Cumartesi, Eylül 09, 2017

KIZILIDERİLİ GÖRMÜŞ, BİZ HALA GÖRMÜYORUZ


Malum iki hikâye bir kez daha tekrarlayalım, bakarsınız günü anlamak adına bazı nasırlı ya da zehirli beyinlere bir katkıda bulunur.

Bilindiği üzere 1969 yılında ABD Ay’a “Apollo 11” ile uzaya gönderdiği 3 astronottan 2 sini, Neil Armstrong ve Buzz Aldrin’i Ay’ın yüzeyine indirmiş idi. Gerçi buna hala, aklı kıt, inancı bol bir grup insan inanmamaktadır ama olsun onlar yazımızın konusunu oluşturmamaktadırlar.
Apollo 11 astronotlarına, Ay’ın yüzeyine benzeyen ABD’nin batısındaki bir çölde eğitim verilmektedir. Pek çok Kızılderili topluluğunun da yaşