Cuma, Mayıs 11, 2012

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI: BÖLÜM 6 3 e 3

Soğuk savaşın saha uygulamasının 1. etabını uygulayan ama ne yaptıysa da bir türlü Zulüm İmparatorluğu ABD ye yaranamayan ve mezkûr imparatorluk tarafından askeri cunta marifetiyle iktidardan uzaklaştırılan DP iktidarından sonra, Canım Yurdumdaki 2. etabı yönetme görevi alan muhterem ve muhteşem zat, tarihe “iti ite kırdırma” politikası diye geçen, özgürlük ve adalet arayışları karşısında, ABD başkanı ile çektirdiği fotoğrafın kazandırdığı seçimin sarhoşluğuyla öncülünün başına gelenleri de aklının bir kenarında tutarak ama asla misyonuna aykırı düşmeyerek, devletin koruması altında palazlanan, destelenen ve hatta örgütlenen paramiliter güçlerin ortalığı kasıp kavurduğu karanlık sürecin baş mimarıdır. Siyasi çizgisinde hiçbir zaman bir değişiklik olmamasına rağmen, günün gerektirdiği popüler lafları etmekten geri kalmamış ve imtina etmemiş ama asla bu kapsamdaki herhangi bir sözünün arkasında da durmamış, sıkışınca da “dün dündür bugün ise bugün” gibi ucuz, hiçbir siyasetçiye yakışmayacak ve çok sıradan bir 3. dünya ülkesi TV lerinde gösterilen dizilerden fırlamış gibi duran sığ felsefe yapmış ancak asla kendisini ne pahasına olursa olsun desteklemiş ABD’ye sırt dön(e)memiştir, o kadar ki Irak işgalini gerçekleştiren ABD’ye işgal öncesi “büyük güçlerin geri vitesi yoktur” diyerek büyük destek vermiş, barışçı yollar arayanların çabalarını eleştirmiş ve boşa çıkması için her yolu denemiştir.

12 Mart 1971 Askeri faşist darbesi neticesinde, Başbakanlığa getirilen Nihat Erim’in kulağına fısıldanan talimatları yüksek sesle ve herkese ders olması bakımından, herkesin her an başına gelebileceğini hissettirdiği “balyoz harekâtı” canım yurdumun üstüne bir karabasan olarak çöküyor ve hedefi düşünen ve yurdunu seven insan olan sürek avı başlatılıyor, özgürlük ve bağımsızlık talebiyle yola çıkan herkese yönelik susturma ve kan kusturma layık görülüyor, bu çerçevede ülkemizin onurlu geleceği için mücadele eden yüzlerce insan kurşunlanıyor, işkencelerde yok ediliyor ama Canım Yurduma ders olması bakımından da, bakın ayağınızı denk almazsanız her zaman sizin de başınıza gelir kabilinden olmak üzere ilave bir ders verilmesi ABD Emperyalizminin ulvi çıkarları açısından da kaçınılmazdır. Kendileri için bir şey istememiş, sadece ve sadece ülkelerinin bağımsızlığını isteyen ve sömürüye karşı mücadele ettiklerini haykıran 3 fidanın idam sehpasına gönderilmesini, hem ders hem de 1960’ın intikamı çerçevesinde değerlendiren, içimizdeki Amerikalıların en meşhuru, muhteşem ve muhterem baba önderliğindeki “Türkiye Sağı”, bazı yalakaların yok şu katılmadı yok bu hayır oyu kullandı gibi kafa bulandırmaya yönelik söylemlerine rağmen blok halinde, büyük bir sevinçle evetlemişlerdir/onaylamışlardır. O günün meclis görüşmelerinin basına yansıyan fotoğraflarında; Canım Yudumun sömürgeleştirilme sürecindeki katmerleşmede hiçbir beis görmeyen hatta bunu nemaya dönüştürme mahareti gösteren bu zat, oyunu açıklama sırası kendisine geldiğinde, inanılmaz bir keyifle, müsamere çocuğu edasıyla büyük bir heyecanla ayağa fırlayıp, 2 elini de birden havaya kaldırarak, daha önce defalarca tekrarladığı “Üçe üç, bizden üç gitti, sizden de üç gidecek” edasıyla evet demiştir.

Tabii ki bu ülkede; sadece Süleyman Bey gibiler yoktu, TBMM ye yansımasa da önemli bir miktarda insan bu idamlara karşı olduklarını, yapılan tüm baskılara rağmen düzenlenen imza kampanyaları ile göstermişlerdir, ne yazık ki bütün bu çabalara rağmen, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan 6 Mayıs 1972 sabaha karşı, mevzuat ve yasalara uygun ama hukuka aykırı bir şekilde idam edilerek katledilmişlerdir. “Yaşasın tam bağımsız Türkiye, yaşasın halk, yaşasın işçiler, köylüler. Yaşasın halkların kardeşliği. Kahrolsun emperyalizm” diyerek, gözlerini kırpmadan idam sehpasına çıkan, bu yurtseverlerin geçen zaman içinde, bu hukuksuz idamları toplum vicdanında rahatsızlık uyandırmış ve dün büyük bir sevinçle idamlarına evet diyenlerin başındaki bu zat; “O devir içerisinde benim siyasi sorumluluğum yok. Benim gücüm yok. Çünkü benim elimden de hükümet alınmış. O gün ülkeye hâkim olan güç benim elimden de hükümeti almış” diyerek, ne kadar masum olduğunu göstermeye çalışmış ancak yine zekâmızla adeta alay ederek ve çok iyi bildiği balık hafızamıza da güvenerek; “Bu hadise devletin tasarrufudur, yani mahkemeden geçmiştir, Meclis tasdiklemiştir. İcra edilmiştir. Durup durduğu yerde de olmuş değildir. Onun içindir ki o tasarruf seçilmiş Meclisindir. Zaman içerisinde meclislerin birtakım kararları yadırganabilir. Ama karar meşrudur, meşruiyet tartışması yapılamaz. Bundan kötüleme tartışması çıkartamazsınız, o zaman devlet işlemez.” diyerekte fikri kıvırmanın üstadı azamı olduğunu kanıtlamıştır.

Oysa, bu takipçileri ve taraftarları tarafından bize çok önemli bir devlet adamıdır diye yutturulmaya çalışılan zat, bir taraftan “Askeri idareydi, biz ne yapabilirdik ki, hâkimler bu cezayı vermek zorundaydı, biz de onaylamak zorundaydık” diyerek toplum vicdanında aklanma beklentisi içinde, diğer taraftan da nasıl kinci ve intikamcı bir ruh hali içinde “Evet siyasi kararlar verdim, Deniz Gezmiş'leri astırdım” diyen mahkeme başkanı Ali Elverdi’yi kaptan köşkünde bulunduğu Adalet Partisinden milletvekili yaparak aslına rucü ettiğini, taraftar ve tarafgirlerine göstermiştir. Peki, yaşanan bu hukuksuz idam süreçlerinin hemen ertesinde böylesine duygusal kararlar alınmıştır deyip kendisini sürekli aklamaya çalışanlara; “mahkemede iyi davransalardı, idam edilmezler, cezaları müebbete çevrilirdi” diyen bir başka tescilliyi, Baki Tuğ’u 1990 larda kaptan köşküne geçtiği Doğru Yol Partisinden milletvekili yaparak konuya nasıl sahip çıktığını göstermiştir, tüm görebilenlere.

Günümüzde artık Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam kararlarının hukuki değil ama “siyasi” olduğu konusunda idam kararlarına imza atanlar bile dâhil olmak üzere hemen hemen herkes hemfikir durumdadır. Üç Fidan’ın avukatı Halit Çelenk de 12 Mart Faşist darbesinin askeri mahkemelerinde verilen kararının siyasi olduğunu ve hukuka aykırı olduğunu, “Bu karar asla hukuki değildi. Mahkeme de tarafsız değil, yanlıydı. Talimat ve intikam duygularıyla verilen bir karardı. Anayasayı savunan gençler, anayasayı değiştirmek suçundan asıldılar. Oysa sivil mahkemelerde en fazla 15 yıl ceza alırlardı” diyerek durumun vahametine hep vurgu yapmıştır.

Artık Dünya, cezalandırmalarda idam taleplerini, yaşama hakkına saygı ve telafisinin olmaması başta olmak üzere bir dolu nedenden ötürü, kamu gücünü elinde bulunduranların intikam hırsının yarattığı ve yol açtığı acılara son vermek adına, yasalarından çıkarmıştırlar ve çıkarmaktadırlar. Ancak ne yazık ki ülkemizde hala idam gibi çağdışı bir cezanın tekrar yasalarımızda yer almasını isteyen bir grup insan bulunmaktadır maalesef ve tüm bu yaşananların kendilerine ders oluşturamamış olması da kendilerini iflah olmazlar sınıfına sokmaktadır.  Ama ne yazık ki, tecavüzcülerin, dolandırıcıların, kravatlı banka soyguncularının, karşılıksız çek vererek insanların paralarını ya da emeklerini çalanların, kamuyu soyanların, her türlü mafiozi ilişkiler içindekilerin serbest dolaşabildiği, sanki paralı eğitim istemeleri gerekirken parasız ve eşit eğitim hakkı istiyorlarmış gibi gösterilerek hapislerde gençlerimiz çürüten ve muhalif siyasi görüş sahiplerini idam etme geleneğinden geliyoruz ya, her türlü kelamın bittiği noktadayız işte.

Pazartesi, Mayıs 07, 2012

ÇERNOBİL FACİASI VE TÜRKİYENİN ÇIKARDIĞI DERSLER

Geçtiğimiz hafta içerisinde 26 Nisan’da; geçen yüzyılımızın en büyük felaketlerinden biri kabul edilen ve şu ana kadar yaşanmış en büyük nükleer felaket olan; o dönem Sovyetler Birliği, bugün Ukrayna’nın sınırları içerisinde kalan ve başkent Kiev yakınlarındaki Çernobil Nükleer Santralinin patlamasının 26. yılı nedeniyle bugüne ışık tutabilmesi, bugünkü muktedirlerin ders alabilmesine olanak tanımak adına tüm duyarlı kesimlerce konu gündeme tekrar getirilmiş ve getirilmeye de devam edilecektir.

Bilindiği üzere; 30 Nisan 1986 tarihinde; 1972 yılında, bir hayli de yeni inşa edilmiş sayılabilecek ve her biri 1.000 (MW) gücünde dört reaktörden birinde deney yapmak isterken güvenlik sistemlerinin devre dışı kalması ve art arda hatalar meydana gelmesi neticesinde; binlerce insan felaketin etkisiyle direk ölüyor, yüzbinlerce insan ise rakyoaktivitenin yarattığı felaket neticesinde başta troid kanseri olmak üzere çeşitli kanser vakalarında ölüyor, yaşanan ağır füzyonun etkisinin ise uzmanlar tarafından 2065 yılına kadar sürecek ölümleri tetikleyeceği söyleniyor. Aynı dönemde yaşanan bu felaketten; Canım Yurdumda, özellikle tükettiği besin maddelerinden ötürü binlerce insanın kanser hastalığına yakalanmasının yanında, takip edecek 50 ya da 60 yıl içerisinde milyonlarca insanın maruz kaldığı radyasyon neticesinde hayatını kaybetme riski taşıdığı bilim çevrelerince açıklanmış olmasına rağmen, bu ülkede ne yazık ki bir şekilde görev almış bazı alçaklar da halkımız ile adeta dalga geçmekteydi, Türk çayı içiyorum diye Hindistan’dan gelen çayı içerek.  

O günleri hala dün gibi hatırlıyorum, gençliğimin ve nükleer karşıtlığımın üst seviyede olması ve tam o yıl bir çocuk babası olmam nedeniyle de hiçbir şeyi kaçırmamaya özen göstererek her tartışmayı, görüşü, konuşmayı ve açıklamayı takip ediyordum. Soğuk savaşının kapitalist dünya tarafından kazanılmaya yüz tuttuğu bu acımasız ve her türlü yalanın mubah sayıldığı dönemde, kapitalist dünyanın düşmanı sosyalist Sovyetler Birliği hedef olduğundan bu felaketten de, geri teknoloji, gelişmemiş teknoloji ve sosyalizm sorumlu ilan edilmiş ve kapitalistlerin nükleeri aklanmıştı.

O dönem Sovyetler Birliği’nin teknolojisine atıf yaparak konuyu geçiştirmeye çalışanlar; 10 Mart 2011 tarihinde Japonya’nın Fukuşima nükleer felaketi karşısında da bu sefer depremi ve tsunamiyi bahane ederek durumu kurtarmaya çalışıyorlar ya, yuh bunların hepsine, başka diyecek söz yok. Hatırlanacağı üzere bu kaz kafalıların kıt zekâ nedeniyle öykündüğü, nedenini bilmem ama savunduğu, teknolojisini sürekli parlattığı, güvenlik önlemlerine çok güvendiği kapitalizmin parlak yıldızı ülke Japonya’da da yaşandı ya, artık teknolojiye çamur atmak olmazdı, güvenlik süreçleri ehven idi ve ayrıca dinen de caizdi. Bilindiği üzere Fukuşima Nükleer Santrali felaketi; 2011 yılında Tohoku’da meydana gelen deprem ve sonrası oluşan tsunami ardından, 11 Mart 2011 de başlayan ve halen devam eden, atmosfere radyoaktif madde salınması neticesinde ciddi ölümler, kansere yakalanmalar ve yakın süreçte kanser vakalarının artma riski yanında asla telafi edilemeyeceği çok açık olan çevre felaketine yol açılmış olundu. Bilim adamı kisvesi altında birtakım şarlatanların tüm teknolojik parlatma ve aklama çabalarına rağmen, bugüne kadar yaşanan bu en karmaşık nükleer kazanın önüne geçilememiş, kaza sonrası alınan önlemler yeterli olamamış hülasa felaket sonrası süreç doğru yönetilememiş, o kadar ki kapitalizmin parlak ülkesi Japonya Başbakanı bile koparılan vaveylanın etkisiyle uzunca bir süre durumun ayardına varamamıştır. Ancak her şeye rağmen Japonya Başbakanı için; felaketin doğru yöneltilememiş olması ve yanıltılmış olmasının geç farkına varmış olması karşısında her namuslu politikacının yapması gereken şey kaçınılmaz hale gelmiş ve behemehâl istifasını vermiş, Nükleer enerjinin kendisine ve kamuoyuna sunulduğu gibi olmadığını anlayınca da nükleer karşıtı görüşü desteklemeye ve hatta ciddi anti-nükleer eylemcisi haline dönüştüğü büyük bir cesaretle açıklamıştır.

Peki; yaşanan Çernobil felaketinden sonra gerçek radyasyon ölçüm sonuçlarını kamuoyuna açıklamayan, tam tersine kamuoyunu yanıltmak amacıyla farklı sonuçları ölçüm değerleri gibi açıklama talihsizliği hatta ihaneti yaşanmış canım yurdumda durum yetkili ve sorumlular açısından balık hafızamıza sığınarak nasıl savuşturulduğu dün gibi hatırlanmaktadır. Sakın yanlış anlaşılmasın bu sadece ufku dar, palavrası geniş, ahlaki erozyonu sonsuz, çapsız ve kemiksiz politikacıların bol olduğu ülkemize has bir davranıştır demiyoruz, diyemeyiz, bakmayın kendi ülke dinamiklerinin farklılığından ötürü farkıymış gibi açıklamalar yaptıklarına bu sadece biçim farkıdır ancak özünde aynı biçimde davranan pek çok kapitalist ülke bulunmaktadır, hele bir de bunu halkı paniğe sürüklememek adına yaptıklarını açıklamıyorlar mı, lanet olsun bu gibilere.

Çernobil Nükleer felaketi ile özdeşleşen, Turgut Özal’ın Anavatan Partisi hükümetinde Sanayi Bakanı Cahit Aral’ın TV lerde boy göstererek çay içmesi olmuştur hatırlanacağı üzere, Bakan, radyasyonun ülkemiz topraklarını etkilemediğini savunarak tarihe kara bir leke gibi düşen şu konuşmayı yapmıştır; “Bu Karadeniz'de değil bir, 17 tane Çernobil'i eritseniz, ancak radyasyon burada etkili olabilir. İnsan vücudu radyasyonsuz yaşayamaz. Bunun azı faydalı, çoğu zararlıdır. Bir de çaydaki radyasyonun suya geçmemesi Allah'ın bir vergisi. Çok düşük oranda geçiyor”.

Diğer taraftan, tek yanlı propagandaya dayalı yalan bilgilendirme ve kandırmacalar neticesinde yaratılan “nükleer enerji ucuz ve temiz enerji kaynağıdır” yalanı var ya, bu kadar çok insanın da buna inanıyor olması beni kahretmektedir. Açar bakarsınız teklif edilen ve kabul edilmiş Akkuyu nükleer santrali çıkışlı enerjinin birim fiyatına ve aynı zamanda nelerin bu fiyata dâhil olduğuna ilkokul aritmetiği ile bir göz atarsınız, her şey anlaşılır, ama nerde öyle yurttaş… Özellikle güvenlik konusundaki muafiyetler ve kapsam dışı unsurlar birer dehşet unsuru gibi bulunmakta, ama ne gam, hadi anlıyorum güvenlik necip Türk milleti için önemli değil, Türk milletine radyasyon işlemez vs. vs. nükleer atıkların çözümü hala herhangi bir dünya ülkesinde bulunamamış iken, bugünümüzü çok belirgin olmamakla birlikte geleceğimizi ve bizden sonraki nesilleri önemli ölçüde tehdit ederken, bugünümüzü tüketmiş ve geleceğimizi ipotek altına almaya kimin hakkı olabilir.

Ve Canım Yurdumun çıkardığı dersleri yaklaşık 35 yıldır bizi yönetenlerin ağzından verelim ki; ne kadar önemli dersler çıkardığımızı 7 den 77 ye herkes anlasın.

Kenan Evren: Radyasyon kemiklere faydalıdır. %92
Turgut Özal: Radyoaktif çay daha lezzetlidir %42
Cahit Aral: biraz radyasyon iyidir % 42
Tayyip Erdoğan: mutfak tüpü de nükleer kadar tehlikelidir %53

Pazartesi, Nisan 30, 2012

HAVANA’DA 1 MAYIS KIRMIZISI



2010 yılında Jose Marti Küba Dostluk Derneği’nin düzenlediği Küba gezisi çerçevesinde katıldığım “Uluslararası Che Çalışma Tugayları” programı dâhilinde, uzun yıllardan beri katılma hayalini kurduğum mübarek 1 Mayıs işçi ve uluslararası dayanışma bayramını Havana’yı kırmızıya gark eden inanılmaz bir şölen ile kutladık.  Hem ne kutlama, Küba'nın başkenti Havana'daki Jose Marti Devrim Meydanı'ndaki törenlere tüm ülkelerden başta sendikacılar olmak üzere yüzbinlerce insan katılırken Kübalılarında Bayraklar ve pankartlarla mitinge çok yoğun katılımı ile yaklaşık 1.600.000 insan büyük bir coşkuyla Havana’nın kırmızı rengine yeni bir zirve yaptırmıştır. Peki, sadece kırmızı mı zirve yapıyor tabii ki hayır bir başka zirve de Che afişlerinde yaşanıyor. Biz de kendimizi çok da özel hissettiğimiz tribünde; Honduras, El Salvador, Şili, Peru, Nikaragua, Venezüella, Arjantin, Brezilya, Nijerya, İngiltere, Kanada, Avustralya, Rusya, Tacikistan, Yunanistan, Paraguay, Meksika, İrlanda, Fransa gibi ülkelerden katılan ve kampdaşlarımız olan sevdalılarla birlikte kimimizde kırmızı kimimizde mavi olan dağıtılmış üstünde yaşasın 1 Mayıs yazan fanilalarımızla, kimimizde gözyaşları kimimizde de büyük bir sevinç ama hepimizde büyük bir gurur; önümüzden kilometreler halinde ve yine öğrendiğimiz kadarıyla 34 ülkeden ve 159 organizasyon ve dayanışma hareketinin temsilcileri akıyor, hem de nasıl akmak bir renk ahengi ve cümbüşü… Ah birde; zulme ve emperyalizme karşı ezilen halkların direnişinin bayrağı ve devrimin efsanevi lideri Fidel Castro orada olsaydı ve “Hasta la Victoria siempre” ve “patrio o muerte” diyerek şiirsel İspanyolcayla o müthiş konuşma üslubu ile bizlere seslenseydi. Açıkçası bende çok istememe rağmen gidemediğim bu mübarek törenlere katılır iken umuyordum, bekliyordum, çok istiyordum katılmasını ama mümkün olmadığı yönünde de haberler duyuyorduk ama umut fakirin ekmeği işte... 1 Mayıs işçi ve uluslar arası dayanışma bayramı mitingine katılmak için güneş doğmadan yollara dökülen Küba halkının heyecanını ve kıpır kıpır oluşunu güneş doğmadan yollara düştüğümüz için çok yakından izledik, yine Küba halkının yabancı delegelerle omuz omuza coşkulu, ahenkli ve renkli kortejler oluşturarak Devrim Meydanı'na ilerleyerek geçiş yapmaları ise görülmeye değer bir olay idi.

Diğer taraftan bu geçit törenindeki benim için en büyük sürpriz ise; bol miktarda Türk bayrağı ile canım yurdumun burada da temsil edilmesi olmuştur. Duyduğum kadarıyla; isimleri zikredilince Beşiktaşlı olmamama rağmen kendilerinin hayranı olduğumu gizleyemediğim Beşiktaş spor Kulübü taraftar grubu “Çarşı” da yerini almış ama ben göremedim bu açıdan da üzüldüm diyebilirim.

Kırmızı; bana göre Devrimin özgün ve tılsımlı rengi olmalı ve böyle de tescil edilmelidir. Edilmelidir; çünkü benim hayatımda sürekli olarak kırmızı beni yansıtan temsil eden en iyi renk olmuştur diyebilirim, tamda bu yüzden siyasal hayatımda olduğu gibi sporda, futbolda bile tercihlerimde etkili hatta yönlendirici olmuştur. Zaten kırmızı yanlışa isyan ve yanlışı kabullenmeme ifadesi yanında aynı zamanda tutkulu aşk ifadesi, canlılık, dinamizm, ataklık, sonuna kadar gitme vs. gibi olarakta genel kabul görmüştür. Bunun sadece benim için değil herkes için böyle olduğunu zannediyorum. Yukarıda bahsettiğim üzere ülkemin bayraklarını da görmüş olmam belki bu yüzden beni sevindirmiştir. Eee ne diyelim kırmızı olsun işte.

Kapitalist dünyada devletler kutlamaların önüne geçilmesi ya da engellenemiyorsa da sönük geçmesi için bu da olmuyorsa kamuoyunu fazlaca meşgul etmemesi ve medyada fazlaca yer almaması için ellerinden geleni yaparlarken ve de en önemlisi geçen yıllara kadar bizim ülkemizde “iç harb önlemleri” ile geçiştirilirken Küba’da ise en önemli fark olarak devletin “1 Mayıs işçi ve Uluslar arası dayanışma bayramının” kutlanabilmesi için her türlü ehven ortamı yaratmasıdır. Diğer taraftan ise ülkem hala, aradan geçen 35 yıla ve değişen onlarca değişik parti hükümetlerine karşın 1 Mayıs 1977 katliamının düzenleyicilerinin ve tetikçilerinin açığa çıkarılamaması daha da önemlisi bu uğurda hiçbirisinin en ufak bir çaba göstermemesinin utancını yaşamaya devam etmektedir.


Pazartesi, Nisan 23, 2012

BAĞLARARASI ARKEOLOJİK ALANI ve SİT ALANI UYGULAMALARI

Çeşme Bağarası (Bağlararası) arkeolojik kazı alanı; Çeşme limanının dün 50 mt. bugün 100 mt. uzağında yer almakta ve denizle başlayan Çeşme ovasının tam merkezini oluşturmaktadır. Denize dik, ovanın tam merkezinden geçen ve etrafından kendisine onlarca karışan derelerin oluşturduğu hemen hemen 12 ay içinden su akan bir dere vardı, bu dere bugün otoyoldan Çeşme’ye girişteki yolun refüjünü oluşturan alanda ıslah edilmiş hali ile bulunmakta, ancak artık içinde sadece güçlü yağmurlar döneminde suyu bulunan hale gelmiştir. Bu dere etrafında yer alan ve gençliğimizde tamamen narenciye tarımına ayrılmış arazilerde yer alan evlerden oluşan bir yerleşim alanıydı, bugün ise birkaç kişinin direnmesine bağlı olarak birkaç bahçe tam eskisi gibi olmasa da korunabilmektedir. Ne yazık ki; bu mezkûr derenin binlerce yıldan beri taşıdığı alüvyonlar sayesinde oluşmuş verimli tarım arazisi bugün artık imar uygulamalarına tabi tutularak konut alanına açılmış bulunmaktadır.

Ege denizinin mezkûr ovaya bir bıçak gibi saplı limanı ise etrafındaki yüksek tepeler nedeniylede tarihin bilinen en eski devirlerinden beri fırtınalarda gemilerin sığınmaları için ehven bir alan oluşturmuştur. 2000 li yılların başında Bağarasında (Bağlararası) konumuzu oluşturacak arsa üzerinde mahalle ve çocukluk arkadaşlarımızdan Tümer Tütüncüoğlu nihayet artık benim de bir evim olacak sevinciyle planladığı konut inşaatı için temel kazılarını yaptırmaya başlayınca bazı duvar ve arkeolojik buluntuları bulunuyor, hemen haber verilen Çeşme Müze Müdürlüğü yetkilileri kazı çalışmalarını durduruyor ve duvar kalıntılarının ve arkeolojik buluntuların Tunç çağına ait olduğu anlaşılıyor, İzmir Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından mezkûr arsa ile etrafındakiler SİT alanı ilan ediliyor ve inşaat yasağı konuluyor.

Kocaman kocaman uzmanların konu ile ilgilenmeleri, Devletin ilgili birimlerinin bütçe tahsis ederek kazıları ve koruma uygulamalarını gerçekleştirmeleri ilk zaman ben dâhil tüm görenlerin takdirini kazanıyor ancak geçen zaman içinde klasik “Türk gibi başla ama İngiliz gibi bitir” atasözündeki önerme gerçekleşiyor, yasak bölge ve ona gerekçe oluşturan ilk etap kazı gerçekleşiyor, arsaların etrafına dikenli teller çekilerek çevriliyor, şimdilerde görünen o ki, konu hatta bu alan unutuluyor.

Çeşme’nin şimdilerde prestijli konut alanı durumundaki Bağarasında (Bağlararası) bir evim olacak hayalini kuran ancak malum nedenlerle gerçekleştiremeyen, çocukluk ve mahalle arkadaşımız Tümer Tütüncüoğlu uzunca bir süre burayı ilgili bakanlığa devretmek ya da başka bir arsa ile değiştirmek gibi girişimlerde bulunuyor ancak sonuç yok, ne yazık ki hayalini gerçekleştiremeden aramızdan ayrılıyor Tümer, şimdilerde yıldızlardan bakarak hala bir gelişme olmadığı için de orada da rahat olamıyordur. Bu ve benzer binlerce hazin öykü vardır canım yurdumda biliyorum, bir kısmı asla sonuçlanmayan davalarını takip ederken mahkeme koridorlarında, bir kısmı mevzuat efendilere derdini anlatmaya çalışırken ilgili kurumların koridorlarında ömür tüketiyorlardır, ama yok ise yüksek siyasi iltimas, madeni haz ne yazık ki tüm maçlar beraberlik umudu bile olmaksızın sonuçlanmaktadır.

Neden bu ülkede benzer durumlarda ki benim de katıldığım hızlı ve doğru şekilde davranan mevzuat efendiler, her şeye para bulan deve dişi gibi kocaman yetkililer, bulunan ya da ilan edilen doğal SİT, Arkeolojik SİT vs. gibi alanlardaki özel mülkiyet hakkı konusunda duyarsız olurlar, sorunu aslında yurttaşın sorununu, çözümü duyuna havale ederek çözmezler, anlamak kesinlikle mümkün değildir. Deve dişi gibi yetkililer; siyasi otoritenin çıkardığı yasalara rağmen ki bu yasalar trampa, kamulaştırma gibi çözümleri öngörür ama bir türlü sonuç alınmaz, ya müracaatınız kabul edilmez, müracaatınız kabul edilir talebiniz bir yerde dondurulur, talebiniz dondurulmasa sonuçlandırılsa bile, kamulaştırma için ödenek bulunamadı ya da ödenek beklenmekte, trampa için uygun arsa bulunamadı ama aranmaya devam edilmektedir hatta sizin bildiğiniz yerler varsa bize bildirin gibi trajikomik bir dolu hendek oluşturulur, atlat atlatabilirsen deveye durumu anlayacağınız. Ayrıca bir de “daha da ucubesi” olabilir fonundan bugün SİT yarın SİT değil kabilinden nabza göre şerbetli bilimsel ölçüler de vardır, siyasi rüzgârlara sizin rüzgârlara karşı nasıl durduğunuza, rüzgârın sizi ne kadar eğdiğine, rüzgârın arkanızdan mı, önünüzden mi estiğine bağlı, rüzgârı sevip sevmediğinize, rüzgârda ne kadar uzağı görebildiğinize bağlı durumlar vardır ki bunlar SİT ilan edilmiş arsanın/arazinin gerçek durumuna hiç bağlı değildir. Hatta teorik olarak mevzuat; kamunun ihale yöntemiyle satışa sunduğu arazilerin satım sürecinde para gibi kullanılabilecek, ihalelerde teminat olarak kullanılabilecek “sertifika” gibi bir enstrüman icat etmiş ama kimin umuruna, maksat sorun çözülmesin de ne olursa olsun. Tamam, anladık canım yurdumun toprağından tarih fışkırıyor ve bunlara sahip çıkılmalı, yok sayılmamalı, etrafı çevrilerek koruma altına alınmalı, evet aynen katılıyorum bu sahiplenmeye hatta çokta doğru buluyorum ancak buluntuların sizin amacınıza uygun ise tarih, değil ise taş parçası gibi nitelenmesine de bilimsel bir ölçü bulunmalı ve bu kararların destekleyicisi çıkar odaklarının taleplerine prim verilmemelidir. Yani kolayca anlaşılacağı üzere; Arkeolojik SİT alanlarına inşaat yapılabilen insanlarımız ile hiçbir endemik değeri olmayan ve yalnızca kültür bitkisi yetiştiriliyor olmasına rağmen arazilerinin doğal SİT alanı yapılmış insanlarımızın birbirlerin durumunu nasıl algıladıklarını uzun uzun anlatmamıza gerek yok, “zengin arabayı dağdan aşırır fakir ise düz ovada yolunu şaşırır” hikâyesi, tabii ki bu film çok tutulunca sınırsız sayıda devamı çekilmektedir.

Ne diyelim;

Devlet-i Osmanî ahalide terfi-i temayüz ilim irfan ile olmaz,
TERFİ ya olacak kuvvetli iltimas,
ya olacak madeni haz,
ya da olacak ten ile temas...


Salı, Nisan 17, 2012

OLMADI BE USTACIM İSMAİL DENİZLİ

Herkesin Mustafa Denizli’nin abisi, bizim ise sadece İsmail Denizli diye andığımız, fikri dayanıklılık ve derinlik gerektiren futbol ve damanın üstadı, abimizi kaybedeli yaklaşık 4 yıl oldu. Futbol ve dama tutkusu ise asla unutulamayacak boyutlardadır, Çeşme’nin o yıllarında çok az kişide bulunan otomobillerden birisi de kendisine aitti, Citroën deux chevaux (Citroen döşöva) marka küçük otomobili ile dama oynamak için Egenin yakın bir sürü kasabasına, bir keresinde de gece geç saatlerde Söke’ye gittiğimizi hatırlamaktayım, hele hele oyunda 14 taşı karşı tarafa verip, rakibin tüm taşlarını toplayarak oyunu kazandığı “mısır kapanı” oyununu asla unutamam. Otomobil hepimizin isteyip ancak sahip olamadığı ve sadece filmlerde hayranlıkla seyrettiğimiz bir araç idi o günlerde, o günkü para ile 5 Tl. lik benzinle günlerce gezdiğimizi dün gibi hatırlıyorum, inanılmaz ekonomik oluşu yanında bizim otomobil gereksinimimizi karşılamıştı ya, değmeyin keyfimize gayri idi durumumuz. Bir keresinde birkaç arkadaş ile birlikte, hatırladığım kadarı ile de bir sonbahar akşamı idi, tavuk yemememe rağmen tavuk almış (belki de sahibi görmeden biryerlerden alınmıştı bu detayı tam hatırlamıyorum), bakkalda alkollü içecek olarak ta sadece likör olduğundan likör alınmış ve Tursite’ye gidilmiş, yerde bulunan kalıp tahtalarından ateş yakılmış sıra tavuğu takacak şişe gelmiş ama ne yazık ki şiş yoktu yanımızda ve işte o anda Citroën deux chevaux’ın (Citroen döşövo) açılır tavanındaki çubuğu sökmüş ve sorunu çözmüştüm ya, arabaya dönünce asıl sorun başlamıştı ama her şeye rağmen çelebi gönlü burada da devreye girdi, ne mızmızlandı ne de kızdı, sadece keşke yapmasaydın dedi.

Futbol ve dama tutkusu ve bilgisi kendisini inanılmaz ölçüde analitik düşünür hale getirmişti, bu sayede kazandığı hızlı ve isabetli düşünme yetisi bizlere de yol gösterir hale gelmiştir, her zaman.

Çeşmespor önüne her zaman “Büyük Altay”ı örnek olarak koymuş ve sürekli kendi taraftar ve destekçileri de Çeşmespor için “Küçük Altay” demiş ve tezahüratlarında da bu sözcükleri kullanarak destek vermişlerdir o dönemde, Çeşmespor için renkdaşı Altay gibi olabilmek, oynayabilmek, büyüyebilmek, yükselebilmek bir hedeftir. Futbolun bugünkü gibi olmadığı bir dönemdir, futbol bir tutkudur, futbol adına bugünkü gibi paralar dönmez, bu işte insanlar daha amatör, daha bir gönüllüdür ama bir o kadar da isteklidir, Altay kulübü yakın çevresinde futbol oynanan yerlerde sürekli kendi adına futbolcu arayışları içindedir ve bu kapsamda Mustafa Denizli kabiliyeti ve becerisi ile derhal Altay kulübüne kazandırılır. Artık Çeşmespor ile Altay arasında ilişkiler daha bir sıcaktır, Altay bulduğu her fırsatta Çeşme’ye kamp için gelir ve Çeşmespor ile hazırlık maçları yapar, yeni gençlere yeni kapılar açmaya ehven bir ortam oluşmuştur artık, işte böyle bir hazırlık maçı yapılmakta, Altay’da Mustafa Denizli Çeşmespor’da ise İsmail Denizli oynamakta ama Büyük Kaptan İsmail Denizli kısa bir süre sonra oyundan alınmasını ister, duysallığın zirvesinde gözyaşları arasında kardeşine karşı oynamasının mümkün olamayacağını ifade ederek oyundan çıkmıştır, işte ince ruhunun ve duygusallığının seviyesidir bu…

Gönüllerimizin yenilmez armadasının bir dönem parçası bir dönem antrenörü ve yöneticisi olarak İsmail Denizli; Futbol sezonu öncesi kondisyon çalışmaları için bugünkü Altınkum kumsalını seçmesi her zaman futbolcular tarafından itici ve nefret edilir bulunmuş ama sezonun ilerleyen haftalarında kazanılan kondisyonun faydaları da ortaya çıkınca, teknik direktörlerine minnetle bakmışlardır.

Teknik direktörlük yaşamından anlatabileceğimiz binlerce anı vardır şüphesiz ama futbolunun gelişmesinde katkısının büyük olduğunu düşündüğüm Kadri Karataş’ın topa bakarak oynamasından ötürü, başını öne eğerek topa bakmadan oynaması halinde büyük futbolcu olacağına inandığı için boynuna karton bağlayarak topa bakmasını engelleme düşüncesi ne düzeyde bir arayış konsantrasyonuna sahip olduğunun bir göstergesidir.

Kendisine hiç söyleyemediğim ama birgün yetkili olacağımın hayalleri içerisinde kendisine milli takım teknik direktörlüğü takdim edeceğim planım hep vardı, olabilseydi de canım yurdumun, hiç şüpheniz olmasın ki, en önemli teknik direktörü olurdu, muhteşem futbol bilgi birikimine sahipliğini muhteşem dama oyunculuğu mu; yoksa tam tersi muhteşem dama oyunculuğu becerisi mi muhteşem futbol analiz yeteneği oluşturmuştu bilmiyorum ama her iki oyunun öncelikle fikri dayanıklılık ve derinlik ve kıvrak zekâ gerektirdiği son derece aşikârdır ve her ikisi de tıpkı İsmail Denizli’de olduğu üzere iyi yapıldığı takdirde taktik ve stratejik düşünmenin zirvesidir.

iyi yaşama üzerine yaptığımız uzun konuşmalar içinde en fazla üzerinde durduğumuz ayrıntı ise bol gezmek idi, bol gezmenin ekonomik kaynaklarını çok miktarda ev yapıp kiraları ile geçinme olarak belirlemiş idik, kendisi bu görüş doğrultusunda bir dönem ciddi mesafeler de kat etmişti.

Uzun süren münazara tarzındaki muhabbetlerimizin sıklıkla konusunu oluşturan siyasette birbirimize çokta yakın düşmeyen siyasi yaklaşım ve analizlerimize rağmen, bizim gençliğimizin verdiği heyecanı yatıştırmak adına ve ayrıca bir abimiz olması hasebiyle de; siyasi yaklaşımlarımızda sakin olmayı bizlere telkin ederken, sola çok yatkın olmamasına rağmen hatırlayabildiğim kadarıyla Mehmet Ali Aybar’ı omuzlarda taşıma ortaklığının üzerine sık sık basarak detayını şimdi çok fazla hatırlamadığım anılarını anlatırdı, genellikle konuşmalarımız görüş birliktelikleri ile sonuçlanmazdı, ama her konuşmamızda aynı şeyleri tekrar tekrar konuşmaktan da geri durmazdık. Ancak aynı şeyleri düşünmememize rağmen inanılmaz hoşgörüsü ve sabrı ile kendisini sürekli aranılır bir kişi haline getirmiştir bizler için.

Rahatsızlığını öğrenince ilk paylaştığı kişilerden biri idim, ancak tüm çabalarımıza rağmen bu rahatsızlığın karşısında çok az kişi galibiyet tadını biliyor olması nedeniyle de, abimiz ve dostumuz ne yazık ki hayatının en önemli mağlubiyetini yaşamaktaydı bu baş edilmez rahatsızlığa karşı. Uzun yıllara dayanan dostluğumuz içinde kendisinden en fazla duyduğum kelime olan “usta” ile aramızdan hayli erken ayrılışına dair kendisine bir kez daha veda etmek istiyorum, “olmadı be ustacım olmadı”

Salı, Nisan 10, 2012

PIRLANTA PLAJI YAZA HAZIRLANIYOR


Çeşme’nin güney batı ucunda Çiftlik köy/mahallesi sınırları içerisinde bulunan ve Çeşme’ye yaklaşık 7 km uzaklıkta yer almakta olup hiç durmadan ve genellikle de kuzeyden kuvvetli ve sabit esen rüzgârlarıyla ve dalgalarıyla meşhur bir plajdır, Pırlanta plajı. Mezkûr rüzgârlar nedeniyle de kitesurf meraklılarının ideal sorf alanı diye tanımladıkları Pırlanta plajı, bu tanımı ve ünü sonuna kadar hak ettiğini her yıl artan sayıda sporcu ve meraklının gösterdiği ilgiden anlaşılmaktadır. Rüzgârın tılsımı ve gücü sayesinde rüzgâr sporları yapanlar ve izleyenler açısından rüzgârın başkenti durumundaki bu plaj mutlaka işin uzmanları ve yöneticileri tarafından “kitesurf” için daha geniş kullanımlı ve yaygın kullanılır hale getirilmeli ve bu konuda kamu; Belediye ya da herhangi bir bakanlık ayrımı yapmaksızın buraya çok geniş destek vermelidir. Plaj, adını aldığı Pırlanta benzeri kumları ve pırıl pırıl parlayan denizi ile tanımsız bir doğa harikası olup yer aldığı yarımadanın diğer tarafındaki çocukluğumuzun “arka denizi” Altınkum plajına rüzgârı ve güzelliği ile nazire yapmakta olup yaklaşık 40 yıldır günübirlikçilerin ve çadırlı kampçıların tercihi olmaktan da kurtulamamıştır ya da iyi ki böyle olmuş. Yunanistan’ın Sakız adasının tam karşısında yaklaşık 1,5 km lik bir uzunluğa ve kısa aralıklarla derinleşen ve sığlaşan ama kesinlikle 250 mt boyunca da ortalama insan boyunu geçmeyen bir derinliğe sahip olan bu nadide plaj, ağırlıklı olarak SİT alanı ilan edilmiş olmasının, gururu ve değişmeyen duruşu ve sahip olduğu mavi bayrağı ile yaşamımızda yer almaktadır.

Çocukluğumuz döneminde; ovasından ötürü Pırlanta plajlarına Çayırova plajları denilirdi, küçük ama verimli bir ova olan Çayırova’dan ötürü bu isim ile belirtilirdi. Ne zaman Çeşme ve de özellikle Çiftlik dışından insanlar bu plaja gidip gelmeye başladılar, plajın muhteşem görüntüsü ve müthiş güzel kumları nedeniyle plajın adı Çayırova’dan Pırlantaya evrildi, iyi ki de öyle olmuş, ilk defa bir yerin uzun yıllardan beri kullanılan adının değişmesinden ötürü bir rahatsızlık duymadım. Pırlanta plajı yarımadanın hemen arkasında yer alan Altınkum plajı ile birisi kuzey rüzgârlarında diğeri güney rüzgârlarında denize girmek isteyenlerin tercihini kullandığı 2 güzel plaj yine Necip Milletimizin isabetli atıcılığımı yoksa muzipliğine mi dayalı olarak, insanoğlunun kullandığı ve asla vazgeçemediği önemli 2 mücevher ismiyle anılmaya başlamıştır.

Asırlık ardıç ağaçları şu anda da Pırlanta plajında günübirlikçilere ve kampçılara/çadırcılara gölge temin etmeye devam etmekte olup umarım bu durumu da asla değişmez. Alanın bu kadar geniş ve büyük olması, plajı tercih edenlerin de günübirlikçiler ve kampçılar olması nedeniyle gerek atıklar yüzünden kirlenmeye karşı gerekse de işletme sonuçlarından ötürü korunmaya gereksinim duyulduğu çok açıktır. Bir süredir plajın girişinde bir tabela bulunmakta ve üstünde de plajın Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Çeşme Kaymakamlığı tarafından Sörf alanı olarak tahsis edildiği belirtilmektedir. Umarım ki buda plajlar üzerinde bir hâkimiyet kavgası ifadesi değildir, eğer böyle bir durumun ilk belirtileri ise bu, yandı gülüm keten helva sonucu doğurur kesinlikle. Bu tür çekişmelerin, Çeşme’de yaşanan ve maalesef nedeni bir türlü anlaşılamayan SİT alanları ihdası ya da kararın kaldırılması gibi bir sonucu bir tarafı ile ortaya çıkarırken diğer tarafı ile de mülkiyeti sana aittir yok bana aittir kavgası neticesinde de sahip olunan değerlerin yok olmasına neden olunmaktadır. Arkeolojik SİT alanlarına inşaat yapılabilmesini becerebilen insanlarımız ile hiçbir endemik değeri olmayan ve yalnızca kültür bitkisi yetiştiriliyor olmasına rağmen arazilerinin doğal SİT alanı yapılmış insanlarımızın birbirlerine nasıl baktıklarını anlatmamıza gerek yoktur sanırım, işte tipik bir “zengin teknesini dağdan aşırır fakir ise düz yolda yolunu şaşırır” hikâyesi. Çeşme’nin de içinde bulunduğu yarımadanın blok halinde herhangi bir tefrik işlemine tabi olmaksızın SİT alanı ilan edilmesi sürecinde bulunmuş ve çalışmış bir Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkilisi olduğunu öğrendiğim bir muhterem ile Ankara’ya son gidişim sırasında bir dostumun ofisinde karşılaşmış ve SİT alanları ilanı konusunda hararetli bir tartışma neticesinde anladığım kadarı ile de ihdasın herhangi bir bilimsel kriterinin olmaması ya da benim öyle algılamam neticesinde; bu yüksek mevkideki zata Çeşmelilerin kendileri hakkında “SİT tir” dediklerini söylemiştim de zoraki gülümsemişti kendisi ve sonuç olarak ta anlamıştım ki konunun bilimsellikten ziyade siyasallıkla ilintili olduğunu.

Yeni bir sezona girerken Pırlanta plajında Çeşme Belediyesinin Çiftlik Birimi eliyle başta Turgay Soykan olmak üzere, tüm ekip yaklaşık 10 gündür sürdürdüğü hummalı bir temizlik ve hazırlık döneminin başarılı bir turizm hasadına dönüşmesi gerçekleşir ve bizim kaygılarımız ise sadece bir kuruntu olarak kalır. İyi sezonlar, iyi hasatlar…

Çarşamba, Nisan 04, 2012

OLACAĞI BUYDU 12 EYLÜLÜNDE MAĞDURU BUNLAR OLDU


Zulüm İmparatorluğu Amerika Birleşik Devletleri; genelde Dünyayı zaptı rapta özelde de Doğu Akdeniz, Orta Doğu ve Orta Asya’ya yönelik yeni sömürgecilik politikaları çerçevesinde planlanan “yeşil kuşak” projesi öngörülerine denk gelen coğrafyadaki ülkelerden biri olan Türkiye’de 12.Eylül 1980 de; “içimizdeki Amerikan çocukları” eliyle ve tarihe elleri kanlı 5’li çete olarak tescil edildiği iyice bilinen ve tüm dünyada sadece bu kabil operasyonlardan nemalananlar hariç büyük bir nefretle hatırlanan bir darbe gerçekleştirmiş ve Amerikan emperyalizminin çıkarlarına aykırı davranmayacağı taahhüdünü veren/yenileyen islamist politikaların ve politikacıların önü açılmıştır.

Kemalizm’den başlayarak solun tüm renklerine kadar geniş bir yelpazede hülasa tüm halka, insan hayalini zorlayan, bugün ülkemizde yaşanan tüm sorunların temelini ve nedenini oluşturan bu tescilli faşist darbe, bugün temsilcileri konumundaki iktidar sahiplerine dikensiz gül bahçesi bırakma hesabıyla, yarattıkları dehşetengiz uygulamaları bu ülkenin insanları asla ve kata unutulmamalıdır, unutulmamalıdır ki, ülkemizde son yüzyılda yaşanan bu en büyük siyasi ahlaksızlık ve travma iyice anlaşılabilsin ve gelecek kuşaklara anlatılabilsin. Yarattıkları tenkil, tedhiş ve tedip ortamı ile emperyalist talan, soygun ve yağmaya daha uygun ortam hazırlayan “içimizdeki ABD’nin çocuklarından”, darbecilerinden, kontrgerillacılarından, gladiocularından hesap sorulmalıdır ve bugünkü ardılları olanlara da gerekli cevap verilmelidir.

12 Eylül sadece ve basit bir darbe değildir öyle; “İti ite kırdırma” ile alevlenen ve “Bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz” ile de zirve yapan bu siyasi yaklaşımın “sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçmiştir” saptamasının bir sonucu olarak canım yurdumun üstüne bir karabasan gibi çöken bu saldırı ve emperyalizmin ve yerli temsilcilerinin kurduğu veya göz yumduğu çeteler eli ile büyük boğazlamaya zemin hazırlanmış ve bu zeminde de başta CIA olmak üzere uluslararası her türlü karanlık güç ile büyük bir travma yaşatılmıştır, halka…

Bugünlerde; Amerikan Emperyalizminin ulvi çıkarları uğruna canım yurdumun dizlerinin üzerine çökertilmesi operasyonunun yüzü olarak görünen 12 Eylül Faşist darbesinin 5’li çetesinin hayatta olanlarından Ahmet Kenan Evren ile Ali Tahsin Şahinkaya mahkemeye çıkarılacak ve muhtemelen de gerek ABD Emperyalizminin bugünkü temsilcileri ile yerli ortakları tarafından feda edilecek ve yaşanan kapkara bir geçmiş aklanmaya çalışılacak gibi görünmektedir. Bugün; bu kahrolası faşist darbenin siyasi ve ekonomik ardılları olanların, bugünler için oluşturulan nemaların üstüne çöreklenenlerin, “Aydınlar Ocağının” şanlı önderleri olduğu çekinmeden beyan edenlerin bu işi çözmek gibi bir düşünceleri olmadığı gibi kendilerine tevdi edilmiş böyle bir görevleri de yoktur olamaz da…

12 Eylül’ü yargılamak demek; Emperyalizmi ve Faşizmi yargılamak demektir, ABD emperyalizminin bu olayda oynadığı rolü görmezden gelen, bu faşist darbeyi yapanlarla, emperyalizmin beklentileri ve talepleri doğrultusunda gerçekleşen darbe gerekçelerini teşkil eden ehven ortamın oluşturulması sürecinde rol alan; ABD Başkanından başlayarak, CIA Başkanına, Ortadoğu staretejilerini yapanların, ülkemizde büyükelçi ve büyükelçilik görevlileri ile yerli ortakları, “12 Eylül olmasaydı 24 ocak kararlarının neticelerini alamazdık” diyerek sermaye kesiminin istediklerinin yapıldığının teyidini yapan Turgut Özal başta olmak üzere tüm siyasiler ile dönemin Danışma Meclisinin tüm üyeleri, Vehbi Koç ve Sakıp Sabancı’dan başlayan, TİSK ve MESS üyeleri, TÜSİAD üyeleri ile devam eden sermaye kesim ve temsilcileri ile bu saldırının fiilini yüzünü oluşturan, tüm asker ve polis işkenceciler, bunlara yardım ve yataklık yapan bilim adamları, başta doktorlar olmak üzere, tüm kamu görevlileri, darbeye destek veren başta Nazlı Ilıcak olmak üzere sözde gazeteciler ile tüm aktör ve figüranların tespit edilip onlara bu faşist saldırıyı azmettirenler, yardım eden, yataklık yapanlar ile bu menfur saldırının Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye yönelik amaçları, hedefleri, stratejileri ve uygulamalarının açıklığa kavuşturulmaları gerekmektedir.

Aksi takdirde gerisi laf ı güzaftır… Zaten bu açıdan bakınca da; davaya müdahil olmak için başvuranların başını AKP gibi konudan hemen hemen hiç zarar görmemişlerin hatta sonuçlarından faydalanmışların çekmesi de konunun sulandırılması amacını gütmektedir gibi bir görüntü vermekte olup belki de başkalarına yer kalmaması adına bir doldurma yapılmaktadır. Peki; bu yargılama girişimi hiç mi bir şey ifade etmiyor diye sorabilirsiniz, evet bende bu gelişmeyi önemsiyorum, ama bu defa ben yetmez diyorum.

Bu sürecin mağdurlarından birisi olarak, bu konuda söyleyebileceğim, yazabileceğim çok şey var ama kapsam, eli kanlı, beyni özürlü, ruhu satılık, vatan haini oldukları her hallerinden belli olan 3-5 çeteci ile sınırlı kalacağından, bugünün muktedirlerinin ve onların denizler ötesinden destekçilerinin başı olan kişinin 12 Eylül için “Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâlelerin (dönüşüm) son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz” deyişinden hareketle, dün alkış bugün kavga görüntüsü altında post kavgası sürdürülmesinin neticesi olan Ordu ile kavganın başlarına ördüğü çorapların perdelenmesi adına alevlenen bu görüntüden bir şey çıkmaz. Bu böyle biline…

Ancak yinede birkaç küçük anı anlatarak konunun ne kadar büyük ve kapsamlı olması gerektiğine dokunmak isterim.

İzmir Emniyet Müdürlüğünü 9 Mart 1981 de ziyaret eden her türlü kanlı olayının direk sorumlusu konumundaki ve muhtemelen de dehşetengiz katil görünümünden ötürü seçilmiş olduğu izlenimi veren dönemin İçişleri Bakanı, Emekli General “içimizdeki Amerikalılardan biri” Selahattin Çetiner “buradan hiç kan çıkmadı daha” dediğinde aynı gece genellikle devrimci tutsakların gözlerinin 24 saat esasıyla bağlı olarak tutuldukları 5. ya da 6. kattan 3 tutsağın atılarak öldürülmesi ve ailelerin her türlü baskıya rağmen takibi neticesinde mecbur kalınan açıklama ile “tutsaklar kaçmak için pencereden atladılar ve öldüler” açıklaması yapılması adeta halk ile dalga geçiliyordu.

Adana Emniyet Müdürlüğünde; benim de dâhil olduğum davanın ön hazırlığı kapsamındaki işkence sürecinde iyi görev yapsınlar diye Özellikle darbeciler ve MİT teki en önemli temsilcisi ya da MİT in cunta içindeki en önemli temsilcisi Baş darbeci Kenan Evren’in damadı Erkan Gürvit tarafından kurdurulan ve elemanları tek tek mezkûr kişi tarafından atanan meşhur ve kıdemli işkencecilerden, başta da Kemal Yazıcıoğlu gibi sicili bu anlamda çok bozuk olan elemanlardan oluşturulan bir ekip olan yok etme timi sayılabilecek DAL grubuna tahsis edilmiş sadece kanalizasyonda yaşayacak hayvanlara ait olabilecek hücreler bölümünde bulunduğumuz dönemde yaşanan çok yoğun ve ölümcül bir işkence sürecine tanık oldum. Adım Dilaver demekten başka bir şey söylemeyen tüm ölümcül işkencelere rağmen sadece gülümseyen bir devrimci yiğit, yaralı yakalanmasına rağmen tedavisi yapılmayan, hatta hücrenin demir kapısına ellerinden ve ayaklarından kelepçelenerek gerilen ve bu halinde bile kanayan yaralarına ellerindeki kalemi sokup kıvırarak ve yaptığı bu işkenceden zevk alan işkenceciler gördüm, hatta o kadarki kan kaybının ölüme yol açacağından korkulduğu anlarda hastaneye götürülüp yaraları dikilen ve bilahare de yeniden kalemle başlayan aynı işkencelere tanık oldum. Bahse konu hücrelerde uzunca zaman kalınması, aynı yerlerin tuvalet olarak kullanılması, ailelerin binbir güçlükle içeriye gönderebildikleri yiyeceklerin aynı yerlerde yenmesi neticesinde bir süre sonra ortalığı bit sarmıştı bir keresinde, tüm hücrelerdeki insanlar Emniyet Müdürlüğünün garajına çıkartılıp, anadan doğma soyundurularak, Adana Belediyesinden getirtilen birkaç ilaç tulumbası ile arkadan, önden ve yandan olmak üzere tüm vucut baştan ayaklara kadar her cepheden çok güzel bir şekilde ilaçlanmıştık, bu da kara mizah tarafıdır, bu sürecin.

Şüphesiz bu alçakların yaptıkları insan havsalasının almayacağı daha binlerce işkence var ama bunlar yeterince yazıldı çizildi, artık pehlivan tefrikasına dönüştürmemek için konuyu, bu kadarla iktifa ediyorum.




Salı, Mart 27, 2012

NEREDE BU BİLİM ADAMLARI

Demokratik Katılım Grubu, “İstanbul Üniversitesi’nin Kenan Evren’e vermiş olduğu “Fahri Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk Doktorluğu” unvanları daha fazla gecikmeksizin geri alınmalıdır” talebiyle bir imza kampanyası başlattı. Mezkûr grup Üniversite yönetimini muhatap tutarak; insanlığa karşı suç işlemiş bu diktatör Generalin duvarında asılı bulunan Üniversite Senatosunun onayı ile verilmiş “Fahri Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk Doktorluğu” belgesinin behemehâl iptal edilmesi ile halkımızın demokrasiye ve hukuk devletine inancının artacağını ve aynı zamanda Hukuk Fakültesinde yetiştirilen hukukçuların durumlarından sevinç duyulacağını açıklamıştır.

Bilindiği üzere; İstanbul Üniversitesi Senatosu, her fakültenin dekanı ve birer öğretim üyesi, yüksekokul müdürleri ve rektör yardımcılarının katılımı ile toplanır 12 Eylül faşist darbesinin başı Ahmet Kenan Evren’e 2 Aralık 1982 tarih 4943 sayılı “Fahri Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk Doktorluğu (Honoris Causa)” verilmesini ittifakla kararlaştırmıştı. Bu payeleri bilim adamı ama kendileri müsvette olan şakşakçıbaşları utanmadan ve sıkılmadan kararın gerekçesini, “Haiz olduğu ahlaki faziletler ve meziyetler yanında vatana hizmet ve yurtta ilmin yayılmasında büyük hizmetler ifasıyla temayüz etmiş olan Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren'e ilmi kıymet ve meziyetlerinin tebcili için "fahri profesörlük" payesinin tevcihine karar verilmiştir.” Şeklinde açıklamışlardır.

Bu sözde bilim ama gerçekte şakşakçıbaşı olan adamların 12 Eylül faşist darbesi ile çeşitli biçimlerde işbirliği içinde bulunup, hatta işkencelere tıp hekimi rütbesiyle katılan, işkencecilere yol gösteren, işkenceleri gizleyecek düzmece raporlar hazırlayarak payanda olanların yanında bazıları da konuyu; şeref ve haysiyet yoksunu olduğunu gösterir kesin emareler bulunduğu düşünülen, insanlıktan nasibini kapasitesinin elvermemesi nedeniyle alamadığı anlaşılan Prof. Dr. Kemal Balcı gibi; “sorgulamalarda işkence yerine insanda otokontrolü kaybettiren ve yaşanan olayları hatırlatan “sodyum pentothal” adlı ilaç kullanmalı”  diye önerilerde bulunmaya, Prof. Dr. Turan İtil gibi bazıları ise Nazi Almanya’sının hapishanelerindeki araştırmacı doktorlar benzeri, 12 Eylül Faşist darbecileri ve onların hâkimleri tarafından inanılmaz ve tarifsiz facialara gark ederek yarattıkları “savaş esiri” varsayımı ile tutukladıkları insanları suç tefriki yapılmaksızın pahalı ama idamdan iyidir savıyla minimum 40 yaşına kadar mapushanelerde tutulmaları konusunda fetvalar vermişlerdir. Ayhan Songar gibi müsvettelerinde Cerrahpaşa Psikiyatri Kliniğine getirttiği bazı esirler üzerinde derin çalışmalar yürütmüş(!!!) ve elde ettiği bilimsel verileri destek olması amacıyla da 12 Eylülün faşist generalleri ile paylaşabilmiştir ve bugünlerde bu müsvettelerin ardılları TV kanallarında görüş bildirmektedir ve ne yazık ki bu adamları bilim adamı diye de bu TV kanalları tanıtmaktadır.

Peki, bu yağcılar, bu şakşakçıbaşılar bununla sınırlı mı, hani sınırlı olsa gam yemeyeceğim, hiçte üzülmeyeceğim ama bunlar ne yazık ki küçük bir örnek demeti oluşturmaktadırlar; bakın gerisine;

16 Eylül 1980 tarihinde Üniversitelerarası Kurul Başkanı Prof. Dr. Nihat Balkır, diktatör General Kenan Evren'e bir kutlama mesajı göndermiş.

15 Eylül 1980 tarihinde İstanbul'da toplanan bazı Üniversite ve Akademilerin Senato ve Yönetim Kurulları, diktatör General Kenan Evren'e gönderdikleri telgraflarında bağlılık ve başarı dileklerini sundular.

14 Eylül 1980 tarihinde; Atatürk Üniversitesi Yönetim Kurulu diktatör Kenan Evren’e kutlama telgrafı gönderdi.

Ölümüne kadar 12 Eylül faşizmine bağlı olduğunu açıklayan İhsan Doğramacı’ya artık söylenecek bir şey kalmamış ve yukarıda sayılanların başı olduğunu söylemekle iktifa edelim, şimdilik…

Üstelik 12 Eylülün Faşist Diktatörü Ahmet Kenan Evren kısa bir süre önce “Üniversite hocaları para almazsa bayrağın ucundan tutmaz” diyerek bu yardakçı ve şakşakçıları da suçlamış olmasına rağmen, bu alçaklar hiç sesini çıkarmamaları bir kenara yağcılık ve şakşakçılıkta sınır tanımaz tutumlarını devam ettirmişlerdir. Diğer taraftan bu Faşist 5 General bunları söyleyerek yaptıkları aşağılama ile yetinmişler midir, tabii ki hayır bu tür tahkir edici açıklamaları ile yetinmeyip, hemen ardından 1983 yılında, 1402 sayılı yasayla; kendilerini kutlamayan muhalif görülen çok sayıda öğretim üyesi üniversitedeki görevlerinden uzaklaştırmışlardır. Bu şakşakçıbaşılara ne gam, insanlar üniversiteden atılmış, kendilerine hakaret edilmiş bunların umurunda mı, varsa yoksa kendilerine bir şey olmasın…

Bu bilim adamı kisvesindeki alçaklar ve vatan hainleri, diktatör General Kenan Evren’in sürekli tekrarladığı “darbe zeminini hazırlamak için şartların olgunlaşması beklenmiştir” açıklamalarına, şartların oluşması esnasında da; 1978 yılında 900 ölüm 7000 yaralı, 1979 yılında 1100 ölüm 5500 yaralı, 1980 yılında 2100 ölüm 4500 yaralı yurttaşımıza mâl olmuş, bilahare de diktatör General Kenan Evren’in emir ve talimatlarıyla 12 Eylülde gerçekleştirilmek üzere 6 ay öncesinden “Bayrak Harekât Planı” hazırlanmış, hiçbir şey görmemişler, ama haklılar canım yurdumun insanları bunların anlattıklarını yedikçe bunlar cesaretle bu pespaye tutumlarına devam etmişlerdir ve görünen o ki edeceklerdir de…

Evet, sizce bu vatan hainleri ve kendilerinin yetiştirdikleri nerededirler acaba şimdilerde, acaba bir yerlerde Hukukçu mu yetiştiriyorlar, yoksa “Yetmez ama evetçi” mi olmuşlardır, yoksa “ileri demokrasi” nin nimetleri konusunda canım yurdumun insanlarına fetva mı veriyorlardır. Bu diktatör Generaller sağcı-solcu-adli demeden hatta denge adına sıra ile bir onlardan bir bunlardan astık diyerek, canım yurdumun tüm insanlarına “bakın hepinizi her an asabiliriz” mesajı vererek yarattıkları korku imparatorluğu sayesinde yerli ve yabancı sponsorlarına güven verirlerken, bu bilim adamı müsvetteleri bir köşeye sinmiş, şakşaka ve yağcılığa devam etmişlerdir.

