Salı, Haziran 30, 2015

BAĞCIYI DÖVMEK

Bilindiği üzere; dinlenme, eğlenme, görme, tanıma ve öğrenme benzeri amaçlarla yapılan gezi anlamına gelen “Turizm” ve sonuçta “destinasyon”; bugünkü içeriğiyle mezkûr tarife, benim köklü itiraz ve çekincelerime rağmen, yerleşik genel kanı ve içinde bulunduğumuz sistemin kabulleri ve tarifleri açısından çok insanı çekebilmek, çok insan için cazibe alanı olmaktır. Peki; mezkûr tarife uygunluğu bakımından, ÇEŞME, ister deniz, plaj gibi cazibeleri, ister her yer sıcaktan bunalırken oldukça serin ve rutubetsiz bir ortamda bulunma konforu, ister merak edilerek görülmeye gelinmesi, ister festivallere katılmak ya da izlemek, ister eğlenme amaçlı konserleri izleme, ister tarihi kalıntı-buluntuları görme isteği, ister oldukça meşhur termal sulardan yararlanma, ister meşhur balık restoranlarında deniz mahsulleri yemenin zevkine varmak, ister kongre merkezlerinde neler olduğunu izlemek gibi faaliyetlerde sınıfı geçmiş midir? Görünen ve anlaşılan o ki ziyadesiyle geçmiş görünmektedir. Peki, konu ile ilgili atılması gereken daha çok adım olmadığı anlamına gelir mi? Asla ve kata… Yapılacak daha çok şey vardır ve zaman içinde de yapılacaktır diye ummaktayız…
Bugünlerde Çeşme sokaklarında dolaşır iken kulak misafiri olduğunuz ya da açıktan dinlediğiniz en önemli konu nedir… Münafık, “Üç pide 200Tl.” diye başlayan bir yazı yazmış ya, 3 adet 1,5 pidenin 200 Tl.ye satıldığı pidecinin kim olduğu konusu herkesin dilinde… Herkesin ittifakla en fazla uğranılan 3 adet pideci dediği; Dost, Kır çiçeği, Elit, fiyatları ile yaptıkları hesaplarla bir türlü bulunamayan 200 Tl. ve tam da bu yüzden insanlar mezkur münafığı, bulabildikleri en güzel kelimelerle yad etmeleridir. Çeşme’de her türlü ekonomik duruma uygun, yemek yenilecek ve konaklanacak yer olması gerçeği bir kenara, memleketin genel ahvalinden çok ta farklı olmayan bir duruma haiz olduğu özellikle ve taammüden gizlenecek şekilde yorum yapmak olsa olsa niyetlerin ray değiştirdiği ya da deray olduğunun ispatıdır… Mesela bir kulüp başkanının, yıllarca yönetim sorumluluğu taşıdığı işlerden hukuken ibra olmasına rağmen vicdanen ibra olamamış bir hali omuzlarında şal gibi dururken, elindeki kalemi kendisine yönelmiş hukuki tehditleri savuşturmak adına kılıç misali kullanıyorsa, ne söylenebilir ki ilaveten… Mesela, bir gazeteci kaleme aldığı bir kent yazıları üstünden hele hele de yazılar beğeni dolu iken kent yöneticilerinden bir beklentiye girer mi? Girerse bu beklentiler, nakdi mi ayni mi karşılanır, bu beklentilerin karşılanması durumunda beklentiye giren ile beklentiyi karşılayan aynı ölçüde taraflar açısından karşılıklı bir ilzam oluşur mu?
Şimdi gelelim mezkûr yazıdaki, öne çıkan pide fiyatlarının gölgesinde kalan ama belli ki bir husumete dayalı diğer ciddi iddialara, canım yurdumun genel konularındaki açmaz ve çıkmazları üstünden sadece buraya aitmiş yaklaşımı içinde vurun yerel yönetimlere, sevsinler… Çeşme’nin başına bela RES rezaletinde, TOKİ rezaletinde, açık deniz balıkçı barınağı rezaletinde, limanın katledilerek marinaya evrilmesinde, üç maymunu oynayarak etekleriniz zil çalacak biçimde susacaksınız, sonra da kalkıp timsah gözyaşları içinde ahhhhh Çeşme, vahhhhh Çeşme diyerek, müstevlilerinizin çaktırmadan tarafınıza tevdi ettikleri görevin gereklerinin kulağa sufle edilmesini yazı diye yutturmaya kalkacaksınız… 2 domates kabuğunu kirden sayarak koparılan fırtınanın yanında elektromanyetik kirliliğe göz, kulak ve ağız kapatırsanız da, adama sorarlar bu ne ikiyüzlülük kardeşim diye…
Ancak bilinmeli ki, bizler bu yazıyı Çeşme’ye bir dikkat çekme yazısı olarak değerlendirmiyor tam tersine mezkûr musibetlerin gerçekleşmesine yönelik bir temenni yazısı gibi değerlendiriyor, hatta bir beklentinin gerçekleşmemesi ihtimalinin var olmasına delalet ettiğinin de her türlü emaresinin işaretlerini taşıdığını düşündüren bir üslup içinde bulmaktayız… Daha da ötesi “bağcıyı dövme” niyeti sırıtmaktadır gayri…

Diğer taraftan, içinde yaşanılan, tutanın tuttuğunu kopardığı, güçlünün güçsüzü boğduğu, yoksul ile varsılın arasındaki var olan uçurumun ne yazık ki görülemediği, para kazanma hırsının her türlü ahlaki durumun önüne geçtiği bu ortamın, canım yurdumun insanlarının vicdan ve ahlak irtifasına neden olmasından, her türlü abuk subuk davranışın makulmüş gibi kakalandığı, dün yediğini anlatmak zorunda kalınca “söylemesi ayıp” gibi bir girizgâh ile başlanırken, bugün marka süsleme adına “yiyen var, yiyemeyen var” diye tefrik etmeksizin TV ve gazetelerde boy boy varsıl için iştah kabartan, yoksul için göz karartan reklamlarının yapılması noktasına gelinmiş ve hatta şatafatın, debdebenin ve görgüsüzlüğün boyutunun, yedikleri yemeğe “altın tozu” serpilmesine vardırılmış olması hep gözlerden kaçırılmıştır. Oysa bu yozlaşmanın, bu görgüsüzlüğün müsebbibi, içinde yaşanılan ve gittikçe kısa aralıklarla kriz ve bunalım yaşayan ve ne yazık ki hep faturasını geniş halk yığınlarının ödemesini üstlendiği, kapitalizmdir ve bu tespit yapılmaksızın sağlıklı değerlendirmeler asla mümkün olmayacaktır. Gerisi lafügüzaf…

Pazar, Haziran 21, 2015

OCAK’TAN GAZ OCAĞINA

Yeni bir çağa girip, oradan da bir hayli mesafe aldıktan, daha doğrusu dünyada bize ayrılan sürenin önemli bir bölümünü kullandıktan sonra “nostalji” kabilinden geriye dönüp baktığımızda, neler yaşamışız, neler görmüşüz, neler kullanmışız, neler okumuşuz diye düşündüğümüzde, şüphesiz buluşların ve icatların hızlı gelişmesinin de bir etkisi olduğu açık olmakla birlikte, tüm bunların sonucunun bizim de yavaş yavaş birer tarih olduğumuza tekabül ettiği açıktır… Öyle tahmin ediyorum ki, bizim kuşak kadar, hayatına bu kadar fazla teknolojik “in” ve bu kadar fazla “out” giren bir başka kuşak olmamıştır… Okuduklarımızdan ve dinlediklerimizden anlıyoruz ki, geçmiş kuşakların hayatı görece daha durağan, daha dingin devam etmiş, ancak bizim kuşak öylemi, neler gördük neler… Telden kıvrılarak icat edilen oyuncak arabalardan, en az insan aklı kadar akla sahip oyuncaklara, külle yıkanan çamaşırlardan çok hassas ve değişik etkileri olan akıllı deterjanlara, mektup yazmanın bile büyük bir keyf sayıldığı noktadan elektronik ortamda görüntülü konuşmalara, ateşte yemek pişirmekten mikrodalga fırınlarda yemek pişirmeye, ocak ile ısınmaktan, mangala, oradan da ısıtma-soğutma teknolojisinin doruklarına… Vs vs… Hele neredeyse birkaç ay içinde gelişen teknoloji ile desteklenen cep telefonları, bilgisayarlardan bahsetmeye hiç gerek yoktur sanırım… Dün sahip olduğumuz ya da dün yaptığımız ettiğimiz ne kaldı hala hayatımızda, nerdeyse hiçbir şey… Dünü anlatmaya nereden başlasak diye düşünürken, maalesef mi diyelim yoksa iyi ki mi diyelim bilemediğim düzeyde değiştirmişiz sahip olduklarımızı… Kentleşmenin baş döndürücü bu boyutuna gelinmeden önce; birkaç büyük kent hariç, yerleşim alanlarının neredeyse tamamında insanlarımız, gerek tarıma bağlılıkları, gerekse de ananevi yaşam tarzları nedeniyle genellikle bahçeli evlerde otururlardı… Bahçelerin büyük ya da küçük olmasının öneminden ziyade bahçede olmazsa olmazlar nedir diye baktığınızda, bir köşede mutlaka, üzerinde kazan ile su kaynatılmak, gerektiğinde ekmek yapımına uygun saç tandırları yerleştirmek, sabun yapmak, bulgur kaynatmak, pekmez kaynatmak vs. gibi amaçlara uygun yapılmış içinde ateş yakılacak bir adet ocak bulunurdu… Bu ocakların içinde maltız denilen 3 ayaklı, ateş ile üstünde ısıtılacak, pişirilecek, kaynatılacak şeylerin konduğu kabın yerleştirileceği bir düzenek bulunurdu… Ocağına incir dikilmesi sözünün de dayandırıldığı bu ocak ile ilgili daha sonra bir şeyler yazmak üzere nokta koyup, bu ocaktan sonra büyük teknolojik devrim sonucu kullanılmaya başlanan, gaz ocaklarına geçelim… Gaz ocakları, bakır ve bronz alaşımı sarı görünümlü bir malzemeden yapılan, 30-40 cm yüksekliğinde 3 adet ayaküstünde en altta yaklaşık 1 lt gaz yağı alacak kadar bir gaz haznesi ki oda yerden yaklaşık 10 cm yükseklikte olur, bu hazneden pompalanan gazın yukarıda bulunan ve öncelikle ispirto ile ısıtılan çanak şeklindeki bölüme çıkması için bir boru, en üstte ise ısıtılacak ya da pişirilecek malzemenin konulduğu kapların güvenli ve dengeli yerleştirileceği aşağıdan gelen 3 ayağın kıvrılarak oluşturduğu bir platformdan oluşurdu. En alttaki gazyağı haznesinden gazın üstteki yanma noktasına çıkarılmasını temin etmek için genellikle yan tarafında yer alan bir pompa düzeneği bulunurdu. Öyle yeni ve gelişmiş teknoloji deyince, her şeyin çok kolay çalıştığı ve kolay sonuç alındığı sanılmasın hemen… Kafa denilen mekanizmanın içine öncelikle mavi renkli ispirto konulur, kafa bu ispirto aracılığıyla ısıtılır, aşağıdan pompalanarak gelen gazın temas ettiği ateş ile hızlı yanabilmesi için uygun bir ortam hazırlanırdı. Çalışma prensibi, aşağıdan pompalanan gazın ısıtılmış ocak kafasına püskürtülmesi ve ateş ile teması neticesi oluşan bu sistem, gazın yeterince rafine olmaması ya da gazın doğal yapısı nedeniyle zaman içinde gaz haznesinden gazın yanacağı bölüme ulaşmasında sorun olunca, gazın yandığı yere gazı püskürten meme denilen yer, ucunda çok ince bir delik açıcı bulunan iğne ile açılırdı. Her şeye ve tüm dikkate rağmen bu kabil bir aksilik neticesinde meme sıcak iken ocak sönerse, insanın midesini bulandıran, görece yoğunlaşan bir çiğ gaz kokusu oluşur, rezalet bu koku ile birlikte insanın gözleri yaşarır idi… Artık dışarılardaki ocakların yerini alan “gazocağı” evin dışından evin içine girmiş olup, yemekler evlerin içinde yapılmaya, çamaşır kazanı kaynatılması ya da banyo suyu hazırlanması evlerin içinde yapılmaya başlanmıştır… Eskiden; şimdi olduğu gibi küçük bir köyde bile bulunan, akaryakıt istasyonları sadece büyük kentlerde olduğundan küçük kentlerde gaz yağı bakkallar tarafından satılır, genellikle bakkalın içinde yer alan variller, içinde saklanan bu gaz bakkalın içinin keyifsiz bir kokuyla dolmasına neden olurdu. Gazyağı satan bu bakkallar, ilaveten ispirto, meme açıcı iğne satışını da yaparlardı… Bilindiği üzere gazyağı olarak adlandırılan bu yakıt halk arasında sadece gaz diye adlandırılır. Çocukluğumuzun, annelerimiz tarafından bize verilen ama asla sevmediğimiz işlerinden biri de gaz ocağının yanındaki pompanın ocağın çalışması esnasında sık sık pompalanarak gaz pompalanmasının eksiksiz temin işi idi… Pompalama işleminden sonra, şimdiki gibi kokulu sabunların ya da ıslak mendillerin yaygın olmaması nedeni ile üstlere sinen ya da ellerdeki gaz ve ispirto kokusunun verdiği rahatsızlıkları anlatmaya gerek yoktur herhalde…

Salı, Haziran 09, 2015

İSTİKRAR

Bektaşi’nin birinin önüne iki şişe şarap koyup sormuşlar: “Baba erenler, sen bu işi iyi bilirsin, bir bak bakalım şaraplardan hangisi daha iyi?” Bektaşi babası, şaraplardan birinden bir yudum çekmiş suratını buruşturup öteki şişeyi göstermiş: “Bu iyi”. Soranlar itiraz etmişler: “Ama Baba erenler, daha onu tatmadın bile...” Bektaşi omuz silkmiş: “Olsun” demiş, “Nasıl olsa bundan daha kötü olamaz...”
Günün anlam ve öneminin anlatımı açısından çok uygun bir fıkradır, bu…
Şimdi bakıyorum, hormonlu medyanın hormonlu yazarlarının büyük çoğunluğu ile bu zevatın mutlak etkisi altında kalmış insanların sosyal medya paylaşımlarında, var olan “istikrar”ın bozulacağı, ekonominin kötüye gideceği velhasıl ülkenin kaosa sürükleneceğine dair abuk subuk görüşler bulunmaktadır. Tam bir felaket tellali kabilinden yaklaşımlar…
Yahu zannedersiniz ki bu aklıevvellere göre, Belçika’da yaşıyorduk… Sanki kaosun asıl ve en önemli göstergesi sayılacak, insanlar anayasal haklarını kullanır iken, tıpkı böcekler gibi “gaz” sıkılarak cezalandırılmıyorlardı, sadece doğaya sahip çıkmak isterken, inanılmaz ve sert şekilde bir tepkiyle dağıtılarak ölümlere neden olunmamış, binlerce insan bırakın usulüne göre kullanılmayı tam tersine kasıtlı silah atışları ile gözlerinden olarak yaralanmamış, insanların üzerlerine araçlar sürülmemiş, tüm bunların üstüne çocuklarını yitirmiş aileler bindirilmiş kıtalara yuhalatılmamış gibi… Nasıl çocuk yapılacağından, kimin önünde sigara içilebileceğine kadar yüzlerce abuk subuk konuda insanlara ayar verilmeye kalkarak, toplumsal gerilim yaratılmamış gibi… Sanki insanların, kitleler halinde tutuklanmaları için deliller uydurulmadı, özel mahkemeler kurulmadı, beğenilmeyen karar üreten mahkemeler lav edilmedi, vs. vs… Mahkeme kararlarına aykırı biçimde, sadece yandaşlara kıyak olsun diye, HES’ler, RES’ler için olmadık yerlerde inşa edilebilsin diye lisans verilmedi sanki… Uluslararası bazı kurumların fonlarının değerleri katlansın diye, para politikaları oluşturulmadı sanki… Hiç gereği yokken, komşudaki yangına benzin püskürtme kabilinden komşu ülkelerle ilgili uluslararası mahfillerde tezgâhlanmış emperyalist politikalara hizmette kusur olmasın diye fırıldak çevrilmemiş gibi… Şimdi Amerikan doları seçim gecesi ve sabahı kısa süre içinde, 2,70 ten 2,80 çıktı diye feryat figan edilirken, doların son 10 ayda 1,6 dan 2,70 çıkarılması sürecinin yok sayılması, tam da necip milletimizin fertlerine uygun düşmektedir. İşsizlik istatistikleri, sanayide kapasite kullanımları, ithalat-ihracaat makasının açılması, sanki görülmüyor gibi… Gazetecilerin haber bile yapmakta korktukları ortamı sanki görmedik gibi, karikatüristlerin meslekleri yüzünden mahkemelerde süründürüldüklerini unuttuk sanki… “Tükürürüm böyle heykelin içine” denildiği sanki yaşanmamış gibi, heykellerin yıkılması ya da yıktırılması kolayca unutulur gibi sanki… Üfürük bilimi geliştiriliyor kabilinden, diyanet vasıtasıyla hem de bir sürü bakanlık bütçesinden kat be kat bütçeler kullanılarak, sadece “başı açık kadın, tecavüzü hak eder” benzeri yüzlerce fetva üretilmemiş gibi… New York Times gazetesine ayar verilirken, “ölen eşinizle 6 saat ilişkiye girebilirsiniz” diyen sapık fikirlere ses çıkarılmamasını kim unutabilir ki… Daha yüzlerce örnek yazmak mümkün ama gerek te yok…
Şimdi bunlar topluma dayatılırken, yaşatılırken kaos olmuyor da, abiler mecliste çoğunluğu kaybediyor olunca kaos oluyor, sevsinler sizi… Esasen kapitalizmin bitmeyen bunalım ve krize tutulma periyodunun artık eskisinden daha da kısa olması ne yazık ki, bu tür sonuçları doğurmaktadır… “Krizle gelenler krizle giderler” sözü bir kez daha kendini göstermiştir… İstikrarsızlığı bize istikrar diye kakalayan zevata hatırlatalım ki, istikrar korunur mu sorusundan ziyade asıl şimdi normalleşme başlayacaktır…
Hiç kimse "gak guk" etmesin, bundan daha kötüsü olmaz.... Yok, eski Türkiye anlatılamamış insanlara, yeni Türkiye'nin ne hıyrını gördü ademoğlu... Bi susun... Çekilin bir kenara... Hani biz bir mesaj vermedik ama hani siz mesajı aldık diyorsunuz ya, bari onun yüzü suyu hürmetine bi soluklanın da, susun…

Biz vatandaşların mesaj verdiği üstüne, bitimsiz geyik muhabbetleri oluşturan derin ağabeylere gelince, biz mesaj falan vermedik… Her devrin muktedirleri ile sorunsuz ikbal eklemlenmesi yaşayan,  gerek medya plazalarda köşelerinde yazdıkları yazılar ile gerekse de TV’lerde kuruldukları masa başlarında ettikleri kelamlar ile derin ulema görüntüsü veren önemli abiler, yine başrollerdeler… Önemli ve derin analizler yapıyorlar, oylarına her dönem sponsor arayan biz fani kulların, hangi partiye ne mesaj verdiğimiz üzerine uzun uzun görüş dercediyorlar… Yahu biz ne mesajlar vermişiz de haberimiz yokmuş, bu “siyaset uzmanı analist” bayan ve baylara göre... Yahu kardeşim biz seçmenler bir şey falan demedik zaten diyecek bir şeyimiz de yok ki, bir şey diyebilmek için o bir şeyi söyleyecek dilin arkasında inanılmaz ciddi bir fikri birikimin olması da gerekir ayrıca. Sadece ve sadece nabzımıza verilen şerbete uygun olarak oyumuzu kullandık ve evimize gittik. Bırakın bizim tercihimiz üstüne bu kadar sofistike izahlar yapmayı…

Perşembe, Haziran 04, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ -3 UŞAK OLAYLARI

Yıl 1959, canım Yurdumun bağrına çöken “yeni tek parti”despotizmi çerçevesinde, demokrasive özgürlük talebinde bulunmak, “yeter söz milletin” faslından derdest edilmek için yeterlidir, artık... Muhalefet edilmesini bırakın, kendilerinden olunmamasının bile rahatsızlık yarattığı ve tenkil edilmek için yeterli sayıldığı sath-ı mail oluşmuştur gayri... 

Bu ahvalde; dönemin CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, “Ege Vazife Gezisi” adını verdiği ve 40’a yakın milletvekilinin de katılacağı gezisine, 30 Nisan 1959 tarihinde Uşak’tan başlamayı planlar, proğram Kurtuluş savaşının en önemli aşaması olan “Büyük Taarruz” rotası üzerinden gerçekleştirilecektir. Böyle bir proğram, günün siyasi atmosferine ve muktedirlerine göre zinhar uygulanmamalıdır, dönemin içişleri bakanı Namık Gedik, TBMM Kürsüsünden, “Başlarında liderleri, bir başka ifade ile başkumandanları, teşriî masuniyet zırhına bürünmüş 40’tan fazla mebusla, Meclisi ve oradaki vazifelerini terk ederek sefere çıkmaya karar vermiştir. Adını bizzat koymuş oldukları bu sefer, Ege büyük taarruzudur. Taarruz.. Hem de büyük. Kime karşı, ne maksatla, hangi neticeyi istihsal etmek için ve neden?” diyerek, karşı planların neler olabileceğinin işaretlerini verircesine bir nutuk atar... Muhalefetin iç ve dış siyasi olumlu gelişmeleri baltalamaya yönelik çalışmalar içinde olduğu suçlamasıylada iyi saatte olsunlar çalışmaya başlarlar ve madem ki bu muhalefet, bir taraftan içerdeki sulh ve selah ortamını, diğer taraftan dışarıda Yunanistan ile Kıbrıs olayları nedeniyle gerginleşen ancak büyük çabalarla yumuşama temin edilerek oluşturulan iyi ilişkileri bozmak için girişimlerde bulunuyor, behemehal haddi bildirilmeliydi... Bizzat bir bakan öncüğünde milletvekillerinden oluşan bir heyet, Uşak’a gidecek, incelemelerde bulunacak, yapılan hazırlıkları yerinde görecek, organize edecek ve Demokrat Parti teşkilatını ortaya çıkması muhtemel olaylar hakkında bilgilendirecek, gibi masumane sunuşlarla süslenen çalışma amacıyla, aslında ise, ne yapıp edip kendilerinin deyimi ile “sağır papaz”ın ziyaretinin engellenmesinin yolları aranacaktı... Kolluk kuvvetlerin, bugünlerde de sık sık karşılaşıldığı üzere, alınan önlemler faslından, karşılamaya gelenlerin engellenmesi amacıyla, şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemler ile araçlarının seyrü seferden men edilerek, kilometrelerce yolu yayan yürüyerek gitmek zorunda bırakılmışlar, bir kısmı ise geriye çevrilmişler, bazı yolları ise “Karayolları teşkilatı” vasıtasıyla kapalı yol lehvaları konularak, trafiğe men elmişler... Bir kısım muhalif ise, halk arasında heyecan çıkaracağı ve bu yolla olaylara neden olacağı iddiasıyla da tedbien önceden gözaltına alınırlar, diğer taraftan ise kolluk kuvvetlerine, başta Vali olmak üzere her kademeden yetkili, İsmet İnönü’yü karşılamaya gelenlerin arasına sivil memurların yerleştirilerek, kolluk kuvvetlerinin müdahalesine uygun ortam hazırlama çalışması yapılması, diğer taraftan müdahaleye hazır kuvvetlerin de cop ve gaz bombası kullanımına hazır olunması talimatı verilir... 

CHP'nin ziyareti öncesi teyakkuza geçen Uşak Valiliği, ziyaretin iki gün öncesinden başlayarak, 28 ve 29 Nisan günleri boyunca, çeşitli aralıklarla belediye hoparlörlerinden halkı uyarıcı anonslarda bulunur, “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri” hakkındaki kanuna atıfta bulunularak, gösteri yürüyüşü vesair teşebbüslerin kolluk kuvvetlerince derhal kanuni şekilde şiddetle men edileceği ve ilgililer hakkında ayrıca soruşturmaların açılacağı belirtilir, Uşaklıların bu gibi teşebbüslere asla meydan vermemeleri, kanunlara daima uymaları ve her zaman için asilce yurttaşlık görevlerini yerine getirmeleri valilik tarafından ilanen rica edilir. 

CHP milletvekillerinin,İnönü’den bir gün önce gelişleri sırasında, DP İl merkezi önünden geçerken, bazı Demokrat Partililerin, CHP’lilere yönelik olarak sözlü ve fiili saldırılarda bulunduğu her türlü engellemeye rağmen zabıtlarabile geçirilmişti. DP lilerin il içindeki faaliyetleri de yoğunluk kazanır, parti içinde sıkı tedbirlerin alındığı, sabah 6’da toplanılmak üzere bütün partililere emirler verildiği ve nöbet tutmaları istenildiği ve ayrıca polise yardımcı (!!!!) olmak için aralarında adam seçtikleri konuları kararlaştırılır, ziyaretin bir gün öncesinden istasyonu şehre bağlayan cadde tamirat adı altında, kazmalarla aralıklı olarak kazılmış, delik deşik hale getirilir, şehirde bulunan ve dolmuşçuluk yapan araçların hepsi, CHP’lilerin kullanmaması için, Demokrat Parti tarafından kiralanır, hülasa CHP lilerin iyi bir gezi yapabilmeleri açısından kendilerince her türlü demokratik ve ahlaki önlem alınır... 

Sonunda; İsmet İnönü ve CHP’li milletvekillerinin bulunduğu tren 30 Nisan sabahı Uşak istasyonuna gelmiş, İnönü, Uşak’ta, “Hoş geldin Garp Cephesi Kumandanı” yazılmış levhalar ve flamalarla karşılanmış, ancak yine zabıtlara geçtiği biçimiyle, çıkarılan her türlü engele rağmen karşılamaya gelen yaklaşık 15.000 kişinin alkışları ve tezahüratları bile kolluk kuvvetlerini yönetenleri çileden çıkarır, derhal çoşkulu kalabalığa müdahale edilir, gaz bombası, gaz copu mermisi kullanılarak halk topluluğu parçalara ayrılarak dağıtılılır... Eee ne de olsa canım Yurdumda artık, “söz milletindir”... İddialar o kadar korkunçtur ki, İnönü’nün vurulması talimatının dahi verildiğinin önemli ve yetkili şahsiyetler tarafından aktarıldığı beyan edilmektedir... Olmadı, İsmet İnönü’nün konakladığı evin bodrumunda gece yarısı yangın çıkarılır, artık gözler iyice dönmüştür... 

Asıl olaylar ise, İnönü’nün şehirden ayrılışı sırasında olur, bütün gece başta köylerden olmak üzere, büyük gruplar halinde Demokrat Partliler, Başvekil Adnan Menderes gelecek ve karşılama bahanesiyle şehre taşınılır, bu kalabalıklar vasıtasıyla İnönü’nün aracının istasyona gitmesine izin verilmez, yola yürüyerek devam eder, taşlı sopalı saldırılara uğrar, yaralanır... 

Daha yazılacak çok detay var ama, yer ve yen dar... Ancak aslolan memlekete “demokrasi gelmiş” ve “söz milletin” olmuş olmasıdır...Allahtan artık böyle olaylar Yeni Türkiye’de olmuyor...

Pazar, Mayıs 24, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ -2 TAHKİKAT KOMİSYONU


“Tek Parti” döneminin zulüm dönemi olduğunu söyleye söyleye iktidara gelip, yepyeni bir tek parti dönemi yaratmanın yolunu bulan Demokrat Parti Yönetimi, Amerikalı akıldanelerinin kulaklarına sufle ederek kendilerini cesaretlendirdikleri “Mc Carthy” uygulamalarının benzeri, önceleri muhalif her unsuru bilahare de kendilerine destek vermeyen herkesi ve her kesimi susturmayı ve yok etmeyi hedefleyen “Tahkikat Komisyonu”nu, tereddüt dahi etmeksizin kendi saltanatlarının sürmesi adına uygulamaya koymuşlardır. Türkiye siyasi hayatı açısından çok önemli bir süreç olarak tarihe geçen “Demokrat Parti” dönemi, hamamda türkü çığıranları bile kıskandırır biçimde, kendi kendilerine ve Göebbels bile imrendirecek şekilde “beyaz ihtilal” yapıyoruz, algısı yaratılarak, 3 dönem üstüste seçim kazanmanında üzerlerinde yarattığı zafer sarhoşluğu ile kendilerine biat etmeyen her kesimi yok etmenin her türlü numarasını çevirilen, her yola başvurulan bir dönemdir. Dönemin ilk yıllarında Demokrat Parti, genelde Amerikanın Sovyetler Birliği ile girdiği her alandaki yarışmasının, özelde de ülkenin emperyalizmin bu çılgın hamlesine teslimiyet bayrağı çeken bedhahların kara propagandası ile yaşanan ve teslimiyetin bedelinin defaten tahsili neticesinde ekonomideki dinamizm, özellikle 2. Savaşın kara günlerinde haddinden fazla sıkıştırılmış vatandaşın gözünü boyayarak, sonraları çokça lanetledikleri halde üzerlerinde defosu bulanacak şekilde kalan, dönemin aydınlarının önemli bir kısmını bile yandaş haline getirmişttir. Dönemin muktedirlerinin tercihlerinin emperyalizme teslim olmak olması hasebiyle aldıkları uluslararası sınırsız ve orantısız destek sayesinde yoğun şekilde özgürlükçü, yenilikçi ve demokrat propagandaları kısa vadede işe yaramış, gözler kamaşmış olsa bile, “sırları dökülmüş ayna” misali aslına rücu eden fikriyat, despotik ruhu kaçınılmaz olarak dışavurmuştur. Dışavuran despotizm artık muhalefet edilmesine tahammül edemez hale gelmiş, başlarda gözleri kamaşan unsurlar tekrar ayakların yere basması neticesinde yaşadıkları cilalı  kısa süreli rüyadan adeta övendire kullanılarak uyandırılmış, önceleri CHP hedefmiş gibi gösterilen saldırılar, meclisi, üniversiteleri, basını, yargıyı, orduyu ve her türlü muhalefeti de hedefleyince, kış uykusundaki dimahlar uyanmaya başlamıştır. Demokrat Parti ilk başlarda, CHP yi hedef alıp, devletin her türlü imkanını kullanarak muhalefeti susturduğu ve bastırdığı iddiaları ile hayli taraftar bulmuş iken, sırlar dökülmeye başlayınca basında aleyhte yazılar ve haberler yapılmaya başlamış ve uyanan dimahlarında etkili muhalefet yapmaya başlaması neticesinde, köşeye sıkıştıkça karşı yeni hamleler, sonu neye mal olursa olsun ruh haliyle ardı ardına alınmaya başlamıştır. Yasalardaki anti-demokratik unsurları derhal ayıklayıp kaldıracağım vaatleri çabuk unutulmuş, eskisini de mumla aratacak şekilde ceza yasalarını daha ağırlaştırararak daha fazla baskı uygulayabilme cihetine gidilmiştir, tıpkı tüm ardılları gibi, tıpkı tüm benzerleri gibi... Arda arda gelen baskıcı uygulamalar, memurların siyasi haklarının sınırlanması ile başlayıp, yargıçların ve profesörlerin erken emekli edilmelerine kadar hatta sorgusuz sualsiz memur işten çıkarılmasına kadar varan abuk subuk ve devlet ciddiyeti ile bağdaşmayan noktalara vardırılmıştır... Artık akli muvazene yitirilerek gözler kendi çıkarlarından başka şeyi görmez hale gelince, yargının kendileri için “el freni” olduğu gerekçesiyle, aralarında Yargıtay Başkanı, Yargıtay Üyeleri ve Cumhuriyet Baş Savcısı emekliye sevk edilince, muhalefet ve basının önemli bir bölümü konuyu sürekli işlemeye başlar, hatta bazı katıksız Demokrat Parti destekçisi gazeteler bile taraf değiştirince, ve hatta Demokrat Parti kurucularından Fuat Köprülü istifa edip muhalefete başlayınca, artık kaçınılmaz olarak “tam susturacağız” moduna geçilmiştir.

Mecliste “Tahkikat Komisyonu” gibi masumane bir ad altında ve tüm üyeleri Demokrat Partili olan bir komisyon kurularak; tüm siyasi faaliyetler hakkında önleyici karar almak; mitingleri, toplantıları yasaklamak, muhalefet ve basın aleyhinde ortaya atılan tüm iddiaları soruşturmak, her türlü yayını yasaklamak, yayın organlarının basım ve dağıtımını durdurmak ve kendilerince gerekli görülen her belgeye el koymak gibi başta olmak üzere her türlü kararı almak mezkur komisyonunun görevlerinin başındaydı ve komisyonun öngöreceği önlem ve kararlar kesin olup, bu önlem ve kararlara zinhar itiraz edilemeyecekti. Mezkur komisyonun evvel emirdeki kararlarından bazıları, partilerin kongre ve miting düzenlemelerini yasaklamak, komisyon kararlarının basın yoluyla eleştirilmesi ile Mecliste bile aleyhte soru önergesi verilmesinin önüne kararnameler yayınlayarak geçilmesidir. Bazıları tüm bu söylenenleri, despotik uygulamaların odağı olduğu iddia edilen CHP’yi hedeflediğini söylese de, ne yazık ki benzer programları ve hedefleri olmasına rağmen, önce MP (Millet Partisi) bilahare devamı CMP (Cumhuriyetçi Millet Partisi) biat etmiyor olmalarından ötürü hedef olmaktan kurtulamamışlardır. O kadar kurtulamamışlardır ki, CMP ye 5 milletvekiliğinin tamamını veren “Kırşehir ili”, özel bir kanunla ilçe haline getirilmiştir, varın siz öfke ve kinin büyüklüğünü düşünün. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası gibi parti kurulma girişimlerinin, dönemin muktedirleri tarafından ilgasını içine bir türlü sindiremeyen gruplar, günümüze kadar hiç durmaksızın girişimde bulunmuş ve Cumhuriyetin kurucularından ve kurucu felsefesinden rövanşı alma çabasını sürdürmüşler ve sürdürmektedirler. Mezkur girişimlerin ezcümle bu kabilden olduğu bilinerek geleceğe bakmak gerekmektedir. Tarihten ders almayanlar için tarihin tekerrürden ibaret olması mukadder görüşünden hareketle, demokrasi şehidi diye anılanların icraatlarını bir kez daha hatırlayarak, tüm çağdaş anayasaların öngördüğü kuvvetler ayrılığı ilkesini yok sayarak tüm kuvvet ve yetkileri tek elde toplayanların, muhaliflerine tahammül edemeyenlerin, meclis çoğunluğu bendedir istediğimi istediğim gibi yaparım diyenlerin, asla ve kata unutulmaması gerekmektedir.

 

Pazar, Mayıs 17, 2015

HALK NEZDİNDE KENAN PAŞA (!!!!)


İçimizdeki Amerikalıların 1 numaralısı, NATO gizli ordusu “STAY BEHIND” komutanlarından olduğu iddiası büyük ölçüde kesinleşen, canım yurdumun canına okuyan 12 Eylül faşist darbesinin mimarı; Kenan Evren, ne yazık ki doğru dürüst yargılanamadan, arkasındaki güçleri açıklamasına fırsat bulamadan, yaşlarını büyültüp insanları “asmayalım da besleyelim mi” diyerek elleri titremeden idam sehpasına göndermesinin hesabını vermeden, yaptıkları takipçilerinin koruması ve kayırması sayesinde yanına kar kalarak, ölmüş, dünyadan göç etmiştir. Hatırlanacağı üzere, Amerikalılar, içimizdeki temsilcileri olduklarını “our boys” diyerek tarihe geçirdikleri 12 Eylül cuntasının 5 li çetesinden, Ahmet Kenan Evren, ''Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının tamamını veya bir kısmını değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya ve Anayasa İle teşekkül etmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasına engel olmaya cebren teşebbüs ttmek'' suçlarından, sulandırılmış bir biçimde de olsa yargılanmış, kurduğu tüm kurumların dimdik ayakta bulunmasına ve onu korumasına rağmen, toplumsal baskı ve vicdanların rahatsızlığının yarattığı atmosfer karşısında mahkum olmaktan kurtulamamıştır. Aslında, az daha yaşayabilseydi de, tüm rütbelerinin sökülmüş haliyle defnedilseydi, muhtemelen de sadece ailesi ve akrabaları tarafından, sıradan bir mezarlıkta olacaktı tüm bu işlemler... Gerçi ölüm, ölenden ziyade arkada bıraktığı aile efradı ve akrabaları tarafından büyük bir acıdır, bilineceği üzere... Diktatörün kızı büyük bir öfke içerisinde, darbeye ve darbecilere ve halk düşmanlarına, sokakta, kahvehanede, meyhanede, okulda, fabrikada, evlerde vs. vs. lanetler yağdırılmasına karşı hamle kabilinden; CNN Türk’te Mirgün Cabas’a “70 milyonun 60 milyonu Evren Paşa diye takdirle anıyor” diyerek, içindeki fırtınayı bastırmaya çalışmakta olduğu görüntüsü vermiştir, Allah selamet versin, ya sayı saymasını bilmiyor ya da dayak yememiş diye bir söz vardır ya, tamda öyle. “Böyle bir babaya sahip olduğumuz için çok mutluyuz. Çok babacan, dürüst, hiç kin tutmayan, herkese iyilik yapmayı seven, şimdiki televizyonlardaki söylenenleri hak etmeyen bir insandı” diyerek devam eden, “yoğurdum ekşi” demeyen esnaf duruma düşmüş, ama kendisi açısından ne gam ne keder, canım Yurdum artık ve tamamen uluslararası ajanların cirit attığı ve yön verdiği, bağımlılığın geriye dönülmez noktaya geldiği bir ülke olmuş... Ama zor tabii ki, gittiği her şehirde, kasabada kendisine verilen “şehrin altın anahtarlarından”, ziyarete gittiği üniversitelerden aldığı “fahri doktor ve fahri profesörlük” ünvanlarından, her gittiği yerde “paşam bu ülke seninle gurur duyuyor” diye uluyanlardan, “astığı astık, kestiği kestik” tiranlığı karşısında taktir görmesinden, şatafatlı yaşamdan sonra, kimse yüzüne bakmasın noktasına gel, eee vallahi, kolay değil tabii ki bunu sindirmek... Ne kadar tepki gösterilse yeridir... Haklısınız, nerede şimdi o, yargılanırken bile, hani şimdilerde bizde işkence mağduruyuz diyen, yargılananların “fikirlerimiz iktidarda ama bizler yargılanıyoruz” diyerek methiyelere mazhar olan, Amerikanın içimizdeki çocuğu, nerde şimdi cenazesine bile sadece Mehmet Ağar ve İsmet Sezgin dışında siyasetçinin katılmaya cesaret edemediği ortam... Ne deseniz haklısınız... Devr-i iktidarlarında, kudretinin tartışılamadığı, parmağı ile yanlışlıkla bile gösterdiği yerlerin yakılıp yıkıldığı, % 8 lik onurlu bir azınlığın dışında, herkesin el pançe divan durduğu, elleri patlayıncaya kadar alkışlayanlar, avurtları patlayıncaya kadar canhıraş bağıranlar, bir baktınız ki darbe ve darbeci lanetleyicileri olmuşlar, işte bu terk edilmişlik ve lanetlenmiş duygusu sizi kahrediyor... Haklısınız, hem de ailecek... Nerde ahd-e vefa, ne yazık ki yok, işte necip Türk milleti sizi terk etti... Siz hala zannediyordunuz ki, %92 oranında bir katılım olacak cenazeye, vay zavallı ve mahsun kalış vay... Aslında sizler bunları görebilecek kadar, malum mahfillerden sufleye haizdiniz, sizler ailecek gizli faaliyetler ve operasyonlar yürüten bir grup olarak bu vefasızlığı öngörebilecek kadar bilgiye sahiptiniz ama güç ve yarattığı sarhoşluk böyle bir şey işte, başta gözler kamaşır, sonra akıl nasırlaşır, sonra vicdan sıfırlanır, sıkarlar suyunuzu atarlar posanızı... Güle güle kullanın son ve kadim halinizi, güle güle... Ama siz yine de ve herşeye rağmen şanslısınız, arkadan yolcu edilecek Ali Tahsin Şahinkaya’nın durumu daha vahim olabilir, çünkü Genelkurmay başkanlığı formaliteler gereği babanızın cenazesine sahip çıktı, onunkine sahipte çıkamayabilirler... Yine de bu duruma şükretmelisiniz...

Ayrıca; yine mezkur programda; “o çocukları babam mı astırdı” diye bir ifadeniz oldu, evet babanız astırdı...hemde elleri titremeden kalemlerini kırarak astırdı, yetmedi nefreti o kadar büyüktüki hatta yaş büyültülmesi için talimat ta verdi... Babanıza haksızlık yapıldığını, tarihin bunları bir gün yazacağını söylemişsiniz, hayır sayın Gürvit hayır, bakın tarih babanızı nasıl yazacak biliyormusunuz... Eli kanlı bir diktatördü, komutanlarından olduğu NATO gizli ordusundan gelen talimatlara göre, onlarca kanlı katliamların düzenlenmesine ön ayak oldu, insanları suçlu suçsuz yargılanmadan idam ettirdi, isimlerinin sayılmasına gerek olmayan birkaç bini geçmeyen bir sayıdaki işkenceciyi yetkilendirerek, binlerce insanın sakat kalmasına neden oldu, yüzlerce insanın işkencelerde ölmesine neden oldu, nerdeyse her emniyet müdürlüğü binasından en üst katlardan insanların öldürülmek üzere atılması moda olmuştu sayesinde, siyasal hayata ve topluma deli gömleği giydirdi... Ama asıl olarakta, bize bir şey olursa, hengi örgütten gelirse, bunun cevabı, tüm cezaevlerinde bu örgütten yargılan insanların öldürülmesi şeklinde olacaktır, kararı aldığını açıklaması bile lanetlenmesi için yeterlidir... Daha çok şey yazabiliriz ama yer ve yen dar gayri...

İşte bu ahval şeriatta, seninki gibi değil benimki gibi bir babası olması gururlandırmalı insanları... Size tavsiyem bu acılar ile çekilin bir kenara ve susun...

Pazar, Mayıs 10, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ -1 6-7 EYLÜL OLAYLARI


Sene 1955, aylardan Eylül ve Eylülün 6’sı; İstanbul’da yayınlanan “İstanbul Ekspress” diye bir gazete var, gazetenin yönetiminde ilgili herkesin iyi tanıdığı Gökşin Sipahioğlu diye biri bulunmakta, ama arka planda siyasi iktidarın bulunduğu tüm saklamalara ve reddetmelere karşın açık seçik bir biçimde görülmekte ve bilinmektedir. Yine aynı dönemde, ne yazık ki büyük acılar içinde, emperyalistlerin oyuncağı konumundaki yönetimler aracılığıyla adeta bir cenderede tutulan Kıbrıs’ın iki halkı, görüntüde birbirini boğazlamakta ise de, aslında tarafların bir iç savaş provası yönettiği, katliamlar yaptığı da çok açıktır. Bu politikaların sonuçlarından olmak üzere, canım yurdumda ise yaratılan hassasiyetler üstünden toplumu gererek, tıpkı tüm muktedirlerin her sıkıştıklarında benzer davranışa baş vurması gibi; sığınılacak tek yol, toplumda her türlü gerilimi arttıracak, hatta birbirlerine düşürecek provakasyonları hazırlamaktır.

Gerek uluslaraarası alanda kaypak politika izlenmesinin, gerekse de ulusal düzeyde, yaratılan ekonomik değerlerin çarçur edilerek, memleketi baştan başa yollarla donatıyoruz propagandasıyla, yolsuzlaşan canım yurdumunda, gerek genelde emperyalizmin içine sürüklendiği bunalımın, gerekse de canım yurdumdaki emperyalizmin yerel uzantılarının krizden etkilenerek aralarında birbirlerini tasfiye savaşları neticesinde ortaya çıkan olumsuz ekonomik tablonun neticesinde gözü kararan Demokrat Parti iktidarının artık yapamayacağı bir şey kalmamıştır... Artık iç savaş dahil herşeyi patlatmaya hazırdır... Allahtan “Kıbrıs Türktür Derneği” diye Demokrat Parti yöneticilerin yerleştirildiği bir dernek vardır... Ehven ortam ve makul şartlar oluşmuştur...

Hemen; her dönemde, her ülkede olduğu üzere, muktedirin emrine girmiş, yandaş basın devreye girer ve sonuçları itibariyle asla ve kata telafi edilemeyecek bir provakasyon hazırlanır... Dönemin Başvekili ve Demokrat Parti genel başkanı, şimdikilerin de cemaziye’l evveli konumundaki, Adnan Menderes devreye girer ve 5 Eylülde İstanbul’a gelir, provakasyonun merkezindeki güç olan Kıbrıs Türktür Derneği kıdemli ve önemli yönetim kurulu üyesi Hikmet Bil ile görüşür... Tabii ki bu görüşmede neler konuşuldu, ne kararlar alındı bilinmez ama sonuçlardan yola çıkılnca da neler konuşulmuş olacağını tahmin etmekte zor olmasa gerektir... Diğer taraftan, yandaş basın İstanbul Ekspres kendisine düşen rolü, tartışmasız oynayacaktır... İstanbul Ekspres gazetesi, düzenli olan tirajı 20 ler civarında iken, dönem itibariyle gazete kağıdının sadece ve sadece tahsis yoluyla temin edilmesi gerçeği olmasına rağmen, mezkur gazetenin gazete kağıt stoğu yapması gözlerden kaçmaz, ancak anlamlandırılımaz... İstanbul Ekspres gazetesinin, 6 Eylül 1955 te 2. baskısını 290.000 adet tiraj ve “Atamızın evi bombalandı” başlığı ile yapması, artık stoğun da gerekçesini ortaya çıkarır, diğer taraftan “Kıbrıs Türktür Derneği” üyelerince bütün İstanbul'da satılma ve dağıtılmaya başlar, zaten Kıbrıs’ta yaşanan olayların canım yurdumu germeye yetmiş durumundan da, halkın galeyana getirilmesi çok kolaydır. Milliyetçi ve mukaddesatçı cenahın, bir tarafıyla Kıbrıs politikasına destek olmasını temin etmek, diğer tarafıyla da toplumun, günün yakıcı sorunları dışında “cambazın kuşa bak” deyişi misali dikkatini başka taraflara çekme ihtiyacının karşılanması çerçevesinde, başta İstanbul’un yoksul kesimlerinden toparlanan ve kamyonlarla İzmit ve Adapazarı hatta Sivas, Erzincan ve Trabzondan taşınılan bindirilmiş kıtalarla, İstanbul’un başta Rum olmak üzere tüm azınlıkların yaşadığı semtler 2 gün boyunca yağmalanmış adeta talan edilmiştir. Kolluk kuvvetlerinin olaylara 2 gün boyunca seyirci kalmasının gözlerden kaçacağı savıyla, alavere dalavare Kürt Mehmet nöbete dümeniyle de, 4.250 ev, 1.000 işyeri, 75 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu yaklaşık 5.350 mekânın saldırıya uğraması ve yağma edilmesinin suçu “komünistlere” atılarak, minarenin kılıfına uydurulması hedeflenmiştir. “Türk milleti galeyana geldi, olayları gerçekleştirdi” diye defalarca savunulması nedeniyle sonuçta suç, her zaman olduğu üzere bir avuç çapulcunun sırtına yüklenerek, kapatılma cihetine gidildi. İlaveten Merkezi Otoriteye karşın yaşanan gelişmeler sonucu, Kıbrıs Türktür Cemiyeti yönetim kurulu üyesi Hikmet Bil ve dernek üyeleri başta olmak üzere tutuklunan kişiler de “Ya bizi serbest bırakırsınız ya da biz bazı şeyleri ifşa ederiz” karşı hamlesi ile behemehal serbest bırakılırlar, iddiası da hiç nihayetlenmeyecektir... Artık ortada gerçek suçluları ortaya çıkaracak bir davada kalmaz. Ancak ve ne yazık, 27 Mayıs yargılamalarından da anlaşılan o ki, mezkur ve rezil yağma düzeninin tüm sorumluluğu birkaç siyasiye atılarak kapatılmak istenmiş olup, çok sonraları Özel Harp Dairesi Başkanlığı da yapmış Sabri Yirmibeşoğlunun anılarında da “6-7 Eylül de bir Özel Harp işiydi. Amacına da ulaştı. Sorarım size, muhteşem bir örgütlenme değil miydi?” biçimiyle geçeceği üzere açıktan bir üstlenme tahammüden ıskalanmıştır. Gerek Özel Harp Dairesi, gerekse de MAH’ın, çok sonraları Nevşehir valiliğine kadar getirilmiş, dönem itibariyle Yunanistanda öğrenci olarak bulunan muhterem vasıtasıyla işin içinde olduğu çok söylenmiş olmasıuna rağmen konunun şifreleri halen deşifre edilmemiştir.

Canım Yurdumun siyasi tarihinin kara harflerle kayda aldığı bu vahşet düzeni saldırı, siyasi otoritenin, kendi siyasi zorluklarını aşmak adına, başta Rumlara olmak üzere, bilahare de Ermeni, Yahudi ve Levanten gibi tüm gayrimüslim azınlıkları hedefe koyması, bir tarafı ile etnik arınmanın bir başka iğrenç safhası, diğer tarafı ile de ırkçı, çapulcu ve tecavüzcüler eliyle de sermaye devşirilmesinin bir yolu gibi görünmektedir, bugünden bakılınca... Şüpheli ve karanlık metotlarla, halk hareketlerini ve muhalefetini susturma çabaları açısından bakıldığında sicili hiçte iyi sayılamayacak canım yurdumun; artık, bu konularda cemaziye’l evvelinin söylemde değil ama eylemde düzgün olanlarca yönetilme beklentisi ve özlemi hiç bitmeyecektir.

Pazartesi, Mayıs 04, 2015

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK–7


Ülkedeki televizyon kanallarının; istisnasız ve kesintisiz, kendisinden söz ettiği ya da açılışlarından yapılan haberleri ya da necip Türkmen milletine hitaplarının yayınlandığı, abartmasız neredeyse TV yayınlarının tamamını oluşturan nadide bir özelliğe sahip bulunan, Yeni Türkmenistan’ın kurucu lideri, Saparmurad Niyazov ya da kendisine hitap edildiği biçimiyle “Türkmenlerin lideri olarak onları aydınlık ve esenliğe çıkaracak yegane Türkmenbaşı’sın” gazı ile “ömür boyu lider” olarak payelendirilen, konuşma üslubuyla, tam da örnek alınacak(!!!) bir liderlik oluşturmuştur. Madem kendileri nadide bir örnektir, alınmalıdır netekim... Ve de örnek alınmaktadır, netekim... Hele yazdığı ve dillere destan “RUHNAMA” isimli kitabıyla, günümüze ne kattığı ya da katabileceği konusunda ne dediği asla anlaşılamayan ve anlaşılamayacak, mezkur kitap ile derç olunan irade-i seniyenin hikmeti anlaşılamazsa ya da mazallah ezbere bilinmezse, sürücü belgesi bile alamayacağınız, bir kutsiyet oluşturmaktadır, Muhterem Beyefendi... Tüm okullara başlangıçta, bazı ülkelerdeki hazırlık sınıfları gibi, mezkur ülkenin de, “RUHNAMA” merkezli hazırlık sınıfları bulunmaktadır, muhteremin devr-i hükümranlığında, neyseki şimdiki liderin, muhtemelen yazım aşamasında olunduğu rivayet edilmesine rağmen ve mevcut ahvale binaen, kitapsızlığına sığınılarak pabucu dama atılmıştır. Mezkur lider, öylesine yüce bir konuma getirilmiştir ki, herhangi bir yüksek bina olsun ve üzerinde “Halk, Watan, Beyik Türkmenbaşı” yazılmasın, zinhar olamaz... Tahtının tam da sallantıda olduğunu iddia edilen, hatta ha gitti, ha gidiyor, beklentisine girilen bir dönemde, dünyanın birçok diğer ülkesinde de örneklerine rastlanılır biçimiyle, zorluk derecesi bir hayli yüksek, kurmacası pek bir basit olduğu iddia edilen ya da anlaşılan, başını da uslanmaz ve iflah olmaz muhteris muhaliflerin çektiği, havan toplu ve roketatarlı, çok şükür ki başarısız, bir suikast girişimi mucibince bir hükümet darbesi zuhur ediverir, suikast arkasında ne kadar muhalif varsa derdest edilir, neredeyse tutuklanan tüm muhalifler ağız birliği etmişcesine ve Allahın yarattığı nedametle de, “Türkmenbaşı Allah’ın bize bir lütfudur” açıklamalarıyla, durumu kotarırlar... Köroğlu’nun, rüyasına girerek, kendisinin ne ulu bir Türkmen büyüğü olduğunu anlattığını, anlata anlata bitiremeyen, bir ulu Türkmen büyüğü olarak ta kendisinin Türmenleri esenliğe nasıl çıkaracağını, çağ atlatacağını yazıp çizen bu “Yaşulu” muhteremin; ululuğunun bir karşılığı olarak lideri olduğu Türkmen halkının, boş buldukları her yere adını yazıyor olması karşısında, Rusya lideri Putin’in bir ziyaretinde “resmini her yere astırma, kendini öven yazıları her yere yazdırma” benzeri bir söz söylemesi karşısında kendisinin de “ben mi yazdırıyorum, Türkmenler yazıyor” dediği bile rivayet edilmektedir... “Çöle buzdan saray yaptıracağım” gibi çılgın projeleri de olduğu iddia edilen Merhum Türkmen Lider, Saparmurad Türkmenbaşı; depremde kaybettiği annesinin rüyasına girdiğini söylediği bir gece, saat çok geç oldu demeden ve Türkmenbaşı için saatin geç olma hakkının olmadığı bilinciyle, hemen Türkmen TV kanallarının yayına geçmesi emriyle, yayının başlaması üzerine de, kasıla kasıla, annesininden bahisle, hemen aklına geliverdiği haliyle de, haftanın günlerinin değiştirileceği ve bir güne de annesinin adının verileceği muştusunu necip milletine verivermiştir... Artık Türkmenistan’da, Cuma günleri “annagün” dür... Ama lider de olsa, Beyik te olsa, ademoğlu ölümlüdür ve emri hak vaki olunca, yerine gelen ve muhtemelen kendi adına bir hazırlık içinde olması hasebiyle, hemen önceki kararları yok sayar, netekim bu örnekte de böyle olmuştur... Türkmenistan’a düştüğü iddia edilen göktaşına bile, Türkmenistan’ı seçmiş olması hasebiyle kutsiyet biçen, muhterem mezkur taşın artık kendi adıyla anılacağı talimatı vermiştir, neyse ki kendisi böyle bir talimatı olduğu açıklamasını hiç yapmamıştır da, kendisini sevenleri zor durumda bırakmamıştır, tıpkı kendisine benzemeye çalışan ardılları gibi... Devri komünizmde “kızıl”, devri hürriyette “yeşil” olma tercihi yapmış, Beyik Türkmenbaşı olduğu gün, hemen beyaz saçlarını siyaha boyatmış, Türkmenistan Havayollarına ait tüm uçaklarda herkesin göreceği bir yerde büyük bir fotoğrafı olan, kapalı yerde sigara içilmesini serbest bırakıp, açık alanlarda içilmesini yasaklamış, altın diş yaptırılmasını yasaklamış, 35 yaş altı bekar Türkmen kızlarının yurtdışına çıkışını yasaklamış, otomobillerde radyo dinlenmesini yasaklamış, yaygın kablo TV yayınlarını yabancı kanallar izleniyor diye yasaklayıp çanak antenlerin evlerin duvar, balkon ya da çatılarını mantar gibi kaplamasının önünü açmış, benzeri abuk subuk kararlara imza atmış, hatta kendisine “peygamber” denmesinin önerilmiş olduğu bile iddia edilen  muhterem ilave olarakta, kendisinin söylediği herşeyi kabul eden bilahare de kendi kararlarıymış gibi açıklayan bir anlamda ihtiyarlar heyeti gibi duran “yaşulular” meclisi üstünden de demokrasicilik oyunu oynamakta idi, çok şükür şimdiki lider çok partili hayata geçti de durum kurtarıldı...(!!!)

Kendisine her sorulduğunda ülkesinin çok partili bir demokratik ülke olduğu cevabı veren Türkmenbaşı, ülkesine gerçek anlamda ne çağdaşlaşma, ne modernleşme, ne demokratikleşme gibi hedefler koymamış olup, tek derdi, belki de bağımsızlığın ilk gününden bu yana etkisi altında kaldığı, çokuluslu şirketlerin gizli temsilcileri durumunda olan, Almanya, AB, ABD fonlarından sınırsız beslenen “sorozcu” ekiplerin etkisiyle ya da son tahlilde yardımıyla liderliğinin devamıdır... Tek dert odur, maksat lider kalabilmektir...

Evet; benzemek isteyene örnek olmaya devam eden Türkmenistan’ın merhum lideri “Beyik Türkmenbaşı” orada dimdik ayakta durmaktadır... Haydi benzemeye çocuklar...

Pazartesi, Nisan 27, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ VATAN CEPHESİ


DP iktidarı Canım Yurdumda demokratikleşmeyi sağlamak iddiasıyla gelmiş, ancak uygulamasıyla ülkede cepheleşmeyi arttırmış, kendi dışındaki tüm siyasi güçleri tasfiye etmeye çalışmıştı. Bu uygulamalardan birisi de “Vatan Cephesi” adıyla maruf, DP’li olmayanları kapsayacak şekilde  ama özellikle de CHP’lileri hedef tutarak ötekileştiren ve vatanseverliğin ölçüsünü ancak CHP'ye karşı olmakta gören, bir anlayış neticesi, matah bir iş yapılıyormuşcasına mezkur cepheye katılanların  isimleri (ya da kendilerince oluşturdukları listeleri) Türkiye Radyolarında tek tek okunarak psikolojik üstünlük sağlamaya çalışılmış ve diğer taraftan goygoy koyunluğu ödevi tamamlanıyordu. Demokrasi getireceğiz diye yola çıkılıp, süreç içinde sırlar dökülerek gerçeğin ortaya çıkmasıyla, tek adamlığa karşıyız, yeter artık diyerek çıkılan yol, birkaç adamın toplumu nefes alamaz hale getirmesiyle neticelenmeye tam gaz gidiliyordu. Demokrasi demokrasi diyerek, demokrasinin en büyük açmazı ya da engeli toplumu kamplara bölme aracı olan cepheleşme ile nihayetleniyordu...

Başvekil Adnan Menderes, 12 Ekim 1958 tarihinde Manisa'da yaptığı bir konuşmada halkı DP'nin oluşturduğu Vatan Cephesi saflarında yer almaya davet ederken şöyle sesleniyordu; “Muhalefetteki arkadaşlarımızın vatanperverliğine bugün bir defa daha huzurunuzda müracaat ederek rica ediyorum. Kin ve ihtirası desteklemekte devam etmesinler. Vatana hizmetin hangi istikamette olduğunu düşünerek muhalefetin kötü gidişine paydos desinler. Anarşiye ve nifaka paydos dedikten sonradır ki, hakiki demokrasinin ve hürriyetin güneşi bütün parlaklığı ile ortaya çıkacak, milletimizin terakki ve tealisine giden yolu daha da aydınlatacaktır... politikadan ve ihtirastan vareste vatandaşların karşımıza kurulmuş olan kin ve husumet cephesine karşı vatanperverane gayretlerini birleştirip eserlerinin müdafaasına azmetmiş bir Vatan Cephesi kurulması… Bu cephe milletin hizmetinde hiçbir şeyden yılmadan çalışanların karargâhı olacaktır... Vatan Cephesi'nde birleşerek eserlerimizi hep birlikte muhafaza edeceğiz. Dünyada siyasi, iktisadi ve içtimai istikrarı örnek telakki olunabilecek bir mükemmeliyette olarak Türk milletinin bütün gayretlerini bu istikamet üzerinde tevcih edilmiş görmek bize nasip olacaktır. Türk milleti, tezvir ve nifakın peşinde değildir. Vatanperver duyguların manevi seferberliğini yapmış bir halde bulunmaktadır.” 24 Kasım 1958 tarihli Lüleburgaz konuşmasında; “muhalefet liderleri… güç birliği yapmaktan bahsediyorlar. Sanki karşılarında bir düşman halk varmış gibi Güç Birliği cephesi kurmak teranelerinin peşindedirler. Onların Güç Birliği adı altında giriştikleri maksadı şudur: Bir ehlisalip cephesi ile karşımıza dikilecekler.”, 14 Şubat 1960 tarihli İskenderun konuşmasında Adnan Menderes, “iktidara gelmek için bir usul bir yol olan nifakı ezmek lazım... İyi niyetli aziz vatandaşlarımızın nifakı bir defa ezip kahretmeleri ve Vatan Cephesi’ni kuvvetlendirmeleri milletçe yolunda bulunduğumuz hürriyet nizamının, hakiki demokrasinin eseri olacaktır” diyerek, aslında muhteremin demokrasiden ne anladığı, ona göre demokrasinin ne olduğu, özellikle de sinirlendiğinde beyin ifrazaatlarının dışavurumuna fren yapamadığı yukarıdakilere benzer yüzlerce beyannattan çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

Şüphesiz bu coğrafya kavli beladan bu yana, “uzlaşma kültürüne” yatkın insanların yaşadığı bir yer olamamıştır, bu anlamda yüzlerce örnek gösterilebilir ama tam da “demokrasiye” (daha o zaman ileri demokrasi icat olmamıştı) geçildiği iddiasının yeri göğü inlettiği döneme denk gelmesi, biz ve ötekiler ayrımının en keskin yaşandığı bir dönem olarak tarihe geçecektir, tıpkı aslı “McCarthycilik ya da ABD'liler için Kızıl Panik” olan Amerika’ya benzeme çılgınlığından mülhem tenkil çalışmaları gibi... Başvekil Adnan Menderes’in hararetle savunduğu ve adeta seferberlik ilan kabulu ile, tüm halkı, temelde çeşitli baskılar ya da yıldırma taktikleri de uygulayarak, özellikle de “din, milliyetçilik, antikomünizm” söylemlerini öne çıkararak, DP bünyesinde ya da etrafında toplayarak, adeta kin, husumet ve şer cephesi haline gelen “vatan cephesi”, tüm muhalifleri vatan haini ilan etmiştir. Benzer uygulamalar, ABD’nin de yoğun desteği ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti tarihinde her dönem sahne almış ve almaya da devam etmekte olup bu kafayla gidiliyor olması halinde de asla ve kata da sonlanmayacaktır.

İttihat Terakki iktidarı, İtiafçıları yok sayarak, Demokrat Parti, CHP yi yok sayarak, Adalet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Selamet Partilerinin oluşturduğu Milliyetçi Cephenin başta devrimci ve yurtseverler tüm muhalifleri yok sayarak, bugünkü AKP nin tüm muhalifleri yok saymasına ilham kaynağı olmuştur... Yaklaşık 1,5 ay sonra, Güzel Ülkem yeniden seçime gidiyor, görülüyor ki geçmişten ders alınmamış, seçimden sonraki dönemin gelişmelerini bugünden görmek için kahin olmaya gerek yok, kamuoyu araştırma şirketlerinin açıkladıkları tablolar gerçekleşirse eğer, cepheleşme vites arttırarak, bugünkünden daha büyük sorunlara yol açacaktır.

Büyük Şair Nazım Hikmet’in dizeleri ile; hasret ve daveti bir kez daha yineleyelim...

Dört nala gelip uzak Asyadan
Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim
Bilekler kan içinde
Dişler kenetli
Ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak
Bu cehennem, bu cennet bizim
Kapansın el kapıları
Bir daha açılmasın
Yok edin insanın insana kulluğunu
Bu davet bizim
Yaşamak bir agaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardescesine
Bu hasret bizim

 

Pazartesi, Nisan 13, 2015

... VE EVİNİZ YIKILIRSA YENİDEN YAPIN


“Ve eviniz yakılırsa yeniden yapın... tahılınız yakıldıysa yeniden ekin. Çocuklarınız ölürse daha çok doğurun. Sizi ovalardan kovarlarsa dağlarda yaşayın ama yaşayın. Hep liderler arıyorsunuz, hatasız güçlü adamlar. Hiç yok, sadece sizin gibiler var. Yaşarlar, değişirler, bırakırlar, ölürler. Liderler yok, sadece siz varsınız. Güçlü bir halk, süren tek güçtür. Amacımız topraktı, bir düşünce değil. Aileleri besleyecek buğday ekili toprak. Özgürlük bir kelime değil ama akşam evinin önünde güven içinde oturan bir adam. Barış bir rüya değil, dinlenmek, nezaket için zaman. Kafamda bir soru var: Kötü bir davranıştan iyi bir şey çıkabilir mi? Bu kadar şiddetin sonunda nezaket çıkabilir mi? Bu kadar cinayetten barış çıkabilir mi? Öfke ve nefret düşünceleri içinde doğmuş bir insan, barışı sürdürülebilir mi? Barış içinde yönetebilir mi, bilmiyorum? Öyle uzun zamandır savaşıyorum ki barışı anlayamıyorum.”

Yukarıdaki sözler; haksızlıklara, adaletsizliklere karşı halkın biriken hıncının patlaması olarak görülen, halen başta Meksika olmak üzere tüm Latin Amerika’da yoksul köylülerin ruhlarında yaşattıkları, Meksika tarihinin en radikal planı olan, toprakların kademeli olarak kamulaştırılması ve topraksız köylülere dağıtılmasını hedefleyen sürecin lideri, Emiliano Zapata’ya aittir...

Bilindiği üzere; Emiliano Zapata, 20. Yüzyılın başlarında ABD’li şirketlerin Meksika’ya gelerek doğal kaynakları önemli ölçüde kendi amaçlarına uygun kullanımı konusunda imtiyazlar elde etmesine ve mezkur müstevlilerin yerli işbirlikçilerinin yağma düzenine ve toprak sahiplerinin zorbalığına karşı mücadele etme amacı ile kurulan ve başta tamamen barışçıl yöntemler ile hareket eden ve barışçıl yöntemlerin işe yaramadığının ve karşı tarafın daha da pervasız saldırmaya başlaması üzerine de silahlı mücadeleyi benimseyen ve buna uygun örgütlenen köylülerin başına geçen, bilahare de “Ejército Libertador del Sur-Güney Kurtuluş Ordusu” adlı ordunun komutasını üstlenen, bir Latin Amerika Devrimci Halk kahramanıdır.

Emiliano Zapata Salazar 1879 yılında dünyaya gelir, ailesi, köylü nüfusun %97 sinin topraksız olduğu Meksika’da, toprak sahibidir ve görece iyi bir hayat sürmektedir. Başlangıçta iyi bir hayata sahip olmanın göstergesi sayılacak faaliyetlerde bulunur, özellikle de, revaçtaki rodeo ve boğa güreşlerinde boy gösterir... Lakin toplumsal gelişmeler, başta da toprak sahipleri ile merkezi otoritenin siyasal ve ekonomik zulümü karşısında, görece iyi bir hayata sahip, Zapata’yı politikleştirir ve “iyilerin seyirci olduğu dünyada kötülerin kazanacağını” bilen birisi olarak artık seyirci olamazdı ve de olmadı...

Toprak sahiplerinin sözünün geçtiği yozlaşmış rejimin yıkılması ve yabancı şirketlerin kovulmasıyla da bir toprak reformu yapılmasını, “toprak işleyenin, su kullananın” saikiyle de işledikleri toprağa ve kullandıkları suya sahip olunmasını hedefleyen ve bu amaçla da kurulan; lakin, sayı ve teçhizat bakımından merkezi düzenli orduya karşı çok zayıf görünen “Ejército Libertador del Sur-Güney Kurtuluş Ordusu”nun başında iken uyguladıkları gerilla taktikleri ile kısa sürede durumu lehlerine çevirmişler idi. 1910 yılına gelindiğinde; iktidardaki diktatör Porfirio Diaz’a karşı, muhaliflere yakın ve ülkedeki düzenin değişebilmesinin bir fırsatı olarak görülen Francisco Madero ile ittifak kurularak desteklenmeye başlanır. Bu yıllarda ülkedeki huzursuzluk ve gerilla gruplarının mücadeleleri ile 1911'de, Pancho Villa ve isyancı köylülerin desteği ile Porfirio Diaz yönetimi yıkılır. Yeni yönetim Francisco Madero önderliğinde “Meksika Devrimi”ni ilan eder, ancak başkan ilan edilen Francisco Madero, köylülere verdiği sözleri hemen unutur, mevcut mülkiyet ilişkilerinde en küçük bir değişiklik yapmaya yanaşmaz, Emiliano Zapata'ya toprak ve başka vaadlerde bulunarak konuyu geçiştirmeye çalışır, Zapata ise işbirlikçi ve satılık olmadığını açıklar ve yönetimindeki orduyla birlikte güneye çekilerek savaşmaya başlar. “Diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmek yeğdir” şiarının takipçisi, Meksikalı devrimci Emiliano Zapata, bir kısım eski yoldaşlarının ihaneti ile tuzağa düşürülerek peşindeki insan avcıları vasıtasıyla hükümet güçlerine teslim edilmiş ve 10 Nisan 1919 da da hükümet güçlerince öldürülmüştür.

Önemsiz insanların; Köylülerin bu yiğit önderi, Meksikalı devrimci Emiliano Zapata, bu ölümden sonra tam bir efsane haline dönüşür. “Güçlü insanı zayıf halk yaratır. Güçlü halkınsa, güçlü insana ihtiyacı yoktur” diyerek, tüm Dünya halklarına ve bugünlere selam yollamış bu yiğit devrimci, tüm diğer devrimci önderlerin tersine bir köylü olarak, hiçbir entellektüel birikimi olmamasına rağmen, “Yurda ve halkın özgürlüğüne düşman olanlar, her zaman halkın soylu davası uğrunda kendilerini feda edenlere haydut gözüyle bakmışlardır” diyerek te, öğretiminin olmamasına karşın, erişilen yüksek eğitimli, ahlak ve zekanın nelere kadir olduğunun adeta bir abidesidir.

“Toprağın sahibi olmaz. biz toprağa aitiz ve bize nimetlerini sunduğu icin doğaya dua etmeliyiz” diyen, Latin Amerikanın asi çocuğu Emiliano Zapata’yı bir kez daha, günümüze ışık tutması açısından, özlemle anıyoruz... Viva Zapata...

 

Pazartesi, Nisan 06, 2015

TÜRKMENİSTANA BENZEMEK–6


Dünü, bugüne, bugünü de yarına bağlayacak tespitleri yazmaya, “istiare” yoluyla devam ediyorum. Bakalım; konumları, yaşamışlıkları, tecrübeleri, topoğrafyaları çok farklı olmalarına rağmen, mezkur ülkeden hareketle hedef ülkenin tanım ve tarifi yeterince yapılabilecek mi?

Mezkur ülkenin eski ve yeni yöneticisi, uygar dünyanın ölçütlerini ülke yönetirken asla ve kat’a dikkate almadı ve almamaktadır. Bizde de kısa boylu şişman yönetici ile birlikte hayata geçirilen, akşam gönlünden geçenleri sabah yönetim ilkesi diye sunma ya da dayatma modeli, bu coğrafyada öykünülen yere taş çıkartırcasına geliştirilmiş ve nihayetinde öykünülen yer artık kendilerine öykünülmeye başlar hale gelmiştir. Akıl ve bilim dışı tercihlerin yönetim ilkesi haline gelmesi giderek bir metot, giderek bir alışkanlık, nihayetinde de kaçınılmaz olmuş ve insanlar için ise de makus kader... Hani, öyle ya da böyle her türlü şeyi söyleyerek bir devr-i sabık yaratmaya çalışır ve bu haliyle de yaratılan mağduriyet üstünden de akıllara ziyan hasılat-ı hikmet ve hasılat-ı selahiye devşirilmeye çalışılır ya, hayali cihana değer... İşte bu girişten bile, benzemenin ne tür ilzamlara yol açacağının ipuçları görünmektedir... Şahsi menfaat ve keyfiyetlerin, her şeyin önüne ve üstüne geçtiği bu ortamlarda bile, durumun vahameti görülmeyecekse, “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul-zurna az” sözünün haklı çıkması da kaçınılmazdır.

Bu genel giriş ve tanımlardan sonra, gerek iş seyahatlarında gerekse de çalışma hayatımın bir döneminde tanık olduğum olayları altalta sıralayınca, atılan başlıktan muradımın ne olduğu kolaylıkla anlaşılacaktır. 

Muhteşem ikilinin, birincisinin döneminde, üstelik de “tek millet, iki devlet” şiarının ciddi sahiplenicisi görüntüsünde olan muhteremin sonuçları itibariylede tam bir Türk düşmanı olarak sonuçlanan, kendi ülkesinde “Türkmenin Türkmenden başka dostu yoktur” uydurmacası mucibince ülkeyi bir önceki etaba göre daha şiddetle zapt-u rapt altına almanın, ülkeyi daha da içine kapatacak ve her türlü hukuksuzluğun meşru görülebileceği hale getirmenin yolu olarak, nerdeyse tüm dünyada benzerleri tarafından tekrarlanan mizansen olan, “suikast iddiaları” ile geniş ve ciddi tutuklamalara girişme çabaları asla unutulmayacak ve vebal ve günahı da, asli failler Türkiye’den gelenler ve erkete ve yatakçı Türkmenler rol dağıtımı çerçevesinde gerçekleştireceği senaryonun tusunamileri olan halüsinasyonlar neticesinde tam bir Türk fobisi oluşmasına yol açacaktır. O kadar büyük bir fobi oluşur ki, anlatmak mümkün değildir, ancak başkaca da bir çare üretilememesi ve maksat ve murada en uygun ülke olan Türkiye ile başta inşaat ve sonuçları itibariyle de iş kolaylaştırma harcamaları bölüşümü mucibince de perde önünde koyu bir dostluk görüntüsü verilmektedir. Neyse biz, yeniden, halüsinasyonların, keyfiyete haiz rüyaların dünya gerçeği sanılması sersemliği içinde yapılan saçma sapan karar ve uygulamaların sıralanmasına gelelim. Gelelim ki ülkemizde olan bitene bir anlam yükleme konusunda zorlanmayalım...

Bu kardeş ülke; ne yazık ki, yetiştirilen rengarenk ve hoş kokulu çiçeklerin, bu vasfının yani hoş kokmasının evcil hayvan beslenmesi nedeniyle engellediği savıyla, evcil hayvan beslenmesinin yasaklanması gerçeği ile bir dönem yaşamıştır. Şimdilerde durum nasıldır bilmiyorum...

İnsanların saç ve sakal uzatmalarının “devlet başkanı buyruğu” nedeniyle yasaklanmış olmasını bana daha önce söylemiş olsalardı resmen gülerdim, ancak “ikamet ve çalışma izni” almamım ardından, içişleri bakanlığı yetkililerinin yaptığı kontrollerde, pasaporttaki sakallı resmimin olmasına rağmen sakalsız oluşumu sorduklarında olabildiğince nazik bir biçimde yasak olduğunu duymam üzerine kestiğimi beyan edince, sanki doğru değilmişcesine, ülkede demokrasi olduğu her isteyen insanın sakal bırakabileceğini beyan etmişler idi. Burada bahse konu yaklaşımın “yasağın” kendisine olmadığı, sadece böyle bir yasağın beyan ediliyor olmasına olduğunu anlamak hiçten bile değildi, oysaki... Konu o kadar fren tutmaz bir hal almış ki, bayanların kısa saç bırakmasına karışılmasına kadar konu genişletilmiş idi... Neyse ki bu subuk uygulama sonradan ya kaldırıldı ya da görmezden ya da takip edilmezden gelinmeye başladı... Çok şükür ki, estetik ve moda işini bu kadar yakından takip eden ve bilen bir “Devlet Başkanı” var...

Banttan müzik verilerek üstüne canlı performans anlamına gelen “playback” müzik yapımı, bir devlet başkanı fermanı ile yasaklanmıştır, yine bu ülkede... Ferman özetle; “Türkmenistan’da bundan böyle, bayramlarda, düğünlerde, yaşgünü kutlamalarında, kültürel etkinliklerde playback fon müziği çalınmayacaktır”. Ancak bu kadar absürdlüğe de “makul” bir izah bulunması da şarttır ve aranan izah ise, playback müziğin Türkmen müzik sanatın gelişimi önünde ciddi bir engel oluşturmakta olup devletin bu engeli kaldırmak gibi bir görevi vardır... Çok şükür ki, sanat ve kültürel faaliyetlerini bu kadar yakından takip eden ve bilen bir “Devlet Başkanı” var...

Canım yurdumda da; yaklaşık 30 yıldan beri sürekli yasaklama hamleleri yapılmasına rağmen, bir türlü murada erişilemeyen “opera ve bale” nin yasaklanması konusu, Türkmenistan’da bir çırpıda ve tereyağından kıl çeker gibi çözülmesi de ayrıca demokrasi adına sevindirici bir hamle... Türkmen kültürüne uygun olmadığı için yasaklana... Nokta...

Görüldüğü üzere, benzemeye çalışılan ülkede işler “Türkmen tipi Başkanlık” modeli sayesinde kısa sürede çözülmekte, Türkmenistan demokrasisinin el freni olmayışı nedeniyle de, dünyanın en gelişmiş ülkeleri sıralamasında en önlerde saf tutması da sürpriz değildir... Nokta...

Pazartesi, Mart 30, 2015

KAÇMAK


“Niye kaçıyorsunuz? Durun burada, niye gidiyorsunuz? Peki niye kaçıp gidiyorsun o zaman? Nereye kaçarsanız kaçınız, sizi bulacağız. Madem dürüstsünüz neden kaçıyorsunuz” şeklinde efelenip, sahip olduğı gücün kendisini sarhoş, gözlerini kör etmiş olması haliyle meydan okuyor muhterem... Tam bir somun pehlivanı edası...

Peki; kaçmak sadece dürüst olmama durumu ile izah edilebilir birşey mi acaba? Sadece dürüst olmayanlar mı kaçar? Dürüst olanlar kaçmaz mı yani? Sadece sahtekarlar mı kaçar? Korkarak kaçanlar, başına muktedirlerin ne çorap öreceğini görerek kaçamazlar mı? Kaçmanın bir çaresizlik olma ihtimali nedir? Bir ülkeden kaçışlar ne zaman başlar, ne zaman artar, insanlar neden kaçarlar? Kaçışın hukuki ve sosyolojisi nedir?

Memleket yönetiminin son dönemine damga vurmuş olanlar, şu parti, bu parti ayrımı yapmaksızın söylüyorum, bilmiyorlar mı ki, gerçekte asıl kaçanlar bizzat kendileridirler... O kadar ki, kendi koydukları yasadan bile kaçıyorlar, kendi atadıkları polislerden bile kaçıyorlar, kendi tayin ettikleri mahkemelerden bile kaçıyorlar, gazetecilerin sorularından kaçıyorlar, halkın tepkisinden kaçıyorlar, vs. vs... Bu kadar kaçak güreşirlerken, başkalarını kaçak olmakla suçluyorlar, tam da keçinin, koyunun telden atlarken kuyruğunun kalkıp, malum yerinin görülmesinin arkasından takındığı tavra benziyor, takındıkları tutum.

Yazar Cemalettin Canlı; “O Çocuklar O Yapraklar” adıyla yayınladığı ve Zakir Koçak’ın, bazı hayatlar herkesin hikayesi görüsüyle, Tren istasyonlarında, 6-7 Eylül’ün Beyoğlu’sunda, Ankara gecekondularında, TİP’te, DEV-GENÇ’te, Kızıldere’de yaşananlarla, Ulucanlarda, Mamak’ta işkencelerin ve hücrelerin, Türkiye devrimci yolunun hikayesinin arka plan oluşturduğu ortamı yazdığı kitabın bir bölümünde, 27 Mayıs 1960 darbesi öncesinin muktediri Adnan Menderes ve ekibinin kaçış hikayesini anlattığı bölümde şöyle yazmaktadır.

“Darbe haberini Eskişehir’deyken alan Menderes, Kütahya’ya doğru kaçıyor. Malum, Menderes bir ara Kütahya milletvekilliği yapmış, bazı yatırımları da var. Dolayısıyla Kütahya’da saklanabileceğini düşünüyor. Bundan dolayıdır ki Kütahya’da olağanüstü önlemler alınıyor.

Ben daireden çıktım, vilayet’in önünde silahlı olarak üç havacı binbaşı ve bir de inzibat yüzbaşı konuşuyorlardı. Konuştuklarından Menderes ve yanındakileri Kütahya’ya girmeden enterne etmeyi düşündükleri anlaşılıyordu. Kente girdiklerinde halkın sahip çıkmasından korkuyorlardı. Araçlarına binerek Eskişehir yönüne hareket ettiler. Ben de arkalarından gittim.

Kütahya çıkışında, Azot sanayine yakın bir noktada haki renkli steyşın bir arabanın yaklaştığı görüldü. Ben yavaşladım. Haki steyşın durdu, ama onları karşılamaya giden asker dolu araç son sürat haki steyşının üstüne gitti. Gelen haki steyşından inen üç kişi araziye doğru kaçmaya başladı. Ben sağa çekip dururken binbaşıların kaçanların peşinden “dur” diye bağırdıklarını duydum. Kaçaklar durdu, ellerini başlarının üstüne koyup yaklaşmaya başladılar. Önde Menderes, arkada Hasan Polatkan ve geride Tahsin Yazıcı vardı. Alıp arabalarla şehre getirildiler, ben de daireye geri dönüp olanı biteni anlattım. Sonrası malum.”

Muktedirlerin gazabından, hiddetinden ve şiddetinden kaçan garibanların durumunu, hadi güzel güzel kulplar bularak, açıklıyorsunuz, mezkur kaçışları suçluluğa bağlıyorsunuz, velev ki doğru, yukarıda kısaca anlatıldığı üzere, dönemin muktedirinin bu kaçışını ve korkusunu neye bağlayacaksınız...

Son söz; Dünya şairi, büyük usta Nazım Hikmet’ten, korkuyu iyi tanımlayan bir şiir olsun...

TARANTA - BABU'YA
SEKİZİNCİ MEKTUP

Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU!
Tek başına
      yapayalnız
              karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
                                  bağıra bağıra
kendi sesiyle uyanarak,
korkuyla tutuşup
               korkuyla yanarak
durup dinlenmeden konuşuyor.
Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU
çok korktuğu için
               çok konuşuyor!.

Cuma, Mart 20, 2015

DENGELER


Sermaye sahiplerinin asla doyurulamadığı bir sistem olan kapitalizmi, özgürlüklerin rejimi zanneden zavallıların, Canım Yurdumun siyasi ve ideolojik olarak aslına tamamen yabancılaştırılarak, 1940 lardan sonra da müstevlilerinin kendi amaçlarına uygun, bilinen jargon “soğuk savaş” kapsamında yaratılan “anti-komünist” yapılanma öncülüğünde, askeri yüksek teknolojinin siyasi temsilcisi konumundaki Emperyalist ABD’nin estirdiği rüzgarın sarhoşluğunda, bir hayli de militanca atılan bir slogan vardı, “kahrolsun komünizm”... İşbirlikçi ve sağcı ideolojinin, malum propaganda etkisi altında ve asla herhangi bir ilave çaba göstermeksizin pasif öğrenicilik kolaycılığı ile bu kabil yaklaşımları göstermiş olmasını ne yazık ki yıllarca, tüm karşı çıkışlarımıza ve koyduğumuz çekincelere rağmen dinledik... Diğer taraftan, sol cenahta da, Çin Komünist Partisi ve Arnavutluk Komünist Partisi’nin yoğun etkisi altında kalan, tamamen onların gözü ile gören, onların aklı ile analiz yapan, gerek canım yurdum ve gerekse de enternasyonal düzeyde başka gruplar vardı ve “kahrolsun Sosyal Emperyalizm” ve “Kahrolsun Sovyetler Birliği” diye diye bir yol tutup, tüm eleştirilere kulak tıkayarak, varsa yoksa, Sovyetler Birliği’nin yıkılması rüyasıyla yatıp kalkarlardı... Hele ki Canım Yurdum, kurtuluş yıllarındaki “emperyalist blok” karşısında varolma savaşı verirken, büyük bir akıl tutulması ile olsa gerek, Sovyetler Birliği’nin yaptığı destek ve yardımları unutarak, beğenilmese de Cumhuriyetin ilk yıllarında enternasyonal düzeyde tutturduğu “denge politikasını” hiç düşünmeksizin terk ederek, II. Paylaşım savaşının muzaffer ve mağrur gücü ABD Emperyalizmi yanında saf tutarak, anti-komünist ve anti-sovyet tutumunun “koçbaşı” olmayı tereddütsüz kabullenmiştir, ölsem de gam yemem gayri. Son tahlilde ve zımnen, gerek sağ blokta ve de gerekse de sol blokta, çok farklı gerekçelerle ve farklı ideolojik tanımlamalarla da olsa, konu ve hedef “Sovyetler Birliği” olunca, aklı baliğ ve devrimci tutumu içselleştirmiş bloktan da, Sovyetler Birliği üstüne gerçekçi olmayan bu analiz ve tespitlere, kendilerinince de olan analiz ve tespitleri ortaya koyarak karşı çıkışlar olmakta idi, şüphesiz... Yaşanan acı deneyimler ve sancılı dönüşüm ve sıçramanın, sonradan aklı baliğ Devrimcileri haklı çıkarması bir kenara, kaldı ki artık bunun en azından Sovyetler Birliği yıkılması ve Dünyanın tek başına bir zulüm imparatorluğuna terk edilmişliği dışında bir önemi de yoktur... Artık Dünya tek kutuplu hale geldi, astığı astık, kestiği kestik, çaldığı düdük, zulüm imparatorluğu başta kendi ve yakın müttefikleri olmak üzere lehte ne varsa o yönde karar alıp uygular hale geldi, adeta kendi çalıyor kendi oynuyor... Evet bu konuda emeği geçenlere ABD Emperyalizmi, müteşekkirdir herhalde...

Gerek yerel ve gerekse de enternasyonal düzeyde, savunulan ve mezkur savunuya dayalı hamlelerin, son tahlilde kimlerin işine nasıl uygun ortamlar hazırladığı, ne yazık ki bugün de anlaşılamamaktadır... Dün zımnen yaşananların bugün aleni hale gelmesi bile, sınıflar açısından olmasa bile geniş halk kitleleri açısından ne tür tuzaklar doğurduğu ve yarattığı, övendire görevi yapamıyorsa, daha ne söylenebilir ki, ilaveten... Dün karşı çıkılanların, bugün içimizi kanatıyor olması bile, bir halta yaramamışsa, o günkü zımnen kurulan ittifakların, kimlerin değirmenine su taşıdığı hala görülemiyorsa, daha ne söylenebilir ki, ilaveten... Despotlara karşı çıkılıyormuşcasına yaratılan janjanlı ideolojik ortamda, “yetmez ama evet” tarzı ittifaklar oluşurken, akla davet edenleri, dudak bükerek, küçümseyerek ya da en hafifinden gülümseyerek karşılayanların, bugün gelinen noktadan rahatsız olmamaları, akli körlüğe mi yoksa akli kötülüğe mi yorulacak varın siz düşünüm gayri... Bir taraftan “Türbanın insanı özgürleştireceği” savlanarak sosyalistlik taslanması, diğer taraftan zulmün ve despotizmin ideolojosi karşısında “işbirliğine hazırız” hafifmeşrepliği takınılması karşısında sessiz kalınması, tarafsız olunması iddiası bile, bir taraflılık tercihidir. Bu konuda kimse gak guk ederek, uzun uzun analizler yapmasın, konu yeterince açık ve seçiktir. Sonradan dökülecek timsah gözyaşlarının, dün güzel güzel yenilen hurmaların, çıkarırken tırmalamalarına perdeleme yapacağını yiyeceğimizi asla ve kata zannetmesin... Sizlerin sorunlarınızı çözenlerin bizlere itelediği faturalar, yeterince kabarık oldu, sizlerin sulh ve salahınız adına, bazı münkir, münafık ve zındıklara ait olması gereken sloganlar, yenilir yutulur cinsten değil, hatta hayatımızın ayrılmaz parçası oldular, diye itiraz eden insanlara kulak verin, anlamaya çalışın, empati kurun ve bu daveti yapanları da hoş görün, derlerse de fazla itiraz etmeyin...

Sovyetler Birliği yıkılsın, yok olsun diyenlere dediklerimizi, şimdi de CHP yıkılsın, yok olsun diyenlere, söylemek istiyoruz... CHP içindeki Gerici, Faşist ve Yobazları hedef göstererek kendilerine hoşgörülü bakılması talebi ile davet yapanlara, hatırlatılması gereken yegane şey, içlerindeki, Yobaz, Faşist ve Gericilere bakmaları gereğidir. Dün CHP lilere; “Yahu Ekmeleddin İhsanoğlu’nu nasıl içselleştirdiniz”, “İçinizdeki Faşistlere nasıl katlanıyorsunuz” şeklinde sorularımızı, bugün, bu iddia sahiplerine tevdi ediyoruz, yoksa “biz sosyalistiz” kolaycılığı içinde bunlar kapatılamıyor... Ayrıca ve ilaveten “sosyalizm” öyle sizin bildiğiniz kadar sığ ve basit değildir, diyelim ve şimdilik bunlarla iktifa edelim... Sosyalizm, ne zamandan beri “Saidi Nursi” anma toplantıları yapmaya cevaz veriyor diye sorarlar adama, mazallah... Artık yapılanlar sıradan örnekler olmanın ötesine taşındı ve sabırları zorluyorlar, biline... Çıta “sosyalizm” olarak konulunca gözler kamaşıyor herhalde ve görülmesi gerekenler de görülmüyor gayri ve galiba...

Pazartesi, Şubat 23, 2015

TÜRKMENİSTANA BENZEMEK–5

Türkmenistan’da çalıştığımız yıllarda; bazı anılarımızı, bugünümüzü yarına bağlayacak gelişmelerin analizinde faydalı olacağı mülahazasıyla kısa kısa yazmanın, tam zamanıdır… Türkmenistan’ı bilenler için bir yazı olmayacağını söylemenin bir anlamı yoktur sanırım, zaten onlar orayı iyi bilirler ancak geniş kitlelerin oraya da gitmiş olma ihtimalinin olamayacağından bu yazı, bir taraftan bilenlere hatırlatma diğer taraftan da bilmeyenleri bilgilendirmeye yönelik olacaktır.

Bir dönem bizimle birlikte çalışan, eski İçişleri Bakanının kardeşi ki, bir dönem kendisi de önemli bir mevkide görev almış bir Türkmen arkadaşımızın anıları üstünden; şüphesiz ki daha başka gözlemlerimizle birlikte, sistemin analizi ve işleyişini gözler önüne sermeyi, müstakbel geleceğimiz açısından, tarihe not düşmek adına çok önemsiyorum. İçişleri Bakanı olarak, bir dönem bizimle birlikte çalışan iş arkadaşımızın kardeşi, haklı ya da haksız olma ihtimalinin hiç tartışmadan, görevden alınması ve akabinde kendisine reva görülen yaşam koşulları hiçbir insanın kabul edemeyeceği biçimde olup, hele hele bir dönem bakanlık yapmış olmasının vefasızlığının en yoğun uygulamasına engel olamamış olmasıdır. Ailesinin herhangi bir ferdinin kamuda çalışmasına artık izin verilmemesinin yanında, kendisinin sadece yaşadığı evin bahçesine çıkabilmesine izin verildiği, sülalesinin herhangi bir ferdinin herhangi bir nedenle bir başka ülkeye gitmesine bile izin verilmediği bir ortamı varın tahayyül edin gayri. Mezkûr ülkenin sistemi, tam da bugün gizli gizli canım yurdumun hedeflediği ya da önüne dayatılan sisteme bir dolu detaylar açısından çok benzemektedir. Şimdi bu sistemin; ilk Devlet Başkanının, gem vurulmaz halüsinasyonları ve kibrin aklı kör ettiği ruh haliyle yaptıkları, söyledikleri ve yazdıkları üstünden yan etkilerini, bir potpuri halinde sıralamaya başlıyorum.

Başşehrin en önemli binalarını, meydanlarını süsleyen “Halk,watan beyik Türkmenbaşı”, “Beyik Saparmurat Türkmenbaşı” gibi, tek adamlığın kutsanması, değerli “o” ve değersiz diğerleri dayatması, ayaktakımı diğerleri davranışını içeren sloganların sık görülmesi karşısında, bir resmi ziyareti sırasında Rusya Devlet Başkanı Putin’in eleştirisine hedef olunca, savunma hemen, “ben mi istiyorum, halk yazıyor, ben ne yapayım” biçimiyle olduğu rivayet edilir.

Şehir içi ulaşımda otobüs, troleybüs kullanımları, sosyalist dönemdeki kadar yoğun kullanılmasa bile, halkın büyük çoğunluğu hala ve büyük ihtimal ihtiyaç nedeniyle de hala sık olup, Devlet Başkan’ının geçiş saatlerinde, geçiş güzergâhına denk düşen seferleri behemehal iptal edilir, aynı güzergâhta otobüs duraklarında bekleyen insanlar behemehal duraklardan uzaklaştırılırlardı. Gerçi bunu şehir yöneticilerinin, “neden insanları duraklarda bekletiyorsunuz” diye Devlet Başkanından fırça yemeleri nedeniyle yaptıkları söylenirdi ama… Aslında, bu konu Devlet Başkanı’nın aynı geçiş güzergâhlarındaki evlerin pencerelerinin bile geçiş anlarında, güvenlik birimlerince kontrol edilip kapattırılıyor olması ile birlikte değerlendirildiğinde hiçte halk sevgisine dayalı olmadığı kolayca anlaşılır. Kendisine yapılan ve büyük ölçüde Türkiye’den gelen insanların karıştığı iddia edilen suikast girişiminin etkisi olduğu düşünülmektedir. Hatırlanacağı üzere; Devlet Başkanı’nın geçiş güzergâhında, kendisine kalabalık bir grubun ağır silahlarla ve roketatarlarla saldırdığı iddiasıyla, adeta cadı avı başlatılıyor ve büyük bir tutuklama operasyonu gerçekleştiriliyor. Ancak, bu çaplı büyük ve şehrin göbeğinde yapılan suikast girişimi halk tarafından pek duyulmuyor ama olaydan sonra hedef olmuş ve ciddi hasar görmüş araçlar rahatlıkla sergilenebiliyordu. Ne tuhaf değil mi, başka ülkelerde de bu kabil hikâyeler hem anlatılır hem de gerçekleşti diye hikâye edilir, işte tesadüf, ne diyelim…

Oralarda bulunan insanların büyük ihtimalle dinlemiş olduğu bir başka trajikomik bir hikâye çok rahatlıkla ama işitme engellilerin kullandığı dille anlatılır. Dönemin “Karayolları Bakanı” bir sabah işe geldiğinde, birden önü güvenlik ekibi tarafından kesilir ve artık bakan olmadığı ve kendisinin artık arazide çalışan bir işçi olduğu bildirilir… Artık eski bakan, arazide kürekle çalışmaya başlamıştır… Kalkar giderim, çalışmam, kaçarım ülkeden, onlar kimmiş de beni bu şekilde çalışmaya zorlarlar diye düşündüğünüzü kolayca tahmin edebiliyorum ama oranın gerçekleri hiçte öyle değildir, yedi sülalenizin tek tek analarından emdiklerini burunlarından fitil fitil getirirler, gerçeği çok çarpıcı ve yakıcı durmaktadır.

Bakanlar kurulu bazen naklen bazen de banttan tamamen yayınlanır, vatandaş ilgi ile izler, Devlet Başkanı’nın Bakanları başarısız olduklarını düşündüğü konularda, çocuk azarlama kabilinden azarlamasını büyük bir haz ile anlatırlar… Neden buğday yeterince yetişmedi, pamuk neden yeterince yetişmedi, filan firma neden inşaatı bitiremedi gibi, çok çeşitli şartlara ve parametrelere dayalı izah edilmesi gereken konuları bile, o andaki ruh haline bağlı olarak değerlendirip, Bakan’ı azlediyor, ruh halinin vahametine bağlı olarak ta Bakan kapıda kendisini bekleyen, kolluk güçlerince tutuklanabiliyor… Kolayca anlaşılacağı üzere; “Bakanlık” gibi siyasi sorumluluk ve makam yerine, bizdeki şu andaki duruma göre genel müdürlük bile olamayacak düzeyde bir teknisyen makam… Tamamen, “top man and others” batılı deyimiyle, devlet örgütlenmiş durumda, demokrasi bu değilmiş kimin umurunda, varsa yoksa “yaşuli”… Devlet Başkanı, gece rüyasında kaybettiği annesini görüyor, bir şiir okuma ihtiyacı ve ruh hali oluşuyor, hemen TV’de canlı yayına bağlanıyor, diğer yayın behemehal durduruluyor, muhterem hiç şiire uygun olmayan hali ile şiiri okuyor, arkasından vatandaşlara gerekli nasihatleri veriyor… Kafasına göre haftanın günlerinin ve yılın aylarının adını değiştiriyor, örneğin; Nisan ayı, muhteremin annesinin adı olan “Gurban Sultan” oluveriyor. Eylül ayını kendi yazdığı kitabın ayı “Ruhnama”, Cuma gününü “Annagün” olarak değiştirebiliyor.

Durum bu iken; çıkılıp, “ben bu ülkeyi ziyaret etmem, çünkü bir diktatör tarafından yönetiliyor” diyen eski Cumhurbaşkanını, bu durum zinhar diktatörlük değildir diye eleştir ve en sık gittiğin ülke haline getir.  Yaşasın başkanlık… Sevsinler bu düzeni…