Pazartesi, Ağustos 31, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ – 4


GÜNLÜKLER

1950 yıllar, Canım Yurdumun bağrına çöken “yeni tek parti” despotizmi mucibince, demokrasi ve özgürlük talebinde bulunmak, “yeter söz milletin” faslından derdest edilmek için yeterlidir, artık... Muhalefet edilmesini bırakın, nihayetinde kendilerinden olunmamasının bile rahatsızlık yarattığı ve tenkil edilmek için yeterli sayıldığı sath-ı mail oluşmuştur gayri... Hani bize bazılarının kakalamaya çalıştığı üzere, “her şey güzelmiş” halinin zinhar oluşmadığı dönemdir aslına bakarsınız... İçine saldırgan kurtları almışların, yüzüne astıkları kuzu postlarının, kendilerini çok fazla koruyabilmeleri mümkün değildir, çünkü kurt içeride de olsa kuzuya baskın çıkmaktadır. Kendilerine itiraz edilmediği sürece son derece uyumlu, kapının önünde başka, kapı arkasında başka konuşmaları, uysal ve çelebi görünmeleri sahte olup, asla ve kata uzun süreli olamamaktadır, içlerinde kurtlar onları önünde sonunda ama sürekli ele vermektedirler... Bunun en iyi anlaşıldığı ya da sobelendiği yerler de, kendi mahremleri olarak sonsuza kadar kalması gereken ancak bazen bunun da ihlal edilmesi sonucu dışarıya vuran, tutulan “günlük”lerdir. Dönemi yansıtması açısından, önemi ve görevi itibariyle çok da ciddiye alınması gereken bir kişinin, Ethem Menderes’in günlüklerinden, çok önemli ve günümüze tutacağı ışık açısından önemli bulduğum bölümleri aşağıda aktarıyorum. Bilindiği üzere, Ethem Menderes (1899-1992) Adnan Menderes’in çok yakın çalışma arkadaşı, aynı zamana içişleri, savunma, bayındırlık ve devlet bakanı olarak görev yapmış, Başvekil Adnan Menderes, Ethem Menderes’te o kadar büyük bir sevgi oluşmasına sahiptir ki, onun “Ertekin” olan soyadını bile çabucacık değiştirip, kendisine yakınlığını daha da ileriye taşıdı. İşte, bizlere demokrasi şehidi, diye takdim edilen, oysa vaka-i nüvis olmayan kayıtlara göre ise, şeriatın, edebiyata, musikiye, adliyeye, tapuya, nafıaya, vakıflara sinmesine ya da çökmesine yol veren, şeriatın vaiz ile imam ile taaa köylere kadar bir saltanat kurmasına zemin hazırlayan  Başvekil Adnan Menderes’e bu kadar yakın olan birinin bile ilerleyen yıllarda neler düşündüğünü, nelerden korktuğunu hatta nelerden dehşete düştüğünü anlatan, “Ethem  Menderes günlüğü”nden kısa birkaç not... Falih Rıfkı Atay’ın bir sözüne göre de; Türkiye’de demokrasi hoca ve mürteci saltanatı demektir... Lafın tamamı da cahile söylenirmiş, işte...

8 kasım 1957: Grubun havasını beğenmiyorum. Dün gece Samet (Ağaoğlu), Şem’i (Ergin), Hayrettin (Erkmen) vesaire arkadaşlar Cumhurreisi’ne (Celal Bayar) davetli idi. Bayar, “Tehlikeli vaziyetteyiz, icap ederse diktatörlükle idare edeceğiz” demiş, dinleyenler üzerinde tesir menfi. (Bu hava) Yavaş yavaş grup içinde yayılıyor, Hayrettin endişede, Şem’i tenkit ediyor; Samet de.

14 Kasım 1957: (Celal Bayar’ın) Umur motöründe (teknesinde) Cevat Açıkalın ve Fahrettin Kerim (Gökay) ile beraber konuştuk. Açıkalın daha sonra geldi. Bayar “icap ederse İsmet Paşa’yı da sehpaya götürmekte hiç tereddüt etmem” dedi. Korkunç ihtiras. Böyle bir sebep hiçbir zaman mevcut olamaz. Bu telkinler karşılıklı, Başvekil’le (Adnan Menderes) hangisinden çıkıyor acaba?

11 Haziran 1958: Başvekil (Adnan  Menderes) milletvekili Fahri Ağaoğlu’nun gruptaki konuşması münasebetiyle çok ağır konuştu. Kırıcı mukabele taraftarı. Başvekilliği bırakmamak için silaha dahi müracaat edeceğini söyledi. Bir nevi delilik alameti.

9 Mayıs 1959: Başvekil (Adnan Menderes) İzmir’de İsmet Paşa’ya (İnönü) selam durdurulan emniyet ekibinin subayı hakkında sordu. Emniyet ekibini selama durduran subayın vaziyetini halletmek mühim imiş? Küçük işlerden kurtulamayacaklar.

6 Haziran 1959: İktidarımız durmadan yıpranmakta. Zavallı Başvekil (Adnan Menderes) 78 ay evvel “Vatan Cephesi harekatı ile üç, beş ay içinde Halk Partisini boş çuvala çevireceğim” demişti. Zeka ile idraksizlik bir arada.

7 Ekim 1959: (Başbakan) Menderes, Avni Doğan’a “seçimi kaybedeceğimizi hissedersem Halk Partisi’ni dağıtırım, yine iktidarda kalırım” demiş. Düşüncesi de bu; “Radyo mücadelesi ile Halk Partisini eriteceğim, İsmet Paşa’yı mahvedeceğim” diyor.

Türkiye siyasal gelişimi içinde, gericileşme ve irtica, her zaman demokratik bir kılıf bularak, arkasına da bazen “yetmez ama evet”çiler kadar solcuları takarak, aman hemen bugüne gelmeyin, merak edenler “Demokrat Partinin” de yetmez ama evetçilerine bakabilir, artarak devam etmiştir ve etmektedir de... Türkiye Cumhuriyeti’nde, gericileşmenin ve irticanın önünü sonuna kadar açmış, hatta “siz isterseniz şeriatı bile getirebilirsiniz” sözü ile daim ve kaim kılmış, irticanın bir siyasal ideoloji haline gelmesini temin etmiş bir partinin “Demokrat” olarak anılması kadar absürd bir durum olmasa gerek... Taze demokrasi girişimini, ABD nin de isteği doğrultusunda, irtica ve gericiliğin kucağına oturtarak, bugünkülerine de öncülü olmaktan iftihar etme fırsatı verdikleri için, sürekli yad edilmekte olsalar da, asla ve kat’a, mutlakiyet özlemlerini gizleyememişlerdir.

Hiçbir şey ve hiç bir eylem idam ile cezalandırılmayı makul ve haklı kılmaz, kılmamalıdır, ancak artık birilerinin de bize “Demokrasi şehidi” kakalamasını bırakmasını istiyoruz... Daha çok günlükler var...Vakit buldukça yayınlayacağım...

 

Cumartesi, Ağustos 22, 2015

SAVAŞI ZENGİNLER ÇIKARIR, FAKİRLER ÖLÜR

Savaş bilindiği üzere yoksulları vuran, zenginleri daha da zengin eden ve hatta savaş zengini haline getiren, siyasilerin siyasi ömürlerini uzatan, siyasilerin sobelenmesinin önüne geçen, savaş kışkırtıcılarını adeta kutsallaştıran, kapitalizmin krizi karşısında yeni fırsatlar yaratan ve nihayetinde tüm insanlığı tehdit eden bir insanlık suçudur...

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, hemen seçimler öncesi, inanılmayan ve güvenilmeyen ama çaresizlikten umutvar bir durum diye değerlendirilen; “Silahlı mücadelenin, yerini, demokratik siyasete bırakmasının” sözü, ne yazık ki, seçimlerde gerekli desteğin verilmemesinin muhtemel bir sonucu olarak, konuya yaklaşım, “Allah bir daha bu millete evlatlarını şehit verme fedakarlığı yaratacak şartları göstermesin. Ama gerektiğinde sizler ve bizler bu vatan için, gelecek için evlatlarımızı da kendimizi de feda etmeye hazırız. Bu fedakarlığı da dünya alem bilmelidir” şekline evrilince, artık olanlar olmuş... Artık zemberek attı ya; kaç silahı olduğunu açıklayanlar mı ararsın, mühimmat stokunun ne olduğunu açıklayanlar mı ararsın, kimse gelmezse bile kanının son damlasına kadar savaşacağını ilan eden devlet büyükleri mi ararsın, artık ortalık Zaloğlu Rüstem’lerden geçilmez hale dönmüş, at izi it izine karışmıştır. Bu savaşla ilgili söylenebilecek en güzel sözleri, aslında yüreklerine ateş topu düşmüş, her iki tarafın yakınları söylemektedirler, ama kim dinleye, kim duya bu feryadı...Hemen hemen birbirine çok benzer kelamlar edilmekte; “Halklar bin yıldır kardeşçe, birlikte yaşadı ve yaşamakta. Halklar arasında sorun yok. Bu sorun küçük bir elit kesimin çıkar sorunu. Artık bu sorunu bitirin, bir çözüm getirin. Anadolu'daki fakir çocuklar artık ölmesin. Bu sorun çözülmezse herkes bu kanda boğulacak. Kimsenin, Kürt'le, Türk’le, Çerkez’le, Laz’la bir sorunu yok. Halklar kardeşçe yaşıyor. Bu mozaik ayrılırsa hiçbir millet için iyi olmaz”... Nokta...

Elbet birgün Canım Yurdumun insanı da anlayacaktır, önlerine dayatılan bu savaşın; gençlerin yitimi, kan, gözyaşı, matem, işkence, tecavüz, yoksulluk, tahribat, işsizlik demek olduğunu, barışın ise; artık, gençlerin yitimi, kan, gözyaşı, matem, işkence, tecavüz, yoksulluk, tahribat, işsizlik olmadığını...
Birgün bu topraklar da, barış yüzü görecek ve işte o zaman, bugünün bu savaş sevicileri lanetle anılacaktır, bunu daha önceki pratikler böyle göstermiştir ve de bunun böyle olacağına dair en ufak bir şüphem bulunmamaktadır. Türk ve Kürt analarının, şehitleri ardından döktükleri gözyaşı elbet birgün, nehirlere dönüşüp, bu savaş sevicilerini boğacaktır... Nedir bu ülkenin, bu açık ve gizli savaş çığırtkanlarından çektiği, yeterin be düşün, Canım Yordumun yakasından... Bakın bakalım, tüm şehit askerlerin, askerlik sonrası beklentilerine, hangisinin planında siyasete atılmak var, tam aksine tamamına yakınının, köyündeki ya da sıladaki yavuklusuna ya da çocuklarına kavuşmak, anasına ve babasına kavuşmak, iş güç kurmak ve çoluk çocuğa karışmaktan başka ne var... Ve elbet bu topraklarda da birgün anlaşılacaktır ki, en kutsal şey insan yaşamıdır, ne birilerinin siyasi ikballeri, ne de diğerlerinin ekonomik ikballeri yaşama hakkından daha kutsaldır...

Fransız yazar ve düşünür, Jean-Paul Sartre’a ait olan; “savaşı zenginler çıkarır, fakirler ölür” sözünün siyasi, ahlaki, sosyolojik ve ekonomik “stratejik derinlik”i anlaşılması ve gereğinin yerine getirilirmesi en büyük dileğim olup, günün anlam ve önemini ifade etmesi açısından önemi olan bir fıkra ile bitireyim.

Ahal-i Osmanide, yeniçeri ve sipahi gibi sürekli askerliğin yanı sıra seferberlik hallerinde zorunlu askere alınma da varmış. Padişah efendinin değerlendirmeleri neticesi İhtiyaç hasıl olduğunda, seferberlik ve savaş hallerinde, 18 – 45 yaş aralığında askerliğe müsait tüm erkekler silah altına alınırmış. Mezkur fıkramızın konusunu oluşturan, Anadolu’nun bir köyünde, köylünün biri, üç erkek evlada sahiptir ve bunlarla birlikte tarım yaparak hayatlarını idame ettirirler. Osmanlı’nın bitmek tükenmek bilmeyen küffar üstüne seferlerinden birinde, sipahiler köylünün de kapısını çalarlar, padişah fermanı uyarınca köylünün büyük oğlu askere alınır, alınır ama alınış o alınış. Büyük oğlan artık şehit olmuştur, kutsal padişahın kutsal savaşı uğruna... Köylü büyük oğlunun şehitlik mertebesine varmasının acısı ve yası henüz taze iken, padişahın baharda yeni bir seferi söz konusudur, kefere dünyasına... Bu kapsamda köylünün kapısı yine çalınır, ortanca oğlanı da seferberlik kapsamında sialh altına alırlar... Nihayi sonuç değişmez, kısa süre sonra kapısı çalınır, kara haber gelir, ortanca oğul da şehadet şerbeti içmiştir. Küffarla girilen bu cenklerden sürekli şehadet şerbeti içmek garip köylü çocuklarına düşer ya, köylünün içine ateş topu düşmesine rağmen oğlunun şehitlik mertebesine ulaşmasından ötürü, içinin yanmasına rağmen sesini de çıkaramaz. Günlerden birgün yine köylünün kapısı sipahiler tarafından çalınır, köylü yiğit gibi 2 evladının acılarını kalbine gömmeğe uğraşır, tevekkül içinde hayatını idame ettirirken, kapıdaki sipahileri görünce, yine padişahın kefere üstüne seferberlik düzenlediğini ve sıranın 3. oğluna geldiğini anlar... Yine sipahiler aynı minval üstünde, padişah topraklarının korunması ve genişletilmesi üstüne, kahramanlık destanları düzüp, küffara karşı cihadın, şehadet şerbetinin kutsaliyeti üstüne nutuk atarak, “oğlunu askere alacağız” demeleri üstüne, “gidin sarayda ki padişahınıza söyleyin, benim zürriyetime güvenerek küffara harp ilan etmeye”..

Benden bu kadar...




Pazar, Ağustos 09, 2015

BAHANE BULMA PROFESÖRLERİ

Kars İli, Allahüekber dağlarının eteğinde Selim İlçesi, Bozkuş köyü, dönem itibariyle 400 haneli ve bölgenin en büyük köylerinden biridir, dağlardan gelen ve hemen köyün yanından geçen oldukça büyük ve yaz kış akan deresi, fazla geniş olmamakla birlikte verimli bir araziye sahip bir köydür. Karların eridiği dönemlerde, suyun karşısına geçmenin bir mesele olduğu, kurak geçiyor denildiği dönemde bile karşıdan karşıya at ya da öküz arabaları ile geçilebildiği bu dere aslında doğa vergisi olarak susuzluk sorunu yaşanmasının önünde en önemli engeldir. Bir keresinde yağışlar eskisi gibi olmayınca ve aslında dere yine gümbür gümbür akmakta iken, toplumda her şey Allahtan beklenir ya, bir yağmur duası yapalım, işi kolaylaştıralım fikri takıntısı hasıl olur. Hemen Hoca Efendiye müracaat edilir, Hoca efendi düşünür taşınır ve planını açıklar. Köy ahalisi evlerinde, küçük küçük pasta benzeri ama yerel dilde “kıkırık” denen çörekler-kurabiyeler hazırlayacak, ama ahalinin hiçte alışık olmadığı biçimde hafifte tuz ilave edilecek bu çöreklere-kurabiyelere ki, yiyen muhteremlerin canı su çekecek ve canı su çekenlerin can-ı gönülden, “mevlam su ver” ritüeline katılım ve katkıları sağlanacak. Hoca efendinin umurunda değil tabii ki yaşlıların ve tansiyon sıkıntısı olanların durumu, onun gözünde varsa yoksa milletin içi yana, ta içlerden gelen mezkur yangına uygun bir şekilde duaya katıla… Maksat yağmur duası ya, insanın içi yansın ki, talep güçlü olsun…
Derenin karşı tarafındaki harman yerine gidilecek, bir anlamda piknik düzeneği içinde kurabiyeler yenilecek, hutbe okunacak, mağfiret dilenecek, yağmur duası edilecek ve beklenecek yağmur… Oysa dere gürül gürül akar, çok şükür ki motopomplar icat edilmiş, traktörler icat edilmiş, su tankları icat edilmiş, su hortumları icat edilmiş, ama kolayına kaçmakta beis yoktur. Hatta derenin suyu ile bir taraftan da değirmen çalıştırılmakta, tıpkı övendire misali… Olsun ne gam, ne keder… Su neden zahmet edilerek taşınsın, neden ciddi bir masraf ve çaba harcansın… Mademki Müslüman toplumuz, yalvarılır yakarılır Allah’a, sorun çözülür…   
Gün geldi çattı, sabahtan her katılan abdest tazeleyerek derenin karşısındaki harman yerlerine gitmek için hazırlandı, öncelikle çocuklar taşındı öküz arabaları ile karşıya… Kalabalık adeta mahşer yerine çevirir harmanlar bölgesini… Çocuklar tatlı olmadığı için çörek-kurabiyelere fazla teveccüh göstermeyince büyüklere iş düşer bir taraftan yesinler diye çocuklara ayar verirlerken diğer taraftan da hepsini yer bitirirler, içleri yanıp susadıkça suya ve de dolayısıyla yağmura hasret artar…
Ahali yağmur duası yapılacak alana gelince; duadan önce verilmesi vacip olan sadakalar verilir, yapılan haksızlıklar için helallikler zikredilir, Hocanın arkasında, cemaatle kılınması mendup olan 2 rekat namaz eda edilir… Hoca ahaliye döner ve neden bunların yaşandığına dair geniş ama pek anlaşılmayan bir hutbe verir… Hoca kıbleye döner, ahali arkasında ayakta saf tutar, Allahtan Müslümanlar için mağfiret dilenir, yağmur için Allaha yalvarılır yakarılır…
İçleri yanmış ama gönülleri yaşanan huş içerisindeki günün manasına uygun biçimde dingin vaziyette evlere dönülür… Akşamüstü, gökyüzünü yavaştan kara bulutlar kaplar ve aniden büyük bir gök gürültüsünü takiben yoğun bir yağmur başlar, bilahare yağış iri taneli doluya dönüşür… Sonuç itibariyle bir felakete dönüşen yağmur, tarlalarda hasadı bekleyen ürünleri tarumar eder, köylünün iyi olsun diye beklediği ürün tamamen yok olur…
Sinirler çok gergindir, hasarın çok büyük olmasını bir türlü içine sindiremeyen ahali, yaşanan dolu felaketinin müsebbibi olarak Hocayı görür, Hoca; ya duayı yanlış okumuştur, ya da yanlış bir şeyler yapmıştır, neyse gayri, her ne şekil değerlendirilmişse… Köyde hareketlilik başlar, sopasını, baltasını, küreğini ya da çapasını kapan burnundan soluyarak dayanır cami havlusundaki hocanın yaşadığı eve… Hoca çık dışarıya, yaşanan felaketin hesabını ver diye bağırtılar artıkça hoca, daha sağlam tahkim eder kapıyı bacayı… Tabii ki çıkmaz dışarıya, korku dağları sarmıştır… Aradan birkaç gün geçer, sinirler az da olsa yatışır, hocaya saldırma hocayı linç etme arzusu biter… Araya da giren önemli erkanlar vasıtasıyla, hoca ile konuşulur ve hoca; tüm suçu çöreklerin-kurabiyelerin içine konulan tuzun miktarına yükler… Ben bunlara kıkırıkların (çörek-kurabiyelerin) içine azıcık tuz koyun dedim bunlar gitmişler, tuzluk doldurur gibi tuz doldurmuşlar, az koysaydılar yağmur yağacaktı çok koymuşlar dolu yağdı diye durumu izah etmiştir…
Yaşanmış bu hikayeden, bugüne taşınacak hissemiz; yaşam, iyi bahane üretenlerin gemisini iyi yürüttüğü, yapamadıklarını meşrulaştırmak adına güzelce gizlediği bir düzenek haline gelmiş olmasıdır… Elektrikler kesilir, kediler trafolara girmiş olur… Madenciler katliam gibi iş kazalarında ölür, ihale işin fıtratına gider… Seller ortalığı götürür, doğayı biz mahvettik denilmez, takdiri ilahi’ye sığınılır… vs… vs… Tam bir “anne cici, baba kaka” yaklaşımı, sevsinler sizi ve mantığınızı… "Osuraklı g.t. çavdar ekmeği bahane" gibi muhteşem bir söz yaratma kabiliyetine haiz bir toplumun, bahane üretme profesörleri karşısında, dut yemiş bülbüle dönmesini de anlamak hiç mümkün değildir…


Pazartesi, Ağustos 03, 2015

FARELİ KÖYÜN KAVALCISI

“Fareli Köyün Kavalcısı” hikayesi, yaygın olarak bilinen ve Ortaçağ Almanya’sında geçtiği düşünülen, gerçekte pek çok çocuğun evlerinden döneme uygun malum nedenlerle ayrılıp ve sonra da ölümleriyle sonuçlanan bir olaydan hareketle önemli bazı yazarların hikayelerinde yer almış bir hikaye olup, günümüzü yansıtması açısından da ayrıca özel bir öneme sahiptir.
Hikaye; savaş öncesi canım yurduma bir, “kıssadan hisse”si bol olmak kaydıyla, aynen aşağıdaki gibidir.
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer tellal, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir köy varmış. Günlerden bir gün, mezkur köyün bütün evlerine fareler dadanmış, binlerce fare köyün sokaklarında, evlerinde dolaşmaya başlamış. Köylüler yatak odalarına gitseler, mutfağa girseler farelerden kurtulamıyorlar, fareler ne bulurlarsa yiyorlarmış. Halk ne yapacağını şaşırmış vaziyette, Muhtardan bu işe bir çare bulmasını istemiş. Muhtarın da elinden bir şey gelmiyor ve böylece köyün adı “fareli köy”e çıkmış… Günlerden bir gün fareli köye bir kavalcı gelir, Muhtara: “Eğer bana bir kese altın verirseniz, köyü farelerden temizlerim” der, tüm köy halkı bu habere sevinerek, aralarında hemen kavalcının istediği bir kese altını toparlamış ve muhtara teslim etmişler. Halkın tek istediği bu farelerden kurtulmakmış. Kavalcı isteğinin kabul edildiğini görünce başlar kavalını çalmaya ve kavaldan öyle tatlı, öyle güzel sesler çıkar ki, fareler saklandıkları yerlerden akın akın çıkarak kavalcının yanına toplanır, kısa sürede kavalcının etrafı yüzbinlerce fare ile dolar, köydeki bütün fareler kavalcının etrafında toplandığı sırada kavalcı yürümeye başlar, Köye gelirken gördüğü dereye doğru yürür, kavalcı önde kavalını üfler, fareler peşinden gelir, kavalcı dere kenarına geldiğinde suyun içine yürür, farelerde peşinden gelince, hepsi suda boğulur ve ölür. Kavalcı bütün farelerin öldüğünü görünce de, ödülü olan bir kese altını almak için hemen köye geri dönmüş.
Fareleri yok eden başarısından sevinç duyduğu için, emin adımlarla yürür ve köye varınca: “Bir kese altınımı alırım. Bu altınlarla şehre gider, zengin insanlar arasına katılır ve rahat yaşamaya başlarım” diye düşünmüş. Bu düşüncelerle muhtarın yanına varan kavalcı muhtardan ödülü olan bir kese altını ister, Muhtar oyunbozanlık yapar “Nasıl olsa farelerden kurtulduk, bir kese altını vermesem olur” diye düşünür. Kavalcıya çeşitli bahaneler göstererek altınları vermez, kavalcı kandırıldığını anlayınca: “Ben size bir oyun oynayayım da görün” der ve başlar kavalını çalmaya, kavalın büyülü sesini duyan köyün bütün çoçukları kavalcının yanına koşar, kavalcı hem kavalını üfler hem de yürümeye başlar, köyün tüm çocukları kavalcının peşinden gider, Köyde hiç çocuk kalmaz, analar babalar başlar kara kara düşünmeye… Köylüler muhtara gider: “Ne yapacağız, ne edeceğiz, sen kavalcının hakkı olan bir kese altını vermeliydin. Bak şimdi çocuklarımızı aldı götürdü” derler… Kavalcı kızgın kızgın, peşinde çocuklarla birlikte ormana varmış, yorgunluk çökünce de, ormanda bir ağacın altında uykuya dalmış, kavalı kapan bir çocuk ise, arkadaşlarının yanına gelmesi için başlamış çalmaya, kavalın sesini duyan çocuklar hemen ormanda toplanırlar ve annelerinin babalarının yanına dönerler. Analar, babalar çok sevinir, şenlikler düzenlenir,  kırk gün kırk gece bayram edilir… Onlar erer muradına, biz çıkarız kerevetine…
Siz, artık bundan sonra; farelerin gittiğine mi, yoksa çocukların gittiğine mi üzülürsünüz, kendiniz karar verin... Hani çocukların yerine farelerin gittiğine üzülenlerin bol olduğu yeterince bilinmekte olup, kimsenin sesi soluğu çıkmamaktadır yine de... Her şey iyi giderken fareler götürülürken, aman bu götürme işinin sonu kötü bitebilir diye uyarılara kulak kapatanların, sıra çocuklarına da geleceğini bilemezler ya hikayenin sonu bu yüzden kötüdür işte… Mezkur hikayede; kim kavalcı, kim muhtar, kim köylü, kim fare, kim çocuk, tamamen size kalmış… Senaryo bu, kime hangi rolü verirseniz verin gayri…
Bugün savaş tamtamları çalanlara inat, büyük usta Nazım hikmet şiiri ile devam hayata;
kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli
Oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
Büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
Gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
Külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
Hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
Kağıt gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı,
Teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin

Şeker de yiyebilsinler.

Salı, Temmuz 28, 2015

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK – 8

ÖMÜR BOYU DEVLET BAŞKANLIĞI
Türkmenistan’ın tüm televizyon kanallarının; mecburen, istisnasız ve kesintisiz, kendisinden söz ettiği ya da açılışlarından yapılan haberleri ya da necip Türkmen milletine hitaplarının yayınlandığı, abartmadan söyleyelim ki bu nadide özelliğe sahip bulunan, Yeni Türkmenistan’ın kurucu lideri, Saparmurad Niyazov ya da kendisine hitap edildiği biçimiyle “Türkmenlerin lideri olarak onları aydınlık ve esenliğe çıkaracak yegane Türkmenbaşı’sın” gazı ile “ömür boyu lider” olarak, tamamen kendi isteğinin emir haline dönüşmesine müteakip, avanesi tarafından payelendirilen, bu anlamda özlemlerle yanıp tutuşan diğer dünya liderlerine, tam da örnek teşkil edecek bir liderlik oluşturmuştur. Bazı sözüm ona liderlerde, mademki önlerinde böylesine nadide bir örnek bulunmaktadır, hiç sakınmadan, çekinmeden hatta arlanmadan bu örnekten esinlenerek, kendi ikballeri için, avaneleri vasıtasıyla uygun iklim oluşturmaktan hiç geri durmamışlardır. Gün geçmez ki; mezkur zatın yüce Mevla tarafından bir başkasına bahşedilmemiş bulunan özellikleri, avaneleri tarafından, bulunan her propaganda vasıtasıyla ve her zeminde anlatılmasın… Madem kendileri nadide bir örnektir, alınacaktır netekim... Hele yazdığı ve dillere destan “RUHNAMA” isimli kitabıyla, günümüze ne kattığı ya da katabileceği konusunda ne dediği asla anlaşılamayan ve anlaşılamayacak, mezkur kitap ile derç olunan irade-i seniyenin hikmeti anlaşılamazsa ya da mazallah ezbere bilinmezse, sürücü belgesi dahi alamayacağınız, bir kutsiyet oluşturmaktadır, Muhterem Beyefendi... Pasa propaganda, pasa şişirme operasyonu… Bu kadar gazın insan sağlığını bozacağını bilemeyenler, bir gecede Türkmenistan Komünist Parti 1. Sekreterliğinden, dini bütün, milliyetçi ve mukaddesatçı bir lidere, aksaçlı bir liderden kapkara saçlı, yağız bir lidere nasıl dönüştüğünü, fark ettiklerinde artık her şey için çok geç kalınmıştı…

Türkmenistan’ın az nüfusu olmasına rağmen olabildiğince “doğal gaz” zenginliği, bu anlamda Asya’nın Kuveyt’i ya da “Katar’ı” görüntüsü vereceği umuduyla, paranın gözlerini döndürmüş olduğu her hallerinden belli olan, batının anlı, şanlı “demokrasi sever” liderleri ve önemleri kendilerinden menkul koca koca uluslararası örgütleri tarafından, her şeye rağmen hoş görülen ve karşılanan, bu anlamda da nemalanma ve mamalanma sürdüğü sürece de rejimin ne olduğunun çok bir önemi olmadığı hep bir şekilde tebarüz ettirilmiştir. Hani bugünlerde ülkemizde de çok önemli bir işadamının, “sermaye için huzur önemli olup rejimin ne olduğu önemli değildir” diyerek ne kadar demokrasi havarisi olduğunu vurgulamıştı ya, mezkur konuda dünya ölçeğinde ne yazık ki tam da böyle işlemektedir.

İçeride bu şişinme ve böbürlenmenin yeni tarz bir halifeliğe evrilmesinin dışarıda beklendiği kadar ve her şeye rağmen fazlaca bir karşılığının olamayacağı açık olup, nitekim muhalif olmaları nedeniyle de ülkede barınamayıp dışarıya gidenler, bu akıl dışı gelişmeleri reddederek karşı duruşu örgütlemeye başlarlar… Ancak; lugatlarında muhalif ve muhaliflik gibi kavramların olmadığı çok açık olan mezkur zat ve benzerleri için, bu kabul edilemez bir durumdur, nitekim bu muhalifliğin bedelini içerideki gelişmelerden huzursuz olan ancak yine de pek etliye-sütlüye karışmayan vatandaşlar ödeyeceklerdir. Kendi hukuksuz pozisyonunun tahkimi açısından şeytanın bile aklına gelmeyecek işler kotarılırken, gözü dönmüşlüğün ifadesi sayılabilecek bir biçimde yer yerde olsa kendi hayatını bile riske edecek, kendisi gibi bir gecede 180 derece dönen KGB artığı istihbarat örgütünün tavsiyeleri ile olsa gerek, akıldışı operasyonların yapılmasına rıza göstermiştir. Sürekli suikast tehdidi riski propagandası yapılarak, hassasiyet tesisi adına geçtiği yollardaki binaların pencerelerinin bile geçiş sırasında açılmasına müsaade edilemeyecek, sürekli koruma ordusu geliştirilecek ve arttırılacak, sürekli bir görev değişiklikleri furyası yaşanacak vs. vs. Sözlü propagandanın bile artık gelişmelerin önünü kesemediği noktada, devreye sahte suikast girişimleri sokulacak ve Hollywood filmlerindeki benzerlerini aratmayacak senaryolar yazılacak ve uygulanacaktır… Hedef alınması üstünden hamaset ile pozisyon daha güçlü tahkim edilecek, muhalefet bu yolla susturulacak, bir yandan cadı avı başlatılacak, hülasa “ya tarafsın ya da bertarafsın” fikri beyinlere çakılarak, kendinden yana olmayanların yaşam hakları ellerinden alınacaktır…

Akıllara ziyan senaryolarda, profesyoneller rol almak istemeyince çok amatörlerle düzenlenen suikast görüntüleri sırıtacakmış kimin umuruna, bulursun 3-5 tane kriminal, yazılmış senaryo gereği düzenlersin bir düzmece saldırı, hayatında uyuşturucu içmekten öteye suçu olmamış adamları suikastçı ilan edersin, başlarsın cadı avına, bu suikast ardında oldukları gerekçesiyle de kim var, kim yok, tenkil edersin olmadı tıkarsın içeriye, aha da sana huzur ortamı… Hatta bir keresinde, bir Türkiye firmasında çalışan 6 işçiyi bile benzer iddialarla tutukladıkları bir vakadır… Yaşasın benzemenin dayanılmaz cazibesi…

Pazartesi, Temmuz 20, 2015

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI BÖLÜM-9

“Bize plan değil, pilav lazım”
Başlık; 1960lar sonuna denk gelen tarihlerdeki bir seçim öncesi, populist bir laf ve bilahare de slogan haline gelmiş, bir sözdür… Lafın mucidi ise, Türkiye siyasi hayatının en tanınan ve en meşhur, sağ, muhafazakar, dindar ve lümpen tabanı oportünist politikalara kurban etme konusunda ABD tarafından teçhiz ve tedris edilmiş ve aslında içimizdeki Amerikalılara da ilk ve nadide örneklerden sayılabilecek, meseleleri ciddiye almama konusunda bir uzman, bir dilbaz, bir laf cambazı, bir hazırcevap, bir demagog, bu anlamda bir hayli ve kendisini de aşmış ardıl yetişmesine zemin hazırlamış ve adı “bir bilene” çıkmış, muhteşem Süleyman’dır… Aslında; tabii ki, kendisinin “plan yerine pilava ihtiyaç vardır” demesine bakmayın, kesinlikle bir planı vardır ve de oda memleketi bugünlere hazırlamak idi… Ardılları da “devlet don üretmez” diyerek öncülünün açtığı yoldan ilerleyerek bugünlere gelen bir yol izlemişlerdir… Onların planı, ver pilavı, ver makarnayı al oyu sonra memleket çöksün dizlerinin üstüne, kalsın işler 3-5 müteahhide… Gerçekte ise yapılan her planı pilava çevirerek kime ve nasıl yedirdiklerini ve kimlerin ne kadar semirdiklerini de bizler yaşayarak iyi biliyoruz, ya neyse… Daha da doğrusu, bu muhterem ve muhteşem zat önderliğindeki AP, vatandaşa ne plan, ne de pilav vermişlerdir ya, hepsini kendileri yemişlerdir, ama Allah var fizikleri de bunu hiç yalanlamamıştır. Ayrıca bu millete yaraşan son da kaçınılmaz olmuş ve pilav yemeğe giderken, kuru ekmeğe, kuru soğana muhtaç olmuşlardır… İnanmayanlara ya da abarttığımı düşünenlere; çok sonraları da olsa muhatabının kalp krizi geçirerek ölmesine rağmen bu çokbilmiş, muhterem ve muhteşem zat “verdiysem ben verdim” diyerek tarihe geçtiği olaya bakmalarını şiddetle öneririm…

Şimdi de bu karikatürize sözün; söylendiği zaman, mekân ve teknik terakkiye bakalım kısaca… Aslında çelişki gibi görünse de, son derece basit ve izah edilebilir bir şekilde, fakru zaruretin yoğun olduğu Türkiye Cumhuriyeti kuruluş yıllarında başlayan planlı kalkınma tercihi ve geleneği, ne yazık ki bu geleneğin mensupları tarafından 27 Mayıs 1960’ta yapılan askeri bir darbe ardından da el konulan devlet yönetimi, Türkiye’nin ekonomik ve sosyal kalkınmasını planlamak ve siyasi iktidarlara danışmanlık yapmak üzere 30 Eylül 1960’ta Devlet Planlama Teşkilatını (DPT) kurarlar… Artık kalkınmayı planlayacak ve bu anlamda hayatın her detayındaki ve alanındaki ihtiyaçları öngörecek projeksiyonlar yapacak bir kurum vardır… Ve devleti yönetenlerinde plan yaparak çalışmak gibi de bir azmi vardır gayri… Diğer taraftan planlamanın hele hele de, cılız ve göbekten dışarıya bağlı olan hakim sınıfları olan bir ülkenin böyle bir disipline ihtiyacı yoktur, tam tersine plansızlığın da bir plan olması düsturdur mezkur sınıflar için… Mezkur sınıfların rutin işlerini gördürmek üzere bindirilmiş kıtaları vardır ve görevdedirler, “plan gomonist işidir” girizgahı ile konuya dalarlar, hesapsızlığın-kitapsızlığın, göçerlere has bir şiar olabileceği biçimiyle de, “bize plan değil pilav lazım” sözüne sarılırlar… Ve tabanda bulur bu tür salak sepet yaklaşım, tıpkı sonraları edilen kelamlar gibi…

Yaklaşık, 50 yıldır, “plan yerine pilav lazım” sözü mucibince yemediğimiz pilav kalmadı, maşallah, sadesi, domateslisi, etlisi, tavuklusu, karideslisi, ahtapotlusu, soslusu, sossuzu, patateslisi, soğanlısı vs. vs., ye Memet ye… Ha bu arada yenilen kazıklar mı? O kadar olacak tabii ki… Ancak gelinen nokta ne yazık ki, yarımlığımızın, yamalaklığımızın, eksikliğimizin, boşvermişliğimizin, baş tacı edildiği nokta olup, 30 Tl yevmiye karşılığı kamyon kasalarında çalışmaya giderken trafik kazalarında ölen insanlarımızı görmezden gelip, komşumuz Yunanistan’da bankalardan günde 60 Euro çekilmesine güler hale gelişimizin çaresizliğidir… Allah selamet versin… Ne diyelim pilava devam… Al sana pilav, memlekette 10.000 ihtiyaç olan bir meslek grubundan 200.000 adet meslek erbabı yetiştirirsin, sonra bunları hangi kadrolara atayacağım diye düşünür durursun… Ziraat Mühendisinden Öğretmen, Öğretmenden Pazarcı, İmamdan Mühendis yaratır durursun ve sonra da bu işler neden sarpa sardı diye düşünür durursun…

İdealist bir yaklaşıma karşı söylenmiş bu kabil populist lafların peşine düşenlerin çoğunluğu oluşturduğu Canım Yurdumun hallerinin bu olması da hiç sürpriz değildir zaten… Dün pilav için oy vermişlerin geldiği son nokta da ısınmak için kömür teminine oy vermek olmuştur… Ama Allah var, bu lafın karşılık bulması için de; bu mezkur ve meşhur zat çok ta ciddi çaba harcamış olup karşılığını da hep görmüştür…

Son sözler, Aşık Mahsuni’den olsun:

Mevlam gör diyerek iki göz vermiş
Bilmem ağlasam mı? Ağlamasam mı?
Dura dura bir sel oldum erenler
Bilmem çağlasam mı? Çağlamasam mı?
Yoksulun sırtından doyan doyana
Bunu gören yürek nasıl dayana
Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana
Bilmem söylesem mi? söylemesem mi?
Mahsuni Şerifim dindir acını
Bazı acılardan al ilacını
Pir sultanlar gibi darağacını,
Bilmem boylasam mı boylamasam mı?

Pazartesi, Temmuz 13, 2015

İTİBARDAN TASARRUF OLMAZ

“Yabancılar sarayı görünce haa bu devlet büyük devlet diyorlar…” iddia bu, ne diyelim, Allah selamet versin… Ve de bu yüzden lugatımıza yeni bir söz daha katılıyor… İtibardan tasarruf olmaz… Vay ki vay… Aslında durumu izaha uygun daha güzel sözler var, “kel başa şimşir tarak” ya da “ayranın yok içmeye atla gidersin suya” gibilerden… Şakası bir yana aslında “israftan itibar olmaz” şeklinde söylenmeliydi… Eeee ne de olsa öykündüğümüz geride bıraktığımız devri, tarife bir bakalım… Devlet-i Osmani ahalide, terfi-i temayüz ilim irfan ile olmaz, ya olacak kuvvetli iltimas, ya olacak madeni haz, ya da olacak ten ile temas…
Zaten bu yabancılar da, hep bi salak yaaaa… Hiçbir şeyi bilmezler… Sadece sahip olunan binaya bakarlar… Türkiye hakkında her türlü rapor, analiz ve makale yayınlanıyor ve bu yabancılar Türkiye’ye gelmelerine rağmen bunları okumuyorlar… Eğitim öğretimde Avrupa sonuncusu olduğumuzu bilmiyorlar… Sanayi ve teknolojide ne kadar geride olduğumuzu bilmiyorlar… İşçi ölümlerinde dünya birincisi olduğumuzu bilmiyorlar… İş kazalarında dünya şampiyonu olduğumuzu bilmiyorlar… Kadın cinayetlerinde dünya şampiyonu olduğumuz bilmiyorlar… Basın özgürlüğünde ne kadar geri kaldığımıza bilmiyorlar… Asgari ücretin 970 TL olduğunu bilmiyorlar… Çocuk işçi çalıştırma konusunda dünya birincisi olduğumuzu bilmiyorlar… Çocuk evlilikleri, çocuk gelinler konusunda dünya ikincisi olduğumuzu bilmiyorlar… Oteldeki peçete kağıdı üstünden para tahsili yaptığını iddia eden bakanlarımız olduğunu bilmiyorlar… Parkların imar rantına kurban edildiğini bilmiyorlar… İnternet yasaklarının muktedirlerin iki dudakları arasında olduğunu da bilmiyorlar… Milletin şeyine şey edenlerin muktedirlerce baş tacı edildiğini bilmiyorlar… Polisin destan yazdığını söyleyerek gençlerin öldürülmesinin legalize edildiğini bilmiyorlar… 700 TL ücretle çalışıp 700.000 avroluk saat hediyesinin normal sayıldığını bilmiyorlar… TIR’larla neler taşındığını bilmiyorlar… Trafolara kedilerin girip koca ülkenin elektriklerinin kesilemeyeceğini bilmiyorlar… Bir öncelikli müteahhitin yaptığı bir inşaatın 5 yılda iki defa çökmesi üzerine burada yatır vardır deyip, bilimsel izahatlarda bulunduğu için el üstünde tutulduğunu da bilmiyorlar… Zaten bakire değildi denilerek tecavüzcülere ceza indirimi uygulanıyor olduğu bilmiyorlar… Milletin tamamı Türk değildir denilip milli andın kaldırıldığını ve Milletin tamamın Müslüman değil ama din dersinin zorunlu olduğunu bilmiyorlar… Çalıyor ama çalışıyor algısı karşısında resmi ve hukuki tepki gösterilmediğini bilmiyorlar… Kitaptan alınan verginin pırlantadan alınmadığını bilmiyorlar… Son 10 yılda polis sayısının %88 artmasına rağmen öğretmen sayısının %24 azalmış olduğunu bilmiyorlar… Parsel parsel satılmıştır bilgisine sahip olup gereğini yapmayan bakanların olduğunu bilmiyorlar… Camisiz üniversite kalmasın fikrinin şiar olup, okulsuz öğretmen ya da atanamayan öğretmen kalmasın fikrinin unutulduğunu bilmiyorlar… Otelde insanların benzin dökülerek cayır cayır yakılmasının muktedirler tarafından hoş görüldüğünün bilindiği bilmiyorlar… Gelir dağılımı adaletsizliğinde ön sıraları işgal ettiğimizi bilmiyorlar… vs…vs…
Saraya bakarak ne kadar büyük ülke olduğumuza karar veriyorlar… Hadi biz salakız da yabancılar da mı salak…
Aziz Nesin tarafından aktarılan güzel bir anekdot vardır… “Bizde gelenektir; satıcılar, Karpuzu Kurabiye, Salatalığı badem, kavunu reçel, balığı derya kuzusu, armudu tereyağı, diye satarlar… Bazı iktidarlarda bu geleneğe uyup, zorbalığı demokrasi diye yuttururlar.” Yersen gari… Gerçi ister ye, ister gargara yap tarzında bu sunuşu da vardır ya bu davranışın… Allah selamet versin…
Son söz; Dünya şairi Nazım Hikmet; öncüllerinin üstünden ardıllarını da kapsayacak şekilde dizelere dökmüştür, bu kabil zat-ı şahanelerini…

A…. Bey
Türküler söylendikçe Türk diliyle
Seni seviyorum gülüm, dendikçe Türk diliyle
Türk diliyle gülünüp
Türk diliyle ağıtlar yakıldıkça, A…. Bey,
                Ben anılacağım,
                Anılacak Türk diliyle size sövüşüm.
Tarlalarımıza girmiş değil sizin gibisi yaban domuzunun.
Şehrimiz görmüş değil yangının sizden kanlısını.
Bir adınız var, A…. Bey, adımıza benzeyen.
Dilimiz kuruyor dilimizi konuştuğunuz için.
Bitten, açlıktan, sıtmadan betersiniz.
Yüz Türkiye olsa
          Elinizden de gelse
                Yüzünü de zincire vurur
                        Yüz kere satarsınız.
Milletimin en talihsiz gecesi

                Ana rahmine düştüğünüz gecedir.

Pazar, Temmuz 05, 2015

BİR ONUR İNTİHARI

24.03.2015 tarihli gazeteler; “İZMİT Körfez geçişi asma köprüsünde cumartesi günü “Kediyolu-Catwalk” olarak bilinen halatın kopmasından kendisini sorumlu tutan Japon mühendis 51 yaşındaki Kishi Ryoichi bilek ve boğazını keserek intihar etti. Cesedi Yalova’nın Altınova İlçesi’ndeki mezarlık girişinde bulunan mühendisin intiharı ile ilgili “İnsanlar büyük emek harcadı. Olayın sorumluluğu tamamen bana ait. Kimsenin kusuru bulunmamaktadır” şeklinde bir not bıraktığı belirtildi.” diye bir haber veriyorlardı.

Sürekli olarak muktedirler tarafından, kendilerine engel oluyorlar iddiası ile çıkardıkları yasalarla, yetkilerini tamamen kaldırmak istedikleri mesleki kuruluşumuz TMMOB üyesi İMO (İnşaat Mühendisleri Odası) konuyla ilgili, “Mesleki hataları bir kenara bırakalım, insani nedenlerin bile bir insanın kendi canına kıymasına sebebiyet vermesini anlamamız ve kabul etmemiz mümkün değildir” diye başlayan, “ancak bu vahim olayın içerdiği anlamı vurgulu hale getirmek gerektiği açıktır. Meslektaşımızın taşıdığı sorumluluk bilincinin, mesleki etik anlayışımızın, iş ahlakımızın, insana ve topluma karşı sorumluluk duygumuzun odak noktasına alınması, içselleştirilmesi, özümsenmesi mesleki alanda yaşanan sorunların bir nebze olsa da çözülmesini sağlayacaktır. Bu bireysel tavır, mühendislik proje ve uygulamalarında titiz çalışmanın ne kadar önemli ve sonuç değiştirici olduğunu gözler önüne sermiş, hatayı ve dolayısıyla sorumluluğu üstlenme ve özeleştiri kültürünün önce insanın benliğinde başlaması gerektiğinin, devamında ortak payda ilan edilerek toplumsal yaşamda belirleyici bir konuma taşınmasının, kurumsal bir işleyiş kazandırılmasının zorunluluğuna dikkat çekmiştir.” diye gelişen ve “umuyoruz ki, mühendislerden kamu otoritesine kadar üretim ve denetim sürecinin bütün bileşenleri “onur intiharından” gerekli dersi çıkarır.” diye biten bir açıklama yaparak, konuya nasıl bir anlam ve önem yüklediğini göstermiştir. Gerçi benzer açıklamalar muktedirlerin her zaman tepkisine neden olmakta olup, bu kabil araştırma ve faaliyetlerle toplumu aydınlatma çalışmalarına, her türlü engellemeye karşın devam eden odamız, toplumumuzun “yüz akı” olmaya devam etmektedir.

Bilindiği üzere mezkur olay; Japon Meslektaşımızın muhtemel bir felaketi fark ederek, çalışmalara tedbiren ara verilmesini müteakip ve herhangi bir can kaybına neden olmamasına karşın, ne yazık ki yaşanmıştır. Evet, hiçbir olay bir insanın hayatına son vermesine neden olmamalıdır ancak burada, mağrur Japon toplumunda, kabahat ve kusur işlemiş olmak ve bu kabahatin ve kusurun toplum tarafından bilinir ve konuşulur hale gelmesi, çok büyük utanç vesilesi sayıldığından,  başvurulan bir yöntem olarak öne çıkmaktadır. Peki; bu uygulamanın batılı toplumlardaki yansıması nasıl olmaktadır diye bakıldığında, yaygın uygulamanın, işlenilen kabahat ve kusurun toplum tarafından, ispatlanmamış olmasına rağmen sadece konuşulur olması bile “istifa” nedeni sayılması tezahürü ile karşılaşılmaktadır. Ya bizde olsaydı, ne olurdu, Canım yurdumun insanının “ateş olmayana yerden duman çıkmaz” gibi anlamlı bir sözü olmasına rağmen, bu kusur nasıl örtülür-kapatılır diye çalışılır, hatta önceden fark edip tedbiren çalışmaya ara verdi diye, “iş kaybı” oluşması nedeniyle cezalandırılırdı, hatta bu kusuru ifşa edip, “devlet sırlarını açıkladı” diye hakkında hukuki ve cezai soruşturma bile açılırdı… Haydi bazıları kızmasın diye, yazalım, belki de, tedbiren çalışmaya ara verilip, can kaybının önüne geçildi diye, ödüllendirilirdi…(lütfen gülmeyin)… Gülenlere yazalım; 1999 depreminde, resmi rakamlara göre 19.500 gayri resmi rakamlara göre yaklaşık 40.000 kişi depremde yitiriliyor, sonuç ne oluyor, müteahhit diye emekli öğretmen Veli Göçer’in sırtına yükleniyor bütün günah, geçmiş olsun, Allahın takdiri… Riskli alanları imara açarak rant ekonomisinden beslenenler, riskli alana göre proje oluşturmayanlar, riskli alanlara göre oluşturulan projeleri maliyeti yüksek diye uygulamayanlar, projeleri kontrol edenler, denetim yapanlar, iskan verenler vs. vs. geçmiş olsun…

Durumumuzu yansıtması açısından, bir hayli beğendiğim bir meşhur fıkra ile konuyu tamamlayayım… Bir köprü yapımı için, bir Japon, bir Rus, bir Türk Firması konsorsiyum yapar, köprü inşaatı tamamlanmak üzere iken, çöker ve konsorsiyum firmaları yetkilileri incelemeye gelirler, Japon hayretler içinde kendi projelerinde bir hata olmasının mümkün olamayacağını, Ruslar kendi imalatları olan çeliklerin kusurlu olamayacağını tartışırlarken, Türk yetkililer ise kendi aralarında, “bak iyi ki çimento koymamışız, yoksa zay olacaktı” diye konuşurlar… Allah selamet versin…


“anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az”

Salı, Haziran 30, 2015

BAĞCIYI DÖVMEK

Bilindiği üzere; dinlenme, eğlenme, görme, tanıma ve öğrenme benzeri amaçlarla yapılan gezi anlamına gelen “Turizm” ve sonuçta “destinasyon”; bugünkü içeriğiyle mezkûr tarife, benim köklü itiraz ve çekincelerime rağmen, yerleşik genel kanı ve içinde bulunduğumuz sistemin kabulleri ve tarifleri açısından çok insanı çekebilmek, çok insan için cazibe alanı olmaktır. Peki; mezkûr tarife uygunluğu bakımından, ÇEŞME, ister deniz, plaj gibi cazibeleri, ister her yer sıcaktan bunalırken oldukça serin ve rutubetsiz bir ortamda bulunma konforu, ister merak edilerek görülmeye gelinmesi, ister festivallere katılmak ya da izlemek, ister eğlenme amaçlı konserleri izleme, ister tarihi kalıntı-buluntuları görme isteği, ister oldukça meşhur termal sulardan yararlanma, ister meşhur balık restoranlarında deniz mahsulleri yemenin zevkine varmak, ister kongre merkezlerinde neler olduğunu izlemek gibi faaliyetlerde sınıfı geçmiş midir? Görünen ve anlaşılan o ki ziyadesiyle geçmiş görünmektedir. Peki, konu ile ilgili atılması gereken daha çok adım olmadığı anlamına gelir mi? Asla ve kata… Yapılacak daha çok şey vardır ve zaman içinde de yapılacaktır diye ummaktayız…
Bugünlerde Çeşme sokaklarında dolaşır iken kulak misafiri olduğunuz ya da açıktan dinlediğiniz en önemli konu nedir… Münafık, “Üç pide 200Tl.” diye başlayan bir yazı yazmış ya, 3 adet 1,5 pidenin 200 Tl.ye satıldığı pidecinin kim olduğu konusu herkesin dilinde… Herkesin ittifakla en fazla uğranılan 3 adet pideci dediği; Dost, Kır çiçeği, Elit, fiyatları ile yaptıkları hesaplarla bir türlü bulunamayan 200 Tl. ve tam da bu yüzden insanlar mezkur münafığı, bulabildikleri en güzel kelimelerle yad etmeleridir. Çeşme’de her türlü ekonomik duruma uygun, yemek yenilecek ve konaklanacak yer olması gerçeği bir kenara, memleketin genel ahvalinden çok ta farklı olmayan bir duruma haiz olduğu özellikle ve taammüden gizlenecek şekilde yorum yapmak olsa olsa niyetlerin ray değiştirdiği ya da deray olduğunun ispatıdır… Mesela bir kulüp başkanının, yıllarca yönetim sorumluluğu taşıdığı işlerden hukuken ibra olmasına rağmen vicdanen ibra olamamış bir hali omuzlarında şal gibi dururken, elindeki kalemi kendisine yönelmiş hukuki tehditleri savuşturmak adına kılıç misali kullanıyorsa, ne söylenebilir ki ilaveten… Mesela, bir gazeteci kaleme aldığı bir kent yazıları üstünden hele hele de yazılar beğeni dolu iken kent yöneticilerinden bir beklentiye girer mi? Girerse bu beklentiler, nakdi mi ayni mi karşılanır, bu beklentilerin karşılanması durumunda beklentiye giren ile beklentiyi karşılayan aynı ölçüde taraflar açısından karşılıklı bir ilzam oluşur mu?
Şimdi gelelim mezkûr yazıdaki, öne çıkan pide fiyatlarının gölgesinde kalan ama belli ki bir husumete dayalı diğer ciddi iddialara, canım yurdumun genel konularındaki açmaz ve çıkmazları üstünden sadece buraya aitmiş yaklaşımı içinde vurun yerel yönetimlere, sevsinler… Çeşme’nin başına bela RES rezaletinde, TOKİ rezaletinde, açık deniz balıkçı barınağı rezaletinde, limanın katledilerek marinaya evrilmesinde, üç maymunu oynayarak etekleriniz zil çalacak biçimde susacaksınız, sonra da kalkıp timsah gözyaşları içinde ahhhhh Çeşme, vahhhhh Çeşme diyerek, müstevlilerinizin çaktırmadan tarafınıza tevdi ettikleri görevin gereklerinin kulağa sufle edilmesini yazı diye yutturmaya kalkacaksınız… 2 domates kabuğunu kirden sayarak koparılan fırtınanın yanında elektromanyetik kirliliğe göz, kulak ve ağız kapatırsanız da, adama sorarlar bu ne ikiyüzlülük kardeşim diye…
Ancak bilinmeli ki, bizler bu yazıyı Çeşme’ye bir dikkat çekme yazısı olarak değerlendirmiyor tam tersine mezkûr musibetlerin gerçekleşmesine yönelik bir temenni yazısı gibi değerlendiriyor, hatta bir beklentinin gerçekleşmemesi ihtimalinin var olmasına delalet ettiğinin de her türlü emaresinin işaretlerini taşıdığını düşündüren bir üslup içinde bulmaktayız… Daha da ötesi “bağcıyı dövme” niyeti sırıtmaktadır gayri…

Diğer taraftan, içinde yaşanılan, tutanın tuttuğunu kopardığı, güçlünün güçsüzü boğduğu, yoksul ile varsılın arasındaki var olan uçurumun ne yazık ki görülemediği, para kazanma hırsının her türlü ahlaki durumun önüne geçtiği bu ortamın, canım yurdumun insanlarının vicdan ve ahlak irtifasına neden olmasından, her türlü abuk subuk davranışın makulmüş gibi kakalandığı, dün yediğini anlatmak zorunda kalınca “söylemesi ayıp” gibi bir girizgâh ile başlanırken, bugün marka süsleme adına “yiyen var, yiyemeyen var” diye tefrik etmeksizin TV ve gazetelerde boy boy varsıl için iştah kabartan, yoksul için göz karartan reklamlarının yapılması noktasına gelinmiş ve hatta şatafatın, debdebenin ve görgüsüzlüğün boyutunun, yedikleri yemeğe “altın tozu” serpilmesine vardırılmış olması hep gözlerden kaçırılmıştır. Oysa bu yozlaşmanın, bu görgüsüzlüğün müsebbibi, içinde yaşanılan ve gittikçe kısa aralıklarla kriz ve bunalım yaşayan ve ne yazık ki hep faturasını geniş halk yığınlarının ödemesini üstlendiği, kapitalizmdir ve bu tespit yapılmaksızın sağlıklı değerlendirmeler asla mümkün olmayacaktır. Gerisi lafügüzaf…

