Cumartesi, Ağustos 06, 2022

ESKİ İSTANBUL’DA MEYHANELER

Reşad Ekrem Koçu tarafında kaleme alınan, İstanbul’un Sultan Murat döneminden itibaren belgelenen meyhaneleri ve meyhane köçeklerini konu alan “Eski İstanbul’da meyhaneler ve meyhane köçekleri” adlı kitabını okuyorum. Müthiş bilgilendim, Evliya Çelebi ve benzerleri referanslı anlatımlar, belgesel niteliğinde… Bu bilgiler, bugünün yoğunluğu ve gerekleri yanında elzem mi idi diye sorulabilir. Bilgi ile donanmak babından elzem gündemin yakıcı ajandası yanında elzem değil denilebilir. Lakin aşağıda aktaracağım küçük küçük notlara bakınca bilmediğimiz ya da yanlış bildiğimiz doğrular ya da doğru bildiğimiz yanlışlar üzerine siparişe binaen adrese teslim detaylar… Okunası, bilgilenesi gerek bir kitap, bunları da bilmesek hayatımızda bir eksiklik olur mu? Şüphesiz olmaz lakin münevveriyet adına değerli bir birikimdir diye mütalaa etmekteyim.

Yazar; “Yakın geçmişe kadar meyhanelerinin şöhreti bütün Akdeniz memleketlerine yayılmış koca İstanbul’da meyhane kalmadı. İçkili lokantalar var ve içkili aşçı dükkânları var… Meyhaneye rakı ve şarap içmeye gidilir ve meze yenilir, yemek değil.” diye giriş yapıyor. Kitap münderecatı bu minvalde ilerliyor. Gerçekte de azıcık tefekkür edilse “meyhane” ve “lokanta” farkı nedir kelime etimolojileri bile içerik için ipuçları veriyor esasen. Yazar, ilerleyen bölümde, “meze”nin doyumluk değil tadımlık olduğunu öne çıkararak meze çeşitliliğinin de önemine vurgu yapar. Meyhane kalmadı tespitine “içmesini de bilen kalmadı” diye vites attırıyor. “O canım rakımız, kuş gözünden şişhaneye, kadehle içilir efendim. Yudum yudum, süze süze, koklaya koklaya…”  Şeyh Galip’ten, Muallim Naci’ye mey ve meyhane tarifini destekleyen, katmerleştiren şiirlerden bölümler aktarılıyor. 

Meyhaneleri, “gedikliler, koltuklar ve ayaklı meyhaneler” diye tasnif ederek devam eder. “Gedikli Meyhane”; işleten sahiplerinin elinde devletten alınmış bir ruhsatname, bir berat bulunmakta diye ifade edilirken, “Koltuklar” için ise, ruhsatnamesiz, kaçak mekânlardır tespiti yapılır, sadece İstanbul’a mahsus olduğu ifade edilen “Ayaklı Meyhaneler” ise istisnasız tamamı Ermeniler tarafından işletilen ve içkinin seyyar ve sırtta taşınarak satıldığı mekânlardır.

“Gedikli meyhane” Ortaçağ’dan kalma bir usul beyanı ile iş hayatı ya da ticareti sınırlayan ve düzenleyen bir uygulama olmasından bahisle İstanbul’da 100 meyhane varsa bunun 1 eksiği ya da 1 fazlasının olmasının mümkün olmadığı belirtilmiştir. Bu kısıtlamanın, tüm esnafı kapsadığı belirtilmiş olup terzi için de, demirci için de, berber için de, sakalar için de, hamallar için de geçerliliği söz konusu imiş. “Gedik” babadan evlada kalır yahut ustadan çırağa, kalfaya devredilir yahut işten çekilen sahibi tarafından, loncanın muvafakati ile satılabilir, devir işinin, faaliyetin ehli ve liyakatine binaen olması kaçınılmaz olup devrin padişahının tuğrası da ruhsatnamede bulunurmuş ve de bu nedenle gedikli meyhanelere aynı zamanda “selatin meyhane” de denilirmiş. Gedikli meyhane, müdavimleri ise; “ikindi ile akşam arası esnaf kalfaları, çırakları, o boydan henüz tüylenmemiş yahut bıyıkları yeni yeni terlemiş gençlerdi. Akşam ile yatsı arası da yeniçeriler, kalyoncular, topçular, esnaf kâhyaları, âşıklar (halk saz şairleri)i okuryazar takımının kalenderleriydi, yaşını başını almış adamlardı”.

“Koltuklar” ise kaçak meyhaneler sınıfındadır, mesela adamın elinde “bakkal gediği” bulunmaktadır, bir fıçı şarap, birkaç damacana rakı koyar dükkânın bir köşesine kerahet vakitlerinde kepenkler indirilir, meyhane fazı devreye sokulur lakin “görme beni” payı zaptiyenin hak edişi olarak madeni haz kabilinden baki kalmak kaydı ile. Koltukların müşteri profili; “evine içki sokamayan yahut sokmak istemeyen kibar takımı uğrardı, yâr ve ağyar gözlerinden saklı iki üç kadeh rakısını, bir iki bardak şarabını içer, ağzını siler, evinin yolunu tutardı.” diye verilmektedir.

“Ayaklı Meyhane” ise, dükkânı, tezgâhı, ustası, sakisi hep kendisi olan kişinin, bellerine ucu musluklu ve içi rakı yahut şarap doldurulmuş uzun bir koyun barsağı sararlar, sırtlarında cüppeye benzer bir üstlük, iç cebinde bir kadeh, omuzlarına da alameti farika olarak bir peşkir atarlardı. Ve en çok Bahçekapı dışında, Yemiş iskelesi civarında, akşam karanlığında kayık iskelelerinde dolaşırlardı, müşterileri yalın ayaklı, yarım pabuçlu kayıkçılar, hamallar, yanaşmalar, uşaklar… Kuşağının altından musluğu açar, kadehi doldurur, peşine takılmış müşterisine içkiyi sunardı, kadehi alan da iki yudumda içer, ağzını da elinin tersiyle silerdi, argo deyimiyle ona da “yumruk mezesi” denilirdi. Ayaklı meyhanelerin cömertçesi ise cebinden iki üç leblebi çıkarıp verirdi.” şeklinde mekân ve müşteri tanımı ile detaylandırılmaktadır.

Görüldüğü üzere yasaklamalar ya da düzenlemeler hayat ile örtüşmüyor ise, devri zaptu raptta’da kâr etmemiştir ve de görünen o ki etmeyecektir. Hayatın doğal akışı ve ademoğlunun talebi buyurucu ve düzenleyici otoriteyi orantısız zeka ile mütemadiyen bertaraf etmiştir. Çalıştığım dönemde zaptu raptın payitahtı Suudi Arabistan ve Türkmenistan pratiklerini yaşayarak şahitlik ettim, bu tabii seyre… Özellikle Türkmenistan’daki “ayaklı meyhanelerin” nasıl asrımıza uygun otomobilli meyhaneler haline evrildiğine zarf ve mazruf açısından da yaşayarak şahitlik ettim. Anadolu’da yaygın söylenen “yasaklar delinmek içindir” sözünün ne büyük cesaretle faaliyet-i esas haline dönüştüğünün mükemmel pratiği ise Suudi Arabistan’dır, bence, ne kırbaç ne de kelle kesilmesi mani olamamaktadır. Neyse konumuza dönelim yeniden.

Evliya Çelebi’de değinmiştir İstanbul Meyhanecilerine, “esnafı melunanı menhusanı mezmumanan yani meyhaneciyan” diyerek. Üstad Seyyah, “IV. Murad’ın şiddeti ve devamlı içki yasağı arifesinde, hepsi İstanbul ile Galata, Eyüp ve Üsküdar kadılıkları hudutları içinde binden fazla meyhane vardır. Meyhanecilerin cümlesi “kefere ve fecere” olarak 6.000 nüfustur, 300 kadar koltuk dükkânı vardır. Meyhaneler “Hamr Eminliği”ne bağlıdır ki, devlet hazinesinin en zengin gelirlerinden birini de bu emanet temin etmektedir. Hamr Emaneti, Galata’da Domuz Kapısındadır.” Ünlü seyyah devamla; “Meyhaneciler mezmum kavimdir. Meyhaneleri içre bu kadar hanende, sazende, mutriban cem eyleyüb şeb ü ruz ile sürud ederler. Şarabın gerçi nası kati ile katresi haramdır, amma hükema kavlince ana “ruhi sani” demişler, nuş eden canların canına can verip, bihayat iken şirane cünbüşe başlayıp bihicap olurlar;

Yare yalvarmaya bir kimse hicap etse hemen

Bir kadeh mey kişinin cümle hicabını götürür

Bunu nuş edenler “arslan sütü” demişler. Kadim hükema da, “elma yiyip alessabah bir kase şarap içenin öldüğüne taaccüp ederiz” demişlerdir, amma yalan söylemişlerdir” diyor.

Gılgamış Destanı bile, ekmeği ve bira içmeyi, Eski Yunan ise şarap içmeyi uygarlığın bir simgesi olarak tasvir etmekte ise şüphesiz ki tüm bu yazılan çizilenlerden anlam ve önem çıkarmasını bilen kimseler için nice hisseler ve kıssalar vardır.

Sonuç olarak, bu güzel ve anlatımı akıcı kitaptan da ilim, irfan ve feyz almaya devam ediyor ve de edeceğiz. 

 

Cumartesi, Temmuz 30, 2022

TAPIŞTI HASAN’DAN İLHAN İREM’E

 

Maalesef; İlhan İrem’i de kaybetmişiz. Vefatının ardından eşinin “melek oldu”  ifadesi ile uğurlanan 70’li yılların romantik şarkılarının güftecisi, bestecisi ve ses sanatçısı İlhan İrem’i şahsen tanımıyorum kendisi ile yegâne bağımız bizim arkadaş grubumuz içindeki gençlik arkadaşım, Çeşme’nin “Tapıştı Hasan’ı” ile müthiş benzerliği idi. Hasan’ı uzun yıllar önce çalışmaya gidip yerleştiği Kıbrıs’ta kaybettik, şimdi de İlham İrem kayıplar listesine eklendi. Artık Türkiye’nin İlhan İrem’i yok, Çeşme’nin İlhan İrem’i yok… Yokların fazlasına da hayat bizi usul usul alıştırıyor. Lakin alışamadığımız yegâne şey “organ bağışı” konusunda duyarlı olmak, böbrek yetersizliği nedeni ile kaybettiğimiz sanatçı ile birlikte umalım ki organ bağışı konusu yeniden önem kazansın…

Şarkıları da, dönemin tek kanalı, televizyon mecburiyetimiz TRT’nin sürekli yayınlaması, müzik programlarına sürekli çıkarıyor olması nedeniyle kulak aşinalığı oluşturmuş idi. Özellikle 70’li yılların ikinci yarısında meşguliyetimizi oluşturan hayatın gerçekleri ile kendisinin romantizmi arasında pek benzeşmeler ve kesişmeler olmamasına rağmen Hasan nedeni ile kendisini fazlaca bilmenin ötesinde şarkılarının da bilir durumda idik. Canım Yurdum; sesi farklı, sözü farklı, illiyetleri farklı bir renkli müzik adamını kaybetti, bu vesile ile kederli ailesine baş sağlığı ve sabırlar dilerim.

Başlığın tersine, İlhan İrem’den Tapıştı Hasan’a ilerlemek ve bu yerel ama çok renkli arkadaşımızı bir kez daha anmak istiyorum. Benim yolumun 12 Eylül zindanlarına onun yolunun Kıbrıs’a uzanması neticesinde bağımız tamamen kopmuş lakin kendisini anmaya en azından benim tarafta devam ettik ve ediyoruz ve de edeceğiz. 70’li yılların popüler sanatçılarından biri olan İlhan İrem ile Hasan, nerdeyse tıpa tıp görüntü benzerliği nedeni ile el üstünde ziyadesiyle tutulduğumuz mekânlar ve zamanlar olmuştur. İzmir’e gidişlerimizde kendisini “Hasan” olarak bilmeyenlere mutlaka onu İlhan İrem diye sık sık takdim ederek, ufak tefek avantajlar peşinde koşarken, tercihlerimizin, zevk, kalite ve kandite açısından mezkûr şahsa uygun olmamaları da sırıtır durur idi açıkçası ya, bizde bunun hiç farkında olmazdık… Ne gam ne keder, biz kendi çapımızda kendi oyunumuzun hülyası ve tılsımı içinde kendimizce tatmin oluyorduk. Ama sonuç itibari ile Hasan; dışarıya İlhan İrem diye pazarladığımız bizim gençlik arkadaşımız ve dostumuz ve hatta hala anıları ile sık sık hatırladığımız birisidir. Hasan her hali ile “nevi şahsına münhasır” denilenlerden birisi idi ve hep öyle kalacak… 

“Tapıştı Hasan” baba mirası lakabı ile anılır hale gelmiş, babadan miras ve intikal işler ile iştigal etmiş biri olarak, ilaveten kahvede ocakçılık ve garsonluk, gazete kioskunda satıcılık, seyyar köftecilik, yabancı seyahat acenteliği başta olmak üzere her işi yaparak medarı maişet eylemiştir. Üniversite sınavlarında ilk yıl başarılı olamadığımdan 1 yıl boyunca Hasan ile birlikte seyyar köftecilikte yaptık. Ne güzel günlerdi… Düşünün satmak üzere köfte hazırlanıyor, hem de bahçeden soğan, maydanoz, domates, biber, limonu beleşe getiriyorum, Hasan satın aldığımız kıyma ile köfteyi güzelce yoğuruyor, hazırlıyor, dinlendiriyor, sonra seyyar araba ile mis gibi ızgara köfte satıyoruz. Yatırım maliyeti ve hedeflenen o günlük karı yakaladığımıza kani olduğumuz an, derhal satış duruyor, geçiyoruz Yunanlıların seyahat acentesine, rakı satın alınıyor, su zaten şebekeden beleş, gelsin güzelim ızgara köfteler, yavaştan başlanılıyor demlenmeye… Sonraları bunu daha uygun hatta mükemmel sofralara dönüştürüyoruz. Hasan; Sakız Adası ile Çeşme arasında feribot hizmeti veren Yunanlı şirketin bürosunda çalışıyor ya, seyyar köfte arabası hemen önüne çekiliyor, ofis meyhane düzenine dönüştürülüyor ve sonradan aramıza katılan o zamanki Tekel İdaresinin Çeşme yöneticisi Hayati ve şu anda ismini anamadığım bir arkadaşımın daha katılımı ile şüphesiz köfteler, salatalar ve ekmekler bizden rakılar Hayati’den olmak üzere harika akşam yemeği masaları oluşturuyorduk. Rakının belli bir evresinde gelinen duygusallık, hatırat-ı bergüzar hali Hayati’yi değme Türk Sanat Müsikisi sanatçısı haline dönüştürmekte idi… Dede Efendi’den girer, Tatyos Efendi ve Yorgo Bacanoz ile devam eder, Sadi Hoşses’ten çıkan bir repertuar… Yahu, her gece aynı menü ile rakı masası mı donatılır, evet, vallahi şimdi o anları hatırlamak bile cihane değer bir durumdur… Ama kadro ve menü aynı olsa bile muhabbet konusu hep değişiktir ki mezkûr masaların en önemli mezesi de esasen muhabbettir…

Sayısız güzel anılarımız vardır, Sevgili Arkadaşım “Tapıştı Hasan” ile… Daha önceki bir yazımda bahsettiğim bir anıyı şimdi o hali ile bir kez daha yazıyorum. Bugün hala anımsar iken, katıla katıla güldüğümüz bir tanesini yazmak istiyorum. Gençlik dönemimizin önemli duraklarından biri, “Kolovo’nun Kahvehanesi”, bugün ayakkabı dükkânı olarak çalıştırılan mezkûr mekân, biz yeni gençlerin bir araya geldiği hatta tavla ve bazı kâğıt oyunları oynamaya başladığımız mekân. Biz, o dönem çok sıkı fıkı olduğumuz 3 arkadaş, Tapıştı Hasan, şimdi adını anmayacağım biri ve ben, akşamın ilk saatlerinde mezkûr mekânda oturur iken, genel kontrol maksadı ile kahvehaneye birden polisler geldi. Tapıştı Hasan sakalı az, yüzü nurlu ve 18 yaş altı görünümlü olmasına rağmen son muayenesini yaptırmış askere sevkini beklemekte, diğer tarafta bizler ise tam manası ile kara kuru, sakalı yeni yeni terlemeye başlamış ama güneş altında kalma nedeni ile de olduğundan yaşlı görünen bir haldeyiz. Polis bizim masaya geldi, belki de yeni tayin olmuş biri idi çünkü polisler genelde bizleri tanırlar idi, tam hatırlamıyorum, “çat bir tokat” Hasan’a “bu yaşta ne işin var kahvehanede, kalk git” diyor, buna bağırıp çağırıp şiddetle itiraz edip kimliğini çıkarıp gösterince polis yanlış yaptığını anlayıp bizim masadan mahcup mahcup ayrıldı. Biz, diğer 2 kişi gerçek manada yaşı küçükler de o hengâmede yırtmış olduk. O zaman bunu özellikle anlatıp, anlatıp çok gülerdik, şimdi de bu haliyle gülüyorum…

Yukarıda değindiğim üzere, askerliğini de yaptığı Kıbrıs’a gider, evlenir ve çalışır orada… Çok sonraları vefat haberini aldık, çok üzüldük… Evet, bugün hasret ve özlemle anımsadığımız “Tapıştı Hasan’ı” çok büyük benzerliği olan yenilerde kaybettiğimiz İlhan İrem’in bir şarkısının sözleri ile ve saygı ile yâd edelim…

Hatırlar mısın bilmem...

Yıllar geçti üstünden...

Yağmurlu bir akşamdı...

Sevgimi söyledim ben...

Yağmur muydu bilmem...

Süzüldü gözlerinden...

Utanmış kızarmıştın


Cumartesi, Temmuz 23, 2022

SU ve GIDA ZENGİNLİĞİ

Su, insanın olmazsa olmazı olup, beynimizin %85’i, kanımızın %80’i, kaslarımızın %70’i su içermektedir, bilindiği üzere. Normal koşullarda bir insanın günlük ve sıradan faaliyetleri çerçevesinde, idrar, nefes, dışkı ve terleme vs gibi nedenlerle yaklaşık 2.5 ya da 3 lt su kaybettiği de bilinmektedir, tam da bu hesapla benzer miktarda su alınması hayatiyetin devamı adına kaçınılmazdır. Eğer günlük düzenli spor, egzersiz ya da yoğun terleme sonucu doğuran faaliyetlerde bulunuyorsak, günlük ihtiyaç duyulan su miktarı da aynı oranda artacaktır. Suyun insan vücudundaki hayati fonksiyonlar açısından görevleri ve faydaları sayılamaz durumda olup; başta, böbrek taşlarının oluşumuna engel olur, kolon kanserine yakalanma riskini azaltır, yenilen gıdaların çözünerek sindirilmesi ve emilimini temin eder, vücut ısısının ayarını yapar, toksin ve diğer atık maddelerin vücuttan atılmasını temin eder, hücrelere ihtiyaç duyulan emilmiş gıdaları taşır, kan dolaşımı için uygun ortam hazırlar, vücutta bazı kritik organların korunmasına aracılık yapar, kanda besin ve hormon nakliyesine yardımcı olur, yeterince içilmesi halinde de metabolizmanın çalışma düzenini korur, cildin sağlıklı ve esnek olmasına katkı yapar vs. vs. Diğerlerini ve detaylarını da konunun uzmanlarına bırakalım.

Görüldüğü üzere su “hayattır” ve hayati önemi olan ve doğada serbest ve yenilenebilir şekilde bulunan bu suya ademoğlunun yaptıklarına bakın. “Akan su kir tutmaz” abukluğu içinde sınırsız ve sorumsuz kirletmeye devam eder. Temiz kalmış tarafını da büyük propagandalar ve reklam kampanyaları mucibince yaratılan korku ikliminde büyük paralar karşılığında içme suyu diye satan kapitalizme de alkış çalar. Şişelenmiş suyu satamaz ise su filtresi satar, satar da satar. Yaygın satışı yapılan damacana su, olabilecek en basit ve ucuz bir şişeleme endüstriyel tesisi ile bize iteleniyor, bir 19 lt damacana su kaç lira, yaklaşık 25 TL peki 1 m3 su kaç damacana 52,5 peki 52,5 damacana su kaç TL, 25x52,5=1.312.5 TL. Yani hammadde (su) beleş ama şişeleme, sabit yatırımlar, nakliye, bayi karı vs diye bulunan rakama bakar mısınız, beleş nerde 1.312.5 nerde… Kapitalizm böyle bir şey işte… Hindistan’a bile Fransız Evian suyunu şişeleyerek satarlar… Ben ilk kez yıllar önce orada görmüş idim şimdilerde şükürler olsun Canım Yurduma da getirip büyük bir eksikliği de giderdiler…

Bu su ve kullanımı şüphesiz ki insanın direk ya da konutlarda ve diğer yaşam alanlarında diğer amaçlarla kullandıkları miktar toplam kullanılan suyun yaklaşık %16 sı gibidir. Yine olmazsa olmazımız “gıda üretimi” yani tarımsal faaliyetler için yaklaşık ihtiyaç ya da kullanım %73 ve geri kalan miktar da sanayi amaçlıdır. Anlaşılacağı üzere en fazla su tarımsal faaliyetler için kullanılmaktadır lakin %11 gibi miktarsal olarak en az suyu kullanan sanayi ise de en fazla kirleten de odur ve ne yazık ki bu kirliliğin tüm su stoklarını da tehdidi aşikârdır. Diğer taraftan tarımsal faaliyet kapsamında suyu ıslah edilemez hale getiren zirai ilaçlar ve gübreler konusuna giremedik bile…

İnsanın zati ihtiyaçları ve gıda üretimi için hayati öneme haiz su her birimde de hovardaca kullanılmakta ya da sorumsuzca kirletilmektedir. Şehirlerin atık suyu ne yazık ki uydurulan derin deşarj abukluğu mucibince devasa fosseptik muamelesine tabi tutulan denizlere akıtılmaktadır. Sonra da ortaya çıkan müsilaj sorununu çözelim diye sınırsız çaba, para harca ve yine muhterem ve muteber zevatın cebine mali transfer… Mütekâmilen düşünülmemiş ya da düşünülerek belki de bilerek ve isteyerek bu haliyle planlanmış düzenek devam edecekse hepimiz bileceğiz ki, bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete… Su sorunu sorun olmaktan bir faciaya dönüşmeden, dünya hızlı ve isabetli çözümler üretebilmelidir. Hiçbir ülke kendisini bu sorundan etkilenmeyecek diye değerlendiremez ve değerlendirmemelidir de.

Okuyanlara ve özellikle de ilk emrin “oku” olduğunu söyleyenlere; 2012 yılında “Ankara Tabip Odası, ASKİ-SUKADER, Çevre Mühendisleri Odası, Gıda Mühendisleri Odası, Halkevleri, İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, Jeoloji Mühendisleri Odası, Kimya Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, Tüketici Dernekleri Federasyonu, Tüketici Hakları Derneği, Ziraat Mühendisleri Odası” tarafından hazırlanmış “Su ve yaşam” adlı rapordan küçücük bir bölüm… “Dünyada herkes için sağlıklı ve güvenli su sağlandığında küresel düzeyde hastalık ve ölümlerde önemli ölçüde gerileme olasıdır. Küresel düzeyde yaklaşık her on hastalıktan birisinin;

·       Güvenli içme suyuna ulaşım arttığında,

·       Sanitasyon koşulları sağlandığında,

·       Su kaynaklı hastalıklar önlendiğinde,

·       Suda boğulmaların önüne geçildiğinde önlenmesi beklenmektedir.

Güvenli su sağlandığında her yıl;

·       Çocukluk döneminde 1.400.000,

·       Sıtmaya bağlı 500.000,

·       Malnütrisyona bağlı 860.000,

·       Boğulma nedenli 280.000 ölümün önlenebileceği bilinmektedir.

Güvenli suya ulaşımın sağlanması ayrıca, beş milyon kişinin önlenebilir bir körlük nedeni olan trahom ve beş milyon kişinin de lenfatik filariazis hastalığına yakalanmasını önleyecektir.”

Diğer taraftan; su gıda güvenliğinin en temel girdisidir ve tarımın olmazsa olmazı olup tüketilen gıdanın 2/3 ü sulu tarım ürünüdür. Görüleceği üzere gıda güvenliği ve su güvenliği mütemmim cüzdür. Sadece bitkisel üretim açısından bakılmamalı aynı zamanda hayvansal ürünler ve gıdalar içinde büyük önem taşır ve hayvanların beslenmesi açısından da hayati öneme haizdir, vs vs…

Emperyalist dünyanın kifayetsiz liderleri ve onların geri bıraktırılmış dünya temsilcisi aveneleri, toplumlarını gelecekte petrol savaşları akabinde “su savaşlarına” hazırlamakta ne kadar kararlı olduklarını her fırsatta her hamleleri ile kanıtlamaktadırlar. Bugün nasıl ki petrol kaynakları olan ülkeler hedef ise yarın da su kaynakları olan ülkeler bu kadar açıktan hedef olacaktır, bunun tam tamına nasıl gelişeceği ve sonuçlanacağı ne yazık ki bir takım karanlık mahfillerde planlanıyor, sanal ortamlarda simülasyonlar üstünden gerçekleştiriliyor, sanal savaşlar projekte ediliyor. Dünyanın bu manada hızlı bir şekilde bir tarafı ile kaygısızlar tarafından gerek global ısınma, gerekse hızlı ve gereksiz kirletme, gerekse de temizlememe ya da arıtmama davranışları, diğer tarafı ile de tüketim çılgınlığının sebep olduğu kaynak israfı fahiş artışları ile tehlike çanları yavaştan (esasen bir hayli hızlı) çalmaya başlamış görünmektedir. İnsanlar ne yazık ki bu tüketim çılgınlığı içinde bil(e)memek, öğrenme çabası göstermemek ve nihayetinde kendi tercihleri de olan kifayetsiz muhterislerin dolmuşuna da binmek gibi bir gaflet ve dalalet içinde fakr-u zarurete tam gaz ilerliyorlar. Gelecek feci sonuçları görebilen, hesaplayabilen bilim insanlarının sesi ne yazık ki kifayetsiz muhterislerin debdebeli propagandaları ve haykırışları yanında hiç duyulamamaktadır. Çıkan problemi iyi çözenlerin değil problem oluşmasının önüne geçebilecek yöneticilerin hasreti ile… Aksi takdirde elimizde tuzluk hıyarı olanın hıyarına tuz taşımaya devam edeceğiz.

  

Cumartesi, Temmuz 16, 2022

ÜRETME TÜKET

Ali Ekber Yıldırım tarafından kaleme alınan ve neredeyse Canım Yurdumun son 40 yılında tarımda nereden nereye geldiğinin belgeseli niteliğinde bir kitap hatta bir rapor… Her kütüphanede bulunması gerekir türünden… Bilmediğimiz bir şey var mı? Maalesef yok… Eksik kalanlar var mı, var… Detayda düzeltilmesi gereken bilgiler var mı, var… Hepsi bildiğimiz, tanıklık ettiğimiz hatta gözümüze sokularak yaşadığımız gerçekler.


“Stratejik sektör” olarak tespit edilmesi gereken yegâne sektör tarım, tam da bu nedenle ve bu şekli ile ele alınmalı, planlamalı, desteklenmeli, geliştirilmeli ve korunmalıdır. Tarım, o kadar önemli bir sektördür ki, öyle birkaç politikacının arzu ve hevesine ya da hesabına ya da planına bırakılamayacak kadar hayati değerdedir. Tarım öyle ekonomik bir faaliyettir diye dudak bükülerek söz edilecek bir sektör de olmamalıdır esasen değildir de. Karnını doyuramıyorsan gerisi laf-ı güzaf… İyi silahın olsa ne olur, iyi araban olsa ne olur, iyi telefonun olsa ne olur, iyi yazılımın olsa ne olur… Kocaman boş bir hikâye… “Efendim paramız var ithal ederiz” gibi abuk subuk yaklaşımlar olsa olsa iyi günler için geçerlidir… Paran çok olsa da adam sana satmıyorsa ne manası olabilir. Bu kafadaki Katar yakın geçmişte, Suudi Arabistan tarafından uygulanan ambargo sonucu çok önemli bir gıda krizi yaşamış idi bilindiği üzere… Türkiye tarafından, başta da Reis’in himmet ve hikmeti tezahürü uçaklarla gönderilen tarımsal ürün ve canlı hayvan yardımı ile zor günleri çok zor atlatmış idi. Evet, iyi bilindiği üzere Katar’ın parası var, hem de çok, kişi başına gelir de 130.000 $ düzeyindedir. Gözü kör olası doğal gaz ve petrol yenilmiyor ki… İşte tam burada nasıl hatırlamayalım Kızılderili Reis Seattle’ı; “son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak” demiş ya, biz bunu bu Reis’ten yaklaşık 200 yıl sonra bile günümüzde hâlâ anlayamamışız ya, ne desek kendimize hak ediyoruz.

Şimdilerde bakıyorum da; “kandırıldık, Allah bizi affetsin” diyenlerle dalga geçenler, ne çabuk unutuyorlar, Dünya Bankasının çantasına “15 günde çıkarılmak üzere 15 yasa” koyup gönderdiği Bakanların ardından gittikleri günü hatta bilahare parti başkanı yapmak üzere kapısını aşındırdıkları günü… Hatta yere göğe sığdıramadıkları Başbakanın “Dünya Bankası bu adamı bize niye gönderdi anlayamadım” demesi ne çabuk unutuldu… Yani ve özelde tarım neden hedefe oturtuldu, neden uluslararası güçler canım yurdumun tarımını bitirme kararı aldılar. Peki, adı üstünde bunlar “dışarıdan ve uluslararası güçler” tabii ki böyle hedefleri olacak, evet olacak da, sen içerdekilere bir bak… İçeridekiler neden bu kadar hevesli ve ısrarlı bu dış güçlerin kulaklarına sufle ettikleri hedefleri gerçekleştirmekte. Neden, neden… Vallahi, neden bence çok sarihte, anlamayanlara diyeyim dedim…

Kendi kendine yeten ülkeden nasıl oldu da, pamuk, mercimek, buğday, arpa, yulaf, canlı hayvan başta olmak üzere her türlü tarım ürünü ithal eder hale geldik… Daha da komedisi canım Yurdum “ithal çoban” ile de tanıştı… Nereden nereye… Evet, nereden nereye… Bu sergüzeşt-i ziraat nasıl bir safahat takip etti, bir bakalım… Çok partili döneme geçilince zannedildi ki, toprak ağaları ağırlıklı bir hükümet ile tarım gönenecek, çiftçi kalkınacak… Tam bir komedi, hiç ihtiyaç ve gereği yok iken, buğday ithal edildi Amerika’dan… Peki, bu yetti mi, yetmez ama evet, öyleyse devam… Yerli ve bu toprakların şartlarına başta yetiştirme, saklama, hastalıklardan korunma konularında olmak üzere her açıdan uygun ve şimdilerde yeniden arayışları ve geliştirme ve de ıslah çalışmaları devam eden buğday terk edilip ıslah numaraları ile son tahlilde toprağı fakirleştiren hatta zehirleyen nihayetinde de emperyalist tuzağa ve kucağa gelinen ithal tohumlarla “üretme ama tüket” noktasına gelindi. Konu ile ilgili muarız ve muvafık hayli yazı ve görüş okudum, hiç bir savunma bana bu ithalatçı kafayı olumlayacak kadar ahlaki, vicdani, mantıki ve ekonomik izahlar getiremedi. Esasen getirmesi de ihtimal dâhilinde değil.  Ama Amerikan çiftçisini abad etmek uğruna ve karşılığında lütufmuş gibi uluslararası paktlara dâhil olunmak adına hiç te gereği yok iken tarımsal ürün ithalatını patlat… Yuh denilmesi gereken noktada da kahir ekseriyetin aferinine de mazhar ol. Üstüne dondurmalı kaymaklı çilek… Sonra, gelsin öteki baş karar verici “çoban” lakabı ile maruf muhterem ve muhteşem beyefendi, o da etrafına topladığı bir avuç toprak ağası ile tarımın deyim yerinde ise “içindeki kurdu” olsun, sonuç yine müthiş, “6 kere gitti, 7 kere geldi” mottosunun tasdikini alsın konunun mağdurlarından… Daha da sonra, “memleketimizin şehirleşme oranı çok düşük” numarası ve “köylülüğü bitiriyoruz” desisesi ile köylümüzü kentlere taşıyıp, gecekondulara ve 3. dünya ülkesi sanayisine layık ucuz emek arzı ile maruf “Çankaya’nın şişmanı” arz-ı endam eder sahne-i siyasada ve neticede ziyadesi ile iftihar eder destekçileri ve takipçileri… Sanılmasın ki aradaki benzer suret ve siretteki zevatı yâd etmeden geçiyoruz, lakin bu kabil detaya girilirse de bu hikâye bitmeyebilir, vallahi… Sadece “kalın kırılma” noktalarını vermek ile iktifa edeceğim. Sonra meşhur bir boncuklu daha bulunur ve artık finaldir… “15 günde 15 yasa” numarası ile canım yurdum dizlerinin üzerine göçertilir… Detaylar şahsi müracaatlarda müracaatçılara layığı ile verilecektir. Memleket artık tarımı düşünecek noktadan çok uzağa fırlatılmıştır. Bunları görmeyenler bugün bardak taştı diye zırlıyorlar, yahu bardak 70 yıldır dolduruluyor idi, nerede idiniz, derler adama. Şimdi şöyle olmuş, böyle olmuş yakınmaları… Yok, GDO’lu ürünler ortalığı kaplamış, yok tohum ithal ediliyormuş, yok fabrikalar satılmış, yok özelleştirmeci zihniyet işgal etmiş yurdumu yakınmaları birer “timsah gözyaşı” olmanın ötesine geçemiyor. İnanmayanlar bir baksın bakalım “anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” zihniyetinin faturasına ne meram ve ne murat ediyorum kolayca anlaşılır. Ve maalesef ki, bu taraftakiler de özelleştirmeci sadece “biz daha güzel özelleştireceğiz” fikriyatına haiz gruptalar… Vay ki vay Canım Yurdum…

Bu kadar aynı şeyi yap sonra farklı sonuç bekle, gülelim gayri… Einstein’ın bir sözü ile devam edelim. “Sürekli aynı şeyi yapıp farklı sonuçlar bekleyenler olsa olsa aptallardır”. İlaveten, suçu birine yükleyip işin içinden sıyrılamayacağız da, muhaliflerin iddiası ile “iktidardakiler”, ya da iktidardakilerin iddiası ile “muhalifler” ya da karikatürize haliyle Şükrü Erbaş’ın bir şiirindeki iddiası ile “köylüleri” suçlayarak, kurtuluş yok…

Son söz, Ali Ekber Yıldırım, “Zengin toprakların, fakir insanları olmayı hak etmiyoruz” diye yazıyor. Evet, bu topraklar zengin ve bu nedenle bizlerde her şeye rağmen hâlâ zenginiz. Canım Yurdumun, bulunduğu coğrafi konum, sahip olduğu tarım bilgi, görgü, birikim ve kültürü, ehven iklim şartları, bitki gen kaynakları ve biyoçeşitlilik açısından zenginliği tartışılmaz sadece “milli ve yerli” olmanın gereğinin altı çizilmelidir. 

Cumartesi, Temmuz 09, 2022

NOSTALJİ GÜZELYALI YAZILARI

Heyamola Yayınları; “Kentler Dizisi” adı altında, edebiyatçılar, sinemacılar, şairler, gazeteciler, öğretmenler, tiyatrocular, tarihçiler, şehir plancıları ve arkeologlar tarafından, birlikte ya da ayrı ayrı olmak üzere yazılmış, mezkûr kentin, doğup-büyüdükleri semtlerinin, başta ve öncelikle kendi anıları olmak üzere çocukluk, gençlik ve öğrenim hayatlarını ve semtin sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, sportif ve demografik hayatı üstüne gözlem, söyleşi, hatıra, beklenti ve özlemlerini yansıttıkları bir dizi kitap yayınlamış. Okurken müthiş keyifli bir iş olduğu kararına vardığım bu kombine çalışma, ilaveten tam da benim tarzım… Mezkûr seriden haberim, ilk önce dostumuz, büyüğümüz ve abimiz Gazeteci-Yazar Yaşar Aksoy’un “Soğukkuyu ve Bahariye” kitabını okuduğumda olmuş ve devamının olduğunu görünce hemen diğer kitapları da edinmiş idim sonra bir baktım ki diğer kentlere de yönelik benzer çalışmalar var behemehâl “Adana” serisini de edindim. 

Heyamola Yayınları amaçlarını şöyle özetliyor: “Kentlerimiz hızla fiziksel ve sosyal değişime uğruyor ve yaşanılanlar kaydedilmediği için hızla unutuluyor. Buradan yola çıkarak o kentlerde ve semtlerde doğan yazarlara ulaşarak, kendi yaşamlarından yola çıkıp, bir bakıma kendi ve kentinin özgeçmişini kaleme almalarını talep ediyoruz. Ve sonuçta ortaya çok başarılı kitaplarla birlikte paha biçilmez bir arşiv oluşuyor.” Alkışlarımız bu çalışmalar nedeni ile Heyamola yayınevine…


“İzmirim” serisinin henüz yeni okuyabildiğim 57. kitabı da “Nostalji Güzelyalı Yazıları” öğretmen Cevher Necip Onat tarafından kaleme alınmış. Güzelyalı semtini, ahalisi ile esnafları ile Göztepe Kulübü ile artık anıları süsleyen başta “Gasgonyalı Toma” restoranı olmak üzere neredeyse her detayı merkeze alarak özellikle 1960’lı ve 1970’li yıllarından günümüze taşıyarak deyim yerinde ise ve öğretmen titizliği ve sosyoloji formasyonu ile tane tane aktarmış. Teşekkürler sevgili öğretmenimize. Ben de, semtin o dönem için önemli bir okulunda lise yıllarımı 1972-1975 arasında geçirmiş birisi olarak dikkat ile detayları hatırlayarak büyük bir keyifle okudum. Neler neler yok ki, neler neler anlatılmıyor ki, çok duygulandım. Eshot otobüs deposundan, Güzelyalı Parkına, Gaskonyalı Toma’dan, meşhur fotoğrafçılara, Göztepe Futbol Kulübüne kadar… Göztepe’nin ülkemizi sık sık temsil ettiği “Fuar Şehirleri Kupası” (şimdiki UEFA Kupası) dönemindeki muhteşem kadrosu, başta bir ara da Milli Takımın tek seçicisi Adnan Süvari, Fevzi Zemzem, Nevzat Güzelırmak gibi futbolcularının semt ile ilişkisi üzerine anılar…  Hele de, bir zamanların efsane takımı Denizgücü’nün efsane futbolcusu ve asker, antrenör, teknik direktör, spor yazarı, voleybolcu, voleybol hakemi, atıcı, basketbolcu, Şakir Kuruş anıları var ki, çok şeye değer… Gaskonyalı Toma’nın, Kalipso kralı Metin Ersoy’dan, Adnan Şenses’ten, Huysuz Virjin’e kadar geniş ve popüler müzisyen kadrolarının sahne aldığı müzikli restoran-gazino anıları… Mezkûr gazinoda Erkan Yolaç’ın meşhur “İzmir marşı ile gelip Mehter Marşı ile gideceksiniz” sözü ile girişilen “evet-hayır yarışmaları”…

Kitabın içinde bu hatırlatmaların etkisi dışında aktarılan müthiş bir anı var, yazarın ve yayınevinin hoşgörüsüne sığınarak aynen aktarmak istiyorum. Nasıl bir vatandaş ahlakı, devleti yönetenlerin ahlak seviyelerinin ve yoğunluğunun ve de ilaveten mezkûr davranışların vatandaş tarafından yaygın öğrenilmesi halinde ne seviyede bir ayıp ve utanma oluşacağını yansıtması bakımından çok önemsedim. Esasen de basın görevinin nasıl da yerine getirildiğine, hem de muhatapların “yalandır, uydurmadır” gibi abuk subuk iddiaların ardına sığınmadan kabullenmelerine, muhteşem bir örnek…

“Adam büyük postaneden içeri girdi. Gişelerin üzerindeki yazılara bakıp “telgraf”  yazan tarafa yöneldi. Cebinden çıkardığı el yazısıyla yazılmış kâğıdı “iyi akşamlar” diyerek gişede oturan telgraf memuruna uzattı. Memur, rutin işlemlerini yapmaya başladı. Önce üzerine geniş bir kaşe bastı. Tarihi yazdı. Kelimeleri saymaya başladı. Her kelimenin altına bir çizgi çizerken bir anda durakladı. Kalemi elinden bıraktı ve metni dudaklarını kıpırdatarak okumaya başladı. Şöyle bir başını kaşıyıp yerinden kalktı ve nöbetçi müdür yardımcısının yolunu tuttu. Camlı odada bir şeyler konuşuldu. Memur ve müdür yardımcısı odadan çıkıp adamın yanına doğru geldiler. Müdür yardımcısı adama “telgraf sizin mi?” diye sordu. “Evet” dedi adam. “Aclan Onat” diye telgrafın altındaki ismi okudu. “nüfus cüzdanınız var mı?” diye sordu. Adam ceketinin cebinden nüfus cüzdanını çıkartıp uzattı. Müdür yardımcısı sayfaları birer birer çevirdikten sonra “bilgilerini altına yaz…” gibi bir ifade kullandı. Adama dönüp “bu telgrafı Atatürk’e gönderiyorsunuz, doğru mudur?” diye sordu. Adam “evet… Anıtkabir Müdürlüğü eliyle…” dedi. “Milli Eğitim Bakanını şikâyet etmişsiniz…” dedi müdür yardımcısı metnin tamamını yüksek sesle okumaya başladı. “11 Eylül 1974 tarihinde tek ders sınavları yapılmıştır. Ancak engel sınavları da aynı güne denk gelmiştir. Öğrencilere aynı gün iki sınava giremeyecekleri bildirilmiştir. Bu nedenle kızım hem tek ders hem de engel sınavına sokulmayarak sınıfta bırakılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığının bu uygulamasını size şikâyet ediyorum. Saygılarımla.” Nüfus bilgileri de altına eklenmiş kâğıdın altına “tarafımdan yazılmıştır” ibaresini koymasını ve imzalamasını istedi. Adam inci gibi yazısı ile söyleneni yazıp imzaladı. “Tamam” dedi yetkili, “Kabul et!”. Memur işlemlerini bitirdi, parasını aldı ve telgraf alındısını adama uzattı. Adam hızla postaneden çıktı. Daha işi bitmemişti. Hızlı adımlarla Milli Kütüphane Caddesindeki Demokrat İzmir’e yöneldi. Haber servisinden birisi ile görüşmek istediğini söyledi. “Kızım ve birçok öğrenci bir günde iki sınav olmaz denerek sınavlara alınmadılar…” diye anlatmaya başladı. Ertesi gün gazetenin baş sayfasında adamın resmi, yanında telgraf alındısı ve haberi vardı. “Dertli babadan Atatürk’e telgraf” diyordu.

Aradan yirmi gün kadar geçmişti ki sabah gazeteci Yaşar erkenden kapısını çaldı adamın. Gazetenin birinci sayfasında “Atatürk’e çekilen telgrafın cevabı geldi” yazıyordu. Tek ders nedeniyle engel sınavına giremeyenlere bir hak tanınmıştı.”

İşte durum böyle idi o yıllarda, utanma, arlanma ve sıkılma ve mahcup olma gibi duyguları olurdu yöneticilerin…

Bir anda üniversite öğrenciliğim sırasında öğrencilerin sahip olduğu hukuki haklar geldi. Yahu şimdileri demokrasi zirvesi diye parlatanlar bilmiyor ki, o dönemde bir öğrenci hakkının yenildiğini hissettiğinde Danıştay nezdinde dava açma hakkı ile hukukun tam ve en geniş biçimde güvencesinin korumasında idi. Sonra ki yıllarda “seni bu üniversiteden atarım” diyebilecek kadar abuk rektörler ve buna vasat oluşturan hukuki zemin yaratıldı. Mesela, “seni bu üniversiteden atarım” diyen rektör asla “yahu bu öğrenciyi buraya ben mi aldım da istediğim zaman atarım” diye düşünmesi ve tehdidi için hiçbir utanma hissetmediği gibi benim yazdığım bir yazı üzerine suç duyurusunda bulunacağını yazmıştı bana… Düşünebiliyor musunuz, bir rektör utanmadan sıkılmadan ve de en önemlisi idari bir yönetici olduğunu unutarak, kendine ne haklar vehmediyor…

Cumartesi, Temmuz 02, 2022

GEYİK MUHABBETİ

 Son yıllarda çok yaygın olarak kullanımı olan ve boş, anlamsız, saçma, sapan, sadece gevezelik maksatlı söyleşi, söyleşme, sözleşme, konuşma yapılmasına “geyik muhabbeti” denilmektedir. Gerçi, kimilerine göre geyiklerin soğuk havalarda bir diziliş biçiminden esinlenerek söylendiği biraz da martaval havası içinde, kimilerine göre ise mizah yapmanın bir çeşidi biçiminde tariflenir ama öyle midir, bu yazımızda bu başlık üstüne bir geyik muhabbeti döndüreceğim. Temelde sadece boş lakin hoş zaman geçirmeye yönelik dahası eğlenceli bir yanı da olan durumdur bugün itibari ile lakin nereden, nasıl esinlenilir de bu deyim kullanılır, ona şöyle hızlı bir göz atalım.

Devir, kimilerine göre Ulu Hakan, kimilerine göre Kızıl Sultan devri… Osmanlı payitahtının en uzun süreli hükümdarı II. Abdülhamit, padişah V. Murat’ın “ruhi çöküntüler içinde” olması gerekçesi ile tahttan alaşağı edilmesi neticesi tahta oturmuştur. Ancak konunun uzmanı üstat tarihçilerin anlatımlarından bilenler biliyor ki, bu ruhi çöküntü içinde olunması gerekçesi tamamen dönemin iyi saatte olsunlar güçleri ile çaktırmadan kurulan temaslar neticesi temayüz etmiştir. Dönemin en güçlü figürü Mithat Paşa, gücü mucibince padişah Abdülaziz’in tahttan indirilmesi, yerine V. Murat’ın getirilmesi ve nihayetinde de II. Abdülhamit’in tahta çıkarılması başta olmak üzere köklü hamleleri yapabilecek durumdadır. II. Abdülhamit tahta geçebilmek adına dönemin bu en güçlü figürüne, Kanun-i esasi yapılması, meclis-i mebusan ve ayan meclisi oluşturulması, yargı bağımsızlığı gibi bir manada da atide vuku olacak Cumhuriyet rejiminin nüvelerini oluşturacağı sözünü verdiği tarihçiler tarafından ittifakla belirtilmektedir. Açılım da açılım sözü vererek tahta geçen Sultan, kanun-i esasinin kendisine verdiği idari sürgün işini büyük bir marifetle ilk önce dönemin en güçlü figürü Mithat Paşa için kullanmış ve ilk ve en güçlü rakip ya da murakıp saf dışı bırakılmıştır. Bu baptan oluşan korku vasatı neticesinde rejim adına söz verilen tüm denge balans unsur ve noktaları geriletilmiş ve sınırsız güç en azından dâhilîde tekrar padişahta toplanmıştır. Mezkûr süreçte çok vahim gelişmeler yaşanmaya da başlar, dâhilîde güç tek kişide toplanırken haricide güçler çoğalmış ve çeşitlenmiştir. Dün sadece Rus İmparatorluğu ve Avusturya İmparatorluğu rakip iken şimdi yerelde milliyetçi güçler oluşmakla beraber hiçbir sınır teması olmayan İngiltere ve Amerika dahi devreye girmiştir. Sınırsız toprak kayıpları ve ekonomik çöküş, bir tarafı ile tahtı eleştirenlerin çoğalması hasebiyle muhalefeti güçlendirirken diğer tarafı ile de tahtı sarsar hale dönüşmektedir. Bu tür gelişmeler karşısında her dönem ve her ülkedeki tek ve kaçınılmaz senaryo devreye girer, devre uygun şekli ile takrir-i sükûn… Şimdi bir kısım tarihçi, mezkûr muhteremi kuruntulu bir kişiliğe sahip diye gösterip konuyu ya göremediklerini ya da böyle göstermek istediklerini ispatlamaktadırlar. Oysa normal işleyen düzeni, yani tahta çıkma kurallarını sen alt üst edip “iyi saatte olsunlar” ile hemhal sayılabilecek beraberlikler oluşturacaksın sonra da benzer şeylerin sana yapılmasını beklemeyeceksin, bu hayatın normal akışına aykırı bir durumdur. “İnsan karşısındakini kendisi gibi bilir” sözü mucibince kendisi tahta oturmak için nasıl ki temayüller dışı işlere girişmiş ise diğerlerinin de kendisi aleyhine benzer girişimlerde bulunacağı kaygısı, korkusu artık bacayı sarmıştır. Tam da bu nedenle Mithat Paşa’dan başlamıştır tasfiyelere Ulu Hakan… Nasıl ki, tahta aday iken hedef ne pahasına olursa olsun taht idi kendisi için şimdi de artık kendisini hedefe oturmuş biri olarak riski ziyadesiyle hissetmektedir. Bu duygu insanı yer bitirir, her şeyden kuşkulanır hale getirir sürekli kendisine darbe yapılacak korkusu içselleşir ve artık zinhar sağlıklı düşünme ortamı kalmaz. Mesela, tam da bu yüzden basında çıkan her kelimenin aleyhte bir hareket şifresi olabileceği kaygısıyla müthiş sansür uygulamaya geçilir. “Tahtakurusu” kelimesi bile “tahtı kurusun” gibi algılanmaya başlar. Sansür basın üstünde o kadar etkili olmuştur ki, azalan işe karşılık sansürden sorumlular artık kibrit kutularının, sigara kâğıtlarının üzerlerindekileri incelemeye almışlardır.  Peki, sansür yeterli midir, suspus bir ortam oluşması için, şüphesiz hayır… Bunu destekleyen şeyhülislam kararları, kadılık kararları ve de şüphesiz ki sınırsız idari ceza “sürgün” kararları… Hedef tam sessizlik olunca, akıl dumura uğrar, günlük kararlar, saatlik kararlar ile duygusal ve akıl dışı uygulamalar ortaya çıkar… Artık çaresizlik üstü saldırganlık sınır tanımaz hale gelir.

Neyse bu ortamı verdikten sonra, başlıktaki konumuza gelelim yeniden. Dönem itibari ile oluşan istibdata başkaldıran “İttihat ve Terakki Cemiyetinin” Makedonya kolundaki “Hürriyet bildirgesini” okuyup dağa çıkan Resneli Niyazi ve onun oldukça meşhur olmuş yoldaşı “geyik” gündemdedir. Geyik geldi, geyik gitti, geyik şunu yaptı, geyik bunu yaptı, gibisinden mütalaalar konuşulan en önemli konudur gayri, matbuatı da ziyadesiyle meşgul etmektedir, payitahtta. Sadece matbuat mı meşguldür, tabii ki hayır, kıraathanelerde, meyhanelerde ve demhanelerde de konu mezkûr geyiktir. Artık yitirilen toprakları, ekonomik rezaleti ve çuvallamaları, borçlanmaları, gavur baskısı karşısında boyun eğmeleri hatta Yahudi yerleşimcilere göz yumulmasını katmerli sansür nedeni ile yazamayan mezkûr matbuat için, olmuş harika bir konu, tutturmuş bir geyik muhabbeti gidiyor, nihayetinde bu tür konuşma ve yaklaşımların adı o günden sonra olmuş, “geyik muhabbeti”… Tıpkı Ahmet Hakan’ın penguenleri gibi bir durum oluşmuş, bu “penguen muhabbetinin” gerçek penguenlerle bir alakası yoktur zinhar, alınmasınlar… Ne geyiklerin ne de penguenlerin böyle muhabbet ettiklerini de zannetmiyorum.

“Geyik muhabbeti” üstüne Resneli Niyazi’nin geyiği ile yaşananlardan önce Namık Kemal’in değindiğine dair yazılara da tanık oldum basınımızda. Lakin bu değinmenin nasıl olduğuna dair ikna edici karşılıklar göremedim. Diğer taraftan bugüne kadar hiçbir yerde rast gelmediğim bir başka yönünden bahsedeyim, geyik ifadesinin karşılığı olarak. Hani geyiğe de, kadına da, hatta erkeğe de haksızlık olmasın lakin halk arasında, fazlaca rastlanan bir söz vardır, eşinin ya da sevgilisinin ihanetine uğramış erkeğe de geyik denir ya. İnsanın ister istemez aklına geliyor acaba bu kendilerini hiç ilgilendirmeyen konu üstüne konuşanların konuşmaları içinde kullanılmış olabilir mi?

Neyse, öyle ya da böyle, o ya da bu, sonuç itibariyle o günden bu yana insan zihnini bolca meşgul edip hiçbir amaca matuf olmayan sonu hiçbir yere varmayan fikir alışverişleri için geyik muhabbeti benzetmesi kullanılır. Yazımı Namık Kemal’in bir sözü ve mukabil yapılan yorum ile bitireyim. Ne diyor N. Kemal “barika-i hakikat müsademe-i efkârdan çıkar” ne isabetli bir yaklaşım değil mi? Peki; çarpışan fikirler gerçek fikir şimşeklerinin oluşmasına neden olur iken çarpışanlar fikir değil de kabak olursa ne çıkar? Galiba geyik muhabbeti çıkar. Peki, geyik muhabbetinden ne çıkar, kocaman bir hiç… İyi haftalar olsun herkese ve hepimize…

Cumartesi, Haziran 25, 2022

ALACAAT – ALATSATA - ALAÇATI

Nihayet sevgili arkadaşım ve sosyolog Engin Önen’in “Alaçatı” adını verdiği kitabını okuyabildim. Bilgilendim, arttım, güncellendim, geçmişe gittim, anılarım tazelendi, duygulandım. Artık Alaçatı’ya yönelik söyleyebileceğim daha fazla bilgim ve kelamım olacak. İlave daha ne olsun. Teşekkürler, Sevgili Engin…

Bir sosyoloji hocası olması hasebiyle, tespit, anlatım ve de bence en önemlisi tarihler, olaylar ve gelişimler ve dönüşümler arası geçiş, ilinti ve farklılıklar adına titiz bilgi biriktirmeler, saha çalışma ve araştırmaları, söyleşiler üstüne bina edilmiş olması daha değerli yapmış kitabı. “Kesintisiz yerleşim, kesintili tarihi” ara başlıklı bölümde; “Alaçatı’nın tarihsel olarak yaşadığı dönüşüm evreleri oldukça dramatik olmuştur. Her bir aşama, bir önceki döneme eklenerek değil, onunla bağlarını kopararak gelmiştir. Örneğin 19. Yüzyıl sonu ile 20. Yüzyıl başı Alaçatı tamamen Rum nüfustan oluşuyordu. Az sayıdaki Türk aileler çevre köylere ve Çeşme’ye yönelmiş. Alatsata, Alacaat ile bağını koparmıştı. Aynı durum bir sonraki aşama için de geçerlidir. 1922 tarihinde nüfusun neredeyse tamamı, Alaçatı’yı terk etmek zorunda kaldı. Onların bıraktığı beldeye ve evlere yerleşenler, burada yeniden bir hayat kurdular. Hiç bilmedikleri bir toprakta kök salmaya çalıştılar. Alaçatı’ya ilişkin sosyal tarih sıfırdan başlayacaktı. Bir önceki hayat ile bağ kalmamıştı. Önceki dönemin tek tanıkları yerleştikleri evlerdi” diyerek bir tarafı ile kadim toprakların göçerlerinin makûs kaderi, diğer tarafı ile sosyal tarihlerinin dönemsel tespitinin yapılması açısından, Alatsata’dan Alaçatı’ya evrilmenin hikâyesini aktarmış. Alaçatı’yı dört tarihsel evrede incelemek gerektiği tespiti mucibince kitabın ilerleyen bölümlerinde tüm tespit ve değerlendirmelerde de sadık kalınarak yapılacağı üzere, “Türkmen Köyü Alacaat” diye birinci evre, Rum nüfusun ağırlıklı olduğu “Alatsata” diye ikinci evre, “Muhacir Kasabası” olarak üçüncü evre, kentli orta yeni sınıfların keşfi ile oluşan “yeni ve popüler Alaçatı” diye dördüncü evre, diye kompartımanlara bölmüştür. Diğer taraftan; Engin Önen, Alaçatı’nın tarihinin yazılmasının zorluğunun, diğer her olayda olduğu üzere belge ve bilgi eksikliğine bağlar iken enteresan bir söylentinin de varlığından söz eder. 1980 Darbesinde Belediye Başkanı olarak atanan muhteremin, muhtemel miras davalarına ilişkin geriye bırakılmasında sakınca olur saikiyle Belediye Binasının ve içindeki tüm evrak ve kayıtların bir yangında kül olup gitmesine neden ya da göz yummasına dair bir söylentidir söz konusu. Doğru mudur? Değil midir? Bizim bugünden ve elimizdeki verilerle buna karar vermemiz olanaksızdır lakin tarihimizde benzer vakaların olması da bu vakaların tesadüf olmama ihtimalini çok arttırmaktadır. Çok çeşitli kaynakların elden ve gözden geçirilmesi sayesinde fazlaca alıntı yapılmış gibi bir görüntü vermesine neden olsa da bir hayli fazla ve farklı bakış açılarından tarihsel ve kültürel değerlendirmelerin de olduğu kitap, Çeşme ve Alaçatı açısından bence bir hayli önemlidir. Temin edilip okununca kelamım ve muradım daha net anlaşılacaktır. 

Çeşme, Alaçatı ve bağlı köylerinin nüfusları Osmanlı Salnamelerine dayanılarak yıllar içinde karşılaştırmalı verilen kitapta bu bilgileri tevsik edecek şekilde başka bir tarihi vaka ya da yatırım öyküsüne yer vermektedir. “Eritre hattı olarak adlandırılan, İzmir Çeşme arasındaki tramvay projesi için, 1893 yılında hazırlanan raporda, bu hat üzerindeki yerleşim yerlerinin nüfuslarına yer verilmektedir. O dönemin Osmanlı Bankası, İzmir Şubesinin istatistiklerine dayanarak hazırlanan bu bilgilere göre, o dönemde Alaçatı 10.000 ve ona bağlı olan Agrilya 300 kişilik nüfusa sahip olduğu gözükmektedir. Buna karşılık, Çeşme merkez 12.000 ve Ovacık, Çeşme Köyü, Agia Paraskevi (Dalyan) ve Kato Panagia (Çiftlik) köylerinin toplam nüfusu da 6750 olarak verilmektedir.” Demek ki mezkûr tarihte Çeşme İzmir ulaşımı için raylı sistem düşünülmüş, düşünülmüş olması bile başlı başına önemlidir bence, ilaveten kredilendirme saiki ile bir banka değerlendirme raporu haline dönüşmüş ise, muhteşem ötesi önemlidir. Ben de hatırlıyorum böyle bir projeden söz edildiğini 70’li yılların sonuna doğru, Ecevit Hükümeti döneminde olmuş idi ama sonra çok muhtemel ki yeterince sosyal olsa bile ekonomik bulunmamıştır. Belki de bir sonraki değerlendirme neticesinde gerçekleşir diyelim…

Alaçatı’nın, 17. Yüzyıldan itibaren başlayan 19. Yüzyılda ise son derece yoğunlaşan Ege Adalarından Rum nüfusun göçü ve buralara çiftçilik amaçlı yerleşimleri, çeşitli kaynaklar referans gösterilerek karşılaştırılmalı verilmiş, daha önceleri ve özellikle de Çeşme Belediyesi tarafından 1995 ve 1997 tarihleri arasında düzenlenen “Çeşme Tarih ve Kültürü” sempozyumları çerçevesinde yine Belediye tarafından hazırlanan sempozyum bildirileri kitaplarında da teyit ve karşılıkları olan bilgiler detaylı olarak verilmiştir. Çeşme ve Alaçatı kent kültürü oluşumu ve belgelenmesi babında kütüphanelerde yerini alacaktır mezkûr kitap, bir referans belgesi olarak. Yeri gelmiş iken bir kez daha söyleyeyim; bir kez daha çağrı yapayım, Yerel Yöneticilerimize, başta Belediye Başkanı Ekrem Oran’a, devam ettirin şu tarih ve kültür araştırma çalışmalarını, hep beraber nasiplenelim oluşacak bilgi ve belge yağmurundan… Diğer taraftan Çeşme ve Alaçatı’ya yönelik azalsın bilinmezlikler…

Kitabın bana göre en etkileyici bölümü ise, daha önce benim de ele aldığım “Paftos meselesi”… https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/2011/02/ilk-yap-islet-devret-cesmede-paftos.html  adresinde 05.02.2011tarihinde yayınlamış idim, tarihi cinlik ve hinlik manasındaki ilk “yap işlet ve devret” konseptli çalışmanın, nasıl yapılıp, nasıl işletilip ve nasıl devretmeden devam edildiğine dair ilgili yazımı… Diğer taraftan 1919 tarihinde İngiltere teknik direktörlüğünde Anadolu’nun işgaline girişen Yunanistan sayesinde yerli Rumlar için Paftos meselesi diye bir mesele kalmamış iken 1922 de de yerli Türkler açısından bu mesele külliyen çözüme kavuşmuştur.

Kitap, göçer Türklerden yerleştikleri Alaçatı’da az da olsa geriye kalanlar ile göçer Rumlardan bir hayli fazla kalanlardan bahisle ilerliyor, antropolojik, demografik, sosyolojik, tarihi ve kültürel bir mihver üstünde tamamlanıyor. Türkmenlerden Romanlara etnik yapılar, Türkçeden Smirnika’ya (adalarda konuşulan farklı bir Yunanca) filolojik tespit, Kopanisti’den zeytinyağına ve oradan ot festivaline gastronomi, Rumlardan Türklere Belediyede idari yapılanma, vs gibi konulara illiyetleri açısından oldukça geniş ve çeşitli yaklaşım gösterilmiş bu kitapta. Kentsel dönüşüm, soylulaştırma, kent hakkı, kentsel direniş gibi fiziki değişimler ve direnişlere değinilirken özellikle 70’li yıllarda devrimci sempatinin empatiye evrilmesi ve Alaçatı halkı nezdinde sosyal kültürel yansımaları ve maalesef yaşanan Mine Bademci ve Salih Bademci’nin katledilmeleri ve yine maalesef oluşan yeni orta sınıf ve bağlı yeni hayatın Alaçatı’ya bahşettikleri ya da dayattıkları da kitabın resmigeçidi içinde yerini almaktadır.

Kitaba yönelik yazımı, kitapta bulunan ve Milliyet Gazetesinde Reşat Kutucular tarafından 15.10.2010 tarihinde yayınlanan yazıdan küçük bir alıntı ile bitireyim; “Bu akış içinde Alaçatı kimine göre uçmakta, kimine göre ise çökmekte. Ne gördüğünüz, köye hangi gözle baktığınızla ilgili. Sizin beklentilerinize göre yeni Alaçatı sizi memnun da edebilir, hüsrana da uğratabilir”

Oysa ki; başka bir Alaçatı mümkün idi…

Cumartesi, Haziran 18, 2022

DÜŞÜK

“Ne oldu, ne bu afra tafra”

“Sormayın hanımım, okul çıkışında çocuklar laf attılar”

“Sana mı laf attılar”

“Yok yok, Aydan’a”

“Allah Allah… Ne dediler”

“Biri “bu düşüklerden” dedi. Diğeri, “yok, bu düşüğe yamananlardan” dedi”.

Ayhan gayri ihtiyari bir çığlık attı. Demokrat Partililerin yakınlarına “Düşükler” dendiğini duymuştu, hatta çocuklarının okulda, eşlerinin çarşıda pazarda taciz edildiği de çalınmıştı kulağına, ama sıranın kendilerine geleceği aklına bile gelmemişti. Hele de bir çocuğun başka bir çocuğa böyle yapması akıl alır gibi değildi.

Yukarıdaki satırlar, yazar Melike İlgün tarafından kaleme alınan “Bir Başvekil Sevdim” adlı kitaptan alınmıştır. İktidardan, zor ile, darbe ile, ellerindeki gücü kullanarak uzaklaştırdıkları insanlara layık gördükleri ifade gerçekten onur zedeleyici… Tabii ki bu, konunun bu tarafı lakin mutlak iktidarları döneminde onca uyarıya, onca yol göstermeye, onca telkine, onca tavsiyeye, onca yalvarmaya, onca teklife, onca ağlamaya rağmen “dediğim dedik, çaldığım düdük” misali, karşıtlarına hatta kendilerinden olmayanlara her türlü melaneti reva gören, bir defa olsun bir gün buradan gidersem bana ne derler ne yaparlar diye düşünmeden sanki hiç gitmeyeceklermiş gibi, o makamlar, o güç sahibi oluşlar “Allah vergisi” imiş misali davrananlar, empati duygusu olmayanlar ne yazık ki “etme bulma dünyası” kabilinden benzer yaklaşımlara maruz kalıyorlar. Tabii ki ve tartışmasız, mezkûr devrik muktedirlere reva görülenlere muvafık olamayız lakin bu hakkı teslim eder iken kendi yaptıklarını da yüzlerine haykırmaktan geri duramayız, durmamalıyız. Mesela; padişahlık ve hilafet özlemi taşındığının her türlü emaresini insanların gözünün içine sokarak yaşatanların, iktidardan uzaklaştırıldığı dönemde salt dönemlerini karalamak için gerçi dönemleri bana göre karadır da esasen, lakin zamanlaması itibari ile ciddi manada sorunlu bir film hazırlanır ve gösterime sokulur. Artık yeni muktedirler vardır ve güç onlardadır, onlar ne derse o olur, artık onlar ne diyorlarsa doğru odur… Ama film bir propaganda filmidir, halk arasında “Yassıada’da kötü muamele vardır” şayiasına mukabil hazırlanmıştır, lakin yeni muktedirlerin kendilerini tatmin etmenin ötesine geçememiştir. Halk biliyor ki; cezaevleri ne dün, ne şimdi ve ne de yarın güzel olmayacaktır bu topraklarda, hınç ve linç kültürü bu kadar hâkim ise hukuk - hak – adalet, suç ve ceza uygulamaları bağlı olarak kötü hatta çok kötü olacaktır. Ve maalesef hiç ders almamacasına, gelen gideni aratacaktır. 

Ama bence en önemli sonuç, yukarıda kitaptan aktardığım diyalogda çoluk çocuk dâhil her DP’liye “düşük” muamelesi yapılmasıdır. Bu çok gayri hukuki ve ayıp bir şeydir, evrensel hukukun suçun kişisel olması ilkesine aykırı olması bir kenara bizim toplumsal öğretimize de son derece aykırıdır. Lakin kişinin muktedirliğinde kâmil ve kemal olması gerekir iken ayrıştırıcı ve ötekileştirici tutumu özellikle de “Vatan Cephesi” ucubesinde olduğu üzere bizden olmayan herkes “düşmandır” telakkisidir tüm bu sonuçlara sebep. Keşke olmasa ama işte sen bağışlayıcı olmazsan bağışlayıcı olmuyorlar sana da… Ne yazık ki, böylesine bir dünya pratiği var önümüzde… Şimdi kitaptan aktarılan bölümdeki diyaloğun tarafları çocuklardır ve sarf edilen kelamlarda çocuklara öğretilmiştir diye düşünülür ise yandı gülüm keten helva… “Çocuklara öğretilmiş” izahı çok hafif kaçar bana göre evlerinde ailelerinin aile içi muhabbetlerde ne menem bir cendere içinde olduklarının beyanı üzerine çocukların aldığı pozisyondur bu dışa vurum. Yani ve hülasa fizik kuralı hayatın her alanında karşımızda, etki tepki meselesi ve onların şiddeti… “Sırça köşkte oturan komşusuna taş atmamalı” gibi bir söz yaratanların mirası topraklarda yaşanıldığını bir an bile unutmamalıdır, insanlar bana göre…

Herkesin bildiği veya bilebileceği, merak edenlerin hızlıca öğrenebileceği üzere, kısacık bir DP dönemi uygulamaları özeti yapalım ve bunu yine mezkûr kitaptan aktararak ve de tamamına ve tamamen katılarak aktaralım.

“Ne iddialarla ne vaatlerle iktidara geldiler. Tamam, ilk birkaç sene iyiydi. Sonra ne oldu? Hatırlamıyor musun daha önce de konuştuk bunları? Tıkanmalar başladı. Dış borçlar giderek arttı. Ne yaptılar? Borcu borçla kapattılar. Önce anlamadık, gözümüzü itinayla boyadılar çünkü.”

Türkan telaşla araya girdi.

“E canım bir sürü insanın da haberi olmadı hiçbir şeyden. Herkesin sesini kestiler. Bütün gazeteleri susturdular. Cüneyt Arcayürek’i, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu İnönü’nün gazeteci damadı Metin Toker’i, hatta vurulduğunda pek üzüldükleri Ahmet Emin Yalman’ı bile hapse attılar.”

“Başa geldiklerinden beri 811 gazeteciye toplam elli yedi yıl hapis cezası vermişler. Bu nasıl demokratlık, adı demokrat bunların”

“Susturmaya çalışıyorlar işte. Neden? Çünkü borçları geri ödeyemedikleri için, dış ticaret açığı arttığı için daha da zorlanmaya başladılar. Borcu borçla kapatırsan böyle olur tabii. Amerikan doları 2 Liradan 9 Liraya çıktı. IMF’nin adını ilk kez duyduk. Stand by mı ne bir anlaşma yaptık ya onlarla. Ne hale düştük ya? Amerika’dan buğday, Yeni Zelanda’dan koyun ithal etmeye başladık. Hani çiftçiyi kalkındıracaktı bunlar?”

Yani ve özetle ahir ömrümce dinlediğim “Demokrat Parti” döneminin, refah ve bolluk hatta bereket dolu yıllar olduğu söyleminin hayalden öte olmadığıdır… Osmanlı’dan sonra uzunca bir süre uluslararası örgütlerin etkisinden uzak duran Canım yurdumu tekrardan mezkûr örgütlerin kucağına atanlar maalesef ki onlardır. Nasıl mı kucağa atılır, merak edenler… Lütfeder Haydar Tunçkanat’ın “ikili antlaşmaların içyüzü” kitabını okursa, neler görür neler… 

Evet, darbecilerin ve destekçilerinin öncülük ettiği “düşük” başta olmak üzere tahkir edici her kelam kötüdür ama dün aynısını siz de yapmayacaktınız. Bu ülke sizi sevenle de sevmeyenle de var olmalıdır diyemediğiniz sürece gelinecek nokta budur ya da daha doğru ifade ile topluma kininizi ve öfkenizi unutmayın edebiyatı ile toplumun geleceği yer budur… Yani keşke “gücü gücü yetene” kültürü hâkim anlayış olmasa idi. Darbecilerden ziyade ki onlar her daim kazananlardır, sadece muhalif diye etmediğinizi bırakmadığınız insanların da sabırlarının sınırının olduğunu bilseydiniz derler adama… Keşke, vatan cephesi garabetini yapmasaydınız, mahkemelerin üstünde mecliste tahkikat komisyonları kurmamış olsaydınız, muhalefet partisini kapatmaya çalışmasa idiniz, muhalefet partisinin mallarına el koymaya çalışmasa idiniz, sadece sorunlarını dile getiren millete kolluk kuvvetleri marifeti ile efelenmeseydiniz, ulu orta milleti coptan geçirmese idiniz, barışçıl gösteri yapan öğrencilerin üzerlerine ateş açılmasını isteyecek kadar göz karartmasaydınız, sizin gibi düşünmeyen bilim insanlarını üniversitelerden bulduğunuz garabet kanuni yollar ile uzaklaştırmasaydınız, sizin hukuksuz hatta kanunsuz emirlerinize direnen askerleri-subayları ordudan emekliye sevk etmeseydiniz, vs. vs. derler adama… Evet, demokrat partilileri çevirdikleri film ile milletin gözünde küçük düşürme çabaları kötü olmuştur ama yine de nihayetinde bu da bir film idi. Lakin bilinen ve kabul edilen o ki siz devr-i iktidarınızda millete hayatı zindan etmiştiniz. Ne demiş idi, Cumhurbaşkanı Celal Bayar; “bize film çevirttiler, reva-ı hak mı bu”… Evet, çok haklı bence… Lakin esasen hakkaniyet tescili açısından “bize bu yapılanlar reva-ı hak mı,” diye muhalifleriniz sorunca, verdiniz sopayı… Siz muhaliflerinize “ohh olsun” demeyi reva görürseniz, muhaliflerinize de size aynı şeyi yapmayı öneriyorsunuz…


Cumartesi, Haziran 11, 2022

BİR ÖMÜR ÇEŞME – NURİ ERTAN

 

Çeşme’nin kaderinin çizildiği dönemin en önemli kişilerinden eski Belediye Başkanlarından Kelami Ertan’ın oğlu Nuri Ertan babasından sonra farklı dönemlerde 2 kez Belediye Başkanlığı yapmış ve bir Çeşmeli olarak yaşadıklarını, öğrendiklerini, bildiklerini, yaptıklarını, yapamadıklarını, pişmanlıklarını doğal olarak kendi cephesinden ve meşrebine uygun biçimde yazmış… Ben; doğduğum, yaşadığım, anılarımın olduğu kenti 2 farklı dönemde yönetmiş ve gözümüzde ve gönlümüzdeki “abi”  tahtını işgal eden Nuri Ertan’ın kitabını hızlı bir şekilde okumuş ve üstüne bir de haftalık yazı yazmış idim. Daha önce de yazdığım üzere bolca not aldım, yazdıkları, yazmadıkları, yazamadıkları, dikkat çektikleri, görmezden geldikleri, sevdikleri ve kızdıkları üstüne… Yeri ve zamanı geldikçe bunlara değineceğimi beyan etmiştim. Mezkûr yazıda; konunun uzmanı olmamama rağmen şekil ve içerik açısından eksikliklere özellikle de gereksiz, anlamsız ve fazlaca tekrarlar açısından, eğer olursa 2. baskısı için, detaylı ve verimli bir profesyonel edit ihtiyacından bahsetmiş idim.


Gelelim kitaba. Şekil açısından konunun uzmanı olmamama rağmen gereksiz, anlamsız ve bir hayli fazla tekrar söz konusu… Uzman değilim dedim ya; belki de bunda da bilemediğimiz anlayamadığımız bir muradı ve hikmeti söz konusu olabilir. Mesela; “bir şey ne kadar çok ve sık tekrarlanır ise akılda o kadar fazla kalır” gibi klasik politikacı yaklaşımı olabilir, bilemedim… Sanki biraz da plan harici, “aklıma geldikçe” ya da her güneş doğduğunda hatırladıklarım tarzı olmuş gibi… Lakin her şeye rağmen Çeşme’nin Kent Tarihine büyük katkıları olacağına inandığımdan ötürü çok kıymetli buluyorum bu çalışmayı, kalemine ve aklına sağlık diyorum, Nuri Abimizin…

Nuri Abimizin kitabının arka sayfasında görüş bildiren insanların yazdıkları açıktan güzelleme olmuş gibi lakin birini hariç tutuyorum, Yaşar Aksoy’un değerlendirmesini, Yaşar Abimiz değerlendirmesinde “Çeşme Tarihi’ni dirilten kişidir, Nuri Ertan” diyor. Bu şüphesiz çok değerli ve önemli bir tespit lakin hayatta ne kadar karşılığı var ben tartamam. Yaşar Abimiz; Nuri Ertan’ın 2. dönem Belediye Başkanlığında düzenlemiş olduğu “Çeşme Tarihi Araştırması” isimli 2 ayrı yılda düzenlenmiş sempozyumları kast ediyorsa, tereddütsüz katılıyorum bu görüşe… Esasen de, bu çalışmaların belli periyotlarda farklı farklı katılımcılarla devam etmesi gerektiğine halen yürekten katılıyorum. Bana göre hala üzerinde konuşulması gereken henüz hiç değinilmemiş konular vardır ve de üzerinde konuşulmuş lakin eksik kaldığına ya da tarihin başka okumalarında teyit görmemiş ya da mutabakat temin edilememiş konuların mevcudiyeti söz konusudur. Evet, bu bir gereksinmedir. Nuri Ertan’dan sonraki Belediye Başkanları bunu ıskalamışlar diyelim haydi bunu da onların lehine olmak üzere daha önemli meşguliyetlerine bağlayalım.

Şimdi dönelim kitapta, kent gelişimi açısından vaka tespitleri üstüne kayıt düşmelere…

Nuri Abi; sayfa 121 de; “Biz MDP olarak Çeşme’de birinci parti olmuştuk. 1984 yerel seçimlerinde Çeşme Belediye Başkanlığı için MDP olarak adayımız Faik Tütüncüoğlu idi. 25 Mart 1984 yerel seçimleri için Faik Tütüncüoğlu’nun MDP İlçe yönetimine adaylık başvurusunda bulunmasını bekledik”, diyerek, bizim daha önceleri de çok farklı kaynaklardan da öğrendiğimiz ve esasen de Faik Tütüncüoğlu’nun gönlünde yatan aslanın MDP olduğunun teyidini yapmaktadır. Sonra ne mi oluyor? Oluyor olanlar işte herkesin malumu veçhiyle… Faik Tütüncüoğlu önce SODEP’e katılır, bilahare de SHP derken CHP ve 4 dönem belediye başkanlığı… Hem de CHP’nin efsane Çeşme Belediye Başkanı olarak tarihteki yerini alıyor… Ne diyelim, diyecek çok şey var da söyleyip zayi etmenin faydası yok…

Nuri Abi; sayfa 125’te ise; “Bu yolu tamamladığı için başkan Faik Tütüncüoğlu’na teşekkürlerimi sunuyorum. Ancak, yirmi sene Çeşme Belediyesini yönetmiş bir başkana, onlarca, yüzlerce daha teşekkür edebilmeyi arzu ederdim. Ama Kutludağ-Tekke Plajı Yolu dışında kalıcı, geleceğe yönelik pek fazla icraat saymakta maalesef zorlanıyorum. 16 Eylül Mahallesi Tekke bölümünün siluetini bozduğundan ötürü kendisine üzüntülerimi ifade etmek mecburiyetindeyim. İki katlı Rum evleri tarzındaki Tekke Mahallesinin, inşa ettiği kendi evi ardından, maalesef boydan boya apartmanlarla dolmuş olması üzüntü vericidir.” şeklinde müthiş ve doğru bir tespit yapmaktadır. Evet, bana da kalırsa o bölge apartmanlarla dolmamalı idi. Fahiş yanlış lakin bir o kadar da büyük değer artışı… Yalnız sevgili Nuri Abimiz bunu doğru tespit etmiş iken asıl siluetin bozulmasının ilk balyozunu ya da kazmasını kendilerinin vurduğunu ya unutuyor ya bizim hafızamızın zayıflığına güveniyor ya da önemsemiyor ya da ben yaparsan muvafıktır buyuruyor. Başka bir izahı varsa ve bizi aydınlatırsa çok seviniriz. Sadece “efendim o değişiklik 1973 yılında yapılmıştır” gibi zamanın arkasına sığınarak bir izahın izah olmayacağını şimdiden söyleyelim. Çünkü bozulmalar ve bozmalar ne yazık ki müruru zaman faslından azade olup “sui misal” oluşturmaya devam eder. Yani sen o tarihte “turizm teşvik” faslından 5 katlı bina yaparsan hem de belediyeyi yönetir iken… Sonra birileri de senden aldığı cesaretle, “bak gördünüz mü, yapanın yanına kar kalıyor” edası ile vites arttırabilir. Esasen, şu anda Ertan Otel’in bulunduğu yerde 2 katlı çok güzel bir bina vardı ve o bina halen duruyor olsa idi eminim ki maddi karşılığı bugünkü otel kadar olurdu.

Peki, bu işler ben yaptım oldu ile nihayete eriyor mu? Nerde… Faik Abi ile bir gün muhabbet ediyoruz, konu nasıl oldu ise Tekke Bölgesinin apartmanlara teslim olmasından yakınma aşamasına gelir… Faik Abi; “Ruhi, gördün mü, benim önümdeki binayı 5 katlı yapıyorlar, bu kadar da olmaz” diye hayıflanmaya başladı. Ben de kendisine “sen 3 kat yapılabilir yerde 4 kat yaparsan bir mahir çıkar o da imara 40 takla attırır 5 katlısını yapar” deyince, ama o başka demeye başlamış idi… Bu işlerin böyle olduğunu, bozma ve bozulmanın bu kabil uygulamalar ile içselleştiğini söyleyince kızanlar, bir vade sonra kendilerinin de kızma haklarının olmayacağını bilecekler. Ben bu konuyu daha önce imar işlerinden sorumlu kişilerle konuştuğumda, gabari, ortalama arazi kotu, ihdas edilmiş yoldan kot almak, kot farkı, üstten kot almak, alttan kot almak, su basmanı gibi kelamları kullanarak adeta bul karayı kap parayı edası ile “gabari sabit, kat hareketli” gibi büyüklere masallar dinlemiştim… İnsanlar bir bilebilse bu fani dünyanın etme bulma dünyası olduğunu, bugün bana yarın sana düsturunun katıksız ve tavizsiz çalıştığını…

Evet; “Bir Ömür Çeşme” kitabından notlarımızla devam edeceğiz… Görülenlere, göz ardı edilenlere, görülmek istenmeyenlere, parmağın kör gözüne misali uygulamaların altını çizmeye…

Cumartesi, Haziran 04, 2022

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK – 14 KADININ HAKKI YOK

 

Canım Yurdumun kaderinin ve bahtının tayinine “16 kez gidip, 17 kez gelmiş” biri olarak damga vurmuş pek muhterem ve muhteşem Süleyman’ın bir sloganı vardır, bilenler bilir, “Nurlu Ufuklar”, zamanında milleti kündeye getirmek adına çok sık kullanılan… Gerçi millet kündeye getirilmekten ne bıkmış, ne usanmış ne de vaz geçmiştir. O da ayrı bir tespit. Bu sloganın muadili Türkmenistan’da, “Altyn Asyr”dır. Her muktedir grubu takipçilerini oyalayacak, gaza getirecek bir slogan üretmekte mahir vesselam. Esasen Türkmenistan bir sloganlar ülkesi olup hayatın her veçhesi slogan bombardımanı ile vatandaşı adeta “slogan manyağı” haline getirmiş görünmektedir. Bu manada Türkmenistan; artık bir yanı göçmüş dünyada, tek yanı ile yol bulmaya çalışan mazlumları zapt-ı raptı altında, hizaya ve sigaya çekme uzmanı dünya liderlerine muhteşem bir örnek teşkil etmektedir. Orada her türlü abukluk âsâr-ı kudsiye artık… Ben bu sıradanlıkları yaza yaza, söyleye söyleye bitiremedim de, ona yanarım…

Türkmenistan’ı sözde bağımsızlık sürecinde itirazsız yöneten muhteremler ki şimdi galiba 3.sü tahta çıkmış, üstelikte 2.nin oğlu olarak ve iddia o ki seçilerek. Demek ki bu komediye seçim de denilebiliyormuş. Hepsinin ortak davranışı olarak öne çıkan, gösteriş ve caka adına memleketi bir inşaat şantiyesi gibi yönetmeleridir, adeta kötü kopya bir film setidir ülke, debdebe, şaşaa ve şatafattan geçilmez hükümranlık yürütülmektedir. Parklar, bahçeler, heykeller, konutlar, saraylar, oteller, az da olsa alt-üst geçitler, yollar, köprüler vs vs… Peki bunlara gerçek manada ihtiyaç var mı? Şüphesiz bir kısmı, ihtiyaca binaen, sınırlı biçimde yapılabilir. Gerçi turisti genel manada kabul etmeyen bir ülkenin, bu öykünmesinin, bu şatafatının, bu gösterisinin kime yapıldığına dair kırk sosyolog bir araya gelse bu taşı çıkaramaz, bence… İtibardan tasarruf olmaz umdesi galiba sadece kendi vatandaşına yönelik. Şüphesiz ki, kendi vatandaşını psikolojik ezmeye yönelik bu edimin karşılığı var, tüm dünyada benzerlerinde olduğu üzere, vatandaşın ekonomik durumu ortada iken, yapılan bu manasız yatırımlarla övünmesinin yolu açılmalı idi ve açıldı da… Memlekette, gece saat 10 dan sonra sokağa çıkmak yasak, Devlet Başkanının geçtiği yol üstünde bulunan otobüs duraklarında beklemek yasak, sigara içmek yasak dahası alım satımı da yasak, 35 yaşından genç kadınların yurtdışına çıkışı yasak, dolar alım satımı yasak, internet yavaş ya da yasak, özel gazete yasak, özel TV yasak, yasak ta yasak, say say bitmez… Ama bu hali unutup, övünmek ve öykünmek serbest hatta destek konusu, iğne ilaç kâr etmez durumu…

Şimdilerde, basına da yansımış olan, kadınların otomobil kullanılmasının yasak olduğunu öğreniyorum. Önce siyah renkli otomobil sahipliği yasaklandı, sonra sahip olunan otomobillerin sadece beyaz olacağı kararı alındı, şimdi kadınların otomobil kullanması yasaklandı. İslamiyet’in çağ dışı uygulamasının merkezi coğrafyası Suudi Arabistan’da bile kadınların otomobil kullanmasının serbest olması tartışılırken bu abukluğu görmezden gelenlerin sayısı ne yazık ki tahmin edilenden fazladır. Yasağın kendisinden daha trajikomiği yasağın gerekçesidir… Neymiş, “trafik kazalarının çoğunluğu kadınların karışmış oldukları” gerçeği imiş… Doğruluğu bir kenara, tam bir rezalet durum. Kadınların bir süredir manikür yapmaları yasaklı iken diğer taraftan da “bluejean” giymeleri yasaklanmıştır. Esasen bir süredir de, kadınların “takma kirpik ve tırnak” kullanmaları da yasaklanmıştır. Haliyle ülkede artık güzellik salonu açmak ve çalıştırmak ta yasak… Kadınlar artık dar kesim elbiseler de giyemeyecek, sadece Türkmen kadınlarının giydiği geniş ve nerdeyse yerleri süpüren uzunluktaki geleneksel elbiseyi giyilebilecek. Düğünlerde beyaz gelinlik giymekte yasak. Bir süredir, botoks, dudak büyütme, meme implantı yaptırdığı iddiası ile kamu kuruluşlarında ciddi sayıda kadının işine son verildiği de bir vakadır. Artık yola tam gaz çıkan despotizm fren tutmaz vaziyettedir, beyaz gelinlik bile giyemeyecek, hay Allah. Saç boyamak yasak, makyaj yasak, estetik operasyon yasak. Uzun süredir kadınların taksilerde ön koltuklarda, şoföre yakın oturmaları yasak iken artık kadınlar tek başına taksilere de binemeyecekler, ancak yanlarında akraba bir erkek olması halinde kadın bu hakkını kullanabilecek. Artık kürtajda yasak. Yani ve özetle “sen doğur devlet bakar” fikri uygulamada… Nasıl baktıklarını da orada yeterince yaşamış birisi olarak iyi bilmekteyim üstelik de onlar iyi günlerdi.

Sonuç olarak; bildiğimiz kadarı ile Türkmenistan’da yerleşik eski Türk kavimlerinde kadın önemsenir bilgisinden, yaklaşık 70 yıl Sovyetler birliği döneminde kadın özgürlüğü, kadın hakları ve onların kullanımı konusunda artık geri dönülmez denilen her şey şimdilerde tukaka…

Sovyetler Birliği birlikteliği ile geçen 70 yıllık süreden sonra orada bulunduğum süre zarfında oralılara yaşananların kendilerini çok olumsuz bir noktaya getirme riski olduğu söylediğimde; aklı başında yerli dostlarım bana gülerek, “o kadar da değil”, “o kadara da cesaret edemezler” gibi kelamlar etmişlerdi. Olmaz denilen her şey oldu orada… Maalesef, dünyadaki her ülke için risk teşkil eden yavaş yavaş kaynatılan sudaki kurbağa olma deneyi misaline uygun yürümüş her şey, anlayacağınız.

Meşhur hikâyedir, kaynayan kurbağa sendromu. Soğuk su dolu tencereye konulmuş bir kurbağa yavaş yavaş ısıtılıyor. Bağlı olarak kurbağa da kendi vücut sıcaklığını yavaş yavaş ısınan suya göre ayarlamaya çalışarak duruma alışacaktır. Lakin su iyice ısıtılıp kurbağanın hayat fonksiyonlarının zarar göreceği bir noktaya geldiğinde, kurbağa çevresindeki değişikliklere tepki veremez hale geliyor ve devamında da haşlanarak ölüyor. Lakin kurbağa kaynar su dolu olan bir tencereye konulmaya çalışıldığında, suyun sıcaklığından canı yanan kurbağa can havliyle kendisini tencereden dışarı atmaya çalışıyor. Bu metafor burada da devrededir. Tüm bu yasaklar toptan ve birden ilan edilse despotizmin başarısı azalıyor, oysa tek tek, adım adım bir plan dâhilinde itirazsız hayata geçirilebiliyor. Burada en büyük soru kurbağa neden ölüyor. Suyun kaynaması mı yoksa ne zaman çıkması gerektiğine karar veremeden alışma etkisi ile mi… Gerçi bunu anlatan bizde de harika bir darbımesel vardır, hani “dubakali nolcak” diye her adımda kendisini hayrete düşüren, zora sokan uygulamadan ya da aşamadan sonra bir sonraki etapta ne olacağı beklentisi ya da merakı…

Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz, fikri sahipliği ile uyanık durmanın tam zamanı, tüm dünyada… Kadınla başlayıp, kadının hakkı yoktur desturundan, erkekte de bazı abuk uygulamaların yol almasına, dikkat… Altyn Asır, nurlu ufuklar derken hopppp cehennem…