12 Eylül faşizmine karşı daha ilk günden itibaren direnen, direnememesi halinde ise en azından alkış tutmayan bilim adamlarını ki onlar gerçek bilim adamlarıdır ve salt bu yüzden de üniversitelerinden atılmışlardır, onları tenzih eder, önlerinde saygı ile eğilir ve bu vesile ile Demokratik Katılım Grubunun, “İstanbul Üniversitesi’nin Kenan Evren’e vermiş olduğu “Fahri Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk Doktorluğu” unvanları daha fazla gecikmeksizin geri alınmalıdır” talebine canı gönülden katılır ve bu yazımızın imza kampanyasına katılım olduğunu beyan ederiz.

Cuma, Mart 16, 2012

“SOMALI GAZOZLARI” UNUTULMAZ YEREL TAT

“yerli malı yurdun malı” fikri ve zikrinin yükseldiği “yerli malı haftası” adı altında kutlamaların yapıldığı dönemlerde Canım Yurdumun her bir tarafında yerel bir isimle meşhur olan ve genellikle de sade olan gazozlar üretilirdi. Hayalimde bir şişe gazozu kana kana içiyor ve geçmişe dönüyorum, 60 lı yılların sonu 70 li yılların ortaları arasında Çeşme’nin ürettiği yerel tatlardan birisi, Somalı Gazozları; benzerleri ile kıyaslandığında çok mu lezzetli, hani tadı damağımızda kaldı cinsinden mi idi bilmiyorum, ancak hayalimdeki lezzetin seviyesini tarif etmem mümkün değil. Çeşme’nin ya da Çeşme’lilerin yarattığı bir diğer lezzet “sütsan dondurma” ile birlikte, ki bir başka yazımın konusu olacak; şimdilerde bile çocukluk arkadaşlarımla yaptığımız geçmişi yâd etme muhabbetlerinin zaman zaman konusunu oluşturur Somalı gazozları. Konu ile ilgili hayalimin yarattığı geçmişe dair bu güzel lezzet, nostaljiye dayalı duygularımı ifade etmenin yanında bu yerel markaların büyük içecek tekellerine karşı direnmenin birer nüveleri olmalarıydı belki de. Belki de tam da bu yüzden “dondurmam gaymak” filmini sevdik, çünkü filmin konu eksenini burada da yerel bir markanın uluslar arası tekellere direnen masalımsı savaşını oluşturmakta idi…

Mehmet Soma ve Rıza Akarsu, kayınbirader ve Enişte, Somalı gazozlarının kurucuları olduğunu hatırlıyorum, eniştenin kamu görevlisi olması nedeni ile hukuki ortak mı idi bilmiyor ve hatırlamıyorum, zaten konumuz ticaret hukukunun alanına da girmez, ayrıca tarih dersi de değil, tamamen benim hafıza kayıtlarımın çözümlemesi ve yarattığı duygusal keyif ve hoşluk. Mehmet Soma, uzun olmayan boy ama uzun akıl ve girişimcilik ruhu ile donanımlı bir komşu büyüğümüz idi, ne yazık ki artık aramızda değil, kendisini yıldızlara uğurladığımız büyüğümüz, topraktan ekmek kazanmaktan ticaretten ekmek kazanmaya sıçramanın nadir örneklerinden biri olup, “Somalı Gazozları” girişimi de bu uğurda önemli bir evredir. Rıza Akarsu ise, bizim bağarası mevkiinin eniştesi olarak hep saygı görmüş, kamu görevlisi olarak ta yaptığı görevin kendisinde yarattığı sakinlik bugün bile hafızalardadır. Kendisini ölene kadar muhtar zannettiğim Ali Tunar’dan sonra, kendi ayrılışına kadar muhtarlık görevini başarı ile yürüten komşu büyüğümüz Mehmet Soma, muhtarlıktaki başarısını oğlu Önder Soma’ya aktarmış gibi görünmekte bu dönemlerde.

Gazoz toplumsal yaşamımızda önemli bir yer tutmakta olup, gazoza olan düşkünlük ya da atfedilen öneme binaen olsa gerek, gazozuna oynanan kahve oyunlarında “gazoz ağacı” takılmaları vardır ki hatırlaması bile dünyaya bedel, kendilerini sürekli yendikleri havası yaratmak üzere insanların birbirlerine benim gazoz ağacım muamelesi yapması bugünlere kadar devam etmiştir. Diğer taraftan gazoz o kadar hayatımıza girip yer etmiş ki “ayılana gazoz bayılana limon” şeklinde şarkılar bile yapılmıştır ve döneminde de bir hayli sevilen şarkılar haline gelmişlerdir.

Delikanlılığımızın ya da biraz daha öncesinin, bugün bile hala nedenini anlayamadığım ama muhtemelen Hz. İbrahim’in kesik başına benzetilmesi hasebiyle olduğunu düşündüğüm, futbol oynamanın yasak edilmesine ve yakalanılması halinde gerek okulda gerek evde dayak yeme ihtimalinin çok yüksek olmasına karşın Gazozuna futbol maçları yapmanın dayanılmaz keyfini yaşadık, iyi ki de yaşamışız.

Dönemin evlerinde yemek masalarının en önemli konuğu, alamayanlarında özlemi olurdu gazoz. Hele satın alma konusunda cimri davranıp ta gazoz içmekten fedakârlık yapamayanların, limon, yemek sodası, maden suyu karışımları ile yapmaya, daha doğrusu benzeterek kendi nefislerini kandırmaya çalışmaları da bugün bile hatırlandığında gülümsemelere neden olmaktadır.

Şimdilerde unutulmuş yazlık sinemalarda “buz gibi gazoz” diye bağırarak gazoz satmak ya da boş gazoz şişesi toplamak her çocuğun yaptığı işlerden birisidir. Nedendir bilinmez ama bana hala o cam gazoz şişeleri çok sempatik görünür, ince belli upuzun bir boynu olan bu şişeler toplumsal bellekte nasıl bir yer etmişse bugün dünya gazlı içecek konusundaki en büyük tekel olan Coca-Cola bile bu nostaljik şişeleri piyasaya sürerek büyük bir reklam kampanyası yürütmektedir. Bu şişelerle gözlerini kapatarak içilen gazozların, sanki gözlerin kapanması ile lezzet hissinin artışının ters orantılı olduğu zannedilirdi hep ve şimdi bu gazozdan bir yudum alarak kendimizi ilkokul yıllarına atacakmışız gibi bir his kaplar ruhumuzu, ne hoş… Hani bu güzel gazozların içine sarı ve kaba leblebileri koyar, bünyelerine aldıkları gazozun aroması ile şişerdi ya bu leblebiler yemeye doyamazdık, hayali bile cihana değer derler ya, işte öyle bir şey…



Görüldüğü üzere, ister büyük, ister küçük olun ister sokakta futbol, ister kahvehanede tavla, kâğıt oynayın, iddiayı kaybedenin kaybedeceği kazananın kazanacağı yegâne önemli şey gazozdur, o dönemlerde.

Somalı gazozları imalathanesinde yaşanan imalat sürecinde gönüllü olarak görev almamış bir çocukluk arkadaşımın olduğunu hatırlamıyorum, özellikle de şişe yıkama aşamasında çalışmamış birisi asla bulunmaz. Kocaman ahşap, bir büyük su dolu yalak içerisine doldurulmuş boş şişeler ellere tutuşturulmuş birer sert kıl fırça marifetiyle, şişelerin içleri fırçalanarak yıkanır, bilahare ikinci bölümde başka bir su içine sokularak durulanır ve oradan çıkan şişeler ters konularak suyun süzülmesi sağlanır ve tüm çalışmanın ödülü ise bir şişe Somalı Gazozu olurdu. Hepimizin asıl beklentisi ise; hazırlanmış gazozun bir yarı otomatik makine ile gaz basılarak şişelenmesi sürecinde görev almaktır ama ben asla o görevi yapamadım, hele o ayak ile kumanda edilen ve basıldığında tısss diye ses çıkararak gaz basımı ve kapak kapatılması işi artık ustalık mahareti istediğinden olsa gerek, imalathane sahipleri tarafından yapılırdı.

Şüphesiz bu gazoz muhabbetini fazlaca abartılı bulanlarımız olabilir, bu anlatımdan bakılırsa geçmişe, sanki bugün hayatımızın eskisi kadar güzel olmamasının yegâne sebebi, artık o güzel gazozlara sahip olamamamız gibi algılanabilir, doğru olabilir mi bilmiyorum, evet dersek bugüne hayır dersek te o güzel dünlere yazık mı ederiz, gayri bilinmez… Bilinen bir şey var ve o da kesin; artık bu yerel gazoz ancak hayallerimizde yer alacaktır ya da birileri çıkacak her şeye rağmen bunu tekrar üretecektir. Mesela Esnaf ve Sanatkârlar odası salt bu tadı canlandırıp yaşatmak için bir atılım yapabilir belki de, tabii ki ticaret, medeni ve borçlar kanunlarından gelen haklar ve pozisyonlar korunarak, ama bu kadar şey salt nostalji için de yapılabilir mi, zannetmiyorum…

Ne yazık ki; tıpkı kurucuları ve ilk üreticileri Mehmet Soma ve Rıza Akarsu gibi, “Somalı gazozları” da artık yıldızlara uğurlanmış durumda.


Pazartesi, Mart 05, 2012

8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü için öncelikle biraz ansiklopedik bilgi vererek başlayalım; 8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York Şehrinde yaklaşık 40.000 tekstil dokuma işçisi daha sağlıklı ve uygun çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlar, polisin işçilere saldırması ve planlı bir şekilde işçilerin çıkış ya da kaçış yollarının kilitlenerek kapatılması, arkasından çıkarılan yangında işçilerin bu nedenle kaçamaması sonucunda da çoğunluğu kadın 129 işçi can verir, ölen emekçilerin cenaze törenine 100 binden fazla kişi katılır ve akıllardan kolay çıkmayacak bir eylem olarak tarihteki yerini alır. 26-27 Ağustos 1910 tarihinde “Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı”nın toplantısında mezkûr eylemde ölen kadın işçilerin anısına 8 Mart'ın "Dünya emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanması oybirliğiyle kabul edilir, aynı örgütün Moskova'da gerçekleştirilen 3. Konferansı’nda alınan karar ile de artık uluslar arası bir anma gününe dönüşmüş oldu. Peki; bu eylem ne için yapılmıştı? Ne istiyordu ağırlıklı kadın olan bu çalışanlar? Ne demektir çalışanlar için daha uygun ve sağlıklı çalışma ortamı? Bugün artık tartışılması bile çok ayıp kabul edilen, seçimlerde oy kullanabilme hakkı, yaklaşık 14 saatlik işgünü yerine 8 saatlik işgünü başta olmak üzere, külliyen sömürüye, baskıya, zulme, haksızlığa, eşitsizliğe karşı bir duruştur, işte tam da bu nedenle hak denildiği zaman mutlaka emekçi olmak ön plana gelecektir.

Dünya emekçi kadınlar günü denildiğine göre, demek ki bir de emekçi olmayan kadınlar da var anlamı ortaya çıkar ki, tam da burada 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü; tarihçesi, anlamı ve kapsamı ve kutlanış nedeni itibari ile işçi-emekçi bir kimliğe sahiptir ve bizim konumuzu da emekçi kadınlar üzerinden tüm emekçiler oluşturmaktadır...

Emeğin yüceliğini, kutsallığını ve haklılığını bilen bizler; sınıflı toplumlardaki ayrışmadaki ana eksenin dışında oluşturulan ve bir vaka olan emekçi kadınların durumuna bakınca sömürünün nasıl katmerleştiğini canımız yanarak izleriz ve sadece de bu durumun göz önüne serilmesi amacıyla da kutlanacak gün olarak bakarız, 8 Mart’a, yoksa sömürü, baskı, zulüm ve yoksulluk tüm emekçileri hedefine almıştır.

Başta ABD ve tamamen güdümündeki BM (Birleşmiş Milletler Cemiyeti) olmak üzere Kapitalizm ve Emperyalizmin babaları konumundaki ülkeler ve kuruluşlar tarafından "Dünya emekçi Kadınlar Günü" önceleri yok sayılmış, olmayınca içi boşaltılmaya çalışılmış, sınıfsal ve siyasi önemi gizlenmek ve saklanmak istenmiştir, sürekli feminizmle, kadın-erkek münasebetleriyle, şiddetle, cinsellikle vs. ilişkilendirilmeye çalışılmıştır. Yapılan her türlü açıklama, duyuru ve anonslarda sürekli; kadınlık, annelik vurgusu yapılmış, her konuda olduğu üzere konunun magazin tarafı abartılarak anlam, kapsam ve önem yitirmesi adına her fedakârlık yapılmış, özellikle de kadına şiddet, cinsel taciz gibi ögelere dikkat çekilerek bunlar suç değilmiş, hukuk konusu değilmiş, insan hakkı ihlali değilmiş gibi öne çıkarılmıştır.

Oysaki 8 Mart, Clra Zetkin’den bu yana hep kırmızıdır ve olmaya da devam edecektir, başka renge dönüştürmeye kimsenin yeltenmemesi, kalkışanlara da kimsenin uymaması çok önemli olmalıdır…

Sadece bizde değil tüm dünyada genelde emek özelde ise kadın emeği ucuz, güvencesiz, sosyal güvenlikten yoksun olup emeği anlamsız, değersiz ve ucuz gören bu istihdam politikaları behemehâl değişmeli, güvenceli çalışma, eşit koşullarda istihdam, iş güvenliği sağlanmalıdır.

Bugün canım yurdumda taşeronlaşmaya verilen öneme ve bu yolda katedilen mesafeye de bakınca ve ister istemez de bu politikaları savunanların desteğini görünce artık fren tutmaz şekilde gaza basılmış olmasının vahameti ile atılan nutukların nasıl palavralar olduğunu gördükçe de dehşete düşmekteyim açıkçası… Ama ne yazık ki artık algılama ayarlarımız bu ekip tarafından bozulmuş ve yalan adına ne söylenirse inanır hale gelmiş durumdayız. Evet, bir kez daha propagandanın ya da mode deyimiyle algı yönetiminin babası Goobbels’in meşhur sözünü hatırlıyoruz, “Yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çoktur”

Konunun anlamını belirtmek için yapılacak açıklamalarda, yazılacak yazılarda, mesajlarda “annelik” vurgusu yerine “emekçi” vurgusunun, anneler gününden öte emekçi kadınlar günü olduğunun ön plana çıkacağını umarak, “sevgililer günü” değil de; emeğiyle ve onuruyla yaşayan mücadeleden yorulan ama asla vazgeçmeyen, baskı, sömürü, yoksulluk ve köleliğe boyun eğmeyen tüm emekçi kadınların gününü kutlarım.

8 Mart’ın; Kapitalizme ve emperyalizme karşı toplumun direnişini unutturmama günü olarak tekrar gözden geçirilerek adlandırılması; kapitalizmin sık sık girdiği ekonomik krizler nedeniyle artan ücret eşitsizliğine, işten atılmalara, ucuz işgücüne dönüşmelere karşı durma, mutad kadınlar günü kutlaması değil, aynen 1 Mayıs ta olduğu üzere bir mücadele günü olması için yapılması gereken çok şey olduğu aşikârdır. Her şeye rağmen hala birey değil kadın diye tarifleniyorsa, bu bile tek başına bir ötekileştirme değil mi? Sınıflı toplumlarda sadece emekçiler ve karşılarındaki muktedirler vardır ve kadın erkek değil ama bölünmede tek bir eksen olmalıdır emekçiler ve karşısındakiler…

Dünyamızın büyük şairlerinden Nazım Hikmet kadınlarımızın durumunu aşağıdaki muhteşem şiirinde dile getirmiş olup, bize de bu vesileyle şiirin yazıldığı dönem ile bugünün kıyaslaması halinde genelde insanlığımızın özelde de kadınlarımızın ne merhale katettiğini sorgulama fırsatı vermiştir.

Korkunç ve mübarek elleri
İnce, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
Anamız, avradımız, yarimiz
Ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
Ve soframızdaki yeri
Öküzümüzden sonra gelen
Ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
Ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
Ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
Işıltısında yere saplı bıçakların
Oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
Kadınlar,
Bizim kadınlarımız.






Cuma, Şubat 10, 2012

ANNEANNEM HACER KARAGÖZ

Anadolu; etrafında yer alan coğrafyada yaşayan kavimlerin birinden diğerine gönüllü ya da zorunlu göç etmesi ya da ettirilmesinin kapısı olmuştur tarih boyunca, anne tarafından büyüklerim bahse konu göçlerden olan, kimilerinin büyük kopuş, büyük ayrılık, kimilerinin ölümüne özlem diye andıkları “Büyük Mübadele” ile Selanik ve karaferya’dan gelmişler. Bilindiği üzere; Türkiye ile Yunanistan arasında, 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan anlaşmadaki “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyrukları ile Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının” değişimini öngören amir hüküm gereği 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu nüfus mübadelesine girişilecektir ve yaklaşık 350.000 Yunanistan’da yerleşik Müslüman ile 1.000.000 Anadolu’da yerleşik Ortodoks, yaklaşık 2 yıllık bir sürede büyük acılar yaşanarak, açlık, sefalet, salgın hastalıklar ve kayıplar verilerek tamamlanacaktır. Bu kabil büyük çaplı nüfus hareketlerinde, taşımacılığa ve ulaştırmaya yönelik dönemin teknolojik koşulları da düşünüldüğünde, değişimin uzun zaman alacağından bahse konu 2 yıllık süreç içerisinde doğaldır ki, Anadolu’da mübadeleyi bekleyen Ortodokslar ile Müslümanlar, Batı Trakya’da mübadeleyi bekleyen Müslümanlar ile Ortodoks Rumlar bir arada aynı evleri paylaşarak bir anlamda kader birliği ederek, birlikte yaşamışlar, konu ile ilgili detaylı bilgileri mübadiller vakfı ile yaptığım “ata toprakları ziyaret”inde yaşayanların torunlarından bizzat dinleyerek öğrenmiş idim.

Bazı kaynaklara göre, bu gün Türkiye nüfusunun yaklaşık %5’i, “Büyük mübadele” geçmişi olan insanlar ve onların çocuklarından ya da torunlarından oluştuğu söylenmektedir. Mübadillerin Müslümanları Anadolu’da, Ortodoksları ise Yunanistan’da yerleştirildikleri yerlere, Yunanistan ve Türkiye’deki köylerinin, kentlerinin adını koymuşlardır, özlemlerine değer vererek hatta bugün mübadillerin yaşadıkları kentlerdeki mezarlıklarda kısa bir gözlem yaparsanız, mezar taşlarında bu özlemin büyüklüğüne binaen neler yazdığını görürsünüz.

Karşılıklı mübadillerin karşılaştığı en önemli sorun konuşulan dil idi ve Anadolu Rumlarının anadili Türkçe, Yunanistan´da yaşayan Türkler´in anadili ise Rumcaydı. Yerleştikleri bölgelerde; Rumların Türkçe’den başka dil bilmemeleri, Türklerin ise Rumca’dan başka dil bilmiyor olmaları nedeniyle, yerleştikleri yerlerdeki yerel insanlarla bir türlü anlaşamıyorlardı. Yerli Yunan halkı, Anadolu´dan gelen Rumlara “Siz ne biçim Rumsunuz! Rumca bilmiyorsunuz! Siz Rum değil, Türk tohumusunuz!” diyerek aşağılıyorken, Anadolu´ya gelen yeterince Türkçe bilmeyen mübadil Türklere yerli Türk halkı da: “Siz ne biçim Türksünüz? Doğru düzgün Türkçe bilmiyorsunuz. Siz Yunan tohumusunuz!” diyerek aşağıladı, ezdi, hakir gördü ve horladı hatta o kadar ki yerli Türklerle mübadiller uzun yıllar birbirlerinden kız alıp vermemiş, tüm bu aşağılama, horlama ve ortak bir dili konuşamama Rum ve Türk mübadilleri ruhsal olarak çökertmiştir. Muhacir olanlar yerliler tarafından sürekli “macir” denilerek tahkir edilmişlerdir, bu durum 70 li yılların ortalarına kadar devam etti ne yazık ki, toplumda ayrımcılığın ayıplandığı bir ortam yaratılması için yoğun çaba gösteren devrimci gençler tarafından büyük ölçüde kırılabilmiştir ancak.

Müslüman Türk ve Ortodoks Rum mübadillerinin, zorunlu bırakıp geldikleri evleri, toprakları karşılıklı ziyaret etmeleri yaklaşık 50 yıllık süreyle hukuken değilse bile fiilen yasaklanmıştı. Yasak, sonraları yumuşayan iklime bağlı olarak tedricen azalarak karşılıklı turist kafileleriyle 1920´lerde zorla koparıldıkları topraklarını, evlerini görmeye koşarak geliyorlardı. Ancak 1. kuşak mübadillerin önemli bir kısmı zorla koparıldıkları topraklarını çok arzulamalarına rağmen bir daha göremeden ölüp gittiler ki bunlardan birisi de Anneannem Hacer Karagöz’dür.

Mezkûr dönemde Paris diye anılan Çeşme Çiftlik köyüne yerleşen; Annenim baba tarafı, 23.Ekim.2011 tarihinde http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/ adlı bloğumda “ÇOCUKLUĞUMUN YAZLARININ GEÇTİĞİ EV” başlıklı yazımda bahsettiğim müthiş eve yerleşmişler ve dedem Ahmet Karagöz, o sıralarda yine aynı köye yerleşen ve büyüklerini ölüm nedeniyle kaybeden ve diğer büyüklerinin koruması altında bulunan ve henüz 15 yaşında olan Anneannem Hacer Karagöz ile evlendirilmiştir. Dedemi maalesef tanıyamadım ama 5 çocuk yetiştirmiş Anneannem ile gençlik yıllarımın sonuna kadar çok sıkı bir birliktelik yaşamış ve kendisini ve hayat hikâyesini tüm detayları ile ağzından dinlemiş ve inanılmaz büyülü bir hikâyeler dizisi olarakta halen hatırlamaktayım.

"Batı Trakya Bağımsız Hükûmetinin” kurulması ve yaklaşık 2 aylık ömrü sırasında, görev üstlenmiş Anneannemin büyük kardeşi Mustafa’nın (gerçi annem Mehmet diye anımsıyor) 2 ay sonra Bulgar işgali sonrasında hapis hayatı ve ölümü konusundaki anlatımları, kahramanları seven biz çocuklar açısından tekrar tekrar anlatılması istenen anılarının başında gelmekteydi.

Ömrü boyunca Ferace adı verilen uzun kollu, yakasız, bol ve siyah renkte, şimdilerde insanların kullandığını görmediğim üstlükle görmeye alışmıştık kendisini, bilahare artık kullanılmaması ya da bulunamaması nedeni ile geçilen manto döneminde ise sürekli giydiği mantoyu yadırgar görüntüsü verirdi, benim şirin, tatlı dilli ve güzel anneannem.

Bizlere kızdığı zaman ağzından çıkan en ağır sözün “kâfirin eniği” olmasına rağmen bunu söylerken kızıp kızmadığını daha doğru anlatımla da kızma mı, şaka ile takılmamı olduğuna bugün bile hala karar verememiş olduğum şirin Anneannem ile dağarcığıma giren bir sözcük daha vardır, “Kuşluk yemeği”, sabah kahvaltısı ile öğlen yemeği arasında yenilen yemek ki bugün artık “brunch” adı altında daha da geliştirilmiş ve öğlen yemeği ile birleştirilmiştir.

