığı başarıları muktedirleri güncel kılmak ve legalize etmek adına olamaz, ilaveten bu kabil çalışmalar öyle hikmeti kendinden menkul tarihçi postuna bürünmüş, bildikleri yanıldıklarına yetmeyen, daha da kötüsü tahammüden doğruyu yanlışa, yanlışı doğruya tahvil edenlerin kılavuzluğundan medet umularak olamaz… Bugünlerde ortalıkta tarihçi diye takdimi yapılan bazı mühim zevat var ki bunların başında Mustafa Armağan, Mehmet Çelik ve Murat Bardakçı gelmektedir, bunların neyi doğru neyi eğri söyledikleri siyasal yelpazedeki konumlanmalarına ve günlük çekim merkezlerine o kadar bağlıdır ki, inanayım derseniz maazallah siyah olur beyaz, beyaz olur siyah…

Cumhuriyet’in ilk olarak 1776’da ABD de, 1789 da ise Fransa’da ilan edildiği herkesin malumudur ve oralarda cumhurun temsiliyeti görece iyidir ancak aynı cumhuriyet, yani seçimle belirli dönemler için hükümet etmeye gelme yöntemi, İran, Türkmenistan ve Irak gibi ülkeler içinde geçerlidir. Az şey mi buralarda da temsiliyet %90 ların üstündedir, örnek mi Kenan Evren, Saddam Hüseyin, Muhammed Gurbanguly vb. dönemleri gibi… Hani bir de İngiltere de krallık halen… Demek ki, cumhuriyetin, salt seçimlerle sınırlı tarifinden yola çıkılarak yapılan kutsiyet çalışmaları bir işe yaramıyormuş, ne yapmak gerek ilaveten, çoğunluğun yerine azınlığın haklarının, özgürlüğünün gerçekten ama gerçekten güvence altında olabildiği ve her bireyin özgür iradesinin kendini yönetme ve yönetim üstünde söz ve karar hakkının kurumsallaşmasının işe yarayacağının kabulü ile mümkündür.

Cumhuriyet rejimini benimsemiş ülkeler, mezkûr rejimin tatbikatında değişik uygulamalar yapmaktadırlar ve bu uygulamaların rehberi de anayasalar olmakta olup Cumhuriyetlerin nasıl olacağının tarifini yapan anayasalardır, öyleyse her anayasa bir yeni cumhuriyete tekabül eder yorumunu yaparsak fazla da sallamış olmayız herhalde, peki bu kılavuz ile de bakar isek;
20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen 1. anayasa “Teşkilat-ı esasiye kanunu” yani yeni kurulan devletin yeni anayasası, 20 Nisan 1924'te yürürlüğe giren 2. anayasa 1924 Anayasası ile 1. anayasa olan Teşkilât-ı Esasîye Kanunu yürürlükten kaldırmıştır, 9 Temmuz 1961'de kabul edilen 1961 Anayasası ile 3. anayasa kabul edilmiş, 1924 tarihli 2. Anayasa yürürlükten kaldırmıştır, 12 Mart 1971 tarihinde cumhura hiç dayanmayan “partiler üstü” bir hükümet ile 3. anayasa büyük ölçüde değişmiş ve 4. anayasa sayılacak bir anayasa yürürlüğe girmiş, 12 Eylül 1980 de 4. anayasa ilga edilerek 1982 yılında 5. anayasa kabul edilmiş, şimdilerde de ileri demokrasinin canım yurduma getirilmesi adına 6. anayasa hazırlıkları yapılmaktadır. Hayırlı uğurlu olsun…

Deyin ki 6. değil 26. cumhuriyet (bu anlamda anayasa), her birinde toplumun önemli bir kesimi buna tepki gösteriyor ise yani demokratik olmadığı sürece bunlar üzerine edilecek her kelam berhavadır. Kavramlar üstünden gidildiği ve sadece kavramın önem arz ettiği durumda; her kavramın tekabül ettiği anlam; zaman, zemin ve teknik terakki ile malul olacağından, kavramın anlamının genişletildiği ya da daraltıldığı zeminlere uygun yansımalar yeni elitleri öne çıkarır, elitlerin tayin ettiği vekâletler hâsıl olur, elitin muktedir olduğu yerde hoşnutluklara göre genişleme ve daralma öne çıkar, al sana kısır döngü, vs. vs.


Ulusal egemenlik bayramınız mübarek olsun…

Cuma, Nisan 08, 2016

BERLİN DUVARI


Gençliğimizde; sıkça duyduğumuz haliyle 68. ilimiz olarak anılırdı Berlin, müzeleri, tarihi binaları, katedralleri, sarayları, geniş, büyük ve güzel düzenlenmiş parkları, köprüleri, anıtları, geniş ve güzel düzenlenmiş meydanları başta olmak üzere gezilmeye ve görülmeye değer, karakteri ve ruhu ile zırt-pırt değiştiriyoruz adına oynanmamış bir kent... Berlin, kültür ve sanat alanında da dünyanın en önemli şehirleri arasında bulunmakta olup, 3 opera, 1 filarmoni, sayısız tiyatro, konser salonu ve kütüphanenin yanı sıra, sanatseverler, sinemacılar ve sinemaseverler ve tiyatroseverler ve tiyatrocular için çok önemli olan "Berlin Film Festivali", başta olmak üzere sayısız festival ve tiyatroya ev sahipliği yapmaktadır. Sokaklarında sıkça Türkçe konuşmaların işitilebileceği, bol miktarda Türkçe tabelanın ve tanıtımın görülebileceği, Türklere ait çok sayıda restoranları, kebapçıları, dönercileri, fırınları, manavları ve dükkanları, kuaförleri bulunan Kreuzberg ise, size gurbet ellerde değil de sanki bir Çukurova kentinde imiş izlenimi vermekte olup, hele de bölgenin girişinde sizi karşılayan "Kreuzberg Merkezi" yazısı hoş bir sürpriz oluşturmaktadır.

Bilindiği üzere; Emperyalizmin kısa vadeli jandarmalığı görevi üstlenen, Almanya'da, 1933 yılında seçimleri kazanarak, "Yeni Almanya" yaratacağız iddiası ile iktidara gelen Nazi Partisi, seçim vaadi üzere 3. Cumhuriyeti ilan eder. Artık, ayaklar baş olmuş ve Adolf Hitler ve avaneleri, rüyalarında görse inanamayacakları bir kudret sahibi olmuş ve Yeni Almanya yaratacağız derken, hem ülkelerini hem de tüm dünyayı kana bular bir kanlı boğazlaşmanın başlatıcısı ve uygulayıcısı olurlar. 2. Dünya savaşı yaşanmaktadır artık, 50.000.000 (dile kolay elli milyon) insanın ölümüne, yüzmilyonlarcasının sakat kalmasına ve de Paris'ten Moskova'ya yıkılmış ve adeta yok olmuş şehirler kalır geriye... Her diktatörün yaşayacağı hazin sondan kurtulamaz Adolf Hitler ve avanesi, yaklaşık 5,5 yıl süren savaş arkasında büyük ızdıraplar, sıkıntılar bırakarak sona erer, mezkur zevat intihar yolunu seçerek terk-i dünya eyler... Artık Berlin, batılı ve doğulu savaş galiplerince işgal altındadır, İngiliz, Amerikan, Fransa güçleri ve Sovyet Kızıl Ordusu tarafından önce 4'e bölünür, sonra da batılı müttefikler birleşir ve Berlin 2'ye bölünmüştür. Bu 2'ye bölünüş zamanla, Demokratik Almanya diye bilinen tarafın batılıları enterne etmek için kullandıkları duvar ile taçlandırılır.(!!!!). Özgürlük ve eşitlik vaatleri ile yaşanılanların örtüşmemesi sonucunda, daralan ve kahrolan insanlar, hiçte hesaplara uymaz bir biçimde, "sosyalizm" yerine "kapitalizm" tercihinde bulunmaya başlarlar ve ciddi bir kaçış yaşanır o yıllarda doğudan batıya ve bunun önüne geçeceği planlanan ya da beklenen, sonraları adı "utanç duvarına" çıkacak olan, 46 km uzunluğunda  ortalama 4,5 mt. yüksekliğinde bir duvar yapımına 1961 yılında başlanır...

Doğu Berlin ile Batı Berlin'in arasındaki duvar, aslında biri 3,5 diğeri 4,5 metrelik parçalardan oluşurmuş, Doğu Berlin'e bakan tarafı duvar kaçmaya yeltenecek insanların kolay görünmesi için beyaza boyanmış ancak Batı Berlin'e bakan taraf ise grafiti ve çizimlerle doluymuş. Doğu Berlin tarafında duvar boyunca çelik kapanlar ve mayın tarlaları bulunur, 186 adet yüksek gözetleme kulesi ve yüzlerce lamba ile de dikkatlice kontrolde tutulmaya çalışılırmış. Diğer taraftan da yine aynı tarafta devriyeler sürekli gezerek kontrolü katmeşleştiriyorlarmış. Tüm bunlara rağmen, kaçacak insanın azmi ve kararlılığı önüne çıkılamayacağından, tıpkı daha önce ve sonrasında da olacağı gibi, binlerce insan kaçmış ve maalesef yüzlerce kişi de bu denemeyi yaşamlarıyla ödemişlerdir.

O gün bu duvara "utanç duvarı" adını veren malum çevreler ve temsilcileri ve ardılları bugün aynı nedenlerle, tıpkı Berlin'de olduğu üzere, yakın zaman önce İsrail'de Filistinlileri, şimdilerde ise Türkiye'de Suriyelileri sözde "güvenlik gerekçeleri" ile enterne etmeye, benzer beton duvarlar örerek devam etmektedir. Bu nasıl bir yaman çelişkidir, dün kaka dediğin bugün cici, sevsinler sizi... Dün dündür, bugün bugün...

Ne hazin ve acıdır ki; yasaklar ve engeller, insanlığın en büyük sıkıntısı olmaya devam ediyor, kesinlikle aynı şey olmamakla birlikte, "yaşasın sosyalizm" derken düşülen yanlışların, "huzur İslamda" denilirken yaşanan rezaletlerin semeresi (!!!!), mezkur alanlardan kefereye yoğun ve kitlesel kaçışların varlığı bir vakadır. Günümüzün en büyük çelişkisi olan özgürlükleri kısıtlanan insanların tepkilerine ya da kaçışlarına bu kabil ölümcül bariyerler yerleştirilmesi düşüncesini savunanların hal-i pürmelali belli olup, kadim akıbet kaçınılmazdır... İster duvar, ister mayınlı arazi ve de ister dikenli tellerle oluşturulan her duvar, elbet bir gün yıkılacaktır, ancak zapt-ı rapt satıcıları ve uygulayıcıları da her daim yeni yöntemlerle karşısına çıkacaktır insanlığın, meğer ki yaşananlardan doğru dersler çıkartmasın insanlık...

Büyük usta Nazım Hikmet'ten bir şiir ile sonlanırıyorum...

o duvar
o duvarınız
vız gelir bize vız!.
bizim kudretimizdeki hız,
ne bir din adamının dumanlı vaadinden,
ne de bir hülyanın gönlü yakışındandır.
o yalnız

tarihin o durulmaz akışındandır.
bize karşı koyanlar,
karşı koymuş demektir:
maddede hareketin,
yürüyen cemiyetin
ezelî kanunlarına.
 

Salı, Nisan 05, 2016

CAHİLLERİN FERASETİNE GÜVENEN AVANAK


Canım Yurdumun, bir Üniversitesinin Rektör Yardımcısı, bir sözde Profesör, "Bu suça ortak olmayacağız" diyen akademisyenlerle ilgili kendisine yöneltilen soruyu yanıtlarken, okuma oranı arttıkça kendisine afakanlar bastığını söylüyor ve cahil, okumamış halka daha çok güvendiğini belirtiyor. Peki belirterek kalıyor mu, kalır mı, üstüne bir de tüy dikiyor ve "Türkiye'nin en tehlikeli kesiminin okumuş kesim olduğunu" belirtiyor... Açıklama abuk subuk incilerle devam ediyor; "Ben daha çok cahil ve okumamış tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halktır... Türkiye'nin okumuş kesimi, profesörlerden başlayarak geriye doğru en tehlikeli olanlar üniversite mezunları. Olayları en rahat okuyanlar ilkokul mezunları. Çünkü zihinleri berrak. Üniversite ve sonrası durum çok vahim çünkü gidişatı okuyamıyorlar, zihinleri bulanık"... Şimdi bu açıklamaya söylenecek neler var diye bakıyorum, aslında genelde, genelleme yapmayı sevmem ama, topunuzun boynu altında kalsın desem uygun mudur da bilmiyorum...

Ziya Paşa'nın Terkîb-i bend'inden bir beyit bu avanak'ı yeterince izah eder umarım.

Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma?
Zer-dûz pâlân ursan eşek yine eşekdir.

Üç nokta...

Ne yazık ki bahtı kara Canım Yurdum, bir türlü yırtamıyor bahtını karartan kocaman kara perdeyi, Cumhuriyet ile birlikte aydınlanmanın başlaması, aklı ve vicdanı hür nesiller yetiştirme hedefinin konulması ile bağnaz, yobaz ve gericilerin hızlıca ve biraz da örselenerek tasfiye süreci, dahili ve harici bedhahları, büyük bir düşmanlık, kin ve nefret biriktirme girdabına sürüklemiştir. Bugün bile önemli ve mühim zatların ifadelerine yansımış olan; "nefret ve kininizi unutmayın" söylemi, Cumhuriyet Türkiye'sinin önderini yitirmesi ile birlikte başlamış ve her geçen gün artarak devam etmiş, "bir elinde Kuran, dilinde nefret, aklında cihat" olan bir nesile vasıl olunmuştur... Menderes döneminde, başlayan tarikat destekçiliği, Demirel döneminde de devam eder ve özellikle 12 Eylül faşist darbesiyle birlikte, Faşist darbecilerin ağababalarının "ılımlı islam" ile canım Yurdumu tedip ve terbiye etme çabalarının sonucu, çalışmalar vites arttırarak "bir elinde Kuran, bir elinde bilgisayar, dilinde nefret, aklında cihat" seviyesine yükseltilmiştir. Ilımlı ve mümbit vasatın temininde en mühim yatırımın milli eğitim olduğu tayin ve tespiti ile, fedakar çalışmalar (!!!!) semeresini vermiş, artık, "dar ül harp" değerlendirilmesi mucibince cihadist çalışmalar, tercih edilen mücadele yöntemi haline getirilerek, eğitimdeki gerici yapılanmanın elde ettiği başarılı sonuçları içinde de "bulanık suda balık olma" planı tutmuştur. Artık ne hazindir ki; Öğretmenler öğretmekten yana değillerdir, okullar öğrenci yetiştirmekten yana değillerdir...

Daha geçenlerde; "nefret ve kininizi unutmayın" söyleminin son dönem söylevcisi ve temsilcisi, bir toplantı sırasında, mağrur vaziyette "Rus uçağını düşürdük, 2 pilot ta ölü ele geçirilmiştir" benzeri kelam edince, kendilerinden geçmiş, sadece mesleki ünvanları öğretmen olan zevatın ittifakla ayağa fırlayıp, alkışlarla tempo tutmuş olmaları, yani kraldan fazla kralcı olmaları, bu tabloyu hayal ve arzu eden muhteremi bile utandırmış ve elleri ile susmalarını istemiştir. İşte "Milli eğitim" başarısı, "okullar olmasa milli eğitimi ne güzel idare ederdim" sözünden "ben cahilleri tercih ederim" sözüne evriliş ve sonuçta yurtta sulh cihanda sulh öğretmesi gerekirken, cahil insan ve savaş tercih eden öğretmen... Kutlamak gerek... yaklaşık 70 yılda bir ülke nereden nereye gelebiliyor... Tecavüzcülüğün adının badelemeye dönüştüğü yerdeki, suskunluğun hatta ciddi oranda desteklenişin, yukarıda söylediklerimizin berhava olduğunun bir ispatı da olsa, söylemeye devam edeceğiz. Aidiyetin ve heyecanın, aklın ve mantığın önüne bu kadar aptalca geçtiği bu günlerde, konunun büyük ustalar tarafından da veciz biçimde ortaya konmasının ardından, eşekliğinde baki kalması nedeniyle, cahillik mi yoksa eşeklik mi başatı oluşturmaktadır, yoksa cahillik eşeklik midir, ya da eşekler bu kadar cahil değil midir? Hay Allah aklım karıştı...

Mezkur öğretmenlere ve rektör yardımcısına ithafen;

''mey biter saki kalır
her renk solar haki kalır
diploma insanın cehlini alsa da
mayasında varsa eşşeklik baki kalır''

NOT: TDK Sözlüğüne göre: Avanak: sıfat, Kolaylıkla kandırılabilen veya aldatılabilen demekmiş.

 

Cumartesi, Nisan 02, 2016

NİKARAGUA ve ANASTASİO SOMOZA DEBAYLE


Nikaragua; bir Orta Amerika ülkesi olup; 1900'lü yılların henüz başlarında ABD tarafından işgal edilmiş ve Amerikan muhipleri ve onların siyasi temsilcilerinden ve başını toprak ağalarının çektiği oligarşik yapı tarafından, 1933 yılına kadar "ali kıran-baş kesen" yöntemleriyle yönetilmiştir. ABD, 1933 yılında; yaşanan deneme süresince, kendisine en "muhip" ailenin "Somoza ailesi" olduğu kanısına varıp, ülkeyi mezkur ailenin insafına terk ederek, açık işgali sonlandırmıştır. Somoza ailesi, ülkeyi kendisi ve bir avuç diğer iktidar ortağı yapının çıkarları uğruna, önce baba Anastasio Somoza Garcia, sonra büyük oğul Luis Somoza Debayle ve daha sonra küçük oğul Anastasio Somoza Debayle marifetiyle 1979 yılına kadar inim inim inleterek kanlı bir despotik yönetimle adeta zapturapt altına almıştır. Yazıya konu teşkil eden, Somoza ailesinin başkanlık gören son ferdi, Anastasio Somoza Debayle, 2 bölümde 1967 den 1979 a kadar başkan kalmış, hatta yeni bir anayasa yaptırarak görev süresini birkaç yıl daha uzatmıştır. 1972 yılında Nikaragua'da yaşanan büyük deprem felaketi üzerine, tüm dünya tarafından gönderilen yardımlara, ailesi ve yakınları el koyunca, ilaveten adeta uçan kuştan rüşvet alıyor olması, kamu kaynaklarını yağma etmesi, tüm ihaleleri yakınlarına ve yandaşlarına dağıtması, aile servetlerinin fahiş biçimde ve izah edilmekten azade bir biçimde artması neticesi, geniş yoksul halk kitleleri tarafından da büyük tepkilere neden olmuş, kara propagandaların ve yandaş basının her fırsatta, yok efendim kişi başına milli gelir yükseldi, yok efendim işsizlik çok azaldı, yok efendim Nikaragua'nın Nikaragua'dan başka dostu yoktur, gibi palavraların da artık sökmediği bir noktada, düşük yoğunluklu ve lokal yaşanan iç savaş, tüm ülke sathına yayılarak, ülkeyi "tutan tuttuğunu boğazlar" noktasına getirerek, kaosa gark etmiştir. Despotik yönetimini sürdüren Anastasio Somoza Debayle; iç savaş koşullarının ortadan kaldırılmasının yolları çok sarih iken, ülke dahilinde sahip olduğu gücün kendisinde yarattığı kontrolsüz davranış ve sarhoşluğu neticesinde, her geçen gün biraz daha yok oluş sarmalına girdiğinden habersiz, dış dünyadan gelen her türlü eleştiri ve öneriyi de elinin tersi ile iter, her birine sert tepki gösterir ve zanneder ki, tercih ettiği bu barbarca yöntemlerce ilanihaye ülkeyi yönetebilecektir. Despotik yönetimin, bu kadar uzun süreli yürütülemeyeceğinin, yürütülür ise de neler olabileceğinin, uygulamalı izahını, hayat burada da her despota yaptığı üzere, yapmıştır. Yoksul halkın baskıcı sisteme kendiliğinden ve lokal geliştirdiği ayaklanmaların, FSLN'nin sürdürdüğü direniş ile örgütlü hale gelmesi neticesi, despotik yönetimin en büyük ve yılmaz destekçisi ABD'yi bile desteğini çekme noktasına getirir, ABD'nin dünyanın her yerinde olduğu üzere, hiç bir diktatöre ilanihaye sahip çıkmadığının ve çıkmayacağının bilmem kaçıncı örneği gibi, Somoza ailesinden de desteğini çeker ve hatta ABD'ye sığınma isteği bile reddedilir ve Paraguay'a sürgüne gönderilir ve 1980 yılında Arjantin Devrimci Halk Ordusu adlı örgüt tarafından suikastla öldürülür.

Yaşanan kanlı iç savaş sürecinde; büyük katliamlar yapan, asi diye nitelendirdiği köyleri basarak, omuz üstünde baş, taş üstünde taş bırakmayan, evler basarak toplu katliamlar yapan, muhaliflerini öncelikle yandaş basın marifetiyle, itibarsızlaştıran ve arkasından infaz ettiren özel ekipler türemiştir. Bu ithamların baş hedefi ise, ülkede ABD tarafından tesis edilmiş düzeni korumak adına ABD subayları denetiminde Nikaragua ordusunun merkezini ve en önemli nüvesini teşkil eden, Nikaragua Ulusal Muhafızları olmuştur. Nikaragua Ulusal Muhafızları alayları, ABD'nin işgaline karşı duruş sergileyen ve savaşan direniş ordusu önderlerinden ve ABD'nin açık işgale son vermesiyle birlikte savaşa son veren Augusto Cesar Sandino ve taraftarlarını; gerek hile ve desise ile gerekse de tuzak ve pusularla, set edilmiş bir plan çerçevesinde yok etmişlerdir. Bu tuzak ve pusulardan kurtulmayı başaran direnişçileri de ilan edilen yalandan bir af yasası ile geri çağırıp daha şehirlere girmeden infaz etmişlerdir.

İktidarlarının ilk başlarda Somoza ailesi, çeşitli reformlar yaparak yoksul halkın gözünü boyayarak yarattığı ortam üstüne mutlak bir kanlı diktatörlük kurmuş, ülkeyi adeta babasının mülkü gibi yönetmiş, büyük bir kişisel servet edinmiş, ülkenin topraklarının büyük bir kısmını kendi mülkiyetine geçirmiş, ülkenin madencilik ve tarım işletmelerinin neredeyse tamamı ya kendi ailesinin ya yandaşlarının mülkiyetine geçmiş,kendisine yönelen her türlü muhalefeti, ya yok etmiş, ya ülkeden sürmüş, demokrasi diye diye kendisinden olmayan herkesin başan büyük sorunlar açılmış, tarafsız basın diyerek tüm basın yandaş yapılmış, bağımsız yargı diyerek tüm mahkemeler memur haline getirilmiştir.

Anastasio Somoza Debayle, kanlı ve acımasız bir diktatör olsa bile, ABD onun yönetimini, Nikaragua'yı bir antikomünist karakol yapması nedeniyle hep desteklemiştir ve hatta ABD Başkanlarından biri Somoza'yı çevresine şu sözlerle anlatır. "Somoza may be a son of a bitch, but he's our son of a bitch" (Somoza bir orospu çocuğu olabilir, ama o bizim orospu çocuğumuzdur). Aslında Somoza ailesi de, yapılan seçimler neticesinde iş başına geliyordu ama seçimlere seçim denilebilme imkanı varsa şüphesiz, bu haliyle de uzaktan bakınca demokrasi görüntüsü verebiliyordu ama bu durum bir büyük devrimci önderin söz ile tam da bir demokrasicilik oyunuydu. Nikaragua'da her kriz ertesinde reform yapılıyor adına, kamudaki önemli kadrolara arkadaş, hizmetkar ve akrabalarını atayarak, durumu idare ediyor, hele hele "yargı bağımsızlığı" hikayeleri ise, özellikle yandaş ve sözde tarafsız basın tarafından en fazla tefrika edilen bölüm idi, reformların...

Pazartesi, Mart 21, 2016

BİR AVUÇ HADSİZ VE ÇAPSIZ


Geçtiğimiz günlerde; kuzenim Kamil Karagöz, yaklaşık 1 yıldır azimle ve kararlılıkla savaştığı, çağımızın bela hastalığı kanser ile mücadelesinde ne yazık ki yenik düşmüş, erken bir dönemde hayat çizgisinin sonuna gelmiş ve son yılların en kalabalık cenaze ve defin işlemi ile ebediyete intikal etmiştir. Sevenlerinin; mesleki, düşünsel, etnik ve dini açıdan çeşitliliği ise, kendisinin ne kadar geniş bir kitle ile iyi iletişim kurduğunun nişanesi olarak bir kez daha, bu vesileyle tespit edilmiştir. Son yolculuğu sırasında kuzenime, herkes kendi dini itikatları mucibince içten saygısını göstererek Çiftlik Köy mezarlığındaki definde hazır bulunmuşlardır... Yıldızlar yoldaşı olsun temennisi ile tekrar ve tekrar, nurlar içinde olması için niyaz ediyorum.

Mezkur defin sırasında; belirttiğim üzere herkes kendi dini inanış ve itikatları çerçevesinde yakarış ve dualarını ederek son görevlerini yerine getirirken, bazı kafir, münkir ve münafıkların gözlerinin başka tespit ve gözlemlerde olduğu ise sonradan anlaşılmıştır ki, bu zevat, kim ellerini havaya kaldırarak dua etmiş, kim kaldırmadan dua etmiş, kim saygıyla mevta önünde eğilmiş, kim eğilmemiş, kim ne kadar ağlamış, kim ne kadar gülmüş gibi tam kendilerine yakışacak bir şerefte çetele tutmuşlar. Oysa size ne değil mi? Böyle bir günde bile nelerle uğraşıyorlar... Kim nasıl, hayır dua ederse etsin ve mevta yoldaşlığına gönderirse göndersin, sana ne, değil mi? Sen etrafını gözetleyip kollayacağına kendi duanı etsene, eee aslında kendinin de dua ile meşguliyeti yok ki... Bunlar, bir avuç diye tariflenecek bir güruh olup, aslında hayatlarının hiç bir döneminde konunun özü ile ilgili olmamışlar ve sürekli konunun gösteriş ve cila tarafına bakmışlardır. Oysa bizler gibi; bu bir avuç, hadsiz ve çapsız kişiyi yeterince uzun süre izleyen insanların, bu güruhun; bilgisiz, cahil, debil, embesil, görgüsüz, içi başka dışı başka, içleri kötülük dolu ve içleri bu kötülüklerden ötürü kurum bağlamış, bencil, saygısız, terbiyesiz, ukala müsveddesi olduklarını bilirler... Bunlar; kahvehane önünde oturup, 2 gazete okumak yerine, 2 kitap okumak yerine, sabahtan akşama kadar dedikodu yapmayı, fitne-fesat üretmeyi, yalan söylemeyi, yalanlar üstünden dünyalar kurmayı, kim kiminle aşna-fişne işleri yaparı konuşmayı, kim kimin eşiyle nasıl durumdadır, kim kimin kızı ile ilgilenmektedir gibi, asla ve kata bir başkasını ilgilendirmeyen konularla ilgilenmeyi, büyük bir merakla, kendilerine paye bir yüksek ihtisas konusu saymaktadırlar. Oysa buna harcayacakları zaman ve eforu, 2 satır bir şeyler okumaya ve anlamaya çalışsalar, bilgileri artacak ve dolayısıyla ilgileri de artarak, tıpkı ataları gibi yaşadıkları coğrafyaya belki biraz katkıları olacak, ama nerde... Tercihleri, hep kahvehane önünde oturup, ısmarlanacak 1 çay için bekleyip, boş teneke misali çok ses çıkarıp, satılacak bir tarla ve eve aracılık edebilirmiyiz, bir yerde bir arsa nizası nedeniyle kadastrol bilirkişilik (aslında bilmez kişilik ve profesyonel yalancılık) benzeri beklentiler içinde olmuştur. Bu mezkur zevat, yelkencilikleri, yağcılıkları ve yalakalıkları nedeniyle her dönem bir başka siyasi çizgiye atlamakta beis görmezler ve sürekli hareket halindedirler, bugün burada, diğer gün şurada, hop kucağa hop çukura misali... Aynı zevat ne tesadüftür ki, cami ve dini törenlerde de sürekli başrolleri alırlar, okudukları ve öğrenmeye çalıştıkları hemen hemen bir kitap yoktur, evlerindeki tek kitap olsa olsa "Kuran" dır, onu da bilmezler, okumazlar ve tüm hayatlarını yansıtan cilacılık bu konuda da ön plandadır. Cila ve sırlarının dökülmesi korkusu ile de, bunlar okuyan, araştıran, bilgili ve görgülü insanları da hiç mi hiç sevmezler... Kim mi bunlar, vallahi, köyümüzün, namuslu, akıllı ve saygılı büyük çoğunluğu bunları tek tek iyi tanır ve bilirler, hukuki nedenlerle isimlerini yazmıyorum ancak merak edenler olursa müracaatları halinde her müracaatçının kulağına tek tek söylenecektir. Allah bunlara; akıl, izan ve ahlak ihsan eylesin...

Oysa; Çiftlik köyü yerlileri; mert, çalışkan, dürüst, ahlaklı, bilgili, namuslu, dedikoduyu sevmez, bilgiye ve bilgiliye saygılı, hatta küçüklerini seven ve büyüklerini sayan insanlardır, ama nedense bunlar ayrık otu gibi bu mümbit topraklarda yetişmiştir, binanaleyn...

Ben cahilleri çok seviyorum, çünkü onlar her şeyi çok iyi biliyorlar.

Nihayet; Şükrü Erbaş'ın; "köylüleri niçin öldürmeliyiz" şiirinden bir bölüm ile, nokta...

çünkü onlar yanlış partilere oy verirler
kendilerinden olanlarla alay edip
tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar
devlet; tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir
devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar
yiğittirler askerde subay dövecek kadar
ama bir memur karşısında bu da tuhaftır
ezim ezim ezilirler
enflasyon denince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler
cami duvarı, kahve ya da bir ağaç gövdesine yaslanıp
onbir ay gökyüzünden bereket beklerler
dindardırlar ahret korkusu içinde
ama bir kadının topuklarından
memelerini görecek kadar bıçkındırlar
harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez
şehre giderler !...

Pazartesi, Mart 14, 2016

KUNDURACI İBRAHİM ÇİÇEK ve AYAKKABICILIK


Geçtiğimiz günlerde, Çeşme'nin el yapımı ayakkabı imalat sektöründe emek sahibi olan çok sayıda büyüklerimizden biri olan İbrahim Çiçek abimizi kaybettik, kuşağım ve daha büyüklerimin önemli bir bölümüne gerek ayakkabı imalatı, gerekse de ayakkabı tamiri hizmeti veren biri olarak hep anılacak olup, anıların benim açımdan asla unutulamayacak bölümü ise, dükkanına gidip babamın benim için verdiği ayakkabı siparişinin imalata dönüş sürecidir... Öncelikle kocaman bir kalın karton üstüne basan ayağın, karbon kalem ile şeklinin çizilmesi, birkaç gün sonraya verilen ilk prova, ilk prova sonrası sorun olmaması halinde, yaklaşık 1 hafta sonra alınan yeni ayakkabıların, teknolojinin yeterince el vermemesi neticesinde yeterince işlenerek sağlamlaştırma işlemi görmemiş ham kösele tabanın kabara ve diğer metal aksamlarla takviye edilmesi ile ayakkabı ömrünün uzatılmaya çalışılması süreci, asla hiç bir şekilde suni bir malzeme kullanılmamış olmasıdır. Az da olsa imal ettiği ayakkabıları giydiğimiz, sonraki uzun yıllarda da, yıpranan veya son kullanma tarihi gelmiş ayakkabılarımıza bizlere tekrar hizmet vermek üzere yenileyen İbrahim Çiçek abimiz, yanlış hatırlamıyorsan bir sürede babam ile birlikte, bilebildiğim en eski ayakkabı imalatçısı İhsan Özbay büyüğümüzün yanında çalışmışlar. Bu vesileyle adı geçen ve geçmeyen tüm büyüklerimizi, elleriyle, yürekleriyle,  sevgileriyle, alın terleriyle ve acılarıyla ama mutlaka namuslarıyla Çeşme kent yaşamına kattıklarından ötürü, saygılarımla yad ediyorum.

Tarihte; yöreden yöreye ve kullanım amaçlarına göre değişmekle birlikte, ayakkabıcılık, kunduracılık, pabuççuluk, sayacılık, mestçilik, yemenicilik benzeri isimlerle anılan bu zanaat, Orta Asya Türklerinde çizme benzeri konçlu "edik" denilen ayakkabı imalatı ile başlayıp Anadolu'ya göçlerle gelinince, tanıştığı yeni türleriyle halvet olup 1800'lü yılların başına kadar ihtiyaca göre üretim halinde devam etmiş, bilahare yakın tarihimize kadar üretim yapan "BEYKOZ" yada "SÜMERBANK" adıyla maruf manüfaktür duruma sıçramıştır. Dünya kapitalist sistemine entegre olma sevdası ile yaratılan rüzgar, gerek istihdam gerekse de gelir seviyesi düşüklüğü nedenleri ile , makineleşmenin yarattığı seri üretim, yerel ve el üretimi ayakkabıların önüne geçememiştir, yakın zamanlara kadar... II. Dünya savaşı sonrası, ihdas edilen yeni sömürge ilişkileri, giderek ve de özellikle de 1980 sonrası "sermayenin serbest dolaşımı" numaralarıyla, öncelikle yerel zanaatın, bilahare de fabrikasyon da olsa yerel üretimin önüne set çekilerek, canım yurdum uluslararası talan kurumlarının faaliyetlerine terk edilmiştir. Meşhur "Özalizm" diye yutturulmaya çalışılan, çakma neoliberal politikalar ile başlayan ve nihayetinde, sözde sosyal demokrat ve sözde bizden ve yerli kakalaması ile canım yurduma musallat edilen "Dervişizm" politikaları yerel üretimin belini kırar ve canım yurdumu uluslararası talana terk eder. Teknoloji kullanımı açısından büyük merhaleler kat etmesine karşın, aşırı tüketimin pohpohlanması neticesi ham madde sıkıntısının baş göstermesine koşut olarak suni malzeme üretiminin tavan yaptığı bu dönem, taa zehirli ayakkabı ithalatlarına kadar varan, mezkur politikaların tek sistemli dünyada canım yurdumun bu kafa ile baş edebileceği bir pazar olmaktan çıkar, malum mahfillerin planlarının uygulayıcılarının elinde tarumar edilir...

Yıllar önce, çalışmakta olduğum Hindistan'a bir seyahatim sırasında tanıştığım bir ayakkabı fabrikası sahibi ailenin hikayesi ise, nerelere gelindiğinin hazin bir fotoğrafıdır. Son 60 yılda, gözümüze adeta övendire batırılarak, bugünler müjdelenirken, durum tespiti yapan abilerimizin ve bilahare de bizim de içinde bulunduğumuz canım Yurdumun yüz akı insanlarını, "komünistler Moskova'ya" diye tahkir eden münkir ve münafıklarının, utançlarından yere batmaları gerekirken, hala daha bugünlere geçerli ve makul izahlar arıyor olmaları, ve de, ne yazık ki ekseriyetin teveccühüne mazhar olmaları kara mizah tarihinin "top" ları arasındadır, ama ne gam, ne keder, ama haklılar bu kadar yalan ve dolan dinleme heveslisi varken onlarında yapabilecekleri de sınırlıdır... Uçağa biniş sırasında başlayan muhabbetimizin, yan yana otururken de, uzun yolculuk nedeniyle konunun tüm kılcal damarlarına inmesi, konuya da gösterdiğim ilgiden mütevellit, kaçınılmaz olmuştur. Atalarından kalma küçük imalathanenin, nasıl büyütülerek ciddi miktar ve dünya fuarlarının müdavimi olacak kadar kalite ürettiğinden, enerji, hammadde ve imalat yapmanın kaçınılmaz ve dayanılmaz maliyetlerinden, tıpkı diğer sektörlerde yaşandığı üzere, "sermayenin serbest dolaşımı" numarasıyla ulusal düzeyden uluslararası düzeye (!!!!) nasıl taşındığının hikayesi gerçekten çarpıcı ve ders niteliğindedir... Kendilerinin gün itibariyle 17 dolar (ABD) maliyetli ayakkabılarının, Hindistan'daki genellikle deri ve deri işlemeciliği sektörlerine adeta çok büyük bir OSB (organize sanayi bölgesi) olmuş, Agra kentinde, imalat, navlun ve her türlü ihracat-ithalat vergi, fon ve accessler dahil 7 dolara (ABD) nasıl olduğunun hikayesi çok çarpıcı olmakla birlikte, yerli üretimi nasıl bitirmiş olduğunun da "Derviş"cesidir... Hani bugünküler, biz yapmadık o yaptı diyorlar ya, biz de onlara, değiştirseydiniz elinizden tutan mı oldu ki diyoruz, ve ilaveten Derviş beyefendiyi bir ara genel başkan, bir arada seçimler kazanılırsa da bakan yapmayı düşünenlere de, Allah kimsenin yolunu şaşırtmadan,  akıl ve izan ihsan eylesin, diyoruz...

Geçtiğimiz yıllarda, yeni iktidar sahiplerinin, ayakkabıya ve ayakkabıcılığa olmasa bile ayakkabı kutularına yüklediği yeni anlam ve görev, necip milletimizin, imalatta olmasa bile tasarrufu saklamakta ne kadar yaratıcı ve mahir olduğunun yeni bir nişanesi olup ve de hayretlerimize mülhem olarak, evlerimizdeki tüm ayakkabı kutularının tek tek kontrollerini yaparak, "NAİL BABA"nın muhtemel mucizelerini aramakla geçirdiğimiz de ayrı bir gerçektir.

Salı, Mart 01, 2016

GALATASARAY'IN PERİŞANLIĞI VE YÖNETİM


UEFA Kupasında; 2-1 kaybedilen Lazio maçından sonra Galatasaray teknik direktörü Mustafa Denizli, bir gazetecinin, "Galatasaray’da saha içinde umursamaz oyuncular mı var" şeklindeki sorusu üzerine şunları söyledi: "Mutlaka var. Bunları görmemek için maçı izlememek lazım. Böyle bir tabloyla karşı karşıya kaldık." diyerek asıl kafasının ardındaki düşüncesinin ipuçlarını vermiştir. Futbolcular açısından bir umursamazlık söz konusu ise, bu zaten Mersin maçında da, Kayserispor maçında da, Osmanlıspor maçında da, Konyaspor maçında da, Trabzonspor maçında da yok muydu... Vardı ise teknik yönetim mi görememiştir? Peki bu umursamaz futbolcular değil mi idi ki, bir önceki sezonu 3 kupa ile bitirmiş... Ne oldu da birden bunlar umursamaz hale geldiler... Kimse öyle biliyormuş numaraları ya da pozları takınarak; "bu futbolcular yetersiz", "bu futbolcular umursamaz", "bu futbolcular kötü" gibisinden ahkam kesmesin, bunun adı düpedüz başarısızlıkların faturası kesilirse kimden ses çıkmaz ya da en az ses kimden çıkar ve o da kuru gürültüye gider, taktiğinin uygulanmasıdır... Bir taraftan Galatasaray yönetimi, diğer taraftan da kulübün futbol yönetimi başta Mustafa Denizli olmak üzere, yakan top oynuyor misali futbolcuları taraftarların önüne atmaktadır... Sen daha Mersinidmanyurdu'nu, Konyaspor'u yenemiyorsun, peki elinizdeki futbolcular o takımlardakinden de mi kötü, bırakın allahaşkına, aklımızla dalga geçmeyin... İddia ediyorum şu an ki Galatasaray kadrosu bu ülkenin en az Beşiktaş kadrosu kadar, en az Fenerbahçe kadrosu kadar iyidir ve kalitelidir. Sorun yönetme ve organize olamama sorunudur... Sorun da buysa eğer, sorumlular genel yönetim ve futbol teknik yönetimidir, hiç öyle vücudun orta bölümünü sallamaya gerek yok... Kaç takımda Muslera var, Hakan Balta var,          Aurelien Chedjou var, Semih Kaya var, Martin Linnes var, Yasin Öztekin var, Selçuk İnan var, Wesley Sneijder var,   Ryan Donk var, Hamit Altıntop var, Lukas Podolski var, bırakın bu yakan top oynamayı... Gülünç duruma düşüyorsunuz... Hele geldikleri takımlarda birer yıldız adayı olan, Tarık Çamdal, Olcan Adın, Sinan Gümüş gibi futbolcuları da saymamak ayıp olur... Efendim sakatlıklar, efendim cezalılar, efendim formsuzluklar gibi bahanelerinde ardına hiç saklanmayın, sakatlık varsa, cezalılık varsa, formsuzluk varsa sorumlusu ben miyim... Bunların tamamının sorumlusu sizlersiniz, şimdi düşünün Mustafa Denizli hala maraton programında yorumcu olsa idi, ne derdi, o muhteşem gülücüğünü de takınarak, "kolay sakatlıklar iyi çalışmamanın ifadesidir", hemen "bu kadar sakatlık iyi idman yapmayan takımlarda olur" diye cilalı imajın mamulü futbol yorumcuları da kervana katılırlar idi... Peki şimdi biz ne diyeceğiz... Peki tüm bunları söylerken, Mustafa Denizli'nin futbol bilgisi ve tecrübesi gereği bunları bilmediğini mi, bunları düşünemediğini mi söylüyorum, olur mu öyle şey, zinhar, Mustafa Denizli futbolu iyi bilen birkaç kişiden biridir ama onun bilemediği, yönetim ve organizasyon konusudur... Tıpkı, Fatih Terim'in TÜSİAD tarafından düzenlenen yönetim toplantısında, yönetim ve organizasyon üstüne konuşma yapması hasebiyle kendisini, iyi yönetici zannetmesi gibi, bu muhterem de kendisini öyle zannetmektedir, ama kim ne derse desin durum ortadadır... Efendim Galatasaray'ı şampiyon yaptı diyenlere söylüyorum, hayır yapmadı, merak eden o sezon için Galatasaray'ın sözleşmeli teknik direktörü kimdi diye gider TFF ye sorar... Diğer taraftan asla unutulmaması gereken bir nokta da; Fenerbahçe döneminde yabancı sınırı sırasında fazla yabancı oynatmaktan ötürü ceza alınınca "ben yapmadım, o yaptı" yaklaşımını gösterenlerin yönetim konusunda fazlaca gak guk etmesinin, yanlışlığıdır... Yönetici; çıkan yangını söndüren değil, yangın çıkmasını engelleyendir. Evet, Mustafa Denizli'nin bu noktalara gelmesinde Galatasaray kulübünün inanılmaz katkısı vardır, ama o, son 2 sezondur maraton programında Galatasaray için yaptığı açıklamalar ve zımni saygısızlığından ötürü kapısından bile geçmemesi gereken bir yere yeniden Teknik direktör olabiliyor... Hem de tıpkı Fenerbahçe'ye teknik direktör olurken gerçekleştirildiği söylenen bir yöntemle, Galatasaray'a da hayırlı uğurlu olsun ne diyelim... Şapkadan tavşan çıkaracaklar ya; her maça ayrı kadro, deniyorum ve arıyorum numarasına yatarak, bunu ancak destekçi ve dayanışmacı yazarlar söylüyor, onların dışında kimse ciddiye bile almıyor bu iddiaları, biraz komedi olacak ama mesela Sabri'yi kaleye alıp, Muslera'yı santrofora almak ta denenebilir...Büyüka'nın yanında küçüka'lık yaparak insanlar olsa olsa, ancak küçülürler, büyümek ise bağımsızlılığı, kararlılığı ve inanmışlığı sürdürebilmekten geçer... Evet, Biz Mustafa Denizli'yi; hemşehrimiz, arkadaşımız olarak çok severiz ama biz Galatasaray'lıyız ve takımımızı daha çok seviyoruz...

Evet; Galatasaray 2001 sezonundan, yani Faruk Süren'den sonra, yani Mehmet Cansun ve Özhan Canaydın ile birlikte kötü yönetilmeye başlanmış ve hızlı bir Fenerbahçeleşme süreci yaşamıştır ve ne yazık ki bunalım artarak ta sürmektedir. Kötü yönetim ve siyasi tutum takınarak, ekonomik ikbal beklentisi adeta bir saplantı haline gelince, kulübün ali menfaatleri geride kalmıştır, ve ne yazık ki bunun en fazla sırıttığı dönemde, taraftarın çok şey beklediği Adnan Polat dönemi olmuştur. Borç batağı bir kenara, kaybolan prestij ve marka değeri, taraftarın kaybolan güveni ve desteği, her şeyden öte de inanılırlık kaybolmuştur. Hamza Hamzaoğlu'nu gönderirken ne açıkladılar, yok, yönetimin önüne geçen açıklamalar yapıyor, yok, karizması Galatasaray yönetiminin kararlarına uymama noktasına getirdi, yok, Yönetimin önüne geçecek tavırlar gösteriyor, gak guk, yahu mütevazi birinden bu kadar muzdarip iseniz, Mustafa Denizli'nin karizmasını ya bilmiyorsunuz ya da bizi iyi çözdünüz, hani önümüze ne koyarsanız yiyoruz ya... Bu açıklamalar tıpkı; Ersun Yanal'ın pivot santroforla oynamayacağım deyip Hakan Şükür'ü milli takımdan kesip, bir başka pivot santrofor, ki kötü bir kopyasıdır Hakan Şükür'ün, Ersen Martin'i milli takıma çağırması gibi abukluklardır, bunlar, bizleri aptal yerine koymayı bırakın yoksa futbol çökecek, sizin bu doymak bilmez ahmaklığınız yüzünden...