Sararmış bir gazetedeki
fotoğrafa-14 nisan 1950 günü çekilmiş- bakıyorum. Nazım, iliklenmemiş paltosu
sırtında, şapkasız-İstanbul’da hava artık ısınmaya başlamıştı- hastahane
avlusundan geçiyor. Zayıflamış yüzünde belli belirsiz bir tebessüm. Yukarıya
doğru bir yere –bir pencereden el mi sallıyorlar- bakıyor, yoksa solgun bahar
gök kubbesine mi bakıyor? Bir şeye
gülümsüyor ama neye? Tanıdık bir yüze, düşüncelerine, yoksa doğup büyüdüğü
şehrin havasına mı?
İki yandan, bir adım geride,
gardiyanlar yürüyor. Aşınmış metelikler gibi yıpranmış yüzlerinde o anın önemi
ve kendi mevkileri ile böbürlenme var.
Zira bunlar alelade gardiyan
değiller. Fotoğraf makinesine en yakın olup, objektife bakanı, İstanbul cinayet
aleminde tanınmış bir komiserdi. Lakabı
Parmaksız. Vatanseverler aleyhine açılan bir davada, suçlarının şahidi
olarak duruşmaya iştirak ederken, gizli siyasi polis şefi olduğunu ve bu
teşkilatta 1915 senesinden beri çalıştığını yemin altında beyan etmiş. Önce
“Sultan Polisi Örgütü” olarak işe başlamış, fazla liberal düşünenleri
gözetlemiş. İşgal senelerinde İstanbul Şehri işgal kuvvetleri tarafından
kumandanlık mıntıkalarına bölününce Galata-Karaköy Amerikan mıntıkasında bulunan
karakolda hizmet görmüş, milli mücadeleye yardım eden Kemalistleri yakalayıp
sorguya çektiriyormuş. Emniyet şubesi o senelerde de, 1950 senelerinde olduğu
gibi, Sansaryan Hanıdır. Bütün fark, işgal kuvvetleri zamanındaki gibi
işkencelerin bodrum katında değil, hanın üst katında yapılması ve artık
Kemalistlere değil, komünistlere işkence yapılmasından ibaret.
Tanınmış bir Türk komünisti
S. Üstüngel hatırlıyor: Bir gün komünizmle mücadele şubesi şefi İngiliz –bu
lakap ona işgal zamanında İngiliz gizli polis teşkilatında çalışmış olması
yüzünden verilmişti- dokuma işçisi Ziynet’le yüzleştirmişti onu.
-Herifi tanıyor musun?-Tanımıyorum.
İngiliz kudurmuş. Yanında duran Parmaksız’a dönmüş.
- Orospunun bir kundak bebeği var. Göster bakalım hünerini.
Polisler kadının üzerine atılarak, elbiselerini çıkarmışlar. Parmaksız uzun şişlerle memelerini delmeye başlamış. Fakat işçi kadının dudaklarından sadece şu iki dökülüyormuş hep: “onu tanımıyorum”.
Bu nisan gününde Türkiye’nin milli şairini Cerrahpaşa Hastahanesi’ne getirme görevi, işte böyle bir komisere verilmişti.
Derler
ki bir insan hakkında fikir edinmek için yalnız dostlarına değil, düşmanlarına
da bakmalı. Nazım Hikmet’i kendine düşman bilen yalnız Parmaksız değildi. Fakat
bu gibi insanlar, bütün değersiz insanlar gibi, kendi önemlerini kendi
gözlerinde büyütmekteydiler.
Ünlü
Türkolog, yazar ve gazetecilerden Radi Fiş'in; "büyük insan Nazım Hikmet'e
olan saygı ve vefa borcumu böylece ödüyorum" diyerek kaleme aldığı,
"Nazım'ın Çilesi" adlı eserini okumaya devam ediyoruz, üst
paragraflar tamamen kitaptan alınmıştır. Önemleri sadece kendilerinden mülhem ifadelendirilen
zevatın adını şimdilerde hatırlayanlar var mıdır, şüphesiz vardır, onlarda taş
ya da ağaç kovuklarından çıkmadıklarından mutlaka akraba-i taallükata
sahiptirler, ama bilin ki, ahada bu zevattan başka bunların adını sanını
bilmezler ya da hatırlamazlar… Burada, Parmaksız üzerinden hareketle, Osmanlı’dan,
İşgal günlerinin işgalcilere yaranmak bilahare de Cumhuriyet’e bir sürü abuk
subuk adam bakiyedir. Birgün bunlarda tek tek yazılır…
Nazım
Hikmet gerçek bir yurtseverdir, gerçek bir devrimcidir, gerçek bir
antiemperyalisttir, gerçek bir barışseverdir ama onu vatan hainliği ile itham
edenler öyle midir ya, ona “vatan haini” diyen zevattan kimler hatırlanıyor
şimdi, söyleyeyim nerdeyse hiçbiri…
Bir
yaşanmış hikâye ile yazıma nokta koyuyorum. Nazım Hikmet'in Bursa Cezaevi'nde
tutsaklık günlerinde Cezaevi denetimine Adalet Bakanlığı'ndan bir müfettiş
gelir. Bir kaç gün denetim yaptıktan sonra müdüre:
-
Nazım da buradaymış, çağır da görelim nasıl biridir? der.
Nazım'ı
odaya getirirler. Müdür koltuğuna iyice kurulan müfettiş Nazım'ı tepeden
tırnağa süzer ve:
-Demek
Nazım sizsiniz, der.
Nazım'a
oturması için yer göstermez. Kısa bir konuşma sonrası, gidebilirsiniz, der. Nazım tam kapıdan çıkarken durur ve müfettişe:
-Ömer
Hayyam adını duydunuz mu? diye sorar.
Müfettiş
hemen atılır:
-Kim
duymaz Hayyam'ı.
Nazım:
-Hayyam zamanında İran hükümdarı kimdi? diye sorar.
Müfettiş
şaşırır. Nazım
konuşmasını sürdürür, görüyorsunuz sanatçıyı anımsadınız ama hükümdarı
anımsamadınız. Yıllar sonra beni dünya anımsayacak ama dönemin Adalet Bakanı'nı
ve sizi kimse anımsamayacak, der çıkar.
İşte
böyle, kıssadan hisse… Hisseler alınsa kıssalar bu kadar çok olur mu?