Pazar, Ağustos 03, 2014

ÇEVRECİNİN DANİSKALARI


Geçtiğimiz tüm bir yılın gündemini oluşturan; yurttaşa davranış nezaketi ve çevre duyarlılığı ile hareket edilse olayın birkaç gün içinde kapanma ya da unutulma olasılığı bir hayli yüksek olan ama tam tersi bir davranış ile “kerim devlet saikiyle” hareket ederek, sonuçta da 6 kişinin ölümü, 12 kişinin gözünü yitirmesi ve yaklaşık 1000 e yakın ağır olmak üzere binlerce insanın yaralanması ve “Devletin gücünü tebarüz ettirilmesi” ve “destan yazılması” ile nihayetlenen küçük çaplı bir iç savaş provasından herkesin ders çıkarıldığını söylemesine rağmen hala ders çıkar(a)mayaların iç savaşın her alanda ve topyekûn hale gelmesi için sanki çaktırmadan çalışmalar yürütülmektedir ve bu uğurda ne çevre duyarlılığının ne de yurttaş talebinin göz önünde bulundurulmadığı gözlemlenmektedir. Gerçi belki hata “Yurttaş”tadır, karşında eğer varsa bir şey beklenebilir yani olmayan şey nasıl beklenebilir ki, oysa çevrecinin daniskasıyım diye ortada dolaşanlardan bu duyarlılığın olmayacağını öngörebilmeliydi, hadi yurttaşın kusurunu hafifletecek kömürlü ve makarnalı seansların varlığı hasebiyle anlaşılabilir durumdadır da; başta, taa bakanlık makamına kadar ulaşmış insanların da içinde bulunduğu ve kendilerini aydın(!!!!) diye tanımlayanların ve köşe başlarını tutmuşların bu öngörüde olamaması neyin emaresidir acep, nema ve mama meselesidir herhal aslolan…

Muktedirlerin bitmez tükenmez ekonomik saldırıları karşısında Çeşme vadisini çevreleyen başta Karadağ olmak üzere 4 tepeyi de; enerji temin realitesi açısından da hiçte gereği yokken RES yatırımcılarına, Çeşme Halkının tüm karşı çıkışlarına rağmen, desteğe devam edilmektedir. İstanbul merkezli “Gezi Parkı” direnişine benzin püskürtülürken bu sefer Çeşme için, kaş ile göz arasında tüm süreç tamamlanarak 07.06.2013 tarih 28670 sayılı resmi gazetede yayınlanan acil kamulaştırma kararı çıkartılıvermiştir hem de hazine adına kamulaştırma yapılması kaydıyla, madem bu özel ve de güzel sektörün temsilcisi, OKMAN Enerji ki; sahibi “siz direnin biz yukarıdan işleri hallediyoruz ifadelerini kullanarak” ve “derenin taşı ile derenin kuşunu vurmak” kabilinden dalgasını da geçerek, bırakın kamulaştırmayı da kendi finansman marifetleri ile halletsinler, ama olmaz… Resmi Gazetede bakanlar kurulu üyelerinin imzaları ile yayınlanan ve “İzmir İli, Çeşme İlçesinde tesis edilecek Karadağ Rüzgâr Enerji Santralinin yapımı amacıyla ekli listede bulundukları yer ile ada ve parsel numaraları belirtilen taşınmazların Hazine adına tescil edilmek üzere Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu tarafından acele kamulaştırılması; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının 15/5/2013 tarihli ve 696 sayılı yazısı üzerine, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 27 nci maddesine göre, Bakanlar Kurulu’nca 27/5/2013 tarihinde kararlaştırılmıştır” biçimiyle ifade edilen karar; peki, kamulaştırma işlemlerinde “acil” kaydı şartı varsa bu neyin delaletidir deyip mezkur kanunun ilgili “acele kamulaştırma” başlıklı maddesine bakıyoruz; “Madde 27 - 3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanununun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Bakanlar Kurulunca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların kamulaştırılmasında kıymet takdiri dışındaki işlemler sonradan tamamlanmak üzere ilgili idarenin istemi ile mahkemece yedi gün içinde o taşınmaz malın 11 ve 12 nci madde esasları dairesinde ve 15 inci madde uyarınca seçilecek bilirkişilerce tespit edilecek değeri, idare tarafından mal sahibi adına milli bir bankaya yatırılarak o taşınmaz mala el konulabilir. Bu Kanunun 3 üncü maddesinin 2 nci fıkrasında belirtilen hallerde yapılacak kamulaştırmalarda yatırılacak miktar, ödenecek ilk taksit bedelidir.”  “Hayda, ne oluyoruz kardeşim savaştamıyız” diye soran ve kamulaştırmanın muhatabı olan bir arkadaşımızın kendi sorusuna kendi cevabı “evet savaştayız, doğa ile, çevre ile ve onlara sahip çıkanlar ile savaştayız”. Eeee, tabi bu kadar çok bilen muktedirlerin olduğu yerde, tüm bunların başımıza gelmesi bizim kaçınılmaz ve karşı konulamaz mukadderatımızdır. Sonuçta anlaşılması gereken ise; “siz ne yaparsanız yapın, biz bir defa karar aldık” bunlar olacak, o kadar…

Peki; Çeşme’nin tek saldırıya uğradığı yer Karadağ üzerinden RES tesisleri midir? Nerdeeee, geçen yerel seçimler öncesi, idman ve manevralarının tuttuğu görülen ve halka ucuz konut verileceği vaadi ile canım yurdumun yarattığı ve son dönemde de tam bir rant devşirme aracı haline gelen TOKİ işi, yeniden ve yeni yerel seçim arifesinde tekrar hortlamıştır ve bu sefer de daha ciddi ciddi görüntüler vererek… Bir AKP li tanıdığımdan öğrendiğim kadarı ile; geçen yerel seçimler öncesi ilan edilen ve fakir-fukaraya TOKİ marifetiyle ucuz konut temin edilecektir çıkışı ile; yaklaşık 1.400 konut için 4.000 başvuru ve yaklaşık 2.200 parti üyesi kaydı gibi bir aritmetik büyüklük yaratılmış ancak rüzgarının bile bu büyüklüğü yakalamış olmasına istinaden de bu sefer daha somut adımlar atılmaktadır. Hani bu “özel sektör”e tapanlar, Cumhuriyetin çok olumsuz koşullarda yarattığı önemli sanayi değerlerinin, “devlet don mu üretir” gibi abuk laflarla itibarsızlaştırarak ve diğer taraftan da “devlet elini ekonomiden çekmelidir” propagandaları ile 3-5 kuruşa elden çıkarıldığı ortamda abdestsiz kapitalist davranışın sünnetlenerek, hatta rant varsa sadece muktedirler var diyecek mertebeye erişmesi olan TOKİ’nin ne olduğunu merak edenler, meclis lojmanlarının MESA’ya TOKİ üzerinden nasıl ihale edildiğine baksınlar yeter… 26 Haziran tarihinde Ilıca’da Çeşme AKP ilçe teşkilatı tarafından sunumu yapılan TOKİ’nin 1.584 konutluk Çeşme çıkarma harekâtının tanıtımı yapılmış ve katılan gazeteci arkadaşlarımızın aktardığına göre sunumu yapanlar ise yine fakir-fukaraya ucuz konut sloganı ile start alan tanıtımda bulunanlar; konu ile ilgili proje detaylarının AKP ilçe teşkilatından edinilebileceğini, müracaatların ise Kaymakamlığa yapılacağını, müracaat edeceklerin aylık 2.500 TL den az gelir ve 5 yıldır Çeşme’de oturmuş olmaları gereğini beyan etmeleri gerekebileceğini, sunumu yapanların TOKİ’nin kalite sorunu yaşadığı yönündeki yaklaşımın doğru olduğunu bildiklerini ama bu sefer kalite konusunun bizzat Sn. Başbakan tarafından denetleneceğini, güncel olan ve sıkıntı yarattığı görülen ağaç ve yeşil işinin ciddiyetinin boyutunu kavrayanlar hemen mezkur mahallere 30.000 ağaç dikileceği gibi çevreci bir rota tutturulacağını, dönemin AKP Çeşme İlçe Teşkilatı Başkanının ‘‘Şükür rabbime, Dünya lideri Recep Tayyip ERDOĞAN’ın neferi olmayı bana nasip etti’’ diyerek yerel seçimlerde nasıl aday olunacağının tarihe not edileceğini vs. vs. diyerek teşekkürü hak etmişler, bakalım bu sefer gelişmeler açıklandığı gibi olacak mı? Ancak; kalite konusunda görevi olmayanlara görev tevdi etmenin de bir faydası olamayacağını, İstanbul’un siluetini bozan projeler konusunda yaşanan polemikler neticesinde binaların müteahhidine küsmüş olduklarından ötürü Sn. Başbakan’ın onca işinin arasında bu konu ile ilgili fazla mesaiye kalmasına yol açılacağını ve müteahhit’in de artık bu tür sözler karşılığında müteahhitlik yapmayacağını açıklamış olması nedeniyle de, benzer müteahhit kayıplarının yaşanabileceği gerçeğini de hatırlatmak gerekecektir.

Sonuç olarak görünen o ki; Çeşme sermayenin her türlü oluşumu için bir cazibe merkezi oluşturmuş durumdadır ve önce koy’lar sonra plajlar beach clup, arta kalanlar ise yat marina yapılarak denize ulaşım halka kapandı, şimdi RES ve TOKİ projeleri ile var olan SİT ve orman alanlarıda elden çıkarılacak gibi duruyor, eeeeeeee elindeki tek alet çekiç olana her şey çivi görünürmüş misali canım Yurdum tek bir arsaya indirilmiş iken Çeşme’nin bundan nasip almayacağı düşünülemez tabii ki… Görünen o ki daha çok Gezi Park vakaları yaşanacaktır çünkü hedef artık hatti değil sathidir ve bu satıh tüm vatandır ve denilen de odur ki; hodri meydan, eeee ne de olsa çevrecinin daniskasıyız ya… Kaz dağları, Karadenizin tüm dereleri, Hasankeyf, Allonai, Sapanca Gölü başta olmak üzere tüm arkeolojik, doğal varlıklar elden gitmiş, kimin umurunda…  Hele birde “onların Bizans oyunlarına karşı da biz de onlara Osmanlı oyunu ile karşılık vereceğiz” gibi bir laf ortalıkta dolaşıyor ya, evlere şenlik… Durmak yok neobizans oyunu olan Osmanlı oyununa devam…

Marifet; kıl ya da kul-nefer olmanın dışında özgür bir tavır sergileyebilmektedir ve kimden ve nereden gelirse gelsin, bizden ya da onlardan gibi abukluklara tevessül etmeden davranabilmektedir, yoksa işin en kolay ve risksiz olanı ne olursa olsun kabullenmektir.

Pazar, Temmuz 20, 2014

ÇEŞME KARADAĞ’DA RÜZGÂR TÜRBİNLERİNE HAYIR-yeniden


Çeşme’nin; çok sınırlı konut ve ağırlıklı olarak ta rekreasyon alanı olarak ayrılması gereken, belki de bu yüzden ve bir ölçüde benim de doğru gördüğüm 1. derece doğal SİT alanı ilan edilen, kentin önemli yeşil alanını oluşturan Karadağ adında bir dağı vardır, bugünlerde farklı bir yaklaşımın hedefi durumundadır. Bu dağ http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/  adresindeki blok ve Yeni Çeşme gazetesindeki 07.02.2011 tarihli  “İLK YAP İŞLET DEVRET ÇEŞME’DE PAFTOS MESELESİ” başlıklı yazımda bahsettiğim “1914-1918 yılları arasında Çeşme Kaymakamlığı yapmış Hilmi Uran’ın anılarını topladığı “Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım (1908-1950)” adlı kitabında Çeşme bölümünde “Paftos meselesi” adlı başlık altında yazılmış enteresan bir bölüm vardır. Burada; benim bugüne kadar okuduğum kaynaklar içinde, bugün literatüre “Yap-işlet-devret” adıyla girmiş bulunan bir uygulamanın bulunması dikkatimi çekti. Nasıl anlatıyor bu uygulamanın kilometre taşlarını Hilmi Uran; “Çeşme’nin yakın tarihi hakkında sonraları edindiğim bilgiye göre, vaktiyle Çeşme’de de arazi büyük parçalar halinde idare edilir” ve devamında “İnsan elinin azlığından ve himmetsizliklerinden bu çiftlikler sahiplerine pek az fayda sağlarlarmış. Fakat Çeşme bu durumda iken adalar da, nüfus fazlalığından muzdarip bulunuyorlarmış, oralardan da nüfus kendine taşacak yer aramakta imiş. İşte adalardan bazı çalışkan ve becerikli Rumlar ihtiyaç sevkiyle Çeşme’deki çiftlik sahiplerine müracaat ederek, kendilerine ayrılacak küçük arazi parçaları üzerinde bağ tesisine izin almışlar ve uzunca bir müddet faydalanacakları bu bağları bu müddetin hitamında bağ olarak aynen çiftlik sahiplerine bırakmayı taahhüt etmişlerdir” (shf 67-68)… Zamanla bu Rumlar köylere de yerleşerek, kayalık arazileri set yapmak ve başka yerlerden toprak taşımak suretiyle bağlıklar kurmuş ve Sakız Adasından koyun getirerek yetiştirmeye başlamışlardır”

Evet; yamaçları tamamen teraslanarak ve yeterli toprak taşınarak elde edilen KARADAĞ’da Çeşme’nin uzun yıllardır dillere destan olan ve müthiş üzümü yetiştirilmiş, Çeşme şarapçılığı bu sayede bugün bile taaaa Fransa’ya kadar ün ve nam salmıştır. Terasların ne kadar muhteşem olduğunu, havadan fotoğraf çeken ama beni affetsin ne yazık ki ismini anımsayamadığım fotoğraf sanatçısının hazırladığı katalogdan bir kez daha görmüş idim geçenlerde, bu terasların bu haliyle bile bir kültürel ve turistik figür olduğunu asla unutmayalım, onları kaybettikten sonra hayıflanmanın bir faydası olmayacaktır.

Şimdi bu KARADAĞ rüzgâr türbinleri kurularak elektrik enerjisi üretilmek üzere ve 2057 yılına kadar geçerli olacak lisans tanzimi ile tahsis edilmiş bulunmaktadır.

Enerji; sanayi, teknoloji, ulaşım, iletişim başta olmak üzere bilgi toplumunun en önemli ve asla vazgeçilemeyecek bir ihtiyacıdır ve görünen o ki olacaktır da, dolayısıyla bu kadar değerli ve toplumun temel taşının temin kaynaklarının sınırlı olması ve dayandığı fosil yakıtların yarattığı çevre etkileri ve kaygıları nedeniyle, sürekli bir arayış içinde olan bilim dünyası, devamlılığı ve yenilebilirliği çevresel olumsuz etkileri en az olan enerji kaynaklarını bulmak ve geliştirmek adına yoğun çalışmalar içindedir. Bugün bilim dünyası, yenilenebilir enerji kaynaklarından başta Güneş, Rüzgâr, Jeotermal, deniz dalgası, hidrojen gibi kaynakların, Dünyanın yaşanabilirlik ortamının ve teminde de sürekliliğinin bozulmaması amacıyla enerjinin üretim yöntemi ve biçimleri ve bunların çevresel etkileri üzerine ulusal ve uluslar arası hukuk, üretim ve iletim teknik ve güvenlikleri bakımından bir hayli mesafeler kat etmiştir veya en azından bugünkü bilgi ve tecrübe düzeyimiz mucibince bu rahatlıkla söylenebilir görünmektedir. Günümüzde ihtiyacın çok önemli bir bölümünü oluşturan fosil yakıt kaynaklı enerjinin, sonuçta açığa çıkan sera gazı başta olmak üzere karbondioksit ve metan gazı, kükürt partikülleri, azot oksit ve kül neticesinde insan ve çevre sağlığı üzerinde çok olumsuz etkiler oluşturduğu sağır sultanın bile malumudur artık. HES (hidro elektrik santral) lerin de habitat ve iklim üzerinde olumsuz etkileri ise bugünlerde gerçekleşen eylemlerde çevre duyarlı sivil toplum kuruluşlarınca, özellikle de Karadeniz Bölgesinde yaşananlar yeterince afişe edilmiş bulunmakta ve kanımca salt bu nedenle de konuyla ilgili yatırımların bu oluşan yeni bilgi ve teknolojilerle yeniden gözden geçirilmesi kaçınılmaz olmuştur.

Uzun yıllardır Canım Yurdumda izlenen neoliberal politikalar çerçevesinde, eğitim, sağlık, kitle ulaşımı, enerji, su temini, toplu konut başta olmak üzere tartışmasız kamu tekeli olması gereken sektörler, bir taraftan var olan kamu tesisleri özelleştirmelerle diğer taraftan tahsis edilen lisanslarla da yeni yapımları, iştahları bir türlü ıslah olunamayan, terbiye edilemeyen her şeye paragözüyle bakan sermaye kesiminin insafına terk edilmiştir. Kapitalizmin genel ya da yerel bunalımının tavan yaptığı dönemlerde de, daha da katmerleşen bu uygulamaların rezalet örnekleri de asla göze görünmemekte hatta daha da radikalleşen boyut kazanmaktadır, yeter ki kapitalizm esenlik içinde sömürü çarklarını korusun muktedirler açısından, tek kriter budur, ancak gözü doymaz sermayeye yeni kârlı yatırım alanları ve olanakları açmak zorunluluğu bizim hayatımızı cendere altına alıyor ya adamı kahreden taraf o oluyor işte.

Enerjinin bir şekilde temin edilip sunulacağını bilen bizler, hele bu kaynak da yenilenebilir ve sürekliliği korunabilir, insan ve çevre açısından klasik kaynaklar kadar olumsuz sonuçlar doğurmayan rüzgâr ise, olsa olsa buna destek veririz ama seçilen yer KARADAĞ olunca, buna itiraz edilmesi gereği hemen oluşuyor. Adamın çıkıp meydana “başka yer mi bulamadınız beeee” diye bağırası geliyor, valla…

Yerleşim alanına bu kadar yakın hatta yerleşim alanının deyim yerindeyse dizinin dibine, rüzgâr türbinleri koymak önüne geçilemeyecek sorunlara neden olabilir, bu kadar mı aklıselimden vareste kararlar alınır, valla anlamak mümkün değil… Genelde enerji üretimi sırasında, oluşmasına neden olduğu olumsuzlukları en az olan kaynak olsa bile, bu hiç zararsız ve sorunsuz anlamı taşımaz ve taşımayacaktır da, başta gürültü, estetik, elektromanyetik alan, habitat ve doğal SİT alan tahribatı, rüzgâr kararlılığının bozulması, rüzgâr perdelemesiyle başlayan tespit edilmiş ve şimdilik yeni olması hasebiyle tespit edilememiş bir dolu sonucu da vardır ya da olabilir.

Hemen yakınında öğretim kurumlarının bulunması nedeniyle oluşacak elektromanyetik alanın ve gürültü sürekliliğinin, ilkokul çağındaki çocuklarımızın fizik ve ruh sağlığı üzerinde yaratacağı olumsuzluklar hiç düşünülmemiş gibi görünüyor… Gürültü kirliliği bugüne kadar baktığım tüm raporlarda sadece insanın duyduğu ses aralıklarına göre değerlendirilmiştir, bu konuda kuşlar, köpekler, tavuklar, koyun keçi gibi küçükbaşlar ve de özellikle arılar hep göz ardı edilmiştir, peki bunlar bu çevre ile ilgili unsurlar değilmidir, bu karar vericiler açısından acaba?

Peki, buraları benimde kısmen katıldığım karar ile doğal SİT alanı ilan eden, Çeşme’lilere bugüne kadar gavur eziyeti çektiren, hatta öyle ki tütün tarlalarını bile doğal SİT alanı ilan ederek artık konuyu başka bir rant alanına dönüştüren kadroların ve onların yerel uzantılarının doğal SİT alanı ilan edilen Karadağ’ın kurban edilişi karşısındaki tutumlarının ne olduğunu çok merak ediyorum doğrusu.

Görsel ve estetik açıdan sanki bu şehirde yaşayanları cezalandırmak istercesine gözümüze ve kulağımıza ve hatta zihnimize estetik değerlerimize bir saldırı şeklinde algılanmasının önüne geçemiyorum, açıkçası… Üretilen enerjinin ana şebekeye aktarılması için enerji nakil hatlarının geçeceği bölgelerdeki elektromanyetik alanın olumsuzluklarının göz ardı ediliyor vb. vb…

Bu her şeyi para kazanma-istihdam yaratma ikilemi içinde göstererek Canım Yurdum İnsanını en hassas noktasından yakalama çabaları içinde olanlara, daha az istihdamla daha büyük paralar kazanılabileceğini de hatırlatmak isterim, üstelik az istihdam ama çok geniş ekonomik güvence yaratılabilir, kolayca anlaşılacağı üzere. Bırakın insanları “kırk katır mı, kırk satır mı” cenderesine sokmayı…

Büyüklüğüne bağlı olarak değişiklikler gösteriyor olmasına rağmen, yatırım geriye dönüşlerinin 1 yıldan 3 yıla kadar, hatta büyük çaplı yatırımlarda 6 aya kadar düşüyor olması, sadece kendi işletmesini fazla önemseyen, asla insan ve çevre kaygısı olmayan, benim dışımda tufan-kıyamet olsun yaklaşımı ve basiretine sahip canım yurdumun kapitalistleri açısından hiçbir zaman ve hiçbir şart altında beis yoktur.

Sonuç olarak kentleri insan odaklı düşünmüyor ve planlamıyor iseniz tabii ki sözümüz olamaz, zaten tüm gelişmeler de bize muktedirlerin ve onun yoğun etkisi altındakilerin dert ve tasalarının “insanın kendisinin” olmadığı biçiminde olduğunu göstermektedir, bir taraftan şehirleri otobanlara çevirerek övünenler, diğer taraftan kentin ortasına termik santral yapıp dünyanın en çevreci termik santralini yaptık diyerek yalan söyleyenler, nihayetinde artık ustalaşınca da “çevrecinin babasıyız” mertebesine ulaşanların bizi getireceği nokta, çevrenin tüketildiği nokta olacaktır. Tam da bu nedenle KARADAĞ da rüzgâr türbinlerine hayır diyoruz…

Son olarak bir Afrika Yerli Sözü:

Son ırmak kuruduğunda,
Son ağaç yok olduğunda,
Son balık öldüğünde;
Beyaz adam paranın yenilemeyen bir şey olduğunu anlayacak!

Pazartesi, Temmuz 14, 2014

YOLDAN ÇIKMAMAK’A AÇILAN YOL


Herkesin bir yolu var cevazı mucibince herkes kendi yolunu yazıyor. Eeee işte "herkesin bir yolu var, herkes kendi yolunu yazsın" diye YOL açarsan olacağı buydu, sözlü tarihti, yazılı tarihti, yok bilmem ne tarihti... Artık bitsin bu kelam ve kalem yarıştırma diyen kimse de çıkmıyor ne yazık ki... Sussun herkes sonsuza kadar, geçmişin ve o yolun yüzü suyu hürmetine diyen de çıkmıyor ne yazık ki... Maazallah başlar herkes kendini merkeze koymaya başlar döşenmeye, aslında tabii ki bu coğrafyanın insanı Nasrettin hoca torunudur ve ayaklarının dibi de dünyanın merkezidir, ne yazık ki böyle de oldu galiba... Evet, kişisel referanslar üstünden yol tarifleri yapmaya kalkarsan, yani yolun bizatihi kendisinden azade tutum takınırsan maazallah ortalık toz duman olur… Anlaşıldığı kadarıyla söylenecek çok şeyi var herkesin, ama zaman biraz susarak soğutma zamanı olmalı... Ayrıca ve ilaveten herkesin bir yolu olamayacağı da gün gibi aşikârdır, ne demek herkesin bir yolu var, zinhar yok, herkes aynı yoldan geçti, herkes aynı yolu kullandı, o kadar, diyende çıkmadı şu güne kadar… O yol öyle bir yoldu ki, tek yoldu, bunu herkes böyle bilmeli, bırakmanın tam zamanıdır artık bu herkesin bir yolu vardı kolaylığını diyen de çıkmadı henüz…

Malum hikâyedir, hani seyir ettiğimiz 100 Hollywood filminin kesin ellisinde olur ya; yeni evlenenlerin törenini yöneten din adamı, evliliğe tanıklık eden izleyicilere döner ve “bu evliliğe itirazı olan varsa şimdi itiraz etsin yoksa sonsuza kadar sussun” der ya, günümüzün ve konumuzun hissesi bu olmalı, bence… Malumdur ama az hatırlanır işte… O gün susmuşsun şimdi konuşuyorsun, hem de herkes konuşsun diye yollar sonuna kadar açık tutulmuş iken… O gün susarak yapılan yanlışa bugün konuşarak devam etme yanlışına düşmeyelim diye bir yaklaşım hatalı olmaz herhal…

Yahu allahaşkına, konunun hala mahremiyetlerle dolu bölümü derç edilmeden, hadi diyelim genel maksat ve amaca yönelik kişisel kabullenmelerden bahsetmeden, günün rutinleri ile sınırlı anlatımların kime ne faydası olacak, kime yeni yollar için feyz olacak, biri de bu biçimiyle tefekkür etsin… Bir olay anlatacaksınız, bir kısmının sizinle mezara gidecek bölümleri var, bu tarafı ile zinhar bahsedilmeyecek, sonra da anlaşılacağım diye bekleyeceksiniz… Biraz zor, hatta çok zor… Peki, bilinmiyor mu da bu, bize düşüyor usulet ve suhulet telkini, bilinmez mi, bilinir, hem de çok iyi bilinir, ama bilinsin ki buradan murat ta biliniyor ve de tam da bu yüzden insanlar üzülüyor…

Şüphesiz; “herkesin bir yolu vardır” iddiası kulağa çok hoş gelir ve bir hayli de janjanlıdır ama bir o kadar da sonuçları itibariyle sıkıntı yaratır, bu herkes tarafından çok bilinir ama ne yazık ki az uygulanır durumu da göz ardı etmemeliyiz. Yaşanan her şeye rağmen, çok güzel ama büyük bedellere mal olan muhteşem yolculuk, herkesin üzerinde çok kolaylıkla kelam ve kalem üretip oynattığı bir alan olmaktan azade olmalıdır. Geçmişin yakınlığı ve uzaklığı bir yana, hafızanın genişliği, sadakati hatta önceliği ve nisyanı ile sınırlı vs. gibi durumların da göz ardı edilmemesi naçizane beklentimiz ve hasletimizdir… Ayrıca bir başka malum hikâye, çokça bilinir az dikkate alınır cinsten; hikâye diyorum ama hikâye değil bir bilimsel deney, tanıklıkları ve hafızayı sorgulamak adına gerçekleştirilmiştir ve bir adam öldürme mizanseni ayarlanır bir odada ve bu odanın 7 adet kapısı vardır 7 ayrı “bilim insanı” birbirini görmeksizin birbirinden habersiz mizanseni 1 dakika süreyle izler ve olaya, öldürene ve ölene yönelik izlenimlerini ya da tanıklıklarını yazılı rapor haline getirmeleri istenir. Ortaya birbirinden ilgisiz, aynı olayı izlemelerine rağmen farklı tespitlerin yapıldığı bir tanıklık ve hatırlama süreci raporlaşmıştır artık ve değerlendirmeye tabi tutanlara da bu farklılıkların bilimsel izahını yapmaktan başka bir şey kalmamıştır geriye tüm bu çalışmalarda…

Bu yol tek’ti ve bu yoldan geçen herkes, yolun aynı çeşmesinden su içti, yoldan kalkan aynı tozu yuttu, yolun aynı noktalarında molalar verildi, yolun açıldığı vadinin sert rüzgârından bağırları aynı miktarda yandı, vs. vs… Ama o yolun çeşmesi halen akıyor olmalıdır, biz suyundan içmiyor olsak bile… Bu yol, dönemi itibariyle “otoyol”ların daha icat edilmediği bir dönem olduğundan, engebeli idi, dolambaçlı idi, sarp idi, şimdi bakıyoruz da herkes güzel güzel otoyollarda, kurulmuşlar güzel güzel otomobillere, oradan “gül döktüm yollarına” şarkısı eşliğinde talkına devam ediyorlar… Bu muhteremleri Allah ıslah etsin diyeceğiz ama… Dil lal olmuş…

Bizim o yollara döktüğümüz güller kurudu ama hala çok güzel kokuyorlar…

“Hafızayı beşer nisyanla maluldur” sözü kolay oluşmamıştır… Dikkat gayri… Çok dikkat… Hatta “sus ki derviş bellesinler” diyelim dersekte ayıp etmeyiz herhalde…

İnsanların hayatı, hep bir yol bulmak umuduyla geçmektedir, kimisi yolunu buluyor, kimisi bulamıyor… Ta Hannibal’dan beri, onun düşmanlarını atlatmak için kullandığı veciz sözü tekrarlanıp durmuştur; “ya yeni bir yol bulacağız ya da yeni bir yol yapacağız”, ama artık yeni bir yola, ne bulma ne de yapma anlamında ihtiyaç yoktur, yol bulunmuştur artık… Herkesin yolu bellidir ve tektir... Herkesin tutuğu yol hayırlı uğurlu olsun… Yolları açık olsun…


 

Pazar, Temmuz 06, 2014

HİKAYE’T ÜL VAKAİ ZABITAN


(amcalara masallar–1)

Canım Yurdumun, güzel bir kasabasında, tüm kasabalılar tarafından tanınan-bilinen işadamlarından birisinin eşi çağımızın belası olan hastalık nedeniyle hakkın rahmetine kavuşur, defin işlemleri ve arkasından gelen gelenek ve görenek gereği tüm vecibeler, işlemler ve sefahat tamamlanır. Mezkûr işadamının sahibi olduğu geniş ve ulaşımı kolay restoranda vefat eden eşinin arkasından “mevlit” okutulması kararı verilir ve konu ile kasabanın din önderleri ve ileri gelenlerine danışılır, sual olunur ki “her daim alkol servisi yapılan bu restoranda, mevlit okutulmasının dinimizce uygunluğu varmıdır”, işadamının en azından bu vecibeler konusunda bir hayli cömert olabileceği beklenti ve öngörüsüne dayanılarak cevaz-ı fetva derç edilir. Diğer taraftan görevi sürekli gezerek Belediye adına kontrol ve izleme görevi yapan ya da yapması gereken bir de “zabıta”mız vardır bu hikâyenin bir tarafında ve davetli olmanın dışında mezkûr ortamlara en azından mesai saatleri içinde zinhar dâhil olmaması gerekirken kendisini sürekli bu tür faaliyetlerin ayrılmaz bir parçası kabulü ile de mütemadiyen asli işinin dışında bu kabil faaliyetleri takip ederek, metazori katılımlar gerçekleştirmektedir, vazifesi nedeniyle de sürekli Belediye dışında olması ise ortadan kaybolmasına çok uygun bir ortam oluşturmaktadır ve hedefi başlıkta verilen işte bu muhterem çocuğun hikâyesidir, hikâyemiz. Diğer meslektaşları, gerek motosikletler gerekse de yürüyerek, yaz kış, uzun ve meşakkatli mesai saatleri demeden çalışırken, bahse konu beyzade, çağımızın kolaycı ve müşterisi bol olan malum bezirgânlık faaliyetlerine hiç ara vermeden devam etmekte ve birlikte hareket edeceği bir de grubun içinde de yer almaktadır. Bu konuda ilerideki yazılarımızda inşallah değinebileceğimiz üzere, soruşturma ve yaptırımlara da uğramıştır bu muhterem çocuğumuz…
Neyse biz fazla uzatmadan hikâyemize dönelim şimdilik. Fetva mucibince mevlit vakti saatinde, mevlit için katılımcılar kendileri için, faaliyete uygun düzenlenen mezkûr restoranda yerlerini alırlar, burada bu okumanın gerçekleşmesinin, dinen caiz ve helal olacağı cevaz-ı fetvasını veren dini önder grubundan ağır toplar, başta da dini önder bey olmak üzere, mezkûr zabıtamızın da katılımıyla, mevlit başlatılmıştır. Sulh selah ile dinlenen mevlid-i şerifi müteakip merhumenin arkasından hayır dualar edilir, helallikler verilir ve katılımcılar bir taraftan muhterem okuma heyetine teşekkürlerini diğer taraftan da eşini kaybeden işadamına başsağlığı dileklerini ileterek birer birer ayrılmaktadırlar. Nihayetinde, gelenek ve görenekler gereği, merhumenin hayırlarla ve dualarla anılması sefahati tamamlanır, mevlit okumasını gerçekleştiren başta dini önder bey olmak üzere tüm zevata ılık içecek ve bir miktarda yiyecek servisi yapılır ve kısmen de olsa muhabbet faslına geçilir. Bir taraftan eşini yitirmiş olmanın acısını içten yaşayarak çok üzülen hatta yıkılan ancak okunan mevlidin yarattığı ortamın ve katılımcıların hayır dualarının oluşturduğu huş içinde, dini önder beyin yanında oturarak yerini alan işadamımız, her ne kadar bu iş için herhangi bir ödeme talebinin olmamasına rağmen cebinden çıkardığı ve 2 ye katlanmış, iç içe konulmuş olan 200 Euro’yu dini önder beyin gömlek cebine yerleştiriverir. İşadamı kendisine bahşedilen bu ortamda eşine son bir kez daha helallik görevini yerine getirmiş olmasının yarattığı iç huzuru ile fazlaca cömert sayılmasa bile bu miktar ödemede bir tereddüt göstermemiş ve içinden de yarı mırıldanarak helallik vermiştir. Artık dini telkin ve görevlerinde gün itibariyle sonuna gelinmiş ve artık ayrılma vakti gelmiştir ancak mezkûr muhterem zabıtamız 200 Euro’dan kendisine bir pay ayrılmamış olacağı öngörüsü ya da umutsuzluğu içinde konuya odaklanmış ve kendisine nasıl bir pay oluşturabileceği konusunda kafa patlatmaktadır sadece. Tam ayrılmak üzere iken, fırsat kollayan zabıtamız için bir ışık doğmuştur aniden, def-i haceti için lavaboya giden dini önder beyin hemen peşine takılır ve lavabo önünde erkete vaziyetinde ancak avını bekleyen kaplan hazırlığı ve çevikliğinde pozisyon alır. İçeriden rahatlamış olmanın huzuru ve cebindeki paranın keyfiyle çıkan dini önder bey henüz yıkamış olduğu ellerinin daha ıslaklığını kurutamadan, kaplan çocuğumuzun eli büyük bir maharet ve kıvraklıkla derhal gömlek cebindeki 2 ye katlanmış iç içe konulmuş 200 Euro’ya yönelir ve 2 parmağı ile adeta kapar ve artık 200 Euro yer değiştirmiştir. Ancak zabıta çocuğumuz aldığı eğitim ve aile terbiyesi mucibince, özenle 2 ye katlanmış ve iç içe bulunan 200 Euro’dan bir tanesini alır diğerini dini önder beyin gömlek cebine tekrar yerleştirir.  Eeee çocuk, hem eğitimli, hem terbiyeli öyle hepsinin üstüne yatacak değil elbette, aslında konu buralara da gelmezdi ama dini önder beyde kendisine bilahare kırışırız ya da paylaşırız gibi bir ışık vermemişti, bir işaret çakmamıştı, böyle bir işaret çakmış olsaydı eğer, böyle terbiyesizlik addedilecek bir harekete zinhar kalkışmazdı… Diğer taraftan dini önder beyde önce hepsinin gittiği korkusuna kapılıp bilahare yarısının yeniden cebine girmesinin verdiği bir rahatlamayı yaşarken, gençliğinin ve cesaretinin hatta girişiminin neticesi, oluşan bütçenin yarısının cebinde olmasının rahatlığı da mezkûr ve muhteşem zabıtamızın yüzüne vurmuştur, gayri…
Bu hikâyenin gerçek olup olmadığını düşünecektir bazı okurlarımız, valla ben gerçek değildir diye cevap vermek isterim sadece… Peki, böyle bir hikâye yaşanmış olabilir mi, diyebilir bir kısmı, eee yaşanır tabii, neden yaşanmasın ki… Haftaya da hatırlayabilirsem eğer, devamı kabilinden uydurduğum bölümünü yazacağım, duruma göre…

Salı, Temmuz 01, 2014

ÇAKILDAK ve ÇAKILDAKÇI


Anadolu’da bir söz vardır : “Çakıldakçı”; bu koyunların kuyrukları altında, koyunun pislemeyi yaparken tüm gayreti ile kuyruğunu kaldırma çabasına rağmen yine de tüylere/kıllara yapışıp kuruyan ve oradan da kendi kendine asla düşmeyen pisliklerin (bokların); ki bunlara “çakıldak” denir, temizlenmesi işlemini gerçekleştiren kişiye de bu isim verilir ve genellikle bu görev çoban yardımcıları tarafından yerine getirilir. Gerçi aynı kelime insanlar içinde ve de ne yazık ki aynı anlamda kullanılmaktadır. Çakıldakların temizlenmemesi, kırkma denilen koyunun yününün alınması işlemi sırasında yünün/yapağının kalitesinin düşmesi anlamına gelmekte olup mutlaka en azından bahse konu kırkma döneminden önce bile olsa bir kez temizlenmek durumundadır, aksi takdirde yünün/yapağının işlenmesi zorlukları yanında kalite düşmesine de neden olmaktadır. Bu “çakıldakçıların” durumları, sayıları ise de işletmenin büyüklüğüne yani beslenilen koyun miktarına bağlı olup, eğer ailece yapılan bir işlemse çakıldakçılık görevi de ailede genellikle de çocuklara düşen bir görevdir, işletme büyüdükçe de görevler görece profesyoneller tarafından yerine getirilmektedir. Anlaşılacağı üzere; koyunun yününün/yapağısının kalitesinin ve işleme kolaylığının artması için koyunların çakıldaklarının (boklarının) yün kırkma dönemlerinde temizlenmesi gerekmektedir, çakıldakçıların sayıları ve sosyal statüleri de koyun sayısına bağlı olup; yukarıdaki yazılan tüm bu işlemleri yerine getiren çakıldakçıların durumunu muzip ve bilge kişiler Anadolu’da; eğer birileri önem vehmedilenlerin arkalarını temizliyorlar ve etraflarında yağcılık yapmak için dolanıp duruyorlar ise, bu kişiler için “çakıldakçı” demişler ve uzun yıllardır bu laf kullanıla gelmiştir.

Bu söz; Yurdumuzun çeşitli yörelerinde, Ege ve Çukurova’da böğrülce ve Ordu ve Giresun tarafında da fındık tazesi gibi meyve-sebzelerden, değirmenlerde bazı uyarıcı görevleri olan ses düzeneklerine kadar çeşitli anlamlarda da kullanılmaktadır.

Ege yöresinde ise; “çakıldaklı” diye bir söz bulunmakta olup, çok konuşan kafa şişiren, kafa ütüleyen anlamına kullanılmaktadır. Kök kelimenin farklı farklı ekler alarak bir hayli geniş alanda anlam bulmasının da, konunun ne kadar büyük bir tarif alanı oluşturduğuna bağlıdır.

Biz konumuz gereği yukarıda genişçe anlatılan ve yağcı, yardakçı ve erkete rolü için kullanıp, toplumumuzda da bu görevi yerine getiren bazı erbap kişileri tanımlamak için kullanacağız.

Canım yurdumun yaşadığı sıkıntısı ve çalkantısı büyük dönemlerde, herkesinde kolayca hatırlayacağı ve bilebileceği üzere; çakıldak olmayı içine gönül rahatlığı ile sindirmiş, ya da çakıldaklara karşı çakıldakçı olmayı tercih etmiş insanların sayısı artar. Oysa ki; Ademoğlu bir anlayabilse, çakıldak olmanın insanı insanlıktan uzaklaştırdığını, zinhar bu tercihinden vazgeçecektir… Ama nerde…

Bu haftaki yazı kısa oldu, umarım uzun yazıyorsun diyenler ve haliyle yazının uzunluğuna bağlı olarak ta fontunun bana ayrılan yerin azlığı nedeniyle bir hayli küçük olması hasebiyle de okuma zorluğu çekenler, rahat bir nefes almıştır.

 

 

Pazartesi, Haziran 23, 2014

PADYSHAIMUS SYNDROME

Osmanlı tarihinde; fetihlerin, ülke zapt etmelerin zirve yaptığı dönemin malum hikâyesidir, Fransa kralı Fransçois (Fransuva) Alman Kralı Şarlken ile 1525 yılında Pavye savaşı diye bilinen savaşı kaybeder ve esir düşer. Bunun üzerine Fransçois’in annesi Düşeş hanımefendi Osmanlı büyükelçisi vasıtasıyla, Padişah Kanuni Sultan Süleyman’a Fransçois’in esaretinin sona erdirilmesi talebini içeren bir mektup yazarak, himmet ve yardım bekler. Böyle bir mektup gerçekte var mıdır, varsa da orijinal midir, yoksa bazı lobiler tarafından dublajı yapılmış mıdır, montaj mıdır, bilinmez ancak her nasıl ise, kıssa üstünden günümüze hisse çıkarmamıza engel oluşturmamaktadır.

Kanuni Sultan Süleyman'ın Fransa kralı François’e gönderdiği 1526 tarihli cevabi mektup;

“Allah-ü Teala’nın lütuf ve yardımıyla, peygamberimiz Hz. Muhammet Mustafa (S.A.V.)’nın mucizesi, dört halifenin ve Allah’ın sevgili kulları olan velilerin mukaddes ruhlarının yardımıyla;
Ben ki,
Sultanlar sultanı, hakanlar hakanı hükümdarlara taç veren Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Dulkadir Vilayeti’nin ve Diyarbakır’ın ve Kürdistan'ın ve Azerbaycan’ın Acem’in ve Şam’ın ve Halep’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve daha nice memleketlerin ki, yüce atalarımızın ezici kuvvetleriyle fethettikleri ve benim dâhi ateş saçan zafer kılıcımla fetheylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Bayezıd Hân'ın torunu, Sultan Selim Hân'ın oğlu, Sultan Süleyman Hân’ım.
Sen ki,
Françe vilayetinin kralı Françesko (François, Fransuva)’sun.
Sultanların sığınma yeri olan kapıma, adamın Frankipan ile mektup gönderip, memleketinizin düşman istilâsına uğradığını, hâlen hapiste olduğunuzu bildirip, kurtulmanız hususunda bu taraftan yardım ve medet istida etmişsiniz. Her ne ki demiş iseniz benim yüksek katıma arz olunup, teferruatıyla öğrendim.
Padişahların mağlup olması ve hapsolması tuhaf değildir. Gönlünüzü hoş tutup, hatırınızı incitmeyiniz. Bizim ulu ecdadımız, daima düşmanı kovmak ve memleketler fethetmek için seferden geri kalmamıştır. Biz dahi onların yolundan yürüyüp, her zaman memleketler ve kuvvetli kaleler fetheyleyip gece, gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Allah hayırlar müyesser eyleyip meşiyyet ve iradatı neye müteallik olmuş ise vücuda gele. Bunun dışındaki vaziyet ve haberleri adamınızdan sorup öğrenesiniz. Böyle bilesiniz.
Cevabi mektup kimilerine göre; dönemin Osmanlı İmparatorluğu açısından diplomasi ve askeri üstünlüğünü göstermesi açısından son derece makul ve anlaşılabilir iken, kimilerine göre de, hoşgörüden azade kibrin zirve yaptığı bir tutum ve davranış olarak değerlendirilmektedir. Ancak, nasıl değerlendirilir ise değerlendirilsin, uluslararası kabul görmüş bir seviye, güç ve kabiliyet gerektiren bir durumun yansımasıdır, tüm bu yaklaşımlar…
Bu vesile ile de; kısaca da olsa bu tarihi tespit üzerinden günümüze bakarak görüş belirtmenin faydalı olacağı mülahazasıyla, bir devlet büyüğümüzün geçenlerde mezkur mektubun bir bölümünü, bir şeylerin tebarüz ettirilmesi adına tekrarlanması, en hafif deyimiyle bir halüsinasyon durumudur… Akıllara ziyan…
İktidar hırsının ve sahipliğinin yarattığı bu sarhoş edici hormonlu güç, Kanuni’nin söylemindekine benzer “Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi” yaklaşımı, mezkûr padişahların doğru işler yapmasına engel oluşturması yanında, yanlışlıklar bataklığına gark olmalarına yol açmıştır sürekli… Bu kabil ruh hali, mezkûr padişahlara, yapılan yanlışları bilseler ya da anlasalar dahi geri adım atma, kararı düzeltme gibi davranışlar önünde en ciddi engeli oluştururlar… Tam da bu yüzden, bir yanlışın kendi yorumlarına uygun olarak düzeltilmesi çabası yeni yanlışları doğurmakta, sadrazamları bile sahipliğin devamı için göz kırpmadan harcamaya kadar vardırmaktadırlar yanlışlıkları bazen de… Bu padişahların, bu padişahlık ruh hallerinin, “padişahım çok yaşa” nutuklarından beslendikleri aşikâr olup, bu ruh halinin zaman içinde padişahların sonunun hazırlayıcısı olması ise idraklerinden kaçmaktadır.
Son olarak yeni öğrendiğim haliyle belirtmeliyim ki, mezkûr hikâyenin ruhuna uygun olarak tespiti yapılan bu durumun, tıp dilindeki karşılığının “padyshaımus syndrome” denilen bir hastalık olduğu geniş çevreler tarafından kabul edilmektedir. Türkçemize “Padişah hastalığı” olarak çevrilebilecek bu sendrom, aslında makam koltuğuna oturulduğunda koltuktaki fitilin “fitillenmesi” neticesinde malum sonuçlara neden olurmuş… Hastalar ise oldum (çırak, usta, kalfa, müteahhit sıfatları ile) sanırlarmış kendilerini, her olmadığını gördüğünde de, hastanın ruhunu ateşler sararmış, kontrolden çıkarmış ve terbiyesiz, hazımsız, saygısız hatta küstah oluverirmiş... Yüce Rab ül âlemin bu kabil hastaların yar ve yardımcısı olsun… “Sen kimsin be” diye sağa sola sataşma gibi sonuçları olan bu hastalığın ne yazık ki hâlihazırda bir tedavisi de yokmuş… Muhataplarına da sabır ihsanı dilemekten başka bir şey yapamıyoruz… Herkese geçmiş olsun…

Salı, Haziran 17, 2014

SİZİN VEYSEL


Darbenin kaybettiği bir devrimcinin izinde “SİZİN VEYSEL” adlı kitabın yazarı, eski Mersin 78’liler Dernek Başkanı Ethem Dinçer, muhtemel ki konunun uzmanları ve tanıkları ile birlikte ya da onların ciddi destekleriyle hazırladığı ve 12 Eylül askeri darbesi döneminde hiçbir hukuki, ahlaki ve insani yaklaşım gösterilmeden idam edilen Veysel Güney’in, ancak 2 aya sığan yakalanma ve yargılanma ve infaz sürecini tüm detayları ile ele almaktadır. Kitap bu süreci ele alırken dönemin Cumhuriyet Savcısı Mete Göktürk’ün, özellikle bu infazdaki hukuksuzlukları öne çıkaran “adaleti gördünüz mü” adlı kitabını da refere ederek, gerek hukuki yaklaşımlarına gerekse de tanıklıklarına başvurmaktadır. Dönemin Cumhuriyet Savcısı Mete Göktürk yazdığı “adaleti gördünüz mü” adlı kitabında, Veysel Güney’in yargılanmasına yönelik çok ciddi ve fahiş hataları işler, burada “Veysel’in silah kullandığına yönelik delil olmadığından tutun, gerek yakalanma yerinin krokileri gerekse de çatışmada bulunan polislerin tanıklıkları üzerinden yapılan özensizlikleri ve aldıklar talimat gereği acele ile bir gencin idam edilmesi sürecini adeta yargılamaktadır. Artık infaz gerçekleşmiş ama daha da feciatı, Gaziantep mezarlık Müdürünün mezarın kimsesizler mezarlığında olduğunu ispatlayan tüm evrak ibrazına rağmen Veysel Güney’in hala bir mezarının bulunmamasıdır. Ancak uzun yazışmalardan sonra bir hukuk garabeti daha gerçekleşir, TBMM İnsan hakları komisyonu’nun sorusu üzerine Gaziantep Savcılığı’nca “her ne kadar DNA testleri uyuşmasa da Veysel Güney’in Gaziantep Mezarlığı 105341 nolu mezarda yattığı anlaşılmaktadır” denilerek, ölüm gerekçesi “İ.D” (İdam) ve cenazenin geldiği yer “Orduevi” notları bulunan “faili meçhul” kayıtlı mezarın Veysel Güney’e ait olduğu kabul edilmiştir.

Veysel Güney’in infazını müteakip, bugün bir kopyası Mersin 78 liler Derneğinde de bulunduğunu öğrendiğimiz, “gömülme izni” belgesi düzenlenir, belge savcı Mete Göktürk, Hükümet Tabibi Fahri Zincircioğlu ve Yüzbaşı Burhan Erdem 3’lüsü tarafından imzalanır ve belgede “Veysel Güney’in cenazesi babası Ali Güney verilmek üzere Yüzbaşı Burhan Erdem’e teslim edilmiştir” diye yazılmaktadır. Ancak aradan bunca yıl geçmesine karşın cenaze acılı aileye teslim edilmemiştir hatta cenazenin bile peşine düşülmesinden rahatsızlıklar oluştuğu ortaya çıktığı “kerim devlet” reflekslerinden anlaşılmaktadır. Darbenin hatta darbecilerin bile kendilerine has bir hukuku olmasına karşın, bu bile çiğnenerek, mezarsız ölüler cenneti yaratmanın keyfini sürmektedir sanki bazı caniler… İnsanın aklı havsalası asla ve kata almıyor, yahu bu nasıl bir kindir, yahu bu nasıl bir intikamdır; ölüleri bile kaybetmekten çekinilmiyor, bunun bir insan tarafından yapılmış olma ihtimali olamaz, olmamalıdır da… Gerçi; canım yurdum, bir emniyet müdürü yaratıyor ve bu mezkûr zat sırıtarak “bu herif asılırken bize söverse ne yaparız?” diye bir soru atıyor ortaya ve yanıt canım yurdumun bir sıkıyönetim komutanından geliyor, aynı şımarıklık ve sırıtkanlıkla,”ipten indirir, yeniden asarız sen kafanı yorma müdürüm”… Bunu söyleme ve yapma cüretinde bulunan insanlar yönetti bu ülkeyi zaman zaman… Hatta şimdi de bol miktarda benzerleri var… Bu dönem yaşananlara bir örnek olsun diye, utana sıkıla bir kez daha yazmak istiyorum ki; cenazesini almak üzere ilgili makamlara başvuran acılı aileye; “biz oğlunuzu mezara gömmeyeceğiz. Onun mezara ihtiyacı yok. Ölüsünü nehre atacağız. Canımız isterse belki bir köpeğin önüne atarız.” denilmiştir ve bu ahlaksız ve şerefsizliğin paçalardan akmasının adeta bir tezahürü olan bu lafları söyleyebilecek bol miktarda insan yetişmiştir bu topraklarda… Toprakta mümbit hani… Hani dönem itibariyle; faili meçhullerin, gözaltında kayıpların, kaçarken vurulanların, teslim ol denildiği halde teslim olmadı denilip kurşuna dizilenlerin, gözaltına alınma kaydı tutulmayanların, yer gösterirken kaçtı denilenlerin, öldürülüp bir kenara atılanların vs. vs. gibi gerekçelerle her yerleşim alanındaki kimsesizler mezarlıklarının sakinlerinin artmasına alışmış idi toplum ama devletin emniyetçileri, adalet erbapları ve infaz kurum yöneticileri vasıtasıyla zimmeti altında olan bir genç insanın cenazesi bile kayıp edilebiliyordu…

CHP Malatya milletvekili Veli Ağbaba “idam kararını verenler biliniyor, infaz edenler biliniyor, infazın yapıldığı yer biliniyor, idamda görev alan savcı biliniyor, cesedin teslim edildiği yüzbaşı biliniyor ama Veysel’in yeri halen bilinmiyor. Bu utanç tablosunu anlayabilmek, normalleştirmek, bunu sıradan bir olay olarak kabul etmek mümkün değildir” diyor… Ama ne yazık ki çok az bir insan topluluğu tarafından, konunun ehemmiyeti anlaşılıyor…

Mezkûr kitabın; İnönü Alpat’ın “Günlüğe düşen notlar”ı kitaplaştırırken yazdığı bir hikâyeyi ele alması, durumun müthiş bir tasviridir. Malum hikâye; milyonlarca karınca bir uçurumun kenarına gelir, karşıya geçmeleri gerekmektedir. Tek yol vardır önlerinde, yüzbinlercesi canı pahasına uçurumu dolduracak, arkadan gelenler ölen karıncaların üstüne basarak karşıya güvenle geçecektir. Önden gelenler öleceklerini bilerek atarlar adımlarını uçuruma. Uçurum karınca ölüleri ile dolar ama arkadan gelenler rahatça geçer.

Gözlerini kırpmadan uçuruma inen karıncalardan biri de Veysel Güney’dir.  Veysel Güney’e bunu reva görenler son tahlilde kaybedeceklerdir, her ne kadar kendileri cenaze kaybetme konusunda mahir olsalar bile, tarih karşısında hep kaybedeceklerdir… Bu cüreti gösteren tüm katiller tarihte birer alçak olmaktan öteye gidememişlerdir ve de gidemeyeceklerdir…

Marks’ın “Anlatılan senin hikâyendir” sözü mucibince herkese bir kez daha diyelim ki, sakın ha bana ne deme, sakın ha arkanı dönüp gitme, bu kadar hukuksuzluğa ve ahlaksızlığa göz kapatırsan, ses çıkarmazsan muktedirlerin yaptıklarını onaylamış olursun ve inşallah kimsenin hatta düşmanımın bile başına gelmez ama bu yaşanan hukuksuzluklar bir gün senin de kapını çalabilir diyelim ve sözü Grup Bandista’nın “de te fabula narratur” albümünden “hiçbir şeyin şarkısı”ndan bir bölüm ile sonuçlandıralım.

Bir kimsesiz mezarında yatıyor
Katilleri şimdi resim yapıyor
Veysel kalkıyor hesap soruyor
Güneş, güneş yine doğuyor
Sabah oluyor, sabah oluyor

Pazartesi, Haziran 09, 2014

GÜNEŞTEN GELDİM GÜNEŞE GİDİYORUM


E tipi cezaevine hareket ettik. Cezaevi müdürünün odası kalabalıktı. Yasa gereği infazda bulunması gereken görevliler dışında, pek çok subay ve emniyet görevlisinin de infazı izlemek için meraklı ve neşeli bir bekleyiş içinde olduklarını gördüm. Çaylar, kahveler ard arda içiliyor, şakalar, espriler havada patlıyordu. “Eşleriyle çocuklarının bu gösteriyi kaçıracaklarına üzülmüşlerdir mutlaka” diye geçti içimden. Bir ara içkili olduğu belli olan emniyet müdürü sırıtarak “bu herif asılırken bize söverse ne yaparız?” diye bir soru attı ortaya. Yanıt sıkıyönetim komutan yardımcısı’ndan geldi aynı sırıtkanlıkla,”ipten indirir, yeniden asarız sen kafanı yorma müdürüm”.

Kalabalığın içinde bir kadın çarptı gözüme. Bunun Sıkıyönetim askeri mahkemesi’nde görevli bir zabıt kâtibesi olduğunu söylediler. İdam kararını veren mahkeme heyetinde görevli askeri yargıçla birlikte gelmişti. Aşırı makyajlı, parfüm kokulu, baygın baygın çevresini süzen bu genç kadının hiçbir zorunluluk olmamasına karşın, gece vakti kalkıp buralara kadar neden geldiğine önce anlam veremedim. Ancak aralarındaki konuşmanın üslubundan askeri yargıçla ilişkilerinin pek içli dışlı olduğunu sezdim. Sanıyorum kâtibe hanım sevgili yargıcı ile birlikte baş başa bir yolculuk yapmak ve heyecan verici bir gösteriyi onunla birlikte izlemenin keyfini yaşayıp paylaşmak için gelmişti buraya.

Burada gördüklerim beni fazla şaşırtmadı. Bunlar hiç beklemediğim görüntüler ve davranışlar değildi. Ne var ki yine de midem bulandı, boğazım düğümlendi, boğulur gibi oldum bir ara.

Yukarıda aktarılan satırlar, bir infaz savcısının yazdığı kitaptan aktarılan satırlardır… Bu satırların içeriği tam bir rezaletin, sefaletin, alçaklığın ve kepazeliğin paçalardan akmasının kitaba tezahürüdür adeta, bir insan nasıl olur da birinin öldürülmesini bu şekilde seyreder, hadi diyelim görevi gereği gitti seyrediyor, peki nasıl olur da büyük bir neşe içinde, büyük bir keyif içinde öldürülme olayını izler, insanın içi kaldırmıyor bunları okurken ve yazarken… Aaa tabii bunların insanlığı tartışılır denilebilir, evet katılırım ama tek farkla bunlar insan olamaz, bunlar insan müsveddeleridir. Bir idam edilerek öldürülme ise eğer olay, durum daha da vahimleşiyor, ama bu mezkûr erkânda böyle bir duygu ve ahlak olmayınca, söylenecek fazlaca bir şey olamıyor… Nede olsa bu güruh “sallandıracaksın bunlardan birkaç tane bakalım bir daha yaparlar mı” geleneğinin günümüz temsilcileridir ve bunlar için hukuk adalet hak getiredir. Evet, konu bir 12 Eylül konusudur, şahsi menfaatlerini müstevlilerinin siyasi emellerine tevhit etmiş içimizdeki “ABD’nin çocukları”, yaptıkları askeri faşist darbe ile canım yurdumun altını üstüne getirip terör estirdikleri bir dönem… Dudaklarının arasından çıkan kelimelerin “hukuk” haydi yumuşatalım “kanun” sayıldığı bu faşistlerin, yönettiği ülkenin iş gören takımlarının böyle olması kaçınılmazdır, çünkü bu kabil insanlar vicdan, ahlak ve akıllarını zinhar kullanmadıklarını her daim ispat etmişlerdir… Bu alçaklar zor durumda kalınca da çıkarlar derler ki, “ne yapalım böyle emir verildi biz de yaptık”, ha be namussuzlar darbeci başı mı size gidin idam gecesini içki içerek kutlayın ve zil takıp göbek atın dedi, denilince de gak guk edip dururlar… Canım yurdumun garip halleri işte…

Mezkûr idam sehpası kimin için kurulmuştu, nerede kurulmuştu, kimler bu alçakça öldürülme olayına tanık olmuştu, bunun yazılması gerekmiyor… Başlıkta cümle, bilenler için kılavuz olabilir… Bugünlerde 33. yılı dolmuş olan bu katliamın, hem de tüm itirazlara rağmen, tüm lehte olan delillere rağmen, tüm hukuksuzluklara rağmen hatta kendisine savunma için avukat tutma hakkı bile verilmemiş olan ama neredeyse tüm idam edilenlere reva görülen sonucun, idrakinin kahrını yaşamaktayız yeniden…

Görüyorsunuz değil mi; devletin, hem de bu işlerle ilgili görevlisinin bile dayanamadığı, midesini bulandıran bir sahnenin yaşandığı yerde, 2 en önemli devlet görevlisinin laflarına, “indirir yeniden asarız”… Ne denir ki böyle durumlarda bu tür davranan insanlara, efendim meczuptur deyip geçilebilir ama mümkün mü, zinhar, çünkü bunlar görev icra ediyorlar, operasyon yapıyorlar, insanları tutukluyorlar, insanlara idam cezası veriyorlar vs. vs. Peki diyelim bunlar 12 Eylül döneminin yani her türlü adaletsizliğin ve ahlaksızlığın yaşandığı dönemin sonuçları, geçen seçim çalışmaları sırasında kitlelerin önüne idam cezasını neden uygulayamıyorsun diye “ip atmalar”, diğerinin de ona cevabı “hadi idam cezası getiriyoruz, var mısınız” diye çıkışları, nasıl unutacağız ya da değerlendireceğiz… Efendim birileri de çıkar ama bu son tartışmalar o senin bildiğin tartışmalar değil diyebilir, çok özel durumdur diyebilir… Ama unutmayalım ki, bu ülkenin başbakanı idam edilirken karşıtlarından alkış tutmuşların hadi sevinmişlerin diyelim, diğer taraftan bugün olsa idi birkaç ay hapis cezası ile cezalandırılacak olma ihtimali çok yüksek olan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının sırf kendilerinden olmadığı için meclisteki idam oylamasında 2 ellerini kaldırarak, 3 e 3 intikam diyerek oy kullanan başbakanların ülkesidir, mutlaka bu tarz muhalifliğin sonucu kendilerine göre memleketin kendisinin dâhil olmadığı diğer yarısının asılarak öldürülmesine zil takıp oynayacak kadar kin ve nefret sahibidirler… Hatta bazı başbakanlar da özellikle “kininizi ve nefretinizi unutmayın” diye konuyu kaşır ve memleketin yarısı da “bravo” der…Hal-i pür melalimiz budur işte… Osmanlı döneminde idamları, halkın da izleyip görmeleri için şehrin en kalabalık meydanlarında yaparlarmış diyerek eskiyi kötüleyen en azından onaylamayan önemli bir güruhun bugün hala insanların asılarak öldürülmesinden zevk alıyor olması normal bir ruh hali yansıması olamaz ve de olmamalıdır… Peki, bundan kurtulabilme yolu ve yöntemi nedir diye azıcık tefekkür edilirse, kim olursa olsun ama her kim olursa olsun, telafisi olmayan bu cezalandırma yöntemine karşı çıkılmalıdır… Hatta suç tanımlarının yapılması ve uygulanmasının yanında, hatta tam karşısında suç diye nitelendirilecek durumların oluşmaması için ehven vasatın oluşturulması için canla başla çalışmalıyız… Yukarıda, kısaca özeti verilen ahlaksızlığın bir daha yaşanmaması için daha çok özgürlük, daha çok demokrasi talep etmeliyiz ve bunu sadece kendimiz acze düştüğümüzde değil tam tersine en güçlü olduğumuz dönemimizde bile böyle olmalıdır…

Bu vesile ile insanın insana kulluğuna ve insanın insanı sömürmesine karşı çıkma yolunda, şahsi hiçbir menfaat gözetmeden mücadele ederken katledilen tüm insanları bir kez daha özlemle anıyoruz.

Pazar, Haziran 01, 2014

MÜHENDİS EL EHLİ


Yıllar önce; Mısır’da çalıştığım yıllarda, iş yaptığımız idareye ilk gittiğim günlerde, çalışanların birbirlerine “başmendiz” gibi bir sözcük ile seslendiklerini görünce meraklanmış ve anlamını sormuş ve “mühendis” olduğunu da öğrenince de, neden çay servisi yapanlara da aynı şekilde hitap edildiğini sorunca da anladım ki; Mısır’da kendi kabullerine göre 2 tür mühendis var imiş, “mühendis el ehli” ve “mühendis el fenni”, kısaca birincisini “alaylı” ikincisini de “mektepli” diye çevirebileceğimizi öğrenmiş idim… Kelimelerin, kendilerinin bile durumun ruhunu yansıtması adına yeterli olduğunu düşünmenin uygun olmasına rağmen, yine de yazının akışındaki muradımın ve meramımın tam anlaşılabilmesi için söylemeliyim ki; alaylı mühendis uzun yıllar benzer işlerin yapıldığı yerde bulunuyor olmak ve mezkûr işin yapılmasının akışının izlenmesi neticesinde el becerisi edinilmesinin, mektepli olmak ise yapılan işin, fenni ve ilmi art planını bilmek ve bunun ruhunun işin pratiğe dökülmesinde muhakkak kullanılmasının teminini ifade etmek demektir. Yani, kısacası birincisi kafa yerine el kullanmayı gerektirir iken diğeri ise muhakkak kafa kullanmayı gerektirir bir durum tarifidir, ezcümle mühendisleri bu baptan aklı kullanmayan ya da kullanma gereği duymayan ve aklı kullanmayı olmazsa olmaz kabul eden biçimde sıralayabiliriz… Peki, birinci durumdaki, kafa ve akıl kullanmayan ya da kullanmayı sevmeyen mühendis var olan aklını ne yapar, vallahi görebildiğim kadarıyla, şahsi menfaatlerini akli müstevlilerinin ceplerinden düşecek 3 ya da 5 e tevhit eder dururlar, sonra mı; sahibinin sesi haline gelirler… Peki, böyle bir hakları var mı, şüphesiz vardır… Neden olmasın, onların da akılılarını ve vicdanlarını kiraya verme hakkı vardır, tıpkı vermek istemeyenlerin vermeme hakkı olduğu kadar… Ancak bu kabil insanlar tarihe, bilinen ve çok kullanılan sıfatlarla yazılır ve anılırlar… Kadim Anadolu toprakları, bu kabil insanları yetiştirdiği ve beslediği üzerine yüzlerce hikâyeye tanık ve sahiptir…

Mühendislik; hayatın fiziksel yanının neredeyse tamamını kurgular ve gerçeğe dönüştürürken, doğal kaynakların doğru ve yerinde kullanımının insan sağlığına ve ihtiyaçlarına uygun olabilmesi dikkati ile doğaya ve dengelerine azami özen ve hassasiyeti gösterme beceri, yetenek ve ahlakını bilimsel değer düsturu kabul eden bir disiplindir ve asla da mensupları tarafından istilacıların çıkarları hayrına çıkarılmış olan kanunlara uygun doğa nasıl kirletilir, sömürülür hatta yok edilir kampanyalarının bilimsel aleti de olmaz. Siz bakmayın bazı çevrelerde; temiz su temini, atık su arıtma, toprak kirliliğini önleme, hava kirliliğinin kontrolü, katı atık bertarafı vs vs gibi disiplin tariflerine, bunun böyle algılanmasını isteyen çevreler böyle diktelerle uğraşırlar oysa mühendislik disiplini, doğanın; insan yaşamı ile uyum içerisinde dengeli ve ölçülü, yenilenebilirlik ahlak ve disiplinine helak getirmeden, doğal ortam ve dengelere saygı gösterilerek asıl olanın kirliliklere yol açmadan kaynak kullanımının yol ve yöntemlerini uygular olmasının iştigal alanıdır. Yoksa sermaye sahiplerinin kendi varlıklarını ve değerlerini büyütmesi adına doğanın yok edilmesi ya da yenilenebilme kabiliyetinin yitirilmesinin ardından timsah gözyaşları içerisinde, ahlarla vahlarla kirletilenlerin temizlenmesinin yöntemlerinin bulunması değildir bu bilim dalı, ayrıca ahlaken olmamalıdır da… Tüm mühendislik disiplinleri doğanın sunduğu kaynakları, şüphesiz ki bilimsel ve ahlaki bir ölçü dâhilinde nasıl kullanırımın yolunu arar ve açarken, “Çevre Mühendisliği” disiplini ise doğanın ve doğal kaynakların tüketilmesini değil doğanın sahip olduğu ve insanoğluna sunduğu değerlerin ölçülü ve minimal kullanımını ve insanın doğadan aldığının asla ve kata yenilenebilirliğin üstünde olmamasına özen gösterme üzerine kafa yoran ve doğadan alındığı kadar geri verilmesinin yöntemini arayandır ve anlamayanlar için bir kez daha yineleyelim olmalıdır da…

Muktedirlerin bitmez tükenmez ekonomik saldırıları karşısında Çeşme vadisini çevreleyen başta Karadağ olmak üzere 4 tepeyi de korumak ve Çeşme’ye karşı açılan bu ahlaksız RES saldırısının, durumu tarif adına daha uygun bir kelime bulamadığım için özür dileyerek,  istilacı ve soyguncuların erketeliğine soyunan, bu uğurda öncüllerinden ve maaşını aldığı ekipten iyi ilim, irfan ve feyz aldığı görüntüsü veren ve aynı zamanda canım yurdum insanının zayıf noktalarını iyi hatim ettiği her halinden belli olan ve kartvizitinde ne yazık ki “Mühendis” yazan vatandaş, sufle edilenleri ne kadar iyi tekrarladığı ile doğru orantılı pırıltılı geleceği ve cukkası arasında bizlere yalan ve kara propagandaya devam etmektedir. Yalnız böylesine pespaye ve demode görüşleri bize matah bir şeymiş gibi anlattıklarına göre çocuklarda kabahat yok Vallahi, bunları yiyebileceğimizi düşündüğü için kabahat bizde demek biz böyle bir izlenim veriyoruz, sevsinler senin mühendisliğini…

Ben haddimi bilirim; bu kartvizitinde ne yazık ki “Mühendis” yazan vatandaşın mühendisliğini tartışmayı ne haddim ne de hakkım olarak görürüm, ona diploma verenler bu alanda faaliyet gösterme konusunda kendisini yeterli bulmuşlar demek ki, ne yapalım, ama mühendisliğe “mühendis yemini” ile sadık kalması gerektiği konusunda yeminin metnini hatırlatarak her türlü eleştiriyi yapmaya kendimi mezun ve hak sahibi görüyorum. Nasıldı Mühendis yemini; “Bana verilen mühendislik unvanına daima layık olmaya, onun bana sağladığı yetki ve yüklediği sorumluluğu bilerek, hangi şartlar altında olursa olsun onları ancak iyiye kullanmaya, yurduma ve insanlığa yararlı olmaya, kendimi ve mesleğimi maddi ve manevi alanlarda yükseltmeye çalışacağıma namusum üzerine yemin ederim.” Şimdi bu mezkûr meslektaşım çıkıp kendimi maddi olarak yükseltiyorum tam da bu nedenle mühendis yemini ettim diyebilir, kendisine neyi yakıştırıyorsa onu yapmaya yetki ve hak sahibidir, bize ancak Allah selamet versin demek düşer. Ancak mühendis yeminine bağlı değil de, dert; dünya nimetlerinden olabildiğince yararlanmak adına gözleri, cüzdanları ve kasaları bir türlü doymayan ve dolmayan patrona bağlılık ve sadakat temelinde mühendis postu altından çanak yalama tekliflerini bizim önümüze nimet diye koyma ise, işte buna itirazımız ve şiddetli tepkimiz vardır, olacaktır da… Mühendislik ve müsveddeliğinin karıştırıldığı her durumda itiraz etmeyi de “haddini bilmeyene haddini bildirmeyen haddini bilmeyendir” prensibinin bir gereği olarak görmekteyim.

Son söz; aslolan aklı ve vicdanı kiralamadan, mühendislik ahlak ve etik’ine uygun, yukarıda koordinatları verilen şekilde “mühendis el fenni” olmaktan geçer, zordur ama vicdan huzuru verir… Yoksa senin gibi dürzülerden bol geçti, geçiyor ve geçecek bu güzel Yurdumdan… Aaaaa, tercih ettiğin şekilde yaşadığın sürece istilacı ve yerel işbirlikçilerinden çokça destek bulabilirsin, dert etme, hatta seni destekleyen gazeteciler ve gazetelerde olabilir… Ama Çeşme’yi yok edenler tarihindeki yerin ve bu anlamdaki sıfatın asla ve kata değişmeyecektir, haberin ola…

Pazar, Mayıs 25, 2014

KOMÜNİSTİR RÜŞVET YEMEZ


Uzun yıllar önce; Canım yurdumda, kardeş ve soydaş toprakları söylemi ve malum ülkenin ileri karakolu olmak hasebi ile de müteahhit taifesinin Orta Asya çıkartmalarının moda olarak yaşandığı bir dönemde; çalıştığım şirketin Kırgızistan tarafından duyurulan uluslararası bir ihalesine katılmak talebi ve talimatı üzerine, benim de aralarında bulunduğum bir ekip tarafından ihale hazırlıklarına başlanılmıştır. Malum ihale fırıldakları çerçevesinde yaptığım çalışmalar ve araştırmalar sonucunda; hedef ülkedeki dönem itibari ile çok üst düzeyde görev yapan bir muhteremin kız kardeşinin bir üniversitemize yüksek lisans öğrenimi için geldiğini ve ataları çok uzun yıllar önce “komünist Kırgızistan’dan” kaçmış bir ailenin çocuklarından biri ile evlenmiş olduğunu öğrendim ve mezkûr muhtereme hemen birlikte gitme teklifi yaptım. Kamu görevlisi Kardeşimiz, bir taraftan ata topraklarını, bir taraftan da eşinin akrabalarını göreceğinin yarattığı heyecan ve sevinçle teklifimi tereddütsüz kabul etti ve gidiş hazırlıkları yapıldı, götürülecek özel hediyeler temin edildi ve yola düşüldü…

Aktarmalardan dolayı hatırı sayılır bir uçak yolculuğu yapılıyor ve dönem itibariyle de uçaklarda ön taraflarda sigara yasağı olmasına rağmen arka taraflarda serbest olarak içilebiliyordu, sigara içme faslı için arkada bulunduğumuz bir sırada, bize katılan Kırgızistan yetkilisinin, kendisi de azılı bir antikomünist olan damadına, “sen kayınbiraderine sor bu işi ayarlaması karşılığında bizden ne bekler” benzeri bir soru sordum, aldığım cevap hiç beklemediğim, ummadığım ve beni oldukça şaşırtan ama otomatikman verilen bir cevap oldu; “bunlar komünisttir kardeşim rüşvet yemezler”… Sonraları herkesin malumudur, artık rüşvet bir efsanedir bu coğrafyada, kâh rüşvet almayan komünistler görevden alındılar ya da onlarda modaya uyarak, geliştiler dönüştüler ve serpildiler…

Vardığımız zaman, kapıda yaratılan kolaylıklar nedeniyle kolayca gümrük ve pasaport işleri halledildi, otele yerleşildi…

Ertesi gün; ihale duyurusu yapan idarenin kapısı çalındı, en üst düzey 2 yöneticisinden 2. si bir Rus idi, büyük bir iltifatla bizi karşıladı… Mezkûr tanıdık muhteremin devreye girdiği ve bu görüşmeyi ayarladığını bilmemize rağmen ne biz özel bir şey sorduk ne de mezkûr yetkili bize özel davrandı, ilk anlar peşrev çalışmaları ile geçti… Kendisi için hazırlanan ve ilk elde verilmesi planlanan hediyeler verildi, genel konuşmalar yapıldı, teknoloji ve hayat üstüne… Bilahare benzer tesisler gezildi, bilgi alındı vs. vs. Konuşmalarda mezkûr Rus kendisini Kırgızistan’ın kadim vatandaşı ilan ediyor ve asla bu topraklardan ayrılamayacağından bahsediyor, idarede geçen uzun yıllarının kilometre taşlarını tek tek ama sitayişle anlatıyor, gözleri, kâh dolu dolu, kâh yaptıklarının gururunu yansıtan bir şekilde çakmak çakmak oluyordu. Merkezi olarak Sovyetler Birliği başkenti Moskova’dan, dağıtılan yatırım ödenek ve tahsisatların Kırgızistan ve kendi idaresi için hızlı ve planlanandan az da olsa fazla olabilmesi için gösterdiği çalışma ve çabalardan, gururla bahsediyordu. Hatta konuşmanın bir yerinde, bir defasında Moskova’ya ciddi bir rüşvet verdiğini de söyleyince, konuşmanın rutin temposundan dürtülmüşçesine birden ayılıp, rüşvetin ne olduğu, kime ve nasıl verildiği gibi sorular içinde, rüşvetin tıpkı bizim ülkelerimizdeki gibi olacağı beklenirken, muhteremin Kırgız yazar Cengiz AYTMATOV’un kitaplarından oluşan yüzlerce kitabın dağıtılmasına rüşvet dediğini öğrenince de şaşırmış idik hep beraber… Ama rejim değişikliği öncesi mezkûr idarenin 1. adamı olmasına karşın rejim değişir değişmez, güvenilmez ilan edilen Rusların hemen üst makamlarına, en 1. adam babından bir Kırgız tayin edilmesinden gönül ve gurur kırgınlığını gizleyemeyecek şekilde bahsetmekten de geri durmuyordu, ancak görevini de, tıpkı eskiden olduğu üzere, tüm değişikliklere rağmen yalın ve etkin bir biçimde yapmaya devam edeceğini de beyan ediyordu…

Ellerindeki, görüntü ve ifadenin bedenen de çalışıyor görüntüsü vermesi üzerine bizim ekip tarafından “gördünüz mü adam bedenen de çalışıyor galiba” biçiminde bir ortak karar çıkarken, sosyalist rejimin kendilerine tahsis ettiği bahçelerde kendi ihtiyaçları için sebze yetiştirmelerine izin vermesi nedeniyle olsa olsa görüntünün bu kabil bir çalışmadan kaynaklandığını belirtiyordu, bizim ekibe dâhil olan damat… Şüphesiz ki bu soru kendisine sorulamadı ve gerçek cevap ne idi öğrenilemedi… Ancak bu düzey de bir bürokratın, şoförünün olmaması, sekreterinin olmaması, hatta odasına misafir ettiği insanlara çay ve kahve ikramını bizzat kendisinin yapmış olması sistemin ve insanların yalın çalışma ortamlarının ne olduğunu bizlere göstermiş ve sorulamayan sorunun muhtemel cevabının ne olacağı konusunda ipuçları vermiş idi… Şimdilerde ise aynı makamları dolduran-süsleyen bu muhteremlerin, ihtişamlı odalarından, arabalarından, şoförlerinden ve sekreter ve çaycılarından kendilerine ulaşımın bile fiziken ciddi bir zaman kaybı oluşturduğunu söylemekle iktifa edeyim şimdilik… Artık onlarda kapitalizmin kendilerine sunduğu bu gösterişli ve ihtişamı yüksek olanaklardan gani gani faydalanıyorlar, bilenler bilir, ne demek istediğimi…

Bişkek’te bulunduğumuz bu sürede yukarılarda ve çok yetkili olan zatın anne ve babasının evine bir ziyaret gerçekleştirildi bu arada, Damadın isteğine binaen… O yüksek makamın yetkilerine karşılık gelmeyecek sıradanlıkta ve yalınlıkta idi ev, son derece sade ve alçakgönüllü ama ısıtma sisteminden tutun da diğer bir dolu ayrıntısına kadar son derece fonksiyonel ve kendi şartlarına uygun ama en önemlisi doğa ile uyumlu bir bahçeli ev idi…

Bu arada ihale mi ne oldu; mezkûr idarenin 1. yöneticisi olan Kırgız muhteremin, bir görüşmemizde, dünyayı yöneten bir avuç azınlık olan Yahudilerden şikâyetleri ve onlara karşı nasıl durulması hatta savaşılması görüşlerinden anladığımız kadarı ile en büyük rakibimiz olan İsrail firması şanslı olamazdı, çünkü suyun başındaki muhterem kadim bir Yahudi düşmanı idi… Sonuç, ihale bir İsrail firmasına verildi… Kara propaganda… Yanıltma… Yönlendirme… Görev başında idi burada da…

Bakın bakalım etrafınıza bizde de bu kabil işler ve fırıldaklar çevriliyor mu diye, ama dikkatli bakın bakalım neler göreceksiniz…

Cumartesi, Mayıs 17, 2014

ÇAMLI PANSİYON


Çocukluğumuzdaki Çeşme, ne kadar da sessiz, ne kadar da dingin, ne kadar da huzur verici imiş, ne yazık ki ademoğlu kaybetmeden değer veremiyor ki, şimdilerde kimsenin hayal bile edemeyeceği düzeyde, mezkûr sıfatları hak ettiği dönemidir şüphesiz… Ovacık yolu ile Çiftlik yolunun kesiştiği nokta, şimdilerde olduğu gibi denizi doldurma gibi bir cinliğin icat edilmediği, rantın gözleri bu kadar karartmadığı zaman, Ovacık köyü 5 km, Çiftlik köyü 5 km levhalarının tam karşısında, deniz kenarına denk gelen bölümde, yaşlı, heybetli ve gölgesi bol çam ağacının bahçesini süslediği, bahçeden büyük ve geniş taş merdivenle konut ve sonraları pansiyon olarak kullanılan üst katına çıkılan, yarı batar vaziyetteki zemin katın ise depo olarak kullanıldığı, muhteşem bir bina bulunurdu… Mezkûr bina, Çeşme’nin Osmanlı döneminde Müslüman bölümünde, dönem itibariyle bizim gözümüzde, şimdilerde ise aklımızda “Çamlı Pansiyon” olarak yer etmiştir ve de öyle de kalacaktır. Bir tarafı ile Çiftlik yoluna diğer tarafı ile Ovacık yoluna cepheli, yön levhalarını sürekli değiştirdiğimiz ve az sayıda da olsa misafirlerini, Çiftlik diye Ovacık’a, Ovacık diye Çiftlik’e gönderdiğimiz sapakta, Ovacık yolu girişinin hemen solunda yer alan, mezar taşlarının bugün bile birer mermer işçiliği sanatı olarak hatırladığımız Osmanlı dönemi mezarlığının ki; bir sabah Belediye tarafından, dönemin Belediye Başkanı büyüğümüz Hulusi Öztin’in de başında bulunduğu ekibin yönlendirdiği iş makineleri ile artık arsa olarak hizmet vermeye hazırlanan, bir alanın karşısında bulunmakta idi… Mezkûr mezarlığın tahribi ile birlikte, alanda bulunan ve adını “akar” diye hatırladığım bir su mahzeni ile buradan da taşan suların denize akması için bir küçük dere de ebediyete havale edilmiştir ne yazık ki, derenin hemen denize ulaştığı yerin sağında geniş bir çayır ile kaplı alan ve ortasında bir adet beyaz dut ağacı bulunurdu, bu çayırda rüzgârın az olduğu zamanlarda futbol veya voleybol oynadığımızı hatırlıyorum. Şimdilerde, ancak köşesinde arda kalan birkaç mezarın bulunduğu bir hale dönüşmüş olan bu mezarlıkta, ne kabil mermer işçiliğinden bahis edildiğinin örneği olabilecek mezar taşlarını hala görmek mümkündür. Hemen yanında Ülker Hanımın ahşap panjurlu, hayalimi küçük ama muhteşem bir ev olarak süsleyen, hele kendisinin üst katın penceresinden etrafa baktığı, bizlere uzaktan gelenin kim olduğunu ya da bizim kimin çocuğu olduğumuzu, merak ettiğini, öğrenemese meraktan çatlayabileceği izlenimi vererek sorduğu sorularla, pencerede bulunuşunu dün gibi anımsıyorum… Yolun diğer tarafında ise, “Beyaz Saçlı” lakabı ile maruf ve Ender, Ateş, Aslan, Gönül Gönüllü’nün annelerine ait, üst katında deniz manzaralı kocaman bir terası olan bir ev vardı… Ovacık yoluna girince, Çelebi ailesine ait Osmanlı mimarisinin hâkim olduğu, yine ahşap panjurlu harika bir evi asla unutamadık… Daha ilerideki bahçeler içinde ve bahçe sahiplerine ait bağdadi yapılardan bir sonraki yazımda bahsetmek üzere şimdilik Ovacık yolu tarafı ile ilgili anlatımı sonlandırıyorum… Çiftlik tarafında ise, bugün hala ayakta ama son demlerini yaşadığı her halinden belli, şimdi ismini anımsayamadığım ama herkesin tarifler iken kullandığı, Burunsuz Doktor lakabı ile maruf bir büyüğümüzün (umarım bu tarifte kırıcı ya da üzücü bir hata yapmıyorumdur) hala restore edilip hayata döndürülecek durumda bir evi bulunmaktadır. Bunun dışında Kasap Mehmet büyüğümüzün, büyük, azametli ama aynı evsafta bir evi bulunmakta iken şimdilerde sadece hayallerimizi süslemektedir. Biraz ileride ise, yine şimdilerde yerinde yel esen köprübaşında, bugün ancak çok kötü bir kopyasının tıpkı yapımı ile ayakta duran bir tarihi su çeşmesi, yine hemen yanı başında yüksek ve yaşlı bir çam ağacı bulunmakta idi ki Çiftlik dolmuşu için “Çam” durağı olarak anılırdı…

Yazı konumuzu oluşturan “Çamlı Pansiyon” hatırladığım kadarı ile şimdilerde Çeşme’yi merkeze alan roman ve hikâyeler yazan ünlü yazar Mehmet Culum ve kardeşi Hüsnü ve annelerine ait idi ve etrafı taş duvar ile çevrili olup, binanın tam arkasına denk gelen denizde, yosunlarla kaplı olan bölümünde, çocukluğumuzun ilk tekesakal’ı (küçük karides), bugünlerde kullanılan ve sert plastikten imal edilmiş olan ama o dönem bizim kendimizin imal ettiği kargılı-kamışlı dediğimiz alet ile yakaladığımız ilk ısparoz’u, ilk ahtapot’u ile tanıştığımızı söylemeden geçmek tarifte eksik kalmamıza neden olur. 10 yıllık bir yaş dilimi içinde bulunan; Ateş ve Aslan Gönüllü, Ali Rıza Sağırbay, Zafer ve Danış Sağırbay, Halim Oranlı, Osman Kabasakal, Mustafa Özşahin, Tapıştı Mustafa, Latif, Ali ve Kelami Çelebi, Ömer Tütüncüoğlu başta olmak üzere, şu anda ismini anımsayamadığım için diğerleri beni bağışlasınlar, büyüklü küçüklü geniş bir arkadaş grubunun, deniz, balık, futbol ve hayat üstüne muhabbetlerinin hayranlıkla dinleyicisi olmak zevkini yaşadık… Dönemin sonlarına doğru, nasıl bir amaç ile konulduğunu şu an anımsayamadığım büyük bir siyah duba vardı, hele onun üstünde kendi akranlarım Danış Sağırbay, Mustafa Özşahin, Mustafa Sağdıç, Nuri Özocak gibi arkadaşlarımla denize girdikten sonra, üstünde oturur iken yapılan koyu muhabbetlerin, şimdilerde hayali bile cihana değer…

Anımsıyor olmanın bile büyük bir keyif yaşattığı “Çamlı Pansiyonda”; maalesef yaşanan yangın hayatımda gördüğüm ilk yangın idi ve Çeşme Belediyesinin sahip olduğu ilk itfaiye aracını ve çalışmasını yine o günlerde ilk defa görmüş oldum… Hatırladığım kadarı ile itfaiye aracını kullanan büyüğümüz Fehmi Karababa’nın, yangında deniz suyumu, kuyu suyumu kullanılması gerektiği üstüne, şimdi kiminle olduğunu anımsayamadığım, hararetli tartışma, aklımda kalan enteresan bir andır…

Şimdi artık “Çamlı Pansiyon” yok, keşke olsaydı, keşke olabilseydi ama yok… Dönemin yükselen değeri eskileri yıkmak olduğuna göre, kimseye kızacak halimiz olamıyor, sadece keşke olmasa idi deyip duruyoruz… Şehir korumak deyince, burun kıvrılan, tarih deyince sadece işin edebiyatı yapılan, şehir yıkıp yeniden yapmayı ilerleme kabul eden ilk ve tek batılı ülke olma yolunda koşar adım ilerliyoruz. Ne yazık ki hala, deve dişi gibi yöneticilerimiz, işlerine geldiği zaman “ne var 3 taş çıkmış tarih diyorlar, projemizi yedirmeyiz” hafifliğinde yaklaşımlar içinde, yönetmeye devam ediyorlar, canım Yurdumu…

İçinde yaşanılan sistemi asla uygun bulmamama rağmen, mademki değiştirilemiyor ve mademki buna ve sonuçlarına katlanılacak, neden acaba daha ılımlı bir hale getirilemiyor, örneğin “çamlı pansiyon” gibi değerlere özel mülkiyet ve ekonomik hak gaspı oluşmaması, yıkmadan ama mülkiyet sahibini de mağdur etmeden bir çözüm bulunamaz mı, tıpkı batıdaki örneklerinde olduğu üzere… Örneğin, yeni imara açılan bölgelerden yerel yönetimlerce, ortak kullanımlar için, vatandaşın hakkının minimum %40’ına kamu adına el konuluyor, bu vatandaştan el konulmak suretiyle yeni ihdas edilen kamu malından, bu kabil ev sahiplerine verin bir kısmını ve eskilere koruma şartı getirin, olamaz mı? Ben konunun uzmanı olmadığım için fazlaca öneri üretemiyorum ama konunun uzmanlarına sorulursa, yüzlerce yöntem aktarıverirler, ihtiyaç sahiplerine…

Bir kenti yönetmek, görev süresi boyunca yol ve kaldırım yapmak, çöp toplamak, vergi almak değildir. Bunlar elbette yerel yönetimlerin genel sorumluluklarıdır ancak bir kenti yönetmek, o kentin tarihine, kültürüne, insanına ve geleceğine sahip çıkmak demektir. Bu anlayışın bir tezahürü de, tarihi değerleri çağdaş kent yaşamıyla bütünleştirmek, kent kimliği ve ruhu oluşturan değerleri, yok etmemek, kanuni boşluklarına sığınarak mülkiyet hukuku bahanesi arkasına geçerek yok olmasına seyirci olmamak, tam tersine mümkünse daha alımlı ve anlamlı hale getirmek olmalıdır. Bu vesile ile yazıda ismi geçen ve kaybettiğimiz büyüklerimizi rahmetle, tüm diğerlerini de selamlarımızla bir kez daha anıyoruz…

Pazar, Mayıs 11, 2014

ÇEŞME KERVANSARAYI


Çeşme’de artan ticari faaliyete dayalı kervan trafiğine bağlı olarak, daha önceki yazılarımda bahsettiğim üzere, cazibenin yarattığı çekim ve sonunda ortaya çıkan şekavet hareketinin, kervan trafiğinden uzak tutulabilmesi adına 2. Beyazıt tarafından yapılan “Çeşme Kalesinin” yarattığı güvenli ortamda gelişen ve oldukça artan ticari trafiğin konaklamalı ve karşılıklı hale gelmesi üzerine 1528-29 yıllarında Kanuni Sultan Süleyman devrinde, tipik Osmanlı kervansaraylarından biri olan Çeşme Kervansarayının inşa edildiği belirtilmektedir kayıtlarda. “U” biçiminde bir planı ve ortasında oldukça geniş bir avlusu, çevresinde de dükkân, depo ve odaları yer alan yapıda her iki tarafından merdivenlerle, biçim olarak, alt katın aynısı olan üst kata çıkılan bu kervansarayda, bir taraftan yabancıların konaklaması ve hayvanlarının barınması hedeflenmiş diğer taraftan da ticarete konu olan malların depolanacağı, satılacağı ya da değiştirileceği bir alan oluşturulmuştur.

“Yeni Çeşme Gazetesi” sahibi Aydın Korkmaz’ın yeniden ve kısmen yayına hazırladığı ve Demokrat Parti İzmir milletvekili Çeşme’li Mehmet Aldemir ve arkadaşları tarafından kurulan “Çeşmeyi Sevenler Derneği” tarafından yayınlanan “Çeşme ve Ilıcaları” adlı kitapta; “EMERE BİİNŞA-İ HAZ-EL-BİNA İL-MASUN SULTAN-Ü BERRİV-EL BAHRİ SULTAN SÜLEYMAN İBN-İ SULTAN SELİM Fİ TARİHİ SENETE HAMSE VE SELASİN VE TİSAMİYE. AMİLE ALİ İBN-İ BABUÇÇU” yazdığı ve bugünkü Türkçe ile “(Tanrı Tarafından) korunulan bu binanın yapılmasını kara ve denizin sultanı Sultan Selim oğlu Sultan Süleyman 935 yılı tarihinde emretti. Bunu, Babuççuoğlu Ali yaptı” yazan bir kitabeye sahip olduğu belirtilmiş olan Çeşme Kervansarayı, şimdilerde; yap işlet modeli özelleştirmeler kapsamında 2. restorasyonunu tamamlanarak otel olarak hizmet vermektedir. Asıl ve önemli restorasyon çalışmaları ise 80’li yılların 2. yarısında tamamlanmıştır. Mülkiyeti Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait olan bu yapı Avrupa Konseyi “Doğal ve Kültürel varlıkları koruma envanteri” kapsamında olup İzmir 1 nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından 23.07.2001 tarihinde tescillenmiştir. 

İlk Restorasyon çalışmaları, Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesinden temin edilen kaynakla, VGM’lüğü iştiraki olan “Vakıf İnşaat” tarafından gerçekleştirilmiş ve o dönem çalışmalarını meslektaşımız ve büyüğümüz İnşaat Mühendisi Ahmet ağabeyimiz de Şantiye Şefi olarak yürütmekte idi. Kendisi bir ziyaretim sırasında, çalışmaların en ilginç yanının yıkım sonrası toprak altında kalan temellerin ortaya çıkarılması sırasında bulunan ve boyları yaklaşık 1 ile 2 mt arasında, çapları ise yaklaşık 10 cm ile 15 cm arasında değişen ardıç ağacından yapılmış ve zemin stabilizasyonu amacıyla kullanılmış yüzlerce temel kazığının bulunmasından söz etmiş hatta bir kısmını göstermişti. Zemin su seviyesinin yüksekliği ve zeminin stabil olmamasından, gövdesi bol çıralı olan ve su içerisinde çok uzun yıllar bozulmadan durabilen bu temel kazıkları nasıl bir etüd ve çalışma ile karşı karşıya olduğumuzu göstermekte idi.

Kervansarayda konaklayanların ibadet gereksinimini çözmek için; tam karşısında küçük cami ve su ihtiyacını karşılamak içinde muhteşem bir cephesi olan bir çeşme ve hemen dibinde 2 adet selvi ağacı bulunurdu. Deniz dolduracağım sevdasına kapılmış büyüklerimizin gözlerine dolgudan başka bir şey görünmez olunca cami dışındaki, çeşme, selvi ağaçları ve etrafı yüksek taş duvarla çevrili bahçenin yerinde yeller esmeye başlamıştır.

Bu kadar tanıtım ve gözlem aktardıktan sonra, mesleğimin de daha fazla kelama uygun olmadığı düşüncesi ile mezkur Han’ın; çocukluk, gençlik ve yetişkinlik yıllarımıza denk düşen dönemdeki kullanma biçimlerinden bahsederek nostalji yapmak istiyorum.

60 lı ve 70 li yıllar boyunca Kervansaray dış cephesinde; dönem itibariyle de ticaretin merkezi olma hasebiyle dükkânlar yer alırdı ve bunlar gazoz imalathanesi, bakkal, kahvehane, demirci, testereci, fırın ve tenekeci vb faaliyetleri sürdürürlerdi… Kim hatırlıyor şimdi, sanki sürekli muhtarımız gibiymiş olan Kadim Muhtar Ali Tunar’ı… Kahveci Yahya’nın kahve kokusunun tüm alanı kaplamasını. Hele yaz aylarında başta Ovacıklı üreticiler olmak üzere, üreticilerin getirdiği yüzlerce köfün kavun ve karpuzun ve diğer tüm sebze ve meyvelerin doldurduğu alanın güzelliğini… Taa başından beri üretici halin yöneticisi, İbrahim Gören’in (manav İbrahim) sesinin tüm alanı kapladığı günleri kim hatırlamaz… Yaz, Balin Otel…Yaz Mantolu… Gözlerimizin dolarak, hafızalarımızın huzur bularak hatırladığı bu günleri yaşamamızı engelleyen, bu yıkım ve deniz dolduran zihniyeti de nasıl anacağımıza karar veremiyoruz, cahillik mi, öngörüsüzlükmü, tarihbilmezlikmi, yoksa necip milletimizin hasleti rantçılık mı, artık herkes kendi kararını verecek… Peki, mezkûr büyüklerimizden hayatta olanları, en azından sıralanan bu yapılanların yanlış olduğu idrakine erenlerin, başka konularda aynı zihniyeti halen sürdürüyor olmasının izahı nasıl yapılacaktır… Aklın ve vicdanın dama dediği noktadayız, artık yeni hamle yapılamaz durumdadır ne yazık ki… 

Han’ın; Otobüs garajı, Yazlık sinema, Üretici Toptancı Hali’ne gelen üreticilerin hayvanlarının bağlama yeri olarak kullanıldığı uzun yıllar… Bizim kuşak ve öncekilerinin, otobüs yazıhanesi olarak kullanılan yerden bilet alarak yine Han’ın oldukça büyük avlusunda bekleyen otobüslere bindikleri bir alan olduğunu kimler nemli gözlerle anıyordur, kimler ana giriş kapısına kocaman bezden bir örtü çekilerek kapatılan ve yazlık sinema olduğu dönemi hatırlıyor ve seslerini duyduğu, dönemin önemli aktrist ve aktörlerinin duydukları seslerine vücut vermek adına perdeye sessizce yaklaşıp perdenin kenarından karşıdaki beyaz duvara baktıklarını hatırlıyorlardır… Kimler ünlü “Kahraman” testereleri ve bıçaklarının neden artık üretilemediğine hayıflanıyordur… Kimler şimdilerde, taaa Niğde’den gelen ünlü “Niğde Gazozu”nu içerken “Somalı Gazozlarını” hatırlıyordur… Kimler Bekir Usta’nın mis gibi kokan “nohut hamuru” ekmeklerini ve gevreklerini hatırlıyordur…

Hatıra… Hatıra… Erbaplarının, hatıralar ve hatırlananlar üzerinden yarattığı turizm figürleri, umarım ki günümüze ışık tutar dilekleri sunmaya devam…

 

Cuma, Mayıs 02, 2014

HARALOMBOS KİLİSESİ


Çeşme Belediyesi tarafından 1990’lı yılların başında yeniden düzenlenerek kongre ve sergi merkezi olarak hizmete sunulan “Haralombos Kilisesi”, mezkûr yıllarda yine bir sergi için tahsis edildiğinde, emekli öğretmenler sergide görev almaktadırlar. Yeni işlevler için tahsis edilen bu dini mabetteki sergiye gelenlerin binanın yapımına ve tarihçesine yönelik sorular karşısında gerekli bilginin olmaması nedeniyle Belediye ilgili birimine gidilir bilgi edinmek adına, ancak görülür ki düzenlemeyi yapan makamın da yeterli bir bilgisi yoktur. Aynı soru ile Turizm Müdürlüğü, Müze ve Kale Müdürlüğü kapıları da ancak ne yazık ki kilise üzerine herhangi bir bilgiye ulaşılamaz. Bu süreçte başvurulan herkes konu ile ilgili bilgi sahibi olma ihtimali en yüksek kişinin, Hüsnü Karaman olabileceğini telaffuz etmiş ve bilahare de kendisine başvurulmuş, ne yazık ki onun da detaylı bilgisinin olmadığı anlaşılmıştır. Ama tarih ve kültür konularıyla ilgili bilgi edinme merakı yüksek olan Hüsnü arkadaşımız, o anda kendisine ziyarete gelen bir Yunanlı arkadaşının önerisi üzerine hemen İstanbul Fener Rum Patrikliğine bir yazı ile başvurur ve ellerindeki bilginin kendileri ile paylaşılması konusunda olabildiğince edebiyat parçalayarak ricada bulunur. Kendisine ulaşan cevabi yazının; bölgede çok miktarda kilise kaydı bulunuyor olması nedeniyle, mezkûr kilisenin bulunduğu yer için detaylı bilgi talebi ve teşekkür kelamları ile bezelidir. Bu müracaattan da murat edilen bilginin elde edilmesi adına bu sefer önce Çeşme Belediyesinden lokasyon bilgileri ve Çeşme Tapu Sicil Müdürlüğünden de alınan tapu kayıtları ile yeniden mezkûr makama başvurulur bu sefer de cevap verme nezaketi dahi gösterilmez. Çeşme Tapu Sicil Müdürlüğünde dönemin Müdürünün nazik ve görev anlayışı içindeki davranışı ile ilgili bilgileri Hüsnü arkadaşımıza verirken, eski Belediye Başkanlarından bir büyüğümüzde tesadüfen orada bulunmaktadır ve tarihe, kültüre ve geçmişe nasıl baktığını adeta tarihe not düşecek ve müstehzi bir şekilde, “Kilise ile bu kadar ilgileneceğine biraz da Camilerle ilgilen” diyerek meseleye duhul olmuş ve bilahare de Sakız Adasından bir restoratörün kilisenin ikonalarını bilabedel yapma önerisine de, kamunun öncelikleri arasında olmaması hasebiyle de olumsuz yanıt vermiştir. Bilahare Hüsnü Karaman arkadaşımız, halen Yunanistan da yaşayan ve konunun başlangıcına da tanık olan dostlarına müracaat eder ve nihayetinde yeterince ve anlaşılır bilgiye oradan gelen “ERITRAI” adını taşıyan bir kitaptan ulaşılır ve en azından mezkûr kilisenin 1832 tarihinde yapılmış olduğu gibi kesin bir bilgi başta olmak üzere daha başka bilgilere de ulaşılır. Oysaki aynı dönem itibari ile yukarıda referans edilen bu zihniyetin öncül ve ardıllarının tıpatıp benzer olması hasebiyle kayıt altına almamız gerekir ki; İzmir Valiliği İl Kültür Müdürlüğü tarafından 2001 tarihinde bastırmış olduğu “Çeşme Karaburun” adlı kitapta bile sadece laf olsun kabilinden yazılmış şu not bulunmaktadır; “yapılış tarihi kesin olmamakla birlikte 19. yüzyıl olduğu düşünülmektedir. Bazilikal planlı, üç nefli ve iki katlıdır. İkinci katında galeri bulunur. Yığma taştan bir yapıdır. Orta nefin üzeri tonozla geçilmiş çapraz tonozlar ile kapatılmış dıştan orta nefin çatısından aşağıda kalan ve ona dayanan düz damlı sundurma çatılar ile örtülmüştür. Tavanlarda ve apsislerde yer alan freskler alçı ile örtüldüğü için kısmen korunmuştur”. Görüldüğü üzere kocaman bir tarihten geriye sadece bu kadar yazılabiliyor oysaki Çeşme’nin geriye kalmış en önemli tarih, kültür ve turizm figürü için olan bu kilise için arşivleri ve yönetimleri elinde bulunduranların daha fazla bilgiye sahip olmaları gerekmektedir. Osmanlı Arşivlerine girilebilse ya da sıra bu konuya gelebilse, bu kilisenin yapımı, yapımcıları ve cemaati üzerine ciddi bilgilere ulaşılabilir görülmektedir. Örneğin; tevatür olarak güne gelen “kilisenin yapım ölçüleri ve planları için Bab-ı Ali’ye başvuran cemaat alınan izne ilaveten dönemin uygulaması gereği bina ölçüsünün iki ucu balmumu ile mühürlenerek kapatılmış bir şişedeki ölçü iplerinin daha uzunları ile değiştirilerek binanın verilen izin dışında bir ölçüye çıkarılmış olması” bilgisi konusunda bir tezahüre ulaşılabilir.

Bilindiği üzere; “Haralombos Kilisesi” çeşitli tarihlerde, Elektrik santralı, Belediye Otogarı, Belediye araç tamir atölyesi, Üretici toptancı hali, çeşitli dükkânlar gibi farklı farklı amaçlara yönelik kullanılmış, şimdilerde ise sergi, müzik sunu ve konserleri için kullanılmaktadır. Bu kullanımlara tahsis edildiği 1960 öncesi bir dönemde, belki “gavur izi kalmasın” saikiyle belki de imar beklentisi gereği ile yıkım kararı alınır, DP’li belediye yönetimi tarafından… Yıkım başlar ve bugün artık binanın restore edilmiş halinde de bulunmayan “çan kulesinin” yıkılması tamamlandığında, geçen süre ve gerekli atık taşıma araçları ile gereken işçinin yarattığı maliyetin büyüklüğü ve zorluğu ya da dinamit gibi patlayıcıları kullanmanın riskli olması konusundaki zorluklar nedeniyle yıkım ileri bir tarihe ertelenir. Yıkım ile ilgili bu yaşananlar dönemin belediye meclis üyesi bir büyüğümüz tarafından aynen bu biçimiyle anlatılmış olup nihayetinde bir anı aktarımıdır, abartılı ve aksi bilgiler olup olmadığı bilinmemektedir.

Diğer taraftan; kilisenin son restorasyonları kapsamında güney bölümünde, şimdilerde yıkılmış olan eski Belediye pasajının bulunduğu alanda yapılan kazılarda, yukarıda referans edilen kitapta da bulunan mevcut kilisenin aslında kendisinden önceki ve tamamen yıkılmış bir kilisenin temelleri üzerinde yükselmektedir. Bu bilgilerin doğruluğu konusunda iddia sahip olmamın, konunun uzmanı olmamam nedeniyle söz konusu olamayacağının altını özellikle çizerek, tüm bunları etrafında neler oluyor konusunda ve tarihine ve kültürüne gerçek anlamda ilgi duyan bir vatandaş duyarlılığı ile yazılmış yazı ve sorulmuş sorular olarak görerek, bilgi eksikliğini gidermeye çalışan biri kabulüyle, bu kabil bilgilerin ilgili makamlar tarafından toplanması ve derlenmesi ve halkımızın hizmetine güvenilir bilgiler haliyle sunulması gerektiğinin aşikâr olduğunu söyleyerek iktifa etmek istiyorum.

Çeşme’nin kamu tarafından kurulan “ilk elektrik santrali” bu kilisede kurulmuş olup dönem itibariyle sadece aydınlatma için ve karanlık çökmesiyle başlayan ve gece saat 23:00 ile sınırlı olan bir enerji üretimi söz konusudur. Şu anda ismini ne yazık ki anımsayamadığım ama “Sn. Bay” diye bir lakabı olan bir büyüğümüzün teknik sorumluluğunda çalıştırılan yine anımsayabildiğimiz kadarı ile “mak” marka dizel motor ile müteharrik bir jeneratör vardı. Üretilen elektrik, yaşanan dönemin ekonomisinin, teknolojisinin ve aklı baliğin konfordan azade ihtiyacın karşılanması ile iktifa edildiğinden, elektrik sadece aydınlatma amacıyla kullanılmıştır. Gece saat 23’e yaklaşınca, birkaç kez arka arkaya elektrik voltajının düşürülmesi marifetiyle insanlar uyarılır, kısa süre içinde elektrik enerjisinin kesileceği tebarüz ettirilir ve herkesin işini ve durumunu ayarlaması sağlanırdı. Soğutma suyu olarak, kilisenin kuzey ucunda ve kapalı alan dışındaki havuzda bulunan su kullanılır (ya da ben böyle hatırlıyorum) dizel motora buradan uzatılan borularla devridaim imkânı sağlanırdı.

Kilise ile ilgili, gerek anı gerekse de bilgi düzeyinde paylaşımlara önümüzdeki haftalarda da devam edeceğim, umarım tüm bu çabalar daha geniş bilgiye ulaşma ve varsa yanlış anımsamalarımızın düzeltilmesi çerçevesinde bir girişim olur.