Hele anılarımın arasında bir tanesi vardır ki, her sabah çok erken saatlerde yaprakları kırılarak dizilmek üzere eve getirilmiş tütün yaprakları ile dolu keletirlerin (İki kulplu küfe biçiminde büyük boy sepet) etrafına toplanmış ve tütün yapraklarını dizerken, Almancılardan hediye edilmesiyle sahip olunan küçük kasetli bir teyp aracılığı ile kendisinin çok severek söylediği “kadifeden kesesi kahveden gelir sesi” adlı türküyü bir kez daha söylettirip kayıt etmiş ve bilahare de kendisine dinlettiğimde, ilk önce sanki hayalet görmüşcesine bir görüntü vererek ve biz çocukların katıla katıla gülmemiz üzerine de ketenpereye getirildiğini anlayıp, bir taraftan gülerken diğer taraftan eline aldığı kargı (dizilen tütünlerin asıldığı kamış) ile vurmaya çalışması bugün bile hatırladığımda güldüğüm bir yaşanmışlıktır.

Karaferya’nın başta elmaları olmak üzere diğer tüm meyvelerinden büyük bir hayranlıkla bahsederken hep kendisini birgün oralara götüreceğim hayalini kurar ve bunu kendisine de söylediğimde de sanki yüreğinin derinliklerinden gelen bir sesle; “inşallah çocuğum inşallah” derdi.

Ne yazık ki; kendisine verdiğim bu sözü ömrünün yetmemesi nedeniyle de yerine getirememiş olmak bugün de yüreğimi acıtmakta olup, koparıldığı topraklara kendisini değil ama kızını götürüp yokluğunda anı tazelemenin de gururunu yaşamaktayım. Toprağın bol olsun güzel, şirin ve tatlı dilli anneannem…

Perşembe, Şubat 09, 2012

CEMAATİN ARKA BAHÇESİ FUTBOL

Futbolu; İngiliz gâvurunun icat ettiği söylenir ve işgal yıllarında, memlekette bulunan ecnebi askerler oynarken görülmüş ilk defa, tabii o zamanlar memlekette spor namına bilinen ve yapılan tek uğraş güreş ve cirit, şamata olacak ama bir de tulumbacıların yangın söndürmeye yetişirken koşuşturmaları da spor sayılmış zaman zaman. Kanı kaynayan gençlik durur mu hiç yürüttükleri gibi gâvurların toplarından birini, Dolmabahçe'nin üstlerindeki çayırlarda, yukarı aşağı koşturmuşlar bu yuvarlak nesnenin peşinden canları çektiği kadar, canları çıkana kadar. Önceleri bir hırsızlık neticesinde başlayan bu ayakla topu tepme çılgınlığı çabucak sarmış bütün vilayeti ve vilayetin tüm çayırlarını, lakin zamanın padişahı pek hoşlanmamış bu durumdan, kâfirlerin Hz. İbrahim'in kellesiyle oynadıkları oyuna benzetip yasaklamış bu sporu uzunca bir süre, işte o gün, bugündür görülen bu lüzum üzerine yasaktır bu menem spor bu menem çevre ve insanlara göre ve onlar için oynanmamalıdır zinhar, ancak öyle bir yayılır ki bu oyun artık karşı durmak, önüne geçmek kabil değildir, ne yapmak gerekir o zaman, evvelemirde yanına geçmek bilahare de ele geçirmek, kontrol altına almak gerektir. İşte böyle gelinir bugünlere, artık devran değişmiş karşıtaraf yerine taraf olunmuştur “öyle de olur böyle de olur” gerekçeleri ile artık futbol dün karşı olanlar tarafından domine edilir hale gelmiş ve artık resmen arka bahçedir, futbol cemaat için, canım yurdumda.

Biraz da tarif ve tanımını zikredelim sofistike ve derinlemesine olmasa bile, en az iki takımla oynanan bu oyun, her takımdan 10 aklı evvel, yaşı yaş oğlanın, ki bunlar bek, orta saha ve hücumcu diye adlandırılırlar, meşin yuvarlağın peşinde koşturmasıyla,  takımlardaki akıllı birer adam koşturmazlar topun peşinden, sadece tutmaya çalışırlar ki, bunlara da kaleci denir, oynanır ve bu adamlar Allah muhafaza, nazara gelir, elleri, kolları, bacakları kırılır diye beşer, altışar adam da kenarda bekler ki bunlara da yedek oyuncular denir. Bir de yaşı ulu (yaşulu) Teknik direktör vardır ki yaşça kemale vardığından daha reşit, akılca daha olgun olanıdır diye söylenir ki ben bu tarife uygun çok azını gördüm, işte bu yaşulu da koşmaz deli gibi topun peşinden, sadece bağırır, koşan delilere. Her iki takım karşı kaleyi hedef alır, oraya doğru debiklerler topu boyuna, ahanda top o kaleye girdi mi, beşiz doğurmuş kısırlar gibi zıplar durur kazık kadar adamlar, sevinçten, zaten bu oyunun amacı da oynayan deliler ile izleyen delileri aynı anda zıplatıp sporu halk kitlelerine yaymaktır (!!!!!), 10 sürü koyun ve keçiye 1 hafta yetecek büyüklükte ota sahip bir ova görünümdeki topun asıl depiklendiği ortasındaki çimen olan stad (top sahası), binlerce yaşı kemal, aklı evvel diye düşünülen cemaatin huzurunda oynanır, 90 dakika boyunca, bir de maçın önemine göre de TV başında milyonlarca izleyen deli vardır bunlara ilaveten ve canım yurdumda 2,5 milyar dolara varan bir bilançoya ulaşmıştır bu top tepme oyunu. Parasal büyüklüğünün bu seviyede olmuş olması da, uzun yıllar önce konulan tüm engellere ve dinen caiz değildir mütalaasıyla karşı çıkmalara karşın gelişiminin önüne geçilemeyen bu spor kendine başlarda fazlaca önem atfetmeyen mafya ve bazı siyasi güçlerin de hedefine oturmuştur.

Şaka ile karışık ne dedik; Cemaatin önünde oynanır, cemaatin önünde oynanır da yazımızın konusunu cemaat değil, cemaatin adamlarından biri oluşturacaktır, lütfeder okumaya devam ederseniz biraz daha ayrıntıya ineceğim, bu çocuk için ve hemen tanıyacaksınızdır, aaa tanımazsanız ne olur, o zaman da koyverin gitsin.

Bir tarihlerde “akıllara zarar kazandığı paranın” verdiği cesaretle yaşı yaş olmasına rağmen edindiği otomobil ile kaza yapınca alavere dalavere 8 de1 e kusur tayini ile yaptırımlardan sıyırır ve bilir ki artık hayatında ayrıcalıklı bir dönem başlamıştır. Tam da o sıralarda kendisindeki ışığı fark eden evleri ışıklılar, her başarılı öğrenciye atılan kanca misali hemen çocuğun önüne ışıkları tutup ışıklı “takım abisi” vasıtasıyla, evleri ışık dolu olanların yanına yazdılar adını ve yüce Rabbim kendisine nasıl bir yolda yürüyeceğinin ışığını yakmıştır artık.

Kayserispor’lu Cangele ile girdiği pozisyon sonrasında kısa bir sakatlık geçiren çocuğumuz çılgına dönüyor, kendisine faul yapan Cangele'ye boğazını göstererek parmağıyla iki defa kesme işareti yaparak “sen bittin” anlamında işaret yapar, yine kimseden ses çıkmaz. Artık görünmez el; aslında elde gövdede görünür ya, korumaya almıştır kendisini…

2008 de Konya'da bir gazeteciye "Seni sabaha kadar döverim" dedi, peki dedi de ne oldu, dedik ya çocuğun koruyucusu görünmez el yine görev başındaydı.

İngiltere’de top deptiği günlerde zenci bir futbolcuya kokuyorsun demesi, ırkçı söylem ve hareketlerde bulunması her şeye rağmen sadece bizler tarafından unutulmadı, ama yaptırımda bulunması gerekenler tarafından da unutuldu…

2005 yılındaki milli maç sonrası İsviçreli futbolcuya tekme atması ise planlı organizasyonda başta “YAŞULU ADAM” olduğu için zaten fazlaca kurcalanmadı, ama tarihin kayıtları arasına girdi, bu ırkçı çocuğumuz unutulduğunu zannetse bile…

Diyarbakır’da Hakem Suat Asnalboğan’ın eline vurması artık çocuğun geldiği noktayı göstermesi açısından çok önemlidir, çünkü artık hedefe Federasyon oturmuştur ama TFF yönetenlerden tık yok, sanki bu hareket bana yapılmış gibi...

2009 da 0-0 biten maçtan sonra GS taraftarına malum hareket ve daha Kayserispor’lu oyuncuya kafa kesme işareti yapmasının izi kurumamışken, Sabri’yi de ölümle tehdit etmesi üstelikte aynı meşrepte olmasına rağmen, çocuğumuz sanki seri katil rolüne soyunmuş, eeeee arkasında malum güç olunca böyle oluyor demek ki işte…

2011 de Fenerbahçe’nin başına Daum’u gönderip yerine Aykut Kocaman’ı getirdiğini büyük övünçle anlatan bu şımarık çocuğumuz, oyundan alındığı bir maçta Aykut Kocaman’a soyunma odasında yumruk attığı söylenmesine rağmen konu kapatıldı. Güç böyle bir şey herhalde, ne yaparsan yap birileri arkandan kapatıyor tüm olumsuz izleri.

Menajeri Ahmet Bulut’un Ortağı Ekrem Okumuş’un cep telefonundan Ankaragücü futbolcusu Kağan Söylemezgiller’e “Oğlum Kağan. …. Abin ben. Aldırıyorum seni buraya. Sakın Zorlamayın He” şeklinde mesaj gönderildiğini söyledi Ankaragücü Başkanı, peki söyledi de ne oldu, kocaman bir hiç…. Peki, bir şey olmaması sürpriz mi, hayır kesinlikle hayır, çünkü bu çocuğun yürü ya kulum modundan koş ya kulum moduna geçişinden belli değil mi, neler olabileceği…

Almanya’da Bochum Savcılığı tarafından iddia ve bahis oyunlarında manipilasyon yapılmasına yönelik soruşturma talebi bir şekilde cambaza bak numarasıyla kamuoyunun gözünden uzaklaştırıldı.

2007 deki Macaristan maçından sonra basın mensuplarına malum el kol hareketlerini yaptı, peki ne oldu, kendisini ikaz etmesi gereken gazeteciler bile çocuğa sahip çıktılar, bu ülkede zaten fazlası da beklenmez.

2011 de TT Arena'daki Hırvatistan maçında seyircilere ağır küfür etti, bu kamera görüntüleri ile sabitlendi, ama ne gam ne keder, maksat çocuk mutlu olsun, gerçi böyle gazeteciye böyle futbolcu çok ama işte…

Bu çocuğun macera ve meydan okumaları hiç bitmez ama dedik ya çocuk arkasına kalın ve güçlü dayanak almış, kendisini bu kadar güçlü hisseden ya da zanneden yeterince pişmemiş, hayatın zorluklarını bilmeyen herkes böyle davranabilir.

Futboldaki bu ilerde olabilme durumunu kullanarak siyaset ile dayanışmasını siyasetteki karizmanın futboluna olmasa da futbolculuğuna yapacağı katkıyı iyi analiz eden çocuğumuz, siyaset meydanına çıkarak buradaki artan ve güçlenen rüzgârdan gerekli payı yelkenine doldurmaktan öncülleri gibi imtina etmemiştir ve anlıyoruz ki de etmeyecektir.

Futbolumuzun şimdilerdeki baş Cemaatçisi konumunda çocuğumuz, besili, tonton, semiz ve apalak hali ile, bir o yana bir bu yana savrulan canım yurdumun, 80 lerdeki Özalcılık, 90 lardaki milliyetçilik, sonraki dönemdeki Cemaatçilik ve şeriatçilik savrulmasına ayak uydurarak, yaşına mütenasip durumuyla da pozisyon almaya devam etmektedir, benzerleri gibi… Meyhane kapısında bodyguard duruşunu andırır duruşu ile pekte bilmediği futbolu cilalandıkça parlayan, parladıkça harlayan ve harladıkça hırlayan bu çocuğumuz, aynı zamanda provokatör tavırları nedeniyle eleştirilmesi gerekir iken, futbol oynadığı kulübün akreditasyonu ile basının önemli köşelerini işgal etmiş kalemşörler tarafından da pohpohlanmaktadır. Allah yolunu açık etsin, ne diyelim…

Daha çok yazacak şey var ama bu kadar yeter… Peki; tüm bunlar tesadüf olabilir mi, eee aritmetik olarak böyle bir ihtimal var tabii de, ihtimal de milyonda bir gibidir, herhalde.

Kim mi cemaatin arka bahçesinde top koşturan bu çocuk, hala bulamadınız mı? Boş verin bulamadıysanız…