Perşembe, Aralık 12, 2019

PREKAZİ, AHDE VEFA


Dünyada sadece işine geleni parlatan bir medya olması ne kadar da kötü, çünkü ahde vefa kabilinden geçmişte iyi yaşanan şeyleri anımsayanların seslerinden kimse haberdar olamıyor. Sanki eski olan herşey kötü imiş gibi yapılıyor. Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve sosyalizm kötü bu beylere göre, ama doğru mu zinhar doğru değil…Galatasaray’ın efsane futbolcularından Cevad Prekazi’nin yaşamını konu alan, anı-söyleşi türünden “Prekazi, vurdu gol oldu” kitabını okudum, herkese öneririm. Bir defa sadece futbol değil, hayatın tam da kendisini bulabilirsiniz, kapitalizm, sosyalizm, ateizm, İslam, Hristiyan, iç savaş, başarı, eğitim, kitle sporu, entrika, liderlik vs vs her konuya değinilmiş, hani şimdiki futbolcuları görünce hani bir de şeyhlerinin dizleri dibinde oturup ta sıkılmadan poz verenlerini, adamı neden daha erken bu kadar tanımamışız diye de hayıflandım, haaa tanısaydık ne olacaktı diye soracak olursanız, vallahi ona da cevabım yok… O zaman da kendisini beğenirdik kitabı okuduktan sonra da… Vallahi ne iyi bir adammışsın sen, Prekazi…

Sovyetler Birliği ile oluşan ayrılık neticesinde Amerikan kuyrukçuluğu yerine kendilerinin de lider olduğu “Bağlantısızlar Hareketinin” kurucu ülkelerinden biri olan Yugoslavya’da dünyaya gelip, ülkenin dünyanın parlayan yıldızı olduğu devirde insan olmanın onurunu, eşit üretmenin ve adil bölüşmenin hazzını yaşamış vesselam, Cevad Prekazi. Bilindiği üzere, dünyanın 2 kutuplu olduğu dönemlerde, başını Yugoslavya, Hindistan, Mısır, Gana gibi ülkelerin çektiği “Bağlantısızlar hareketi” ayrı ve bağımsız politika izlemek üzere bir araya gelirler, maksat emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı savaş vermiş ülkelerin dayanışması ve eşit temsili neticesinde karar üretmektir.

Kitabı okudukça, Yugoslavya’da insan nasıl çok yönlü ve yetenekleri doğrultusunda eğitilirmiş, anlıyoruz, şimdi dünyanın içinde bulunduğu duruma bakarak, üzülüyoruz, ahlanıyoruz, vahlanıyoruz. Sıradan bir aile, ama evde müzik zevki, kulağı ve estetiği oluşturacak müzik dinleniyor, mesela hiç kaçırılmayan da her yıl 1 Ocak’ta “Viyana Filarmoni Orkestrası” tarafından “yeni yıl konseri” adı altında olanı ve Cevad Prekazi şimdilerde 60 yaşını geçmiş olmasına rağmen hala mezkûr konsere müdavim.

“İşçiler için de güzeldi yaşam. Yılda en az iki kere tatile gidiyordun. Fabrikada liste yapılıyordu; kim banliyöye gitmek istiyor, kim deniz tarafına gitmek istiyor, kim dağa gitmek istiyor. Gidiyordun ve bütün masrafları devlet karşılıyordu. Bide 20 yıl çalışan her işçiye daire veriyorlardı. Müthişti. Hepsi “Tito”nun sayesinde” … Böyle değerlendiriyor Yugoslavya’nın çalışma hayatını, çünkü böyle görüyor… Eee tabii o zaman henüz insanlar “kaynak nerde, kaynak” şebekliğini keşfetmemişlerdi. Devletler ve tebaaları biliyordu ki; “bu dünya bizim” ve herkese yeter, bu minvalde organize olmuşlardı. Mesela o dönemlerde herkes onurlu yaşamak için her şeye sahiptiler ama bir tek eksiklikleri vardı, “dolar milyarderleri”, çok şükür şimdi kavuştular. Yaşasın kapitalizm…

Kitabı derleyen Onur Bayrakçeken soruyor; “Hajduk Split de ilginç bir kulüp. Yugoslavya’nın en eski kulüplerinden, 1911 de kurulmuş. Nazi işgali döneminde faşistlere direnmiş. Hatta devrimden sonra birçok kulübün ismi değiştirilirken Hajduk Split’in ismine dokunulmamış, herhalde ödüllendirmek amaçlı”ve Prekazi cevaplıyor; “Hajduk Split de Partizan gibi tam bir Yugo kulübüydü… Bütün dünyada taraftarları vardı. Zaten II. Dünya savaşında da pek çok Hajduk idarecisi ve futbolcusu faşistlere karşı savaşırken öldü. Faşistler, Hajduk’un ismini değiştirmek istedi ama Hajduk geçit vermedi onlara. Bu yüzden Yugoslavya için önemli bir kulüptür. Bir dizi bile çevrilmişti Hajduk’un nasıl kurulduğuyla, II. Dünya savaşında neler yaptığı ile ilgili; Velo Mista (1980).”. Tarihsel bir tespit daha yapıyor ve sporun ve sporcunun gerçek pozisyonunun ne olması gerektiğine işaret ediyor, yan “yok öyle güçlüden yana olma” modası… Ne yapayım ekmek parası bahanelerinin arkasına sığınılmaması gerektiğini söylüyor.

Whatsapp profilinde che Guevera’nın fotoğrafını bulunduran Prekazi ile söyleşi müzik üstüne de devam ediyor, kitap ve edebiyat üstüne devam ediyor, neler neler de biliyormuş bu adam dedirtiyor, hani bizim futbolcu profiline hiç te uygun değil, hani tamam ağam tamam paşam diyenlerden değil… “Punk” müziğin önemli temsilcilerinden “The Clash” in esas oğlanı, punk’u slogan müziğinden sıyırıp içini doldurmaya çalışan Ankara doğumlu Joe Strummer’e kadar, hatta onu faşistlerin neden sevmediğine kadar bilgi sahibi, hay Allah futbolcunun da bilgilisini ne kadar özlemişiz dedirtiyor vallahi…

“İyi ki Yugoslavya’da doğmuşum. Çok şey öğrendim. Çünkü öğrenmek bedavaydı bizde. Şimdi her şey paralı oldu” sözleriyle açıklıyor, sosyal hayat ve eğitim sistemini… Evet böyle diyor Prekazi, Kızılyıldız, Hajduk Split, Partizan, Amerika da futbol, Galatasaray, Liverpool gibi takımlarla ilgili bilgi ve deneyimleri, Derwall’in üstatlığı, Mustafa Denizli’nin kıvraklığı, Alp Yalman’ın yalpaları, siyasetin futbola, futbolun siyasete, dinin futbola ilgisini ve müdahalesi, dini tercihinin dinsizlik olduğu, Canım yurduma gelen Yugoslav futbolcular, bizde parlatılan ama hiç te öyle olmadığı konusunda hemfikir olduğum Goran Bregoviç üstüne tespitler, Tugay Kerimoğlu, Uğur Tütüneker, Tanju Çolak, Hakan Şükür, Erdal Keser, Hasan Şaş, Arif Erdem, Hagi, Hıncal Uluç, 14 yıl aradan sonra yeniden Galatasaray şampiyonlukları, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupasındaki başarılar, Tarık Akan ile dostluk, Fenerbahçe’nin transfer teklifi, Erman Toroğlu ile ilgili çok kötü tespitleri ve yalancılığı ve kasıntılığı ve Türkiye’den vatandaşlık almasına kadar… Merak edenlerin okuması gerekir diye düşünüyorum.

Yazımı; Efsane Teknik Direktör Jupp Derwall’in Cevat Prekazi ile ilgili şu sözü ile bitiriyorum; “Cevad, rahatça başa çıkabileceğiniz kolay bir oyuncu değildi ama birlikte cehennemden geçebileceğiniz futbolculardandı”. Bu vesile ile bir futbolsever olarak Jupp Derwall’i de büyük bir özlemle analım.

Cuma, Aralık 06, 2019

TURABDİN- MİDYAT


Dinler ve diller kenti olarak da değerlendirebileceğimiz bir kenttir, Midyat. Gerçi kolayca bilineceği üzere, bu kadar medeniyete beşiklik etmiş, adeta bir kavimler kapısı olmuş Canım Anadolu’nun birçok bölümü gerçekte böyle olsa bile, maalesef ülkemiz garip azınlığı tarafından canlı tutulan “ya sev, ya terket” kültürü uluslararası bir destek ve dayatma neticesinde, buna gözlerini yumarak “yokmuş” muamelesi yapmaktadır. Yapıyor da ne oluyor, kocaman bir hiç, hayat devam ediyor, kervan yürüyor. Midyat, açık müze havasında dolaşılabilecek bir kent olmanın ötesinde, Ezidice, Süryanice, Arapça, Türkçe ve Kürtçe hep birlikte güzel güzel, uslu uslu ve temelde kardeşçe idare ederken göze farklılıkları ve farklılaşmayı tetikleyen bir pankart çıkıyor önümüze, tahminimce de asla tabanı olmayan bir fikriyatın provakatif yaklaşımı, Allah selamet versin bu kafaya… Kaymakamlığın düzenleyip ziyarete açtığı konak üzerinden bakıyoruz Midyat’a, cami ve kiliseler kenti, peki vatandaşın bu yerlerle olan ilişkisi mezkur yerlerin çokluğuna mütenasip midir hiç zannetmiyorum ve sorduğum sorulara gençlerden aldığım cevaplar fikrimi destekliyor. Manzaranızı Cami ve kiliselerin siluetleri dolduruyor, en azından görüntüde kardeşlik görüntüsü, hoş gerçekten çok hoş… Kentin girişindeki kavşağın düzenlenmesinde refüjdeki göbek üstüne inşa edilen heykel nasıl bir kente geldiğinizi anlatıyor. Kare kesitli bu dikitin bir tarafında Müslümanlığı simgeleyen Cami, bir tarafında Hristiyanlığı simgeleyen Kilise, bir tarafında Ezidiliğin simgesi Tavuskuşu ve hepsinin ortak noktası Türkiye haritası ise bir tarafında bu heykelin. Bunu kimin yaptığı kadar kimin yaşamasına da izin verdiğidir, bu manada seçilmiş ve atanmışların hoşgörü ve sabırlarını takdir etmek gerekir. Gücü elinde bulunduran atanmışların iki dudağı arasından çıkacak bir söz sükuneti bozabilir ama yapmıyorlar ve de yapmamaları da çok doğru görünmektedir. Bu hoşgörünün sınırlarının daha da artması dileğimizi bu vesile ile tekrarlamalıyız. Hülasa hem ismi, hem tarihi, hem toprağı ve en önemlisi insanıyla özel bir yer olan “Midyat”, “Turabdin” denilen bir bölgenin neredeyse merkezinde bulunmaktadır. Turabdin diye adlandırılan bölge, Süryaniler için dini ve kültürel açıdan çok önemli bir bölge olup Süryanice de “Kulların dağı” anlamına gelmektedir. İnişli çıkışlı bir kalker platosu olan Turabdin, Midyat İdil yolu üzerindeki “Mor Gabriel Manastırı”ndan (deyrülumur) ötürü ziyaretçisi fazlaca olmaktadır. Rivayet odur ki, bidayetten beri 80 önemli manastırın burada yer alması Süryaniler için bir çekim merkezi olmuştur. Mor Gabriel Manastırı, yaklaşık 1600 yıllık bir yapı ve ibadethane olmanın ötesinde bir anlam taşır Süryaniler için sevginin ve kardeşliğin bir simgesidir adeta.

Platonun üzüm yetiştirilmesine çok elverişli, sık sık görülen kalker türevli toprak tepelerinden oluşmuş olması, kaliteli üzüm için gereken, her asmanın ayrı ayrı güneş, rüzgâr ve çiğ gibi doğa olaylarından eşit ve uygun faydalanmasına olanak vermektedir. Zaten bu görüntü yetiştirilmiş üzüm kalitesi ve üretilen Süryani şaraplarından da anlaşılmaktadır. Bölgede Turabdin şarapları, beyazı kerkuş ve mezruna, kırmızısı ise öküzgözü ve boğazkere üzümlerinden elde edilmekte olup şarabın tadının geleneksel hazırlanmış küplerde toprak altındaki mahzenlerde 45-60 gün bekletilerek temin edildiği anlatılmaktadır. Sabah saatlerinde gezmemize rağmen açılmış şarap evlerinde, tadımlık ikram edilen şarapların tadına baktık, özellikle de kırmızısına, tadı hafif değişik, ağızdaki pozisyonu dolgun ve kesif, içimi hoş ve keyifli bir şarap… Neyse daha fazla konuşmayıp işi uzmanlarına bırakayım. Ama gidilirse mutlaka tadılmalı ve alınmalı…

Evet; Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Ezidi, Süryani; kadim toprakların kadim milletleri ve inanışları, Mezopotamya halitası olmuş adeta, acıları, sevinçleri, gururları ve bellekleri sevgiyle yoğrulmuş, dillerin oluşturduğu köprüler ile dünü bugüne, doğuyu batıya imbiklemiş ve eklemiş… Acılar, gözyaşları, zaferler, yıkımlar yaşayarak yüzyılları geride bırakmış insanların bugünkü mirasçıları ile konuşunca kimse yaşanmışları unutmuyor gibi görünüyorsa da herkesin özlemi sükûnet, sevgi ve huzur, bu net… Ama su uyur düşman uyumaz, bu kadim coğrafya ekseriyetin hasletinden ziyade ekalliyetin musibetinden nasiplenmiştir.

Süryanilerin adını ilk kez 1975’te duymuş idim, dayatılan politikalardan yılan bu kadim millet büyük kitleler halinde Avrupa’ya özellikle de kuzey ülkelerine göçerler, mezkûr yıllarda Almanya canım Yurduma işçi hücumunun önüne geçmek maksadıyla vize uygulamaya başlar ve akabinde de İsveç Süryani göçmenleri bahane ederek vize uygulamaya başlar… Mezkûr yıllarda Çeşme başta İsveç olmak üzere kuzey ülkelerinin turisti ile tanışır, Altın Yunus ve Ertan Oteli tur operatörlerinin merkezidir adeta. İşte ilk kez o yıllarda İsveçlilerden duymuş idim “Süryani” sözünü. Gerçi Çeşme’yi dünyanın merkezi sayanlar pek bilmez ama sonradan daha neler neler öğrendim buralarda bilinmeyen, say say bitmez. Peki; şimdi Çeşme’yi dünyanın en güzel yeri sayanlar, bir şeyleri öğrendiler mi, hiç zannetmiyorum, öğrenememe durumu kuşaklar arasında da kontamine bir durum oluşturmaya devam ediyor, ne yazık ki… Öğrenme çaba ister, sabır ister hülasa kolay değildir. Bilmek ve öğrenmek süreci de tesadüfen olmuyor olsa da çok kişiye amorti cinsinden çıkıyor, vs vs…

Peki; şimdilerde çok moda, GAP turlarının, olmazsa olmazı, Mardin ve Midyat, ne durumda, görünürde tam anlamı ile bir huzur var ama görünürde galiba. Çünkü, Midyat, gümüş işlemeciliğinin ordinaryüslüğü sayılan “telkâri” işinde çok ileri, üzüm yetiştiriciliğinde çok ileri, şehir korumacılığında çok ileri, peki, sonuç… Midyat’ın en önemli partneri de yaklaşık 40 km mesafedeki Hasankeyf’tir. Hasankeyf bu manada Midyat’ın önemini arttırmıştır.

Pazar, Aralık 01, 2019

ZEYTİNDAĞI-MUSA OĞULLARI


“Arap baharı” adı ile maruf ve emperyalizmin yeniden şekil vermek istediği Ortadoğu üzerine; Falih Rıfkı Atay’ın geçen yüzyılın başında yine emperyalizmin yeniden şekil vermek istediği döneme yönelik anı ve gözlemlerinden oluşturduğu “Zeytindağı” adlı kitabı okuyoruz, neler neler var… Tehcir kültürü mü, tedhiş kültürü mü, savaş kültürü mü? Herşey var, barış kültürü yok. Emperyalizmin bölgeye nasıl odaklandığının, taaa o yıllardan fiilen yaşananlardan yola çıkarak anlatıldığı, bölgenin nasıl bir cadı kazanı olduğu, bölge insanının “çok taraflı diplomasiye” yatkın olduğu tespitinden, İttihat ve Terakki’nin güçlü adamı ve kendini “Suriye Hidivi” gören Cemal Paşa’nın “Emevi Camiinde Cuma namazları” törenseline kadar “multilateral” tespitleri, bol kepçe misali anlayabilene ya da anlayana misali… Hani her konuda hemfikir olunmasa bile, ders alma yorumda çeşitlilik faslından, okunması gereken bir kitap…

“Kudüs kelimesi Hıristiyanlığı hatıra getirir. Fakat ne Kudüs’te ne de Filistin’de Hıristiyanlık diye bir mesele yoktur. Kudüs'ün Hıristiyanlığı, Ortodoks Petersburg, Protestan Berlin, dinsiz Paris, Katolik Roma ve Anglikan Londra'nın politika meselesidir.
Kudüs'ün yerli meselesi, Yahudi-Arap meselesi: Bir avuç Yahudi, altı yüz bin Arap!
Yafa’dan Kudüs’e kadar Yahudi Filistin’i birkaç defa dolaştım. Filistin’in yeni kasabaları ve köyleri Yahudi eseridir. Bu, yeni değil, yepyeni bir Filistin’dir. Köylerinde akşamları simokin giyen İngiliz Yahudisi muhtarlık eder. Kırmızı yanaklı Alman Yahudi kızları dilijanslar üstünde şarkı söyleyerek bağdan köye döner. Müslüman Araplar ise, bu efendilerin hizmetindedirler: Üzümü Arap gündelikçi sıkar ve şarabını semiz Yahudi içer.
Eski Filistin’de Arap köyü bir toprak yığınıdır. Bahçeler harap, insanlar çıplak, gözler hastalıklıdır.
Yahudi Filistin'de kasabalar, portakal kokuları ile düzgün şosalar, frenk incirleri ile çevrilmiştir. Şubat ayında göğüsleri ve enseleri açık kadınlar, keskin süsledikleri zengin otel salonlarında, gözleri engine dalmış, harp sonunu beklemektedirler.
Gözyaşının hiçbir faydası olmadığını anlamak için, Yahudilerin Kudüs’te yüzlerce yıldan beri her cumartesi günü başlarını dayayıp ağladıkları taşı ziyaret ediniz: Yüzlerce yıllık gözyaşı, bu ağlama duvarını bir santim aşındırmamıştır.
Paranın ne büyük kuvvet olduğunu anlamak için ise, Filistin kıyılarını ve içlerini Yahudilerin ve büyük Arap sayısını çöle doğru süren Siyonist sömürgeciliğini görün. Yüzlerce yıllık gözyaşı, bir külçe altına değmez. Balfur'un bir nutku, Davud'un bütün mezmurlarından daha tesirlidir. Yahudiler tedhiş kasırgasını üzerlerinden defetmek için hiçbir gösterişi esirgemediler. Köylerinde bize her zaman portakalların en olmuşunu, şarapların en eskisini ikram ettiler. Bir gün aynı yaşta biri oğlan biri kız, iki güzel Yahudi yavrusunu al-beyazla süslemiş bir simokinli köy muhtarı, bana diyordu ki:
- Kumandan Paşa’ya bu akşam şiir okutmak istiyoruz. Acaba hangisi okusa Paşa hazretlerinin hoşlarına gider?
Yeni Filistin’de Almanca, İngilizce, Fransızca bütün diller konuşulur. Yalnız Yahudi dili olan İbranice, devletin dili olan Türkçe ve çoğunluğun dili olan Arapça görüşülmez. Köyler, orta halli bir dans salonundan boşaltılmış çiftlerle doludur. Ve çıplak Arap, kapı eşiklerinde yemek artığı ve yarı yenmiş portakal kemirip durur.
Buğday, Kuzey Suriye'den geliyordu. Filistin yiyici idi. Daha önce en büyük yiyici olan cephe vardı. Kıtlık ve açlığı önlemek için Filistin Yahudilerini harbin sonuna kadar istihsal bölgesine yollamak ve orada oturtmak lazım geldi. Acaba gerçek sebep bu mu idi, yoksa Filistin Yahudileri tehcir mi ediliyordu?
Bir Yahudi tehciri ihtimali haberi alınır alınmaz birbirleri ile boğuşan milletler bize karşı birleşiverdiler. Protestan, Katolik, Anglikan, Ortodoks, bütün Hıristiyanları birbirleri ile çarpıştıran ve 1914-1918 hamursuzunu Hıristiyan kanı ile yoğuran Yahudi bankerleri bütün kiliseyi havra menfaati için camiye karşı çevirmeye muvaffak oldular.
Yafa konaklarını, otellerini, portakal ormanlarını, bunca yıldır kurulan Yahudi yurdunu bırakıp Hama ve Humus kasabalarının kerpiçleri ve buğday tarlası içine atılmak: Asla!
Fakat Cemal Paşa, çiğ bir politikacı değildi. Siyonistlerin başlarının kimler olduğunu da biliyordu. Reisleri çağırdı, dedi ki:
- İkiden biri: Ya sizi, Ermenilere yapıldığı gibi tehcir ederim. Evlerinizi, bağlarınızı, bahçelerinizi bırakıp yaya olarak buğdaya doğru gidersiniz. Yahut evlerinize, bağlarınıza ve bahçelerinize sizden heyetleri bekçi yaparım ve emirlerine jandarma ve asker veririm. Bir portakala dokunanı idam ederim. Sizi de trenlerle yollarım. Ancak bu ikincisi olmak için yarın sabah bütün Viyana ve Berlin gazeteleri susmalıdır.
Yahudilerin akılsız olduklarını ispat etmek için fırsat beklemediklerine şüphe yoktu. Karargâh telgrafhanesine gittiler, iki satırla iki büyük şehri, ondan başka Londra'yı ve Paris'i susturdular.
Gerçekten Yafa'yı boşaltıp burunları kanamaksızın Hama ve Humus’a gittiler ve geride Araplar onların bir portakallarını bile ağız tadı ile yiyemediler.
Tehcirlerin bir sebebi de, Yahudi Filistin'in bir casus yuvası olması idi. Hama devesi ile çöl üstünden Bağdat karargâhına istatistik yetiştirmek, şüphesiz Filistin kıyısından sandalla İngiliz torpidosuna haber yollamak kadar kolay olmadı.
Bu yazıyı neşrettikten sonra Cevdet tarihinde şu satırları okudum: "Fransız İhtilali'nin âsar-ı garibesinden biri dahi budur ki, bu esnada Yahudi ağzından bir beyanname kaleme alınarak tabı ve neşir ile Kudüs-ü Şerifte bir Yahudi hükümeti teşkil olunmak üzere her tarafta olan Yahudiler, ittifaka devlet olunmuştur. Zehiy tasavvur-u bâtıl, zehiy hayal-i muhal."

“Zeytindağı” ile ilgili benden bu kadar… Merak edenlerin kitabın kendisini okumasını bugün adına şiddetle öneririm…

Perşembe, Kasım 21, 2019

ZEYTİNDAĞI- BİZİM İMPARATORLUK


Ülkemizin maalesef Ortadoğu’da “Arap Baharı” adı ile maruf büyük projenin yeniden karılan kartları münasebeti ile önemli roller üstlendiğini anlamaktayız, uzunca bir süredir devlet büyüklerimizin açıklamalarından. Bu münasebet ile çok önce okuduğum ve 1. Dünya savaşı döneminde Ortadoğu’nun nasıl bir girdap olduğunu ve Osmanlı’nın çok önemli eyaletlerini nasıl yuttuğunu anlatan önemli bir kitap vardır, “Zeytindağı” işte onu anımsadım, yazarı ise Falih Rıfkı Atay, malumunuz; yazar, gazeteci ve yazar olarak Atatürk’ün anıları denilebilecek kitaplar da yazmıştır. İttihat ve Terakki’nin önemli simalarından ve 4. Ordu Suriye ve Batı Arabistan Bölgesi Genel Komutanı Cemal Paşa’nın özel kaleminde de yedek subay olarak çalışır, Ortadoğu üzerine bilgisi, ilgisi ve dünya görüşü çerçevesinde ve ölçüsünde gözlemleri olur ve mezkûr döneme yönelik anılarını da mezkûr kitapta toplamıştır. Hafıza tazeleme babında kitabı yeniden okuma ihtiyacı duydum, günü değerlendirme adına çok faydalandığımı söyleyebilirim, okumamış olanlara da öneririm, hatta yanlış hatırlamıyor isem şimdiki Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’da Başbakanlığı döneminde kitabın okunmasını salık vermişti. Yeri iken söyleyeyim; birçok tespiti konusunda kendisi ile hemfikir değilim, olamam da, emperyalizm ve emperyalist paylaşım savaşı ve de Osmanlının rol ve pozisyonları konusunda ayrı düşündüğüm çok nokta var olmakla birlikte okunmasında sayısız fayda mülahaza etmekteyim, en azından şehirlerin fiziki durumunun tespitidir, yerli insanların davranışları konusunda gözlemdir neticede, artık neden ve sonuçları üstüne de herkesin dünya görüşü dahilinde analiz yapması mümkündür.

“Bizim İmparatorluk” başlıklı bölümdeki gözlem ve tespitlere herkes ittifakla katılır sanırım “Zeytindağı’nın tepesindeyim. Lût denizine ve Gerek dağlarına bakıyordum. Daha ötede, Kızıldeniz'in bütün sol kıyısı, Hicaz ve Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamame’nin kubbesi gözüme çarpıyor. Burası Filistin’dir. Daha aşağı Lübnan var; Suriye var; bir yandan Süveyş Kanalı’na, öbür yandan Basra Körfezi’ne kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız! Ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum. Çıplak İsa, Nasıra'da marangoz çırağı idi; Zeytindağı’nın üstünden geçtiği zaman, altında, kendi malı bir eşeği vardı. Biz Kudüs’te kirada oturuyoruz.
Halep’ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kâğıdı değil, ne Türkçe ne Türk geçiyor.
Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz. Kamame Kilisesi’nin Hıristiyan milletler arasında bölünmüş olduğunu bilirsiniz, içerisinin her parçası ve kilisenin her hizmeti bir başka cemaatindir. Bu cemaatler yalnız anahtarı pay edememişlerdir. Anahtar bir hocada durur. Bütün bu kıtalarda biz işte bu hocanın görevini yapıyoruz. Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar, her şey Arapların veya başka devletlerin... Yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı.
Osmanlı saltanatı son bürokrat iken, bürokrasi bile tam Arap, yahut yarı Araptır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk'e az rast geliyordum.
Arap milliyetçiliği güden Şamlı Azimzadeler, Konya'dan gelme Kemik Hüseyin torunları idi. Halep'in esas familyalarının asılları Türklerdi. Osmanlı İmparatorluğunda itibar, azınlığın imtiyazı olduğu için ve Türk unsuru imtiyazsız olduğu için herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha faydalı idi.
Bir Kürt zaptiye çavuşunun kütüğünden gelen Abdurrahman Paşa, dedesi ve babası vergi çaldığı için zengin, Araplaşmış olduğu için de ayan âzası idi. Bu Abdurrahman Paşa, kendi toprağının tamamını ancak harita üstünde görmüştür.
Birinci Millet Meclisi'nde Şer'iye Vekilliği etmiş, Eskişehirli bir Türk hocasının Türkler gibi "ve" demek yerine, Araplar gibi "vua" dediğini belki henüz unutmamış olanlar vardır. Suriye, Filistin ve Hicaz'da:
- Türk müsünüz?
Sorusunun birçok defalar cevabı:
- Estağfurullah! idi.
Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık.
Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi.
Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu
yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu.
Bizim emperyalizm, Osmanlı emperyalizmi, şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi: Türk milleti kendi başına devlet yapamaz!

Kudüs'ün en güzel yapısı Almanların, ikinci güzel yapısı yine onların, en büyük yapısı Rusların, bütün öteki binalar İngilizlerin, Fransızların, hep başka milletlerin idi. Gür sakalları baharat kokan Dürziler, saçları örgülü Yahudiler, elleri meşin-leşmiş urban ve entarili Araplar, hepsi Türk ordusu Kanala doğru giderken, dar Suriye ve Filistin kıtasında iki safa ayrılmış:
"- Geç yiğitim, geç!" diyordu.
Fakat bir avuç Türk, bütün kıtayı tuttu.
Koskoca çölü, yapı ve bahçelerle donattık.
Geç kalmıştık. Artık ne Suriye, ne de Filistin bizim idi. Rumeli'yi kaybetmiştik.
Bir realite hissi ile değil, bir tarih hissi ile kendimizi zorluyorduk. Anadolu baştanbaşa yapılmak, şehirler, köyler, ev ve tarla zengin olmak, Türkler tamamıyla Batılaşmak ve sonra da Halep'ten Kızıldeniz'e doğru, nüfus, teknik ve sermaye ile taşmak lazımdı. Biz ise Anadolu'yu aşıp Halep kapısını vurduğumuz zaman, bayındırlık ve kalabalık görmeye başlıyorduk. Halep, büyük bir şehir, Şam büyük bir şehir, Beyrut büyük bir şehir, Kudüs büyük bir şehir ve hepsi ağyar idi. Lübnan havası, bize Dobruca havasından yüz kat daha yabancı idi.
Fakat her yere:
- Bizim, diyorduk.
Şam, evimiz kadar bizim, Lübnan bahçemiz kadar bizim... Bu tasarruf ve hüküm hissinin bize damarımızdaki kandan geldiğine şüphe yoktu.
Ve kendimizi otelciye, lokantacıya, hatta posta memuruna anlatmak için yavaş yavaş Arapça öğreniyorduk.
Şam'dan kalkan tren, Medine'ye üç gün üç gecede gider. Medine'yi bile bırakmıyorduk. Medine'siz Türkiye? Bu emperyalizmin intihan demekti.
Ne Medine'si? Bir gün aşağı geçecek bir kıtayı selamlamaya inmiştik. Tren
varken, Adana'dan beri yayan yürümekte idiler. Üç bin kadar zayıf, soluk ve üstü başı yıpranmış Türk çocuğu, yorgun argın önümüzden geçtiler. Biliyor musunuz,nereye gidiyorlardı? Aden'e!
Hâmid'in mısraını hatırlıyordum:
- Nereye gitmek istiyorsunuz?
- Adem’e!
Mısır'ı fethe çıkan Cemal Paşa, Kudüs'te, Şam'da, Lübnan'da, Beyrut'ta ve Halep'te oturduğu zaman, bir işgal ordusunun kumandanı gibi bir şeydi.
Zeytindağı'nın üstündeki Alman yurdunda biz, devenin üstüne merdivenle tırmanmaya uğraşan Avusturyalı subay, otomobilden ürken hecin, hecinden ürken Macar atı, kanalı geçmek için Taberiye Gölü'nde tulum idmanı yapan Sivaslı nefer ve bir boğuk Arap sesi:
- Felyahya!
...İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet işletmektir. Osmanlı imparatorluğu, Trakya'dan Erzurum'a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi.

Kıssa ve hisse kabilinden… Değerlendirmeleri olumlu görenlerin Ortadoğu’yu bataklık, görmeyenlerin ise imparatorluk cüzü görmeye devam edebilirler.

Cuma, Kasım 15, 2019

SIRA GECELERİ


Bu yılda GAP gezisi kapsamında Urfa’ya yol düşürdük, “Tarihin sıfır noktası; Göbeklitepe” ziyareti ve muhtemel yeni bulgu ve bilgilerin edinilmesi için. Dünyanın bilinen en eski üniversitesi “Harran Üniversitesinde” yürütülen kazı ve araştırma çalışmalarındaki ilerlemeyi görmek ve varsa yeni bilgiler ile donanmak üzere, yeniden Harran, dedik.

Malumdur ki; Urfa, ilkel dinlerden, tek tanrılı dinlere ve onların inançlarına ve bu inançlar ile bağlantılı kültürlerin birbirlerinin içine geçtiği veya birbirleri ile kaynaştığı ya da kaynaşmış olduğu kabul edilen ve de bu sebeple tüm dünyaca bir kültür ve inanç turizminde başkent olması ittifak ile kabul edilmiştir. Tarihi boyunca, birçok hükümdara uğrak yeri olmuş, birçok peygamberin yolunun düştüğü ya da birçok peygamberin doğduğu büyüdüğü yer olmuş, Enbiya’sı, Evliya’sı, Eren’i ve Ermiş’i bol olmuş bir coğrafyadır, Urfa. Sözlü ve bazı yazılı kaynaklar bu bolluğu taaa Hz. Âdem ve Hz. Havva’ya kadar dayandırarak konuya daha da bir başka mistik boyut katmaktalar. Lakin bugün artık sadece Müslümanların ziyaret ettiği bir kent olmanın ötesine geçememiş durumda bir görüntü vermektedir. Bu manadaki gelişmeyi 1993 yılından beri, çok sık olmasa da, yaptığım seyahatler neticesinde bizzat müşahede etmiş bulunmaktayım, artık bunda nelerin çok etkili olduğu sarih olmakla birlikte bu yazının konusunu teşkil etmemektedir. Hayatın; fazlaca direnemeden, kapitalizmin dayattığı kurallar manzumesi dışında hiçbir şeyin hayatiyetine devam edemeyeceği bir hale evrilmesinden, her şeyin aşırı ticarileşmesinden ve de her şeyin içinin külliyen boşaltılmasının adeta tek seçenek haline geldiği bu noktada daha ne beklenebilirdi. Üstüne üstlük çok seslilik diye diye tepinir iken bir anda tek seslilik dayatılınca, tablo da çok sürpriz gelmiyor açıkçası. Neyse fazla uzatmadan başlıktaki konuya geçelim. Maalesef, tüm benzer geleneksel oluşumlar gibi “Sıra gecesi” de bundan nasibini almış durumda, olabildiğince ticari, olabildiğince tektip ve olabildiğince içi boşaltılmış.