Pazar, Haziran 21, 2015

OCAK’TAN GAZ OCAĞINA

Yeni bir çağa girip, oradan da bir hayli mesafe aldıktan, daha doğrusu dünyada bize ayrılan sürenin önemli bir bölümünü kullandıktan sonra “nostalji” kabilinden geriye dönüp baktığımızda, neler yaşamışız, neler görmüşüz, neler kullanmışız, neler okumuşuz diye düşündüğümüzde, şüphesiz buluşların ve icatların hızlı gelişmesinin de bir etkisi olduğu açık olmakla birlikte, tüm bunların sonucunun bizim de yavaş yavaş birer tarih olduğumuza tekabül ettiği açıktır… Öyle tahmin ediyorum ki, bizim kuşak kadar, hayatına bu kadar fazla teknolojik “in” ve bu kadar fazla “out” giren bir başka kuşak olmamıştır… Okuduklarımızdan ve dinlediklerimizden anlıyoruz ki, geçmiş kuşakların hayatı görece daha durağan, daha dingin devam etmiş, ancak bizim kuşak öylemi, neler gördük neler… Telden kıvrılarak icat edilen oyuncak arabalardan, en az insan aklı kadar akla sahip oyuncaklara, külle yıkanan çamaşırlardan çok hassas ve değişik etkileri olan akıllı deterjanlara, mektup yazmanın bile büyük bir keyf sayıldığı noktadan elektronik ortamda görüntülü konuşmalara, ateşte yemek pişirmekten mikrodalga fırınlarda yemek pişirmeye, ocak ile ısınmaktan, mangala, oradan da ısıtma-soğutma teknolojisinin doruklarına… Vs vs… Hele neredeyse birkaç ay içinde gelişen teknoloji ile desteklenen cep telefonları, bilgisayarlardan bahsetmeye hiç gerek yoktur sanırım… Dün sahip olduğumuz ya da dün yaptığımız ettiğimiz ne kaldı hala hayatımızda, nerdeyse hiçbir şey… Dünü anlatmaya nereden başlasak diye düşünürken, maalesef mi diyelim yoksa iyi ki mi diyelim bilemediğim düzeyde değiştirmişiz sahip olduklarımızı… Kentleşmenin baş döndürücü bu boyutuna gelinmeden önce; birkaç büyük kent hariç, yerleşim alanlarının neredeyse tamamında insanlarımız, gerek tarıma bağlılıkları, gerekse de ananevi yaşam tarzları nedeniyle genellikle bahçeli evlerde otururlardı… Bahçelerin büyük ya da küçük olmasının öneminden ziyade bahçede olmazsa olmazlar nedir diye baktığınızda, bir köşede mutlaka, üzerinde kazan ile su kaynatılmak, gerektiğinde ekmek yapımına uygun saç tandırları yerleştirmek, sabun yapmak, bulgur kaynatmak, pekmez kaynatmak vs. gibi amaçlara uygun yapılmış içinde ateş yakılacak bir adet ocak bulunurdu… Bu ocakların içinde maltız denilen 3 ayaklı, ateş ile üstünde ısıtılacak, pişirilecek, kaynatılacak şeylerin konduğu kabın yerleştirileceği bir düzenek bulunurdu… Ocağına incir dikilmesi sözünün de dayandırıldığı bu ocak ile ilgili daha sonra bir şeyler yazmak üzere nokta koyup, bu ocaktan sonra büyük teknolojik devrim sonucu kullanılmaya başlanan, gaz ocaklarına geçelim… Gaz ocakları, bakır ve bronz alaşımı sarı görünümlü bir malzemeden yapılan, 30-40 cm yüksekliğinde 3 adet ayaküstünde en altta yaklaşık 1 lt gaz yağı alacak kadar bir gaz haznesi ki oda yerden yaklaşık 10 cm yükseklikte olur, bu hazneden pompalanan gazın yukarıda bulunan ve öncelikle ispirto ile ısıtılan çanak şeklindeki bölüme çıkması için bir boru, en üstte ise ısıtılacak ya da pişirilecek malzemenin konulduğu kapların güvenli ve dengeli yerleştirileceği aşağıdan gelen 3 ayağın kıvrılarak oluşturduğu bir platformdan oluşurdu. En alttaki gazyağı haznesinden gazın üstteki yanma noktasına çıkarılmasını temin etmek için genellikle yan tarafında yer alan bir pompa düzeneği bulunurdu. Öyle yeni ve gelişmiş teknoloji deyince, her şeyin çok kolay çalıştığı ve kolay sonuç alındığı sanılmasın hemen… Kafa denilen mekanizmanın içine öncelikle mavi renkli ispirto konulur, kafa bu ispirto aracılığıyla ısıtılır, aşağıdan pompalanarak gelen gazın temas ettiği ateş ile hızlı yanabilmesi için uygun bir ortam hazırlanırdı. Çalışma prensibi, aşağıdan pompalanan gazın ısıtılmış ocak kafasına püskürtülmesi ve ateş ile teması neticesi oluşan bu sistem, gazın yeterince rafine olmaması ya da gazın doğal yapısı nedeniyle zaman içinde gaz haznesinden gazın yanacağı bölüme ulaşmasında sorun olunca, gazın yandığı yere gazı püskürten meme denilen yer, ucunda çok ince bir delik açıcı bulunan iğne ile açılırdı. Her şeye ve tüm dikkate rağmen bu kabil bir aksilik neticesinde meme sıcak iken ocak sönerse, insanın midesini bulandıran, görece yoğunlaşan bir çiğ gaz kokusu oluşur, rezalet bu koku ile birlikte insanın gözleri yaşarır idi… Artık dışarılardaki ocakların yerini alan “gazocağı” evin dışından evin içine girmiş olup, yemekler evlerin içinde yapılmaya, çamaşır kazanı kaynatılması ya da banyo suyu hazırlanması evlerin içinde yapılmaya başlanmıştır… Eskiden; şimdi olduğu gibi küçük bir köyde bile bulunan, akaryakıt istasyonları sadece büyük kentlerde olduğundan küçük kentlerde gaz yağı bakkallar tarafından satılır, genellikle bakkalın içinde yer alan variller, içinde saklanan bu gaz bakkalın içinin keyifsiz bir kokuyla dolmasına neden olurdu. Gazyağı satan bu bakkallar, ilaveten ispirto, meme açıcı iğne satışını da yaparlardı… Bilindiği üzere gazyağı olarak adlandırılan bu yakıt halk arasında sadece gaz diye adlandırılır. Çocukluğumuzun, annelerimiz tarafından bize verilen ama asla sevmediğimiz işlerinden biri de gaz ocağının yanındaki pompanın ocağın çalışması esnasında sık sık pompalanarak gaz pompalanmasının eksiksiz temin işi idi… Pompalama işleminden sonra, şimdiki gibi kokulu sabunların ya da ıslak mendillerin yaygın olmaması nedeni ile üstlere sinen ya da ellerdeki gaz ve ispirto kokusunun verdiği rahatsızlıkları anlatmaya gerek yoktur herhalde…

Salı, Haziran 09, 2015

İSTİKRAR

Bektaşi’nin birinin önüne iki şişe şarap koyup sormuşlar: “Baba erenler, sen bu işi iyi bilirsin, bir bak bakalım şaraplardan hangisi daha iyi?” Bektaşi babası, şaraplardan birinden bir yudum çekmiş suratını buruşturup öteki şişeyi göstermiş: “Bu iyi”. Soranlar itiraz etmişler: “Ama Baba erenler, daha onu tatmadın bile...” Bektaşi omuz silkmiş: “Olsun” demiş, “Nasıl olsa bundan daha kötü olamaz...”
Günün anlam ve öneminin anlatımı açısından çok uygun bir fıkradır, bu…
Şimdi bakıyorum, hormonlu medyanın hormonlu yazarlarının büyük çoğunluğu ile bu zevatın mutlak etkisi altında kalmış insanların sosyal medya paylaşımlarında, var olan “istikrar”ın bozulacağı, ekonominin kötüye gideceği velhasıl ülkenin kaosa sürükleneceğine dair abuk subuk görüşler bulunmaktadır. Tam bir felaket tellali kabilinden yaklaşımlar…
Yahu zannedersiniz ki bu aklıevvellere göre, Belçika’da yaşıyorduk… Sanki kaosun asıl ve en önemli göstergesi sayılacak, insanlar anayasal haklarını kullanır iken, tıpkı böcekler gibi “gaz” sıkılarak cezalandırılmıyorlardı, sadece doğaya sahip çıkmak isterken, inanılmaz ve sert şekilde bir tepkiyle dağıtılarak ölümlere neden olunmamış, binlerce insan bırakın usulüne göre kullanılmayı tam tersine kasıtlı silah atışları ile gözlerinden olarak yaralanmamış, insanların üzerlerine araçlar sürülmemiş, tüm bunların üstüne çocuklarını yitirmiş aileler bindirilmiş kıtalara yuhalatılmamış gibi… Nasıl çocuk yapılacağından, kimin önünde sigara içilebileceğine kadar yüzlerce abuk subuk konuda insanlara ayar verilmeye kalkarak, toplumsal gerilim yaratılmamış gibi… Sanki insanların, kitleler halinde tutuklanmaları için deliller uydurulmadı, özel mahkemeler kurulmadı, beğenilmeyen karar üreten mahkemeler lav edilmedi, vs. vs… Mahkeme kararlarına aykırı biçimde, sadece yandaşlara kıyak olsun diye, HES’ler, RES’ler için olmadık yerlerde inşa edilebilsin diye lisans verilmedi sanki… Uluslararası bazı kurumların fonlarının değerleri katlansın diye, para politikaları oluşturulmadı sanki… Hiç gereği yokken, komşudaki yangına benzin püskürtme kabilinden komşu ülkelerle ilgili uluslararası mahfillerde tezgâhlanmış emperyalist politikalara hizmette kusur olmasın diye fırıldak çevrilmemiş gibi… Şimdi Amerikan doları seçim gecesi ve sabahı kısa süre içinde, 2,70 ten 2,80 çıktı diye feryat figan edilirken, doların son 10 ayda 1,6 dan 2,70 çıkarılması sürecinin yok sayılması, tam da necip milletimizin fertlerine uygun düşmektedir. İşsizlik istatistikleri, sanayide kapasite kullanımları, ithalat-ihracaat makasının açılması, sanki görülmüyor gibi… Gazetecilerin haber bile yapmakta korktukları ortamı sanki görmedik gibi, karikatüristlerin meslekleri yüzünden mahkemelerde süründürüldüklerini unuttuk sanki… “Tükürürüm böyle heykelin içine” denildiği sanki yaşanmamış gibi, heykellerin yıkılması ya da yıktırılması kolayca unutulur gibi sanki… Üfürük bilimi geliştiriliyor kabilinden, diyanet vasıtasıyla hem de bir sürü bakanlık bütçesinden kat be kat bütçeler kullanılarak, sadece “başı açık kadın, tecavüzü hak eder” benzeri yüzlerce fetva üretilmemiş gibi… New York Times gazetesine ayar verilirken, “ölen eşinizle 6 saat ilişkiye girebilirsiniz” diyen sapık fikirlere ses çıkarılmamasını kim unutabilir ki… Daha yüzlerce örnek yazmak mümkün ama gerek te yok…
Şimdi bunlar topluma dayatılırken, yaşatılırken kaos olmuyor da, abiler mecliste çoğunluğu kaybediyor olunca kaos oluyor, sevsinler sizi… Esasen kapitalizmin bitmeyen bunalım ve krize tutulma periyodunun artık eskisinden daha da kısa olması ne yazık ki, bu tür sonuçları doğurmaktadır… “Krizle gelenler krizle giderler” sözü bir kez daha kendini göstermiştir… İstikrarsızlığı bize istikrar diye kakalayan zevata hatırlatalım ki, istikrar korunur mu sorusundan ziyade asıl şimdi normalleşme başlayacaktır…
Hiç kimse "gak guk" etmesin, bundan daha kötüsü olmaz.... Yok, eski Türkiye anlatılamamış insanlara, yeni Türkiye'nin ne hıyrını gördü ademoğlu... Bi susun... Çekilin bir kenara... Hani biz bir mesaj vermedik ama hani siz mesajı aldık diyorsunuz ya, bari onun yüzü suyu hürmetine bi soluklanın da, susun…

Biz vatandaşların mesaj verdiği üstüne, bitimsiz geyik muhabbetleri oluşturan derin ağabeylere gelince, biz mesaj falan vermedik… Her devrin muktedirleri ile sorunsuz ikbal eklemlenmesi yaşayan,  gerek medya plazalarda köşelerinde yazdıkları yazılar ile gerekse de TV’lerde kuruldukları masa başlarında ettikleri kelamlar ile derin ulema görüntüsü veren önemli abiler, yine başrollerdeler… Önemli ve derin analizler yapıyorlar, oylarına her dönem sponsor arayan biz fani kulların, hangi partiye ne mesaj verdiğimiz üzerine uzun uzun görüş dercediyorlar… Yahu biz ne mesajlar vermişiz de haberimiz yokmuş, bu “siyaset uzmanı analist” bayan ve baylara göre... Yahu kardeşim biz seçmenler bir şey falan demedik zaten diyecek bir şeyimiz de yok ki, bir şey diyebilmek için o bir şeyi söyleyecek dilin arkasında inanılmaz ciddi bir fikri birikimin olması da gerekir ayrıca. Sadece ve sadece nabzımıza verilen şerbete uygun olarak oyumuzu kullandık ve evimize gittik. Bırakın bizim tercihimiz üstüne bu kadar sofistike izahlar yapmayı…

Perşembe, Haziran 04, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ -3 UŞAK OLAYLARI

Yıl 1959, canım Yurdumun bağrına çöken “yeni tek parti”despotizmi çerçevesinde, demokrasive özgürlük talebinde bulunmak, “yeter söz milletin” faslından derdest edilmek için yeterlidir, artık... Muhalefet edilmesini bırakın, kendilerinden olunmamasının bile rahatsızlık yarattığı ve tenkil edilmek için yeterli sayıldığı sath-ı mail oluşmuştur gayri... 

Bu ahvalde; dönemin CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, “Ege Vazife Gezisi” adını verdiği ve 40’a yakın milletvekilinin de katılacağı gezisine, 30 Nisan 1959 tarihinde Uşak’tan başlamayı planlar, proğram Kurtuluş savaşının en önemli aşaması olan “Büyük Taarruz” rotası üzerinden gerçekleştirilecektir. Böyle bir proğram, günün siyasi atmosferine ve muktedirlerine göre zinhar uygulanmamalıdır, dönemin içişleri bakanı Namık Gedik, TBMM Kürsüsünden, “Başlarında liderleri, bir başka ifade ile başkumandanları, teşriî masuniyet zırhına bürünmüş 40’tan fazla mebusla, Meclisi ve oradaki vazifelerini terk ederek sefere çıkmaya karar vermiştir. Adını bizzat koymuş oldukları bu sefer, Ege büyük taarruzudur. Taarruz.. Hem de büyük. Kime karşı, ne maksatla, hangi neticeyi istihsal etmek için ve neden?” diyerek, karşı planların neler olabileceğinin işaretlerini verircesine bir nutuk atar... Muhalefetin iç ve dış siyasi olumlu gelişmeleri baltalamaya yönelik çalışmalar içinde olduğu suçlamasıylada iyi saatte olsunlar çalışmaya başlarlar ve madem ki bu muhalefet, bir taraftan içerdeki sulh ve selah ortamını, diğer taraftan dışarıda Yunanistan ile Kıbrıs olayları nedeniyle gerginleşen ancak büyük çabalarla yumuşama temin edilerek oluşturulan iyi ilişkileri bozmak için girişimlerde bulunuyor, behemehal haddi bildirilmeliydi... Bizzat bir bakan öncüğünde milletvekillerinden oluşan bir heyet, Uşak’a gidecek, incelemelerde bulunacak, yapılan hazırlıkları yerinde görecek, organize edecek ve Demokrat Parti teşkilatını ortaya çıkması muhtemel olaylar hakkında bilgilendirecek, gibi masumane sunuşlarla süslenen çalışma amacıyla, aslında ise, ne yapıp edip kendilerinin deyimi ile “sağır papaz”ın ziyaretinin engellenmesinin yolları aranacaktı... Kolluk kuvvetlerin, bugünlerde de sık sık karşılaşıldığı üzere, alınan önlemler faslından, karşılamaya gelenlerin engellenmesi amacıyla, şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemler ile araçlarının seyrü seferden men edilerek, kilometrelerce yolu yayan yürüyerek gitmek zorunda bırakılmışlar, bir kısmı ise geriye çevrilmişler, bazı yolları ise “Karayolları teşkilatı” vasıtasıyla kapalı yol lehvaları konularak, trafiğe men elmişler... Bir kısım muhalif ise, halk arasında heyecan çıkaracağı ve bu yolla olaylara neden olacağı iddiasıyla da tedbien önceden gözaltına alınırlar, diğer taraftan ise kolluk kuvvetlerine, başta Vali olmak üzere her kademeden yetkili, İsmet İnönü’yü karşılamaya gelenlerin arasına sivil memurların yerleştirilerek, kolluk kuvvetlerinin müdahalesine uygun ortam hazırlama çalışması yapılması, diğer taraftan müdahaleye hazır kuvvetlerin de cop ve gaz bombası kullanımına hazır olunması talimatı verilir... 

CHP'nin ziyareti öncesi teyakkuza geçen Uşak Valiliği, ziyaretin iki gün öncesinden başlayarak, 28 ve 29 Nisan günleri boyunca, çeşitli aralıklarla belediye hoparlörlerinden halkı uyarıcı anonslarda bulunur, “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri” hakkındaki kanuna atıfta bulunularak, gösteri yürüyüşü vesair teşebbüslerin kolluk kuvvetlerince derhal kanuni şekilde şiddetle men edileceği ve ilgililer hakkında ayrıca soruşturmaların açılacağı belirtilir, Uşaklıların bu gibi teşebbüslere asla meydan vermemeleri, kanunlara daima uymaları ve her zaman için asilce yurttaşlık görevlerini yerine getirmeleri valilik tarafından ilanen rica edilir. 

CHP milletvekillerinin,İnönü’den bir gün önce gelişleri sırasında, DP İl merkezi önünden geçerken, bazı Demokrat Partililerin, CHP’lilere yönelik olarak sözlü ve fiili saldırılarda bulunduğu her türlü engellemeye rağmen zabıtlarabile geçirilmişti. DP lilerin il içindeki faaliyetleri de yoğunluk kazanır, parti içinde sıkı tedbirlerin alındığı, sabah 6’da toplanılmak üzere bütün partililere emirler verildiği ve nöbet tutmaları istenildiği ve ayrıca polise yardımcı (!!!!) olmak için aralarında adam seçtikleri konuları kararlaştırılır, ziyaretin bir gün öncesinden istasyonu şehre bağlayan cadde tamirat adı altında, kazmalarla aralıklı olarak kazılmış, delik deşik hale getirilir, şehirde bulunan ve dolmuşçuluk yapan araçların hepsi, CHP’lilerin kullanmaması için, Demokrat Parti tarafından kiralanır, hülasa CHP lilerin iyi bir gezi yapabilmeleri açısından kendilerince her türlü demokratik ve ahlaki önlem alınır... 

Sonunda; İsmet İnönü ve CHP’li milletvekillerinin bulunduğu tren 30 Nisan sabahı Uşak istasyonuna gelmiş, İnönü, Uşak’ta, “Hoş geldin Garp Cephesi Kumandanı” yazılmış levhalar ve flamalarla karşılanmış, ancak yine zabıtlara geçtiği biçimiyle, çıkarılan her türlü engele rağmen karşılamaya gelen yaklaşık 15.000 kişinin alkışları ve tezahüratları bile kolluk kuvvetlerini yönetenleri çileden çıkarır, derhal çoşkulu kalabalığa müdahale edilir, gaz bombası, gaz copu mermisi kullanılarak halk topluluğu parçalara ayrılarak dağıtılılır... Eee ne de olsa canım Yurdumda artık, “söz milletindir”... İddialar o kadar korkunçtur ki, İnönü’nün vurulması talimatının dahi verildiğinin önemli ve yetkili şahsiyetler tarafından aktarıldığı beyan edilmektedir... Olmadı, İsmet İnönü’nün konakladığı evin bodrumunda gece yarısı yangın çıkarılır, artık gözler iyice dönmüştür... 

Asıl olaylar ise, İnönü’nün şehirden ayrılışı sırasında olur, bütün gece başta köylerden olmak üzere, büyük gruplar halinde Demokrat Partliler, Başvekil Adnan Menderes gelecek ve karşılama bahanesiyle şehre taşınılır, bu kalabalıklar vasıtasıyla İnönü’nün aracının istasyona gitmesine izin verilmez, yola yürüyerek devam eder, taşlı sopalı saldırılara uğrar, yaralanır... 

Daha yazılacak çok detay var ama, yer ve yen dar... Ancak aslolan memlekete “demokrasi gelmiş” ve “söz milletin” olmuş olmasıdır...Allahtan artık böyle olaylar Yeni Türkiye’de olmuyor...

Pazar, Mayıs 24, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ -2 TAHKİKAT KOMİSYONU


“Tek Parti” döneminin zulüm dönemi olduğunu söyleye söyleye iktidara gelip, yepyeni bir tek parti dönemi yaratmanın yolunu bulan Demokrat Parti Yönetimi, Amerikalı akıldanelerinin kulaklarına sufle ederek kendilerini cesaretlendirdikleri “Mc Carthy” uygulamalarının benzeri, önceleri muhalif her unsuru bilahare de kendilerine destek vermeyen herkesi ve her kesimi susturmayı ve yok etmeyi hedefleyen “Tahkikat Komisyonu”nu, tereddüt dahi etmeksizin kendi saltanatlarının sürmesi adına uygulamaya koymuşlardır. Türkiye siyasi hayatı açısından çok önemli bir süreç olarak tarihe geçen “Demokrat Parti” dönemi, hamamda türkü çığıranları bile kıskandırır biçimde, kendi kendilerine ve Göebbels bile imrendirecek şekilde “beyaz ihtilal” yapıyoruz, algısı yaratılarak, 3 dönem üstüste seçim kazanmanında üzerlerinde yarattığı zafer sarhoşluğu ile kendilerine biat etmeyen her kesimi yok etmenin her türlü numarasını çevirilen, her yola başvurulan bir dönemdir. Dönemin ilk yıllarında Demokrat Parti, genelde Amerikanın Sovyetler Birliği ile girdiği her alandaki yarışmasının, özelde de ülkenin emperyalizmin bu çılgın hamlesine teslimiyet bayrağı çeken bedhahların kara propagandası ile yaşanan ve teslimiyetin bedelinin defaten tahsili neticesinde ekonomideki dinamizm, özellikle 2. Savaşın kara günlerinde haddinden fazla sıkıştırılmış vatandaşın gözünü boyayarak, sonraları çokça lanetledikleri halde üzerlerinde defosu bulanacak şekilde kalan, dönemin aydınlarının önemli bir kısmını bile yandaş haline getirmişttir. Dönemin muktedirlerinin tercihlerinin emperyalizme teslim olmak olması hasebiyle aldıkları uluslararası sınırsız ve orantısız destek sayesinde yoğun şekilde özgürlükçü, yenilikçi ve demokrat propagandaları kısa vadede işe yaramış, gözler kamaşmış olsa bile, “sırları dökülmüş ayna” misali aslına rücu eden fikriyat, despotik ruhu kaçınılmaz olarak dışavurmuştur. Dışavuran despotizm artık muhalefet edilmesine tahammül edemez hale gelmiş, başlarda gözleri kamaşan unsurlar tekrar ayakların yere basması neticesinde yaşadıkları cilalı  kısa süreli rüyadan adeta övendire kullanılarak uyandırılmış, önceleri CHP hedefmiş gibi gösterilen saldırılar, meclisi, üniversiteleri, basını, yargıyı, orduyu ve her türlü muhalefeti de hedefleyince, kış uykusundaki dimahlar uyanmaya başlamıştır. Demokrat Parti ilk başlarda, CHP yi hedef alıp, devletin her türlü imkanını kullanarak muhalefeti susturduğu ve bastırdığı iddiaları ile hayli taraftar bulmuş iken, sırlar dökülmeye başlayınca basında aleyhte yazılar ve haberler yapılmaya başlamış ve uyanan dimahlarında etkili muhalefet yapmaya başlaması neticesinde, köşeye sıkıştıkça karşı yeni hamleler, sonu neye mal olursa olsun ruh haliyle ardı ardına alınmaya başlamıştır. Yasalardaki anti-demokratik unsurları derhal ayıklayıp kaldıracağım vaatleri çabuk unutulmuş, eskisini de mumla aratacak şekilde ceza yasalarını daha ağırlaştırararak daha fazla baskı uygulayabilme cihetine gidilmiştir, tıpkı tüm ardılları gibi, tıpkı tüm benzerleri gibi... Arda arda gelen baskıcı uygulamalar, memurların siyasi haklarının sınırlanması ile başlayıp, yargıçların ve profesörlerin erken emekli edilmelerine kadar hatta sorgusuz sualsiz memur işten çıkarılmasına kadar varan abuk subuk ve devlet ciddiyeti ile bağdaşmayan noktalara vardırılmıştır... Artık akli muvazene yitirilerek gözler kendi çıkarlarından başka şeyi görmez hale gelince, yargının kendileri için “el freni” olduğu gerekçesiyle, aralarında Yargıtay Başkanı, Yargıtay Üyeleri ve Cumhuriyet Baş Savcısı emekliye sevk edilince, muhalefet ve basının önemli bir bölümü konuyu sürekli işlemeye başlar, hatta bazı katıksız Demokrat Parti destekçisi gazeteler bile taraf değiştirince, ve hatta Demokrat Parti kurucularından Fuat Köprülü istifa edip muhalefete başlayınca, artık kaçınılmaz olarak “tam susturacağız” moduna geçilmiştir.

Mecliste “Tahkikat Komisyonu” gibi masumane bir ad altında ve tüm üyeleri Demokrat Partili olan bir komisyon kurularak; tüm siyasi faaliyetler hakkında önleyici karar almak; mitingleri, toplantıları yasaklamak, muhalefet ve basın aleyhinde ortaya atılan tüm iddiaları soruşturmak, her türlü yayını yasaklamak, yayın organlarının basım ve dağıtımını durdurmak ve kendilerince gerekli görülen her belgeye el koymak gibi başta olmak üzere her türlü kararı almak mezkur komisyonunun görevlerinin başındaydı ve komisyonun öngöreceği önlem ve kararlar kesin olup, bu önlem ve kararlara zinhar itiraz edilemeyecekti. Mezkur komisyonun evvel emirdeki kararlarından bazıları, partilerin kongre ve miting düzenlemelerini yasaklamak, komisyon kararlarının basın yoluyla eleştirilmesi ile Mecliste bile aleyhte soru önergesi verilmesinin önüne kararnameler yayınlayarak geçilmesidir. Bazıları tüm bu söylenenleri, despotik uygulamaların odağı olduğu iddia edilen CHP’yi hedeflediğini söylese de, ne yazık ki benzer programları ve hedefleri olmasına rağmen, önce MP (Millet Partisi) bilahare devamı CMP (Cumhuriyetçi Millet Partisi) biat etmiyor olmalarından ötürü hedef olmaktan kurtulamamışlardır. O kadar kurtulamamışlardır ki, CMP ye 5 milletvekiliğinin tamamını veren “Kırşehir ili”, özel bir kanunla ilçe haline getirilmiştir, varın siz öfke ve kinin büyüklüğünü düşünün. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası gibi parti kurulma girişimlerinin, dönemin muktedirleri tarafından ilgasını içine bir türlü sindiremeyen gruplar, günümüze kadar hiç durmaksızın girişimde bulunmuş ve Cumhuriyetin kurucularından ve kurucu felsefesinden rövanşı alma çabasını sürdürmüşler ve sürdürmektedirler. Mezkur girişimlerin ezcümle bu kabilden olduğu bilinerek geleceğe bakmak gerekmektedir. Tarihten ders almayanlar için tarihin tekerrürden ibaret olması mukadder görüşünden hareketle, demokrasi şehidi diye anılanların icraatlarını bir kez daha hatırlayarak, tüm çağdaş anayasaların öngördüğü kuvvetler ayrılığı ilkesini yok sayarak tüm kuvvet ve yetkileri tek elde toplayanların, muhaliflerine tahammül edemeyenlerin, meclis çoğunluğu bendedir istediğimi istediğim gibi yaparım diyenlerin, asla ve kata unutulmaması gerekmektedir.

 

Pazar, Mayıs 17, 2015

HALK NEZDİNDE KENAN PAŞA (!!!!)


İçimizdeki Amerikalıların 1 numaralısı, NATO gizli ordusu “STAY BEHIND” komutanlarından olduğu iddiası büyük ölçüde kesinleşen, canım yurdumun canına okuyan 12 Eylül faşist darbesinin mimarı; Kenan Evren, ne yazık ki doğru dürüst yargılanamadan, arkasındaki güçleri açıklamasına fırsat bulamadan, yaşlarını büyültüp insanları “asmayalım da besleyelim mi” diyerek elleri titremeden idam sehpasına göndermesinin hesabını vermeden, yaptıkları takipçilerinin koruması ve kayırması sayesinde yanına kar kalarak, ölmüş, dünyadan göç etmiştir. Hatırlanacağı üzere, Amerikalılar, içimizdeki temsilcileri olduklarını “our boys” diyerek tarihe geçirdikleri 12 Eylül cuntasının 5 li çetesinden, Ahmet Kenan Evren, ''Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının tamamını veya bir kısmını değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya ve Anayasa İle teşekkül etmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasına engel olmaya cebren teşebbüs ttmek'' suçlarından, sulandırılmış bir biçimde de olsa yargılanmış, kurduğu tüm kurumların dimdik ayakta bulunmasına ve onu korumasına rağmen, toplumsal baskı ve vicdanların rahatsızlığının yarattığı atmosfer karşısında mahkum olmaktan kurtulamamıştır. Aslında, az daha yaşayabilseydi de, tüm rütbelerinin sökülmüş haliyle defnedilseydi, muhtemelen de sadece ailesi ve akrabaları tarafından, sıradan bir mezarlıkta olacaktı tüm bu işlemler... Gerçi ölüm, ölenden ziyade arkada bıraktığı aile efradı ve akrabaları tarafından büyük bir acıdır, bilineceği üzere... Diktatörün kızı büyük bir öfke içerisinde, darbeye ve darbecilere ve halk düşmanlarına, sokakta, kahvehanede, meyhanede, okulda, fabrikada, evlerde vs. vs. lanetler yağdırılmasına karşı hamle kabilinden; CNN Türk’te Mirgün Cabas’a “70 milyonun 60 milyonu Evren Paşa diye takdirle anıyor” diyerek, içindeki fırtınayı bastırmaya çalışmakta olduğu görüntüsü vermiştir, Allah selamet versin, ya sayı saymasını bilmiyor ya da dayak yememiş diye bir söz vardır ya, tamda öyle. “Böyle bir babaya sahip olduğumuz için çok mutluyuz. Çok babacan, dürüst, hiç kin tutmayan, herkese iyilik yapmayı seven, şimdiki televizyonlardaki söylenenleri hak etmeyen bir insandı” diyerek devam eden, “yoğurdum ekşi” demeyen esnaf duruma düşmüş, ama kendisi açısından ne gam ne keder, canım Yurdum artık ve tamamen uluslararası ajanların cirit attığı ve yön verdiği, bağımlılığın geriye dönülmez noktaya geldiği bir ülke olmuş... Ama zor tabii ki, gittiği her şehirde, kasabada kendisine verilen “şehrin altın anahtarlarından”, ziyarete gittiği üniversitelerden aldığı “fahri doktor ve fahri profesörlük” ünvanlarından, her gittiği yerde “paşam bu ülke seninle gurur duyuyor” diye uluyanlardan, “astığı astık, kestiği kestik” tiranlığı karşısında taktir görmesinden, şatafatlı yaşamdan sonra, kimse yüzüne bakmasın noktasına gel, eee vallahi, kolay değil tabii ki bunu sindirmek... Ne kadar tepki gösterilse yeridir... Haklısınız, nerede şimdi o, yargılanırken bile, hani şimdilerde bizde işkence mağduruyuz diyen, yargılananların “fikirlerimiz iktidarda ama bizler yargılanıyoruz” diyerek methiyelere mazhar olan, Amerikanın içimizdeki çocuğu, nerde şimdi cenazesine bile sadece Mehmet Ağar ve İsmet Sezgin dışında siyasetçinin katılmaya cesaret edemediği ortam... Ne deseniz haklısınız... Devr-i iktidarlarında, kudretinin tartışılamadığı, parmağı ile yanlışlıkla bile gösterdiği yerlerin yakılıp yıkıldığı, % 8 lik onurlu bir azınlığın dışında, herkesin el pançe divan durduğu, elleri patlayıncaya kadar alkışlayanlar, avurtları patlayıncaya kadar canhıraş bağıranlar, bir baktınız ki darbe ve darbeci lanetleyicileri olmuşlar, işte bu terk edilmişlik ve lanetlenmiş duygusu sizi kahrediyor... Haklısınız, hem de ailecek... Nerde ahd-e vefa, ne yazık ki yok, işte necip Türk milleti sizi terk etti... Siz hala zannediyordunuz ki, %92 oranında bir katılım olacak cenazeye, vay zavallı ve mahsun kalış vay... Aslında sizler bunları görebilecek kadar, malum mahfillerden sufleye haizdiniz, sizler ailecek gizli faaliyetler ve operasyonlar yürüten bir grup olarak bu vefasızlığı öngörebilecek kadar bilgiye sahiptiniz ama güç ve yarattığı sarhoşluk böyle bir şey işte, başta gözler kamaşır, sonra akıl nasırlaşır, sonra vicdan sıfırlanır, sıkarlar suyunuzu atarlar posanızı... Güle güle kullanın son ve kadim halinizi, güle güle... Ama siz yine de ve herşeye rağmen şanslısınız, arkadan yolcu edilecek Ali Tahsin Şahinkaya’nın durumu daha vahim olabilir, çünkü Genelkurmay başkanlığı formaliteler gereği babanızın cenazesine sahip çıktı, onunkine sahipte çıkamayabilirler... Yine de bu duruma şükretmelisiniz...

Ayrıca; yine mezkur programda; “o çocukları babam mı astırdı” diye bir ifadeniz oldu, evet babanız astırdı...hemde elleri titremeden kalemlerini kırarak astırdı, yetmedi nefreti o kadar büyüktüki hatta yaş büyültülmesi için talimat ta verdi... Babanıza haksızlık yapıldığını, tarihin bunları bir gün yazacağını söylemişsiniz, hayır sayın Gürvit hayır, bakın tarih babanızı nasıl yazacak biliyormusunuz... Eli kanlı bir diktatördü, komutanlarından olduğu NATO gizli ordusundan gelen talimatlara göre, onlarca kanlı katliamların düzenlenmesine ön ayak oldu, insanları suçlu suçsuz yargılanmadan idam ettirdi, isimlerinin sayılmasına gerek olmayan birkaç bini geçmeyen bir sayıdaki işkenceciyi yetkilendirerek, binlerce insanın sakat kalmasına neden oldu, yüzlerce insanın işkencelerde ölmesine neden oldu, nerdeyse her emniyet müdürlüğü binasından en üst katlardan insanların öldürülmek üzere atılması moda olmuştu sayesinde, siyasal hayata ve topluma deli gömleği giydirdi... Ama asıl olarakta, bize bir şey olursa, hengi örgütten gelirse, bunun cevabı, tüm cezaevlerinde bu örgütten yargılan insanların öldürülmesi şeklinde olacaktır, kararı aldığını açıklaması bile lanetlenmesi için yeterlidir... Daha çok şey yazabiliriz ama yer ve yen dar gayri...

İşte bu ahval şeriatta, seninki gibi değil benimki gibi bir babası olması gururlandırmalı insanları... Size tavsiyem bu acılar ile çekilin bir kenara ve susun...