Bilindiği üzere; “sıra gecesi” bize uzun yıllardır TV ekranlarında, başta Tatlıses gibiler aracılığı ile ve filmlerde gösterildiği gibi, genç-yaşlı bir grup türkücünün ya da çalgıcının yanyana sıralandığı, tek tip giyindiği diğer yanda da “çiğ köfte” yoğuran bir abi tablosu olarak taktim edilmiştir. Bakmayın siz, uzun yıllardır bunun böyle takdim edildiğine, bu tablo bu günlerin hazırlığını yapan toplum mühendislerinin çizdiği tablonun bir parçasıdır. Hani diyorlar ya, hayatın her saniyesinin tanzimi, ahada o… Yoksa; “sıra gecesi”, yanık sesli yerel türkücü abinin Allah vergisi hançere kabiliyetini ibraz ettiği, akan terinin yamağı tarafından pasa silinen çiğ köfteci abinin kan-ter içinde köfte yoğurduğu, yan yana sıralanmış figüran olma özelliği taşıyan abilerinde pasa alkış ile “şappi, şappi” diye alkış ile şarkıya katıldığı, sonra da “mırra” içilen bir tören olsa idi emin olun ki ünü ya da kalıcılığı olsa olsa “asri dünyanın” gün yapan ablalarının ki kadar kalıcı ve meşhur olur idi… Tarihi henüz herhangi bir yazılı kaynak ile belirlenemeyen ama çok eskilere, hatta rivayete göre “ipek yolu” kültürü olmaya kadar dayalı eski bir gelenektir, sıra gecesi ve konusu diğer coğrafyadaki gelişmelerin, olayların aktarıldığı, ama mutlaka edebiyat ve edebi eser ve şahsiyetlerin konu edildiği, müzik ile de fiziki ve ruhi istirahat tesis ve temin edilen sosyal ve kültürel bir aktivitedir. Ayrıca sosyal ve kültürel bir disiplin olan “sıra gecesi” öyle herkesin elini kolunu sallayarak gelip katılabileceği, ilaveten öyle son derece asri mekanlarda, milletin cebinden parasını almak için tanzim edilmiş gösterilere, ne kadar çok müşteri o kadar çok para ve ne kadar çok servis o kadar çok para haline dönüşür ki, maazallah, bu işin pirlerinin kemikleri sızlar mezarlarında. Bu hale getirilmiş törenler olsa olsa gazinolardaki “fasıl gecelerine” döner, herkes kafasına göre katılır, haydi geçmiş olsun. Oysa sıra gecesi, geçmişi ve geleneği itibari ile 8-10 kişilik gruplar halinde belli periyotlarda, ikram edilecek şeylerin davet sahibinin ikram ifratına ve yarışına sebep olmaması hasebi ile tamamen önceden tespit edilmiş olan menülerle, konuşulacak konuların ağırlığına göre grup olarak kabul edilecek yeni katılımcılarla, tarihi, kültürel öneme haiz şahsiyetlerin, hayatını, önemli sözlerini, sözlerin söylenmesinin hayati mesnetleri ve bunların kıssaları sonucu sözlü edebiyatın müthiş örneklerinin sergilendiği, başka yörelerden katılmış seyyah ya da katılımcıların kendi yörelerine ait şiir, destan, menkıbe ve müziklerini takdim ettiği, kıraat etme, uylaşma ve uzlaşma üstüne, sofistike bir toplantı olmak durumundadır. Mesela, sıra gecesinin hitamı faslından, bir “mırra” ikram, içme ve boş fincanı iade etme faslı var ki, bunun bile anlatımı, sıra gecesinin neden ticarileşemeyeceğini ve dar gruplar dışında yapılamayacağının enfes örneğidir. Hazırlanışı gerçekten özel bir durum olan “mırra”, servisi yapan kişi tarafından tek fincanda herkese sıra ile ikram edilir, ikram edilen kişinin geri çevirme lüksü olmaz ve tek seferde (yudum) içilir, fincan asla yer konmaz sadece servisi yapan kişiye iade edilir. Tek fincandan içiliyor olmasının da izahı; insanlar arasında bir eşitlik ve ayrım yapılmadığının ifşa ve ihyası ve de ihdası ile kibrin, gururun ve burun kıvırmanın olmadığı bir ortam tesis edilme beklentisidir. Bu ritüelin bile sıra gecesinin ne kadar kapalı ve mahdut olduğu ya da olması gerektiği konusunda yeter ve gerek şart oluşturmaktadır, bence. Evet, sadece eğlenceye indirgenirse maazallah rakipleri arasına behemehal Konya taraflarındaki meşhur “bağlar alemine” döner.

Peki; şimdi Urfa ziyaretçilerine sunulan “gezi programları” içerisinde yer alan sıra geceleri bu şartların hangisini yerine getirebilir ki, kocaman bir hiç… Son katıldığımız sıra gecesi de aynı kapsamdan oldu, ama inanıyorum ki turiste sunulan her yerde de aynısı olmakta, tam bir sünnet düğünü edası ile tanzim edilmiş olmanın ötesine geçemedi. Tıpkı meşhur sünnetçi Kemal Özkan’ın toplu sünnetleri gibi, farklı coğrafyalara ait farklı insanların oluşturduğu gruplar, farklı müzik anlayışları olan gruplar, yerel olanları da vardı ama ağırlıklı yerelden uzak türküler eşliğinde hatta müşteri velinimetimizdir arka planlı akli fokuslanma ile İzmirlilere kıyak “İzmir’in dağlarında çiçekler açar” a ve sonra da “de haydi piste”, göbek havalarına kadar bir tablo. Allah selamet versin. Burada aracı olan seyahat firmasının kusuru var mı, varsa da cüzi. Çünkü toplum koro halinde bu cinnete ortak, illa da turizm, illa da para, kültür ise bu işin sosu… Sıra gecelerinde, folklor ekiplerinin ne işi olur allasen, ama var. Bu gelenek te maalesef popüler kültüre yenik düştü… Çiğ köfteyi hijyen adına eldivenle yoğurttur, mırrayı tek fincanla içir, işte teslim olduğumuz tenakuz.

 

 

Cumartesi, Kasım 02, 2019

KIRGIZİSTAN


Geçen yazımda kaldığım yerden devam ediyorum, Kırgızistan üzerine… Bishkek demiş idim etrafında “başı duman pare pare”nin kar ile de kaplı versiyonu Tien Shan (Tanrı) Dağları, baktığınız yere göre değişmekle birlikte harika manzaralar oluşturmaktadır, kâh kar kaplı tepeleri kâh yeşile kesmiş ormanları ile. Hiç bilinmez ya da sadece ilgilileri bilir “Dağcılık sporu” için en az, bilinen dağlar kadar, dağcılar tarafından tercih edilen bir bölgedir. Gerçi bu seyahatimizde zaman olmaması nedeni ile gidememiştik ama oralarda çalıştığım dönemlerden bilirim dağcılık sporunun fazla bilinmeyen ama önemli merkezlerinden biri olduğunu mezkûr dağların. Bir tarafı ile taaa Everestlere kadar ulaşan, Kunlun ve Karakunlun, Mug dağları ki dağcıların bir kısmı tarafından buzulların babası olarak bilinen buzulu ile tanınır ve Pamir platosu ile Afganistan Savaşından bilinen meşhur Fergana vadisi ile Hazreti Muhammed’in de ziyaret edip dua ettiğine inanılan Süleyman Dağı ilaveten inanç turizmine açıktır. İlgililerine ve meraklılarına tarihi bilgiler ile birlikte harika bir atmosfer oluşturacağına çok eminim, bu coğrafyanın. Jengish Chokusu (Cengiz Çıkışı) Tien Shan (Tanrı) Dağlarının en yüksek tepesi olup 7.439 mt dir ve Issık Kul’un güney doğusunda bulunur ve 8.848 metre yükseklikte olan Everest Dağı ile yarışır.

Kırgızistan; Orta Asya’dan gelen atalarımız için, Doğusunda Uygur Bölgesi, Kuzeyinde ve Batısında Türkistan olmak üzere bir merkez oluşturmaktadır, neredeyse tüm bölgenin ne kadar su potansiyeli olduğunu bilen birisi olarak bize anlatılan ve yaşanıldığı söylenen büyük kuraklık nedeniyle büyük göçler olmuştur hikayesine oldum olası hep gülümseyerek bakmışımdır. Tamam, bugün Türkmenistan neredeyse tamamen çöl, Kazakistan’ın Güneybatısı çöllerle kaplı bulunmakta olup mezkûr iddiaları sadece buralar desteklemektedir. Anlayacağınız benim açımdan atalarımızın Orta Asya’yı su kıtlığından terk etmiş olma fikri çok doğru görünmemekte, tüm dünyadaki kavimlerin daha çok yeni yerler fethetme hülyalarının gerçek kılınması isteğinin ön planda olmasıdır. Çünkü “su kıtlığı başladı, kalk gidelim” tarzı bir göç söz konusu değildir, yüzyıllarca süren bir göç söz konusudur. Nereden mi bu kanıya kapıldım; her tarafın nehir, dere ve göllerle dolu olmasının yanında, Divan-ı Lügati’t-Türk’teki bir haritaya göre Bishkek’e 70 km mesafede bulunan ve Karahanlı’ların başkenti olan ve son derece sulak ve verimli ovanın tam ortasında yer alan “Balasagun” kenti aynı zamanda Orta Asya Türk illerinin de başkentidir. Diğer taraftan Özbekistan’ı adeta bir ovaya çeviren ve boydan boya sulayan “Pamir ve Hindukuş Dağlarından” doğan Amuderya (Ceyhun) ve Siriderya (Seyhun) nehirlerinin arasındaki “Mavera-ün nehir” adlı mümbit topraklarının bulunuşunu izah etmekte müşkülata düşeriz ki bu bölge bugün Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan sınırları içinde kalmaktadır. Neyse bu konu yine çok iyi bilebileceğim bir konu olmadığından işin izah ve tarifini uzmanlarına bırakarak yine gördüğüm yerleri anlatma işine döneyim.

Evet, Orta Asya Türk illerinin merkezi sayılan “Balasagun” kenti, bugün için maalesef sadece gözetleme kulesi ve minare olarak kullanılmış “Burana Kulesi”nden ibaret durumdadır. Orta Asya mimari özelliklerini ve malzeme tercihini tam manası ile yansıtan mezkûr kulenin ana malzemesi kerpiç (klasik tuğla) olup cephede labirent desenler kullanılmış ve yer yer de süs kemerleri yerleştirilmiştir. Kulenin yazılı bilgilere göre orijinali 46 metre iken depremler ve diğer sebepler ile yaklaşık 20 metresi yıkılmış ve günümüze 25 metrelik bölümü ulaşmıştır. Kulenin tepesine çıkabilmek için yerden yaklaşık 12 metrelik bir metal döner merdiven yapılmış, merdivenin çıktığı yükseklikten kule gövdesine beton bir platformdan ulaşılmakta olup böylesine değerli bir anıta hiç de yakışmayan hatta karamizah bir görüntü oluşmuştur. Kuleye girilen yerden itibaren kule içinde çok dar ve basamak yüksekliği bir hayli fazla olan ve genişliği ise bir hayli dar olan ve inen ile çıkan birilerinin karşılaşması halinde yol vermede büyük zorluk yaşanan bir merdivenden çıkılmakta olup çekilen tüm zorluk zirveye varınca Tien Shan Dağlarının muhteşem manzarası ile bir anda unutuluyor. Tıpkı Selçuklu İmparatorluğunun başkenti Merv’de (Türkmenistan Mary kenti) olduğu üzere kentin eski halinden geriye bir şey kalmamış burada da, şehrin geçmişine yönelik olarak arkeologların ve tarihçilerin görüşlerine bağlı kalarak tasvirler ve görüşler oluşturulmaktadır. Gerçi Merv’de Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük katkı ve destekleri ile Sultan Sencer medresesi restore edilmiş durumdadır ama duvarın kerpiç olunca sonucun da bu oluyor işte. Balasagun kompleksi içerisinde oluşturulan bir küçük müze bulunmakta olup gerek buradan gerekse de başka yerlerde bulunmuş kalıntı ve parçalar da burada sergilenmektedir. Türkçenin gelişimi ve bugünlere kadar aktarılması konusunda en önemli eserlerden biri olan “Divan-ı Lügat’it Türk” burada yaşayan Kaşgarlı Mahmut tarafından kaleme alındığı bilinmektedir. Ayrıca devlet adamlarının niteliği, birey, toplum ve devlet ilişkileri ve bunların düzenlenmesi üzerine kaleme alınmış “Kutadgu Bilig” adlı eser Balasagunlu Yusuf Has Hacip’e ait bir eser olup Müzede farklı dillerde basılmış birkaç nüshası sergilenmekte olup benzerleri ise yandaki satış ofisinden temin edilebilmektedir.  Yine kompleks içerisinde eski Türklerin dini “Şamanizm” öğretisi uyarınca ölen savaşçıları ya da öldürdüğü savaşçıları sembolize eden mezar taşlarının ki o dönem adları “balbal” olarak bilinirdi yüzlerce örneği sergilenmektedir. Gerçi Kırgızistan’ın diğer bölge ve dönemlerine ait başta Arapça olmak üzere çeşitli dillerde yazılmış ya da çeşitli figürlerin bulunduğu taşlarda sergilenmekte ama asıl dikkat çeken “kadın balballarının” da bulunmasıdır.

 
Evet Kırgızistan ile ilgili yazamadığım birkaç konu daha var, bunları da yazmaya devam edeceğim.

Pazartesi, Ekim 28, 2019

BİSHKEK

“Atalarımızın izinde” adını verdiğimiz geziye birkaç arkadaşımla birlikte Balkanlardan sonra Orta Asya’da devam ettik, bu duraklardan biri de Kırgızistan’ın başkenti, “Tien-Şan” ya da “Tanrı Dağlarının” adeta bir kolyesi durumunda konuşlanmış hali, parkları ve özellikle de heykelleri, baklava dilimi dizayn edilmiş cadde ve yolları ile, “İpek Yolu” üstünde yer alan Bişkek oldu. Kente daha önce defalarca gitmiş olmama rağmen, yine de bize rehberlik edecek, bizi gezdirecek, Türkiye’de üniversite okumuş ve Türkçe’yi en az bizim kadar düzgün konuşan bir arkadaşımız, Azad hep yanımızda olacaktı, bu vesile ile kendisine de teşekkür ediyorum.

Öncelikle herkesin bilebileceği ansiklopedik bilgilerle başlamak istiyorum, kenti anlatmaya. İpek yolu üzerinde bulunan şimdiki kentin bulunduğu yere Özbek Kralı 1825 yılında bir “Kale” yaptırır, bilahare Rus Çarlığına bağlı kuvvetler bölgeyi ve Kaleyi ele geçirirler. Önceleri kale bir askeri garnizon olarak kullanılır, sonraları verimli toprakları tarıma kazandırmak adına bölgeye yerleştirilen Rus köylüleri, alanı geliştirip “Pişpek” adı verilen kenti oluşturmaya başlarlar, bilahare bölgede Sosyalist Devrimde önder rol üstlenmiş, “Mikhail Frunze’nin” adına ithafen “Frunze” haline dönüşür, en sonda da 1991 yılındaki bağımsızlık sonrası “Bişkek” adına geri dönülür. Bugünkü kentin temelleri sosyalist süreçte atılır ve ortaya, modern görünümlü, geniş caddeleri, ağaçlıklı yolları, geniş kaldırımları, kaldırımları ile yolları arası çift sıra dizilmiş ağaçları, hem drenaj hem de sulama amaçlı tesis edilmiş su kanalları, parkları ve havuzları ile eşsiz bir kent çıkar. İlk gittiğimde bir ilkbahar idi, kent yer yer kar ile kaplı olmasına rağmen başta öğrencilerinde katıldığı bir temizlik süreci yaşıyordu. İlk başta öğrenciler kent mi temizlermiş tepkisinin ardından anladık ki, kente, o kentte yaşayan herkesin emek vermesi halinde kentin içselleştirilmesinin ve benimsenmesinin tadı ve ruhu sinmektedir insanlara. Hele ayrılan devasa park ve yeşil alanlara bakılınca bu miktar tahsislerin modern insana ne kadar da uygun düşmekte olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Hele mezkur coğrafyalarda insanların boş zamanlarında, çoluk çocuk ya da arkadaş grupları ile buralarda uzun süreler geçirdiğine tanıksanız, bu alanların önemini bir kez daha görerek yaşıyorsunuz, bu planlamaları kim yapmışsa iyilikle yad ediyorsunuz, her birini, doğu da ya da batı fark etmez… Bişkek parkları sadece çeşit çeşit ağaçlar ile mi donatılmış, hayır yüzlerce heykel bulunmaktadır, başta edebiyatçılar, ressamlar, siyasal hayata katkı yapmış siviller olmak üzere az da olsa askeri şahsiyetlerin heykelleri ile doldurulmuştur, adeta bir heykeller şehri görünümündedir. Lenin Heykelini koruyan nadir ülkelerden biridir Kırgızistan, gerçi Türkmenistan’da da bir Lenin heykeli vardır. Kapitalizm bizim gibi ülkelere “eski ne varsa atın” suflesi ile yaklaşınca, yeni görmüşlüğün de sarhoşluğu ile bu tılsıma kapılıp, kapitalizm ile uyuşmayan ama ülke tarihini oluşturan ne varsa gözden çıkarılmaktadır maalesef… Gerçi Türkmenistan’da neden “Lenin heykeli kaldırılmıyor diye sorulunca”, yönetimin bu heykel halkın parası ile yapıldı bu yüzden kaldırmıyoruz gibi cevap vermiş olmasına rağmen neden sadece 1 tane bıraktınız diye de kimse sormuyor. Faşizmi alt etmenin heykelleri ve anıtları her kentte olduğu gibi burada da bir gurur abidesi olarak sönmeyen ateşi ile öne çıkmaktadır. Amerika istediği kadar savaştan kendilerinin başarılı çıktığını yazsalar da, söyleseler de, Sovyetlerin Nazizmi alt etmekteki faturasını bilenler için bunun doğru olmadığı gayet sarihtir.

Tepelerinde yaz-kış karın eksik olmadığı Tanrı Dağları'nın eteğinde bulunan Bişkek, bu nedenle yazları serin kışları da ılık geçirmektedir ve bu durum her ziyarete gelmiş insana iç rahatlığı, huzur ve umut zerk etmektedir.  Şehrin yollarının, birbirine paralel, baklava dilimi, güneyden kuzeye, doğudan batıya planlanması şehrin havalandırması, trafiğin sirkülasyonu açısından ciddi konfor sağlamasına rağmen sosyalist dönemde gayet iyi işleyen bu yapı kapitalist dönemde farklı ve olumsuz sonuçlar doğurmaktadır, kanaatimce… Sosyalizmin tercihleri ve topluma sundukları ile kapitalizmin farkı tam da bu noktada fazlaca çarpıcı biçimde göze batıyor, toplu taşıma ve bireysel taşıma… Sosyalist süreç, toplu taşımayı öne çıkarıyor, bu yüzden bir dönem bizde de olan ama ANAVATAN Partisi önderliğinde tüm yurtta tukaka ilan edilip tarumar edilen “troleybüs”ler, otobüsler ve nüfusa göre metro tercihleri yapılarak ilerlerken, kapitalist süreç hızlı ve anlamsız bireysel ulaşımı öne çıkararak şehri adeta otomobile gark etmiş olup bu yüzden artık tek yönlü taşıt trafiği olan bulvarlar bile ihdas edilmiştir. Aslında bulvarları sağlı sollu kaplayan, batının ve emperyalizmin alameti farikası durumundaki markalardan geçilmez iken, taşıt trafiğinin tek yönlü olması kapitalizmin ruhuna aykırıdır ama yapılacak bir şey kalmamıştır, bu evrilmenin karşısında. Şehri planlayan mimar ve mühendisler “sosyalizm” umdeleri ile plan yapar iken normalde ve batıda akla gelmeyen bir sürü detay düşünülmüş iken, kapitalizmin bir gün hakimiyet kurup bireyselliği bu kadar öne çıkaracağını düşünememişler, nerden akıllara gelsin batının bu kadar çok arabayı şehre yığabilecek bir politika tutturacaklarını. Artık, bizimkilerin çok memnun kaldıkları minibüsçülük te Bişkek sokaklarında hakimiyet sürmektedir. Gerçi onlar bizim gibi gaza gelip “troleybüsleri” söküp atmamışlar ve ekosisteme daha faydalı olan bu taşımacılığı korumuşlar ama o kadar işte…

Tien Shan dağlarında alpinist faaliyetleri, Issık kul üstüne, Alatoo meydanı, Kurmancan-Datka heykeli, Manas destanı ve heykelleri, Cengiz Aytmatov’un bu sefer de farklı bir rol ile toplum gözünde yer alıyor olması, devlet büyükleri için tahsis edilen arazi ve inşa edilen abartılı mezarlıklar, Karahanlıların başkenti “Balasagun” ve geriye kalabilen “Burana Kulesi” ve müzesi, bir köy kabristanına yaptığımız ziyaret, hala büyük ölçüde ekolojik tarımın ürünlerinden yediğimiz “çilek”ler ve kırmızı benekli alabalıkları ve kımız imalatı ve tüketimi konusunu bir başka yazıda yazmayı planlamaktayım.

Cuma, Ekim 18, 2019

GIRGIR VE ERTUĞRUL AKBAY


Logosu; bir çevrim kolu marifeti ile çalıştırılmaya uğraşılan kafa olan geçen yüzyılın dünya çapında karikatür ve gülmece dergisi idi, peki yıllarca çabalandı durdu ama çalıştı mı, zinhar... Hele zamsız geçen bir gün olmaması hasebiyle fiyatı bölümünde dönemin başvekili Turgut Özal’ın kafasını kullanarak 5 Turgut, 10 Turgut gibi gösterilmesine bayılırdım, hatta bir ara zamlar öyle bir uzadı ki, ana sayfa çerçevesi yetmedi Turgut’ları yerleştirmeye. “En kahraman Rıdvan”, “Tarafsız taraftar Eğribodik”, “Avanak Avni-Deve Dilaver”, “Eşşek Herif” serisinin takibi ve güncel olaylardan karikatürize edilen her şey o kadar güzeldi ki… Bu güzelliğe maalesef “Gölge Adam” adı ile çıkan gazetenin sahibi ve yine dönemin havuz medyasının has elemanı sayılabilecek ve basına teşvikler, krediler ve muafiyetler ve de başka saikler neticesinde sınırsız ve sorumsuz desteğin en büyük paylaşanı, Ertuğrul Akbay son vermiştir. Tarihe not bu gerçeklik ile düşülmüş oldu ve artık timsah gözyaşlarının bir anlam taşımadığını aklı başında olan herkes bilmektedir. Geçeceksiniz bunları bir kalem… GIRGIR’ın sahibi bugünlerde de adları sık sık medyada geçen Simavi ailesi idi, ama dönemin ruhuna uygun ve basının görece bağımsızlığının bulunduğu dönem olması hasebiyle yönetim Oğuz Aral ve ekibinin idi ve de asıl sahibinin okur olduğu bilinci ile yayın politikası belirlenmekteydi, en azından bana öyle görünüyordu. Dönem; canım Yurdumda Turgut Özal liderliğinde ANAP’ın çok güçlü saltanat dönemidir, astığı astık, kestiği kestik kabilinden yani ve canım Yurduma neoliberal ve sosyal susturucu zapt-u rapt politikalar ithal edilmektedir, diğer taraftan dünya, Güney Amerika’daki askeri faşist diktatörlüklerin icraatları, İspanya’daki faşist Franco’nun ve Portekiz’deki Salazar’ın uygulamalarının vahşetine kulak tıkamış ve Ortadoğu’da bitmez tükenmez iktidar politika savaşları ile altüsttür. Tüm bu gelişmelere 3 maymun rolü takınmayan GIRGIR hedef olmayacak ta ne olacak, ne demekmiş muktedirlerin yaptıklarını eleştirmek, nerden bulunuyor bu eleştiri kudreti, anlaşıldı şimdi “cami duvarına hacet”e ne muamele yapılıyorsa o yapılacaktır, netekim de yapılmıştır…

Oysa söz konusu, bir ara tirajı dönemin Türkiye’sinde bile 500.000 (yazı ile beşyüzbin)lere dayanmış, dünyadaki en önemli rakipleri Amerika’da “MAD” ve Sovyetler Birliğinde “Krokodil” adı ile yayınlanan karikatür ve gülmece dergileri ile anılır bir dergidir, GIRGIR. Hatırladığım kadarı ile, tiraj birinciliği bazen MAD, bazen Krokodil tarafından işgal edilir iken GIRGIR 3. lük sırasını asla kaybetmez idi, dünya sıralamasında… Ne yaptı da size bu GIRGIR, dünyada bu anlamdaki güzelliklerde çok az olan 3. lük unvanımıza son verdiniz, diyesi geliyor insanın valla.

Bugün artık “deray” olmuş Hasan Kaçan’ın en tarafsız taraftar serisini her hafta büyük bir keyifle okur idim, bir “Galatasaraylı” olarak bayılırdım o betimlere, dönemin solbekimiz Ahmet’e “çaycı” lakabından ötürü sürekli “çaycı Ahmet” deyişi, Mustafa’ya “sarıııı Mustafa” deyişi, hele de Fenerbahçe galibiyetlerinden sonra yazdığı iğneleyici lafların tadına doyamazdım. “Avanak Avni”de bir çocuk gözünden hayatın eleştirisi ise unutulacak gibi değil, Avni’nin elmaya “mugu” demesi ise asla unutulmaz, hele yolda bulduğu 5 lira ile bir sürü esnafa gidip te bir şey alamayınca en sonunda parayı “Deve Dilaver”in kapısının altından atıp “benim anam ağlayacağına onunki ağlasın” deyişi, Oğuz Aral’ın “Utanmaz Adam”ı ve yareni “Korna” ve meşhur narası “ebüvvvvv”,  dün gibi aklımda… GIRGIR, toplumun nabzı sosyal ve siyasi gerçeklik üzerinden yakalanarak tekrardan ya da diğerlerine karikatür ile, gülmece ile söylenmesinin harika bir platformu idi, bu yüzden başı kapatmalarla sık sık belada idi.

Oğuz Aral kaptanlığında yayınlanan tarihi çınar GIRGIR’ı bir kez daha hatırlar iken kendisine de ebedi istirahatgâhında nurlar içinde olmasını diler ve bir kısmı bugün hala layıkı ile çizen ve yazan başta Latif Demirci, Bülent Arabacıoğlu, Abdülkadir Elçioğlu olmak üzere hepsine sağlıklar diliyorum. Vücut sağlığı yerinde olup, akıl sağlığı konusunda tereddütlerim olanlara da akıl sağlığı diliyorum. Bu kadar güçlü siyasi, ahlaki ve sosyal tedrisattan sonra akıl sağlığı ve melekesinin yitirilmesi de dikkate şayandır vallahi, ama hayat işte…

Ertuğrul Akbay bu ülkenin yüzakı sayılan bir değeri olan “GIRGIR” dergisini salt muhalif olmasından ötürü dönemin başbakanı Turgut Özal ile dirsek teması ve ikbal birlikteliği içinde utanmadan ve de sıkılmadan ve de bu devranın hep böyle gidebileceği öngörüsü ile satın alarak yok etmişti… Aaaa burada Simavi ve Oğuz Aral’da satmasaydı denilebilir doğru, ancak eksik ve tam da bu nedenle yanlış bir değerlendirme olur bu, eğer siz devletin en önemli kurumlarını elinizde bulunduruyorsanız size dayanacak bir güç olamaz… Kutuplar bile erir sizin kudretiniz karşısında… Oysa o “GIRGIR”ki 70’li yılları bir kenara bıraksak bile 12 Eylül faşist darbesi sürecindeki karanlık dönemde bu ülkenin kıstırılmışlarının yüzünü güldüren nadide bir çiçek idi, yüzünü ağartan ya da yüzakı idi adeta. Vefatı öncesi oğlunun gazetesi SÖZCÜ için “Sözcü susarsa Türkiye susar” diye bir kampanya başlatmıştı ya, emin olun ben okumuyor olsam da bir gazetenin salt muhalefetinden ötürü kapatılmaya zorlanması bu yüzyılın en büyük ayıplarından biridir diye düşünürüm. Ama işte etme bulma dünyası kabilinden yaşanıyor hayat, be adam daha dün gibi sen de aynısını GIRGIR’a yaptın derler adama, kendisini rahmetle anarken… Hatırlanacağı üzere canım Yurdumun 80’li yıllarda uluslararası güçlerin oyuncağı haline getirilmesini sürekli afişe eden, görmeyen gözlere adeta sokarak gösteren GIRGIR dönemin muktedirlerinin mali ve ahlaki desteği ile Ertuğrul Akbay tarafından satın alınır, içi boşaltılır, nihayetinde kapanma noktasına getirilir, netekim kapanır da… Yahu hep yazıyoruz ya, bugün bana yarın sana, etmeyin eylemeyin, hukuk, ahlak, etik, namus yolundan ayrılmamak gerek diye, bunların tamamı birgün sizin için de gerekir diye ama dinleyen var mı, zinhar… Bugün ben güçlüyüm ya, yarın Allah kerim mantığı devam… Allah selamet versin, bu kafaya… GIRGIR’ın meşhur logosu bunlara ne yazık ki kâr etmiyor…

 

Cumartesi, Ekim 12, 2019

DOKTOR DOKTOR CİVANIM


Adam meşum hastalık nedeni ile tedavi görüyor bu nedenle de her “Perşembe” idrar ve kan tahlili ve tahlil neticelerine göre de her pazartesi “kemoterapi” uygulaması yapılıyor. Küçük Devlet hastanesinde bile katlar arası dolaşıyorsun ki, sonuçlar hızlı alınabilsin. Doktor “dahili iletişim ve takip sistemi” üzerinden gerekli sevkleri yapıyor, iniyorsunuz aşağıya sevk görünmüyor, tekrar yukarı çıkıyorsunuz, vardı yoktu tartışması içinde sevk yineleniyor… Peki böylesi bir karmaşa 1 kez olursa tesadüf, 2 kez olursa tesadüf, yaaa daha fazlası olursa… Artık ünlü mafya lideri Al Capone ne demişe gelir konu; “Bir adamı sabah gördüğümde tesadüf olarak kabul ederim, öğlen aynı adamı bir daha görürsem kuşkulanırım. Akşam karşılaştığımızda tereddütsüz silahımı çekip vururum. Tesadüflere inanmam.” Umarım bundan sonra benzeri karmaşa yaşanmaz. Peki idrar numunesi alınır, sonuç verilmesi gereken gün gelen hastaya “kit yokmuş, test yapılamadı” denir mi? Maalesef denir, netekim denmiştir de… Peki “kit” olmadığı baştan belli değil mi? belli… Peki neden söylenmez de beklenir? Peki, kemoterapi uygulamasının inkitası sıkıntı yaratmaz mı? yaratır ama kime, hastaya peki hastanın önemi var mı? zinhar yok… Yaşanan örnek ilk olsa emin olun kimsenin söyleyeceği bir şey yok…Daha çok şey yazılıp, konu köpürtülebilir, insanlar ilzam edilebilir, böylesi bir yaklaşımla sonuç alınırsa alkış, ama alınabilir mi, zinhar…

Tüm bu yaşananlarda insani hata ve kusur olduğu çok sarihtir, peki insan insana bu kadar çok hata ve kusur işler mi, ne yazık ki işliyor… Peki bu kusuru “doktor” işlerse kusur ve hatanın şiddeti ağırlaşmıyor mu? Maalesef evet, mezkûr örneğimize göre, tedavi aksıyor, gecikiyor, sonuç almak daha da zorlaşıyor vs vs… Bizler dirsek çürütmüş, kendini mesleğine adamış insanları çok seviyor ve sayıyoruz, bakmayın siz muktedirlerin cahillerin ferasetine güvenerek meslek erbabı insanları tahkir ettiğine, bu yoz davranış nicelik olarak sınırlıdır lakin muktedir olmaları hasebi ile de nitelikli bir durum oluşturuyor. Bu nitelikli durumun rüzgarına kapılıp sinsile yolu ile toplumun tamamına sirayet etmesinin önüne geçilmelidir, bu fikre herkesin katılacağını adım gibi bilirim, ama soru “nasıl” olunca tıkanıyoruz. Burada devreye ahlak, etik ve denetim girmeli. Her meslek erbabı mesleğinin yeminine sahip çıkmalı gereğini yerine getirmeli ama aslolan ise yerine gelip gelmemesi hususunun denetimi şeffaflaşmalı, cin ve şeytani fikirli davranışlara gereken karşılığı vermeli. Hiçbir koşulda şeytanlık alkışlanmamalı, değerli kılınmamalıdır, hele ki insan hayatının kutsiyeti söz konusu ise…

Geçenlerde bir doktor arkadaşımla sohbet eder iken konu geldi, “hasta yakınlarının doktorlara şiddet uygulamasına” dayandı, hani insanımızda bir saldırgan ruh hali var ama hastanedeki muamele de durumu tetikliyor gibi kelamlar etti. Hani hiçbir şart altında şiddet uygulanması kabul edilemez lakin aynı zamanda hiçbir şart altında insana bu muamele de kabul görmemeli… İnsan hastanede sıkıntılı, çözüm bekliyor, gelişme bekliyor, açıklama bekliyor, insani muamele bekliyor, peki hakkı mı, tartışmasız hakkı… Madem ki oradasın ve görev yapıyorsun, görev fazla, iş fazla, eleman sınırlı, hasta fazla, malzeme yok, gibi bahanelerin ardına fazlaca sığınmayacaksın, doktor efendi. Tamam, bu işler fazlaca zor mu, seni haddinden fazla mı yoruyor, senin çalışma hayatını panik haline mi getiriyor, bırak o zaman yapma, öyle ekmek parası, iş kaygısı gibi yaklaşımlarla konuyu sıvılaştırma, derler adama… Konu hekimlik olduğu için bu meslek grubuna büyüteç tuttuk, peki, mühendislik, mimarlık, avukatlık, hakimlik, polislik, çiftçilik, şoförlük farklı mı, peki farklı olabilir mi, nerdeeee. Hep bir hallı Turhallıyız, yüzbin kere tövbe eder yine şarap içeriz misali, parmağım kör gözüne düzeni tam gaz…

Sonuçta görüyoruz ki; iyi insan, ahlakı yüksek insan yetiştirmede ciddi sıkıntılarımız var, ama öğretim, ama eğitim, ama niyet ve anlayış, ama önemsememe gibi nedenlerle olsun, sonuç bu… Diplomalı insanlar; diplomalarının kibir, cehalet, egoizm, sevgisizlik, saygısızlık, duyarsızlık, adamsendecilik, merhametsizlik, nezaketsizlik, düşüncesizlik, ahlaksızlık, seviyesizlik üretiyor olmasının önüne nasıl geçilmesi gerektiğinin yolunu behemehâl bulmalıdırlar. Mutlaka bir eksik durum tespitine dayalı suçu başkalarına atma, bir şey neden iyi yapılamayacağının izahı yapılması huyunun yasaklanması gerekmektedir, aksi taktirde dışarıdan görülen durumumuz “Türk Cehennemi” fıkrasındaki durumu bir karış aşamaz. Hani meşhur fıkradır, adam ölünce sorarlar, cehenneme gidilecek o kesin de, Türk Cehennemi mi, Alman cehennemi mi diye, bari bu seçme şansı verilir. Adam aralarındaki fark nedir diye sorunca, Alman cehenneminde hergün 1 kilo necaset yediriyorlar, Türk cehenneminde de hergün 3 kilo necaset yediriyorlar diye, hemen az olması hasebi ile Alman Cehennemi diye tercih beyan ediyor adam, ama hemen uyarıyorlar, bu Almanlar çok disiplinlidir, hergün aksamasız 1 kilo temin eder ve yedirirler, ama Türk cehennemi öylemi, bir gün kepçe olmaz, bir gün necaset olmaz, bir gün dağıtıcı olmaz, bir gün kazan olmaz, olmaz da olmaz… Aksaklıkların önü alınamaz…

Yazımı muhteşem bir emsal oluşturan meşhur darb-ı mesel ile bitiriyorum. Almanya’da bir Lise Müdürü, her eğitim öğretim yılı başında öğretmenlerine şu mektubu gönderirmiş.

 “Bir toplama kampından sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar. 

Eğitimden bu nedenle kuşku duyuyorum.Sizlerden isteğim şudur. Öğrencilerinizin insan olması için çaba harcayın. Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin. Okuma yazma, matematik, çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa ancak o zaman önem taşır.”

Pazar, Ekim 06, 2019

KORUYAN EL


 
Kitap okumaya devam ediyoruz; “Koruyan el” adı ile yayınlanan ve Almanya’da yerel ve uluslararası gizli servisler ve Neonaziler (dazlaklar-sağcılar-faşistler-Alman milliyetçileri) arasındaki derin, mahrem ve müphem ilişkiler arka planlı ama temelde ve genelde yabancı düşmanlığını esas alan özelde de Türkiye kökenli insanlara yönelik ölümlü saldırıları konu edinen bir kitap, yazarı da Wolfgang Schorlau… Almanya’da 2000 ile 2006 yılları arasında 1 Yunanistan, 9 Türkiye kökenli göçmen ile Almanya vatandaşı 1 polis memuru hunharca katledilir, mezkur cinayetler serisi, medyaya servis edilen biçimi ile Türkiye kökenli göçmenlerin “mafyozi ilişkilerinden” kaynaklıdır ve çaktırmadan kapatılmaya çalışılır. Hem de Şansölye Angela Merkel’in “23.02.2012 tarihinde cinayetlere kurban giden kişilerin anma törenlerinde; “Federal Almanya Cumhuriyetinin Şansölyesi olarak size söz veriyorum; cinayetleri aydınlatmak, azmettirenleri ve katillerin yardakçılarını ortaya çıkarmak ve mücrimlerin hak ettikleri şekilde cezalandırılmalarını sağlamak için her şeyi yapacağız” diye söz vermesine rağmen cinayetler aydınlatıl(a)maz ve yapanların ve yaptıranların yanına kâr kalır. Peki; bu alçakların bu yaptıklarının yanlarına kâr kalmaları aklı selim cenahı şaşırtır mı, zinhar, çünkü onlar bilirler ki derin devletin koruyan eli devrededir. Bu cinayetlerin failleri diye medyaya servis edilen biçimi ile tabii ki, Neonazi oldukları müseccel kişiler bir banka soygunu akabinde, bulundukları yer tespit edilince ve kaçamayacaklarını anlarlar ve intihar ederler, bulundukları karavanı yakarlar. Olay bu kadar basittir ve çok yönlü ve derin araştırmalar ve soruşturmalar neticesinde koskoca Almanya Yerel ve Federal Polis Teşkilatı, Almanya Federal Haberalma Teşkilatı, Almanya Anayasayı Koruma Yerel ve Federal Teşkilatı bir şeyler bulamamıştır. Sonra bir nedenle kıskanç ve meraklı bir kadın aynı zamanda derin devletin önemli adamlarından birinin eşi, eski ama çok yetenekli bir polis ve yeni dedektif birini görevlendirene kadar, her şey sakindir. Ne zaman ki dedektif, soygunu yapanların karavanda intihar eden kişiler olmadığını hatta fail diye servis edilenlerin intihar değil de öldürüldüklerini dosyalara, zabıtlara, otopsi raporlarına ve vaka tanıklarına; ki mezkûr dokümanların tamamı gerçek ve orijinaldir, dayalı ispat eder, konu ile ilgili tüm kanıtları yetkili mercilere aktarır. Ve beklemeye geçer. Hukukun üstünlüğüne ve Şansölyenin verdiği sözlere istinaden seri cinayetlerin aydınlatılacağını ve derin devleti temsil eden ve oluşturanların cezalandırılacağını düşünür. Nasıl bir ülkede yaşadıklarının beklentisi bir hayli yüksektir. Sonuç sukut u hayaldir. Meğerse olaylar her ülkede ne kadar da benzer birbirine…
Kitap gerçek olaylar üstüne kurgulanmış bir polisiye roman gibi durmakta lakin gerçek olaylar ve zabıtlar üzerinden romanlaştırılmış bir vakalar manzumesidir bana göre. Şüphesiz roman kahramanının yaşanan bu vahşetin mücrimlerini ispatlamış olması yeterli değildir, ceza oluşturmak için, hemen devreye devlet sırrı girer, olaylar artık türbanlıdır, görülemez, o kadar. Aaaa Almanya devleti ve adaleti için 10-15 Türk ölmüş ya da öldürülmüş çok şey fark ediyor mu, sanmıyorum, onlara göre zaten dünyada yeterince Türk var, geri kalanı ile idare etmek te mümkün…
Bir başka bölümde, şimdiki Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin “Demokratik Almanya”nın Dresden kentinde KGB görevlisi iken “o dönemde fevkalade kötü şöhretli bir neonazi’yi ayartıp” kullandığına yönelik bir tespiti aktarıyor, Demokratik Almanya gizli servisi “Stasi”nin bir yetkilisinin ağzından.
Ancak, kitapta, şimdilerde neredeyse hiç konuşulmayan, “stay behind” diye bahsedilen, NATO’nun gizli orduları olarak adlandırılan karanlık örgütün adının geçmesidir. Bilindiği üzere, 12 Eylül faşist askeri darbesinin lideri konumundaki Kenan Evren’in, canım yurdumun nadide ve en bilinen en önemli “Stay-behind” komutanlarından biri olduğu pek çok belgesel nitelikli kaynakta iddia edilmiştir, ve bu iddia hiçbir zaman reddedilmemiş olup sanki gizli gizli de bu unvanın keyfi de çıkarılmıştır her zaman… “Stay-behind” konsepti ve onu yaratan koşullar emperyalistler açısından, NATO kapsamındaki bir ülkenin, kendi tanımlamalarına göre kötülüklerin kaynağı “Sovyetler Birliği” ya da müttefikleri tarafından işgale uğraması halinde kendi topraklarını işgale karşı direnerek savunmak ve daha ileri giderek işgalcileri püskürtmek gibi takdim edilen ve ülke insanının itiraz etmesini engelleme noktasında gizli örgütlenmeler toplamıdır. Bu toplam, tek tek ülkeler bazında planlandığı gibi blok ülkeler bazında da planlanarak, daha geniş kapsama erişmiş ve günün moda deyimi ile “paralel ordular-paralel silahlı kuvvetler” oluşturulmuştur. Bu “paralel orduların” olası bir Sovyetler Birliği işgali durumunda aktif olacağı savına rağmen mezkûr ülkelerdeki Devrimci, Sosyalist ya da bağımsızlıkçı hareketlerin demokratik seçimlerle bile olsa iktidarlarına katlamayan bir yapıda olduğunu yaşanan pratik göstermiş olup, gizli orduların işgallere karşı kullanması için saklanmış gizli silah depoları kullanılarak da iç siyasette aktif tutum alınmış ve ülkenin yarı-işgal ya da gizli işgal altında olduğu öne sürülerek itham edilenlere karşı ciddi katliamlar yapılmıştır. Mezkûr “paralel orduların” Yunanistan ve Türkiye’deki örneklerinde olduğu üzere askeri darbeler düzenleyip faşizmin açık icrası cihetine yönelerek hazırlıklarının ve cesaretlerinin boyutlarını topluma gösterme fırsatlarını hep değerlendirmişlerdir.
Evet, tüm ülkelerde derin devletler her daim kolaylıkla mezkûr karanlık yapıları, kullanmıştır ve ne yazık ki kullanmaktadır ve ne yazık ki sürekli bir gerekçeler manzumesi oluşturmakta sıkıntı çekilmemektedir. Bu karanlık yapılanmaların görevi sona ermiştir iddialarının aksine, güncellenen ve yenilenen NATO konseptine uygun olarak; küreselleşme, piyasa ekonomisi ve özelleştirmenin yaygınlaşma seviyesine paralel yeni savaş yöntemlerine terfi edilmiş ve olaylara ya da gelişmelere dayalı bilgiyi, haberi “asimetrik psikolojik savaş” kuralları mucibince kirleterek, saptırarak, önemsizleştirerek devam edilmekte olup emperyalizmin ezilen dünyadaki hâkimiyetine toplumların katlanmalarının veya rıza göstermelerinin temini cihetine gidilmiş hatta oluşturulan “yeni soğuk savaş” konsepti kapsamıyla da temin ve garanti altına alınmıştır.
Ünlü yazar Umberto Eco’nun “21. Yüzyıl insanının yanılgısı, faşizmin tekrar nazi üniformasıyla geleceğini sanmasıdır” sözü ile bitirirken, bu gerçek üstüne kurgulanmış polisiye romanın okunmasının tüm ülkelerde durumun vahim olduğunun bir kez hatırlanmasına fayda temin edeceği kanaatindeyim.
 

Pazartesi, Eylül 30, 2019

DİL BAYRAMI


Canım yurdumun reel enflasyonunun bayram, kutlama, şenlik ve festival yansımalarının maalesef ucu bucağı, dibi durağı yok, her gün bir bayram, festival, kutlama ya da etkinlik bulmak mümkün iken bazen de konunun önemine binaen “hafta” zamanlı kutlamalara/anmalara evrilme de söz konusudur. Eeeee ne de olsa “deliye her gün bayram” sözü de bu topraklara ait…

Neyse her bayram bizim konumuz olamaz bu yazıda yerimiz dar, yenimiz dar… Geçtiğimiz günlerde her yıl olduğu üzere 26 Eylül “dil bayramı” kutlamaları gerçekleştirildi, adına konulmuş ödüller dağıtıldı… Hoş anışlar ola diyelim ve devam edelim. Canım yurdumda her yıl 2 kez “dil bayramı” kutlaması gerçekleştirilir bilindiği üzere ama birisi nedense çok öne çıkmaz çok fazla yerel kalır, artık Selçuklu anması yapılması mı istenmemektedir, yoksa diğeri Cumhuriyet dönemi mahreçli olması hasebiyle mi daha fazla öne çıkar bilemedim. Malum olduğu üzere, ittifakla Türkçenin Başkenti kabul edilen Karaman’da, her yıl 13 mayısta, Karamanoğlu Mehmet Bey fermanı ile, 13 Mayıs 1277’de Türkçenin ilk kez resmi dil olarak kabul edilmesinin sene-i devriyesinde, “Türk Dil Bayramı” kutlanmaktadır. Çok çeşitli yazılış ve söyleniş biçimlerinden bahsedilse de benim en çok hoşuma giden ve Karamanoğlu Mehmet Bey’e ithafen yazılan fermanın ana vurgusu şöyledir; “Şimden gerü hiç gimesne divanda, dergahda, bergahda ve dahı her yerde Türk dilinden özge söz söylemeye”. Sonraları Osmanlı Selçukluyu ilhak edince dilde kıble de değişir, Selçuklu Öztürkçe’yi öne çıkarır iken, Osmanlı ise Bizans özentiliğinin de fail-i müessir ortamında İslam dininin de mahreci hasebiyle Arapçayı öne çıkarır. Bilahare ilhak edilen ve de ilhak edilemese dahi edilmiş kabul edilen coğrafyalardan da müessiren içine başta Farsça olmak üzere birçok dilden halita “Osmanlıca” diye bir dile geçiş olmuştur. Hani gelinen noktada Osmanlı, ataları olan Büyük Selçuklunun mezar taşlarını bile okuyamaz hale gelir, dersek hiç de abartılı yaklaşım göstermiş olmayız. Toplumların tarihi tercihlerini yanlış-doğru içtimasına sokmayı hiç sevmem bilenler bilir, o yaşanmış vakadır gayri, bizler bunun üstüne sadece doğru tespitler yapmakla, komşu coğrafyalarda yaşananlarla, dünyanın medeniyet seviyesi ile mesafesi üstüne mukayeseli yaklaşımlar göstermekle mükellefiz diye düşünürüm.

Diğer taraftan, ülkemiz genelinde kutlanan “Türkçe Dil Bayramı” ise genç cumhuriyetin sosyal ve ticari hayat üstüne tercihleri ile çağdaş medeniyetin ülkemize yansımalarının intikal hızını arttırabilmek için ve ahenk yakalayabilmek adına bir dizi yapısal değişiklik içindeki 26 Eylül 1932 tarihli “Türk Dili Kurultayı”nın açılış gününden mülhemdir. Malumu aliniz; 12 Temmuz 1932 de “Türk Dil Kurumu”nun öncülü “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatı ile kurulur ve umdesi de Türkçeyi her yönden geliştirmek, yabancı sözcük ve terimlerden arındırmak çalışmaları olacaktır. Siyasi tesir ve mülahazalardan görece korunmak amacı ile de cemiyet, akademik, mali ve hukuki özerklik ile teçhiz edilmiştir. TDK (Türk Dil Kurumu) mezkûr prensipler ve özerk durumu ile taaa 12 Eylül faşist darbesine kadar çok başarılı çalışmalar da yapmıştır. 12 Eylülün cuntacı generallerı, Atatürkçüyüz elhamdülillah temennası ile, Atatürk’ün vasiyetinin hilafına, 1983 yılında TDK’yı özerk kurum olmaktan çıkarıp devlet dairesi düzeyine kilitlediler. Mezkûr kapatma tarihinden itibaren Türk Dilini gözetme ve geliştirme görevine sıkı sıkıya bağlı akademisyen ve gönüllülerin girişimi ile “Dil Derneği” kurulur ve kendisine genç cumhuriyetin kurucuları tarafından tevdi edilen görevi olabildiğince ve güncelleyerek yürütüp ilaveten günümüzde “Türk Dil Bayramı” kutlamaları da onlar tarafından deruhte edilmektedir.

Birinci Dünya savaşı sırasında Şark Cephesinde asıl adı “Agop Martayan” olan bir asker, savaş içerisinde Osmanlı adına gösterdiği yararlılıklar yanında birlikte savaştığı Alman askerlerinin Türkçe öğretmenliğini de üstlenir, Sovyet devrimi neticesinde cephe önemini kaybedince Güney Cephesine tayinini müteakip Mustafa Kemal ile tanışır ve ilk kez Türkçe üstüne muhabbet ve tefekkürler burada gerçekleşir. Mustafa Kemal bu konu ile bu kadar ilgili ve bilgili muhtereme mim koyar.  Mezkûr muhterem Martanyan, savaş sonrası ve Cumhuriyet döneminde Türkçe üzerine ciddi ciddi yazılar yayınlar, yazılarının çoğu Ermeni gazetelerinde yayınlanır, bu yayınlar çok dikkat çeker. Ne zaman ki, Türk Dili Kurultayı toplanacaktır, Atatürk hemen mezkûr zatı hatırlar ve kurultaya davet edilir, kurultay sonrası İstanbul’a yerleşir. Dolmabahçe Sarayında Atatürk’ün masasındaki Türkçe üzerine ve genel manadaki dil tartışmalarına katılır, Türkçenin eski değerlerini araştıran yazılar yazar, 2. Türk Dili Kurultayındaki bildirisi de sitayişle karşılanır. Bu bildiri yaşamının yönünü değiştirir artık kurultaydan sonra TDK’nın başuzmanıdır, bilahare TDK’nın ilk genel sekreteridir. Dil üstüne çok başarılı çalışmalar yürütmesinin yanında, Ziya Gökalp’in Türkçülük faaliyet ve çalışmalarına eksik bulmakla birlikte Kemalist içerik kazandırma faaliyetleri, Güneş Dil Teorisi gibi sonradan iflas eden teoriye verdiği destekler ile de tarihteki yerini almıştır. Gerçi artık adı da “Agop Dilaçar”a çıkar, soyadı kanunu çıkınca Mustafa Kemal Atatürk önermiştir bu soyadını. Ancak Agop Dilaçar’ın en büyük engeli Ermeni olmasıdır ve ne yazık ki bu da karşısına sürekli çıkar, kâh ajan kâh düşman kâh dost tanımlamaları içinde, ömür 1984’te nihayetlenir. Uzun yıllar görev yaptığı, adına ciddi çalışmalar yürüttüğü TDK taziye yazısında adını sakıncalı bulduğundan olsa gerek utangaç bir vaziyette “A. Dilaçar” diye anmayı uygun bulur. Enteresan. TRT ise Dilbilimci “Adil Dilaçar” diye söz eder, mahcubiyet içinde. Bu daha da enteresan. Ama günün ruhuna çok ta uygun maşallah…

Benim açımdan Türkçe, önek ve sonekleri ile çok üretken bir dil olup kendisi ile yazı yazmayı ve okumayı çok seviyorum. Türkçe için söylenilen olumsuzlukların çok büyük bölümüne asla katılmam. Ama ben bu konuda fazla kelam edebilecek durumda mıyım? Zinhar…

Pazartesi, Eylül 23, 2019

SU GELECEĞİMİZDİR


Emperyalist dünyanın kifayetsiz liderleri ve onların geri bıraktırılmış dünya temsilcisi aveneleri, toplumlarını gelecekte petrol savaşları akabinde “su savaşlarına” hazırlamakta ne kadar kararlı olduklarını her fırsatta her hamleleri ile kanıtlamaktadırlar. Bugün nasıl ki petrol kaynakları olan ülkeler hedef ise yarın da su kaynakları olan ülkeler bu kadar açıktan hedef olacaktır, bunun tam tamına nasıl gelişeceği ve sonuçlanacağı ne yazık ki bir takım karanlık mahfillerde planlanıyor, sanal ortamlarda simülasyonlar üstünden gerçekleştiriliyor, sanal savaşlar projekte ediliyor. Dünyanın bu manada hızlı bir şekilde bir tarafı ile kaygısızlar tarafından gerek global ısınma, gerekse hızlı ve gereksiz kirletme, gerekse de temizlememe ya da arıtmama davranışları, diğer tarafı ile de tüketim çılgınlığının sebep olduğu kaynak israfı fahiş artışları ile tehlike çanları yavaştan çalmaya başlamış görünmektedir. İnsanlar ne yazık ki bu tüketim çılgınlığı içinde bil(e)memek, öğrenme çabası göstermemek ve nihayetinde kendi tercihleri de olan kifayetsiz muhterislerin dolmuşuna da binmek gibi bir gaflet ve dalalet içinde fakr-u zarurete tam gaz ilerliyorlar. Gelecek feci sonuçları görebilen, hesaplayabilen bilim insanlarının sesi ne yazık ki kifayetsiz muhterislerin debdebeli propagandaları ve haykırışları yanında hiç duyulamamaktadır.

Halen ve esasen insani kullanımlar, yani direk ya da reel kullanımlar yani içme, banyo, tuvalet ve mutfak amaçlı kullanımlar kaynakları tehdit ediyor görünmemektedir, en azından benim okumalarım böyle gösteriyor, ancak dolaylı kullanım ya da genel manada kabul edildiği biçimi ile sanal kullanım ya da tüketim inanılır gibi değildir. Diğer taraftan dünyada ortalama tüketilen suyun %70’i tarımsal amaçlı, %20’si endüstriyel amaçlı, %10’u evsel amaçlı kullanılıyor olduğu tespiti ile değerlendirme yaparsak en fazla tarıma odaklanmak gerektiği aşikardır.  

İnsan vücudunun %70’nin su olması hasebiyle bir kişinin sindirim, solunum, dışkı, idrar, terleme gibi insanı faaliyetler sonucunda günlük harcadığı su miktarını en az 2,5 ya da 3 litre olduğu bilinmekte ve diğer kullanımlar için, yani banyo, tuvalet, mutfak vs gibi, ortalama günlük yaklaşık 200 litre su kullanıldığı kabul edilmektedir. Bu miktar gelişmiş ülkelerde tüketim alışkanlıkları mucibince 700 lt’lere kadar çıkar iken fakir ülkelerde 60 lt’lere kadar düşmektedir.

Ancak yine de bu gereksinim istatistiklerine bakılınca su sıkıntısının esasen en büyük sebebi tarımsal amaçlı kullanılan ve üretimde ihtiyaç duyulan su miktarıdır. Üretimdeki kullanılan suyu sadece tarımsal amaçlı düşünmeyelim. Örneğin süt ve et elde edilmesi; bir ineğin süt verebilmesi için onun beslenmesi, ot yemesi gerekiyor ve bu ineğin yediği otun ve ineğin suya ihtiyacı vardır. İnekten elde edilen sütün paketlenmesi için de su kullanıldığı düşünülürse tüm bu zincirlerin hepsinde su tüketiliyor ve en son bize et ve süt olarak dönüş sağlıyor. Üretim süreçlerindeki su tüketimleri de öyle zannedildiği kadar az olmadığından ciddi manada dikkat gerektirmektedir. Dolaylı ya da sanal su tüketimi denilince hemen örnekleyelim ki müşahhas olsun ve kastımızın önemi, ciddiyeti ve büyüklüğü anlaşılabilsin. Örneğin, 1 adet domatesin soframıza gelene kadar yaklaşık 13 lt su tükettiğini, 1 bardak sütün (200 ml) 200 lt, 1 fincan kahvenin (7 gram) 140 lt, 1 kg buğdayın 1.300 lt, 1 kg pirincin 3.400 lt, 1 kg soğanın 1.400 lt, 1 kg peynirin 5.000 lt, 1 kg bifteğin 15.500 lt, 1 adet yumurtanın 200 lt, 1 kg çayın 9.200 lt, 1 tshirtün 2.700 lt, 1 adet kot pantolonun 10.800 lt, su tükettiğini biliyoruz, bu örnekleri çok uzatmak mümkün ama merak edenlerin internet ortamında bu bilgilerin tamamına çok kolayca ulaşabileceği de aşikardır. Görüldüğü üzere suyu doğrudan değil dolaylı (sanal) olarak ciddi manada fazla tüketiyoruz. Bir ürünün veya hizmetin üretimi için kullanılan su kaynaklarının toplam miktarı suyun tüketim göstergesi olup bu manada tüketilen suya da gizli tüketim ya da sanal tüketim denilmektedir.

Üretimde kullanılan su miktarları, hammaddelerin nereden geldiğiyle de ilgili olup ürünün hangi şartlarda üretildiği ile doğrudan bağlantılıdır. Esasen yağışı bol olan bir ülkede yetişen bir ürün diğer kurak bir ülkeye ithal edildiğinde aslında sanal su da ithal edilmiş olur. Buna en güzel örnek pamuktur, bilindiği üzere pamuk üretimi çok fazla suya ihtiyaç duyar. Pamuk işlenerek tişört, pantolon gibi çok çeşitli tekstil ürününe dönüşür, sonuçta da boya vs gibi yine su ihtiyacı olan işlemlerden geçirilmektedir. Kullanılan su tişörtün rafta satışa hazır olması ile de bitmemektedir. Tişört üretimi tamamlanıp bizlere ulaştığında her giydiğimizde temizlenmesi için sürekli olarak yıkamaktayız. Günümüzde tüketim çılgınlığı arttıkça su kaynakları da bilinçsiz ve kontrolsüz kullanmaya başlandı, ne yazık ki, işte tam da bu nedenle dikkatimizi en fazla bu alana teksif etmeliyiz.

20. Yüzyılda dünya nüfusu 3 kat artmasına karşın tüketilen su miktarı 7 kat artış göstermiştir. Tüm bu değerler ve sonuçlar su kaynaklarını bilinçli ve etkin kullanmaya yönelik önlemler almamız gerektiğinin en önemli gerekçesini oluşturmalıdır. Suyun plansız, verimsiz ve aşırı kullanılması, su kirlenmesi ve su kaçakları en büyük sorundur. Tarımsal sulamanın kontrolsüz olması, tüketim çılgınlığı ve insanların su tüketim alışkanlıkları su kaynaklarının tüketilmesinin nedenidir. Su kaynaklarının korunması için öncelikle insanların su hakkında bilinçlendirilmesi gerekmektedir.  Elektrikli aletlerde bulunan enerji tüketimi bilgisi gibi yiyecek ve giyeceklerde su tüketim bilgisi verilebilir.

Tüm bu yazılan ve söylenenlere rağmen, devamlı şekilde fazla su kullanmayın, şebekelerden evlerimize gelen suları verimli ve tutumlu kullanın, tarımda çağdaş teknikler ile az su ile çok verim alınacak yöntemlere itibar edin, az tüketin ya da kontrollü tüketin, ihtiyaç kadar tüketin, ikazları tüketilen suyun miktarları görülünce belki anlamlı olacaktır.

Kifayetsiz muktedirlerin savaşlarına destek vermemek adına bu konuda yazmaya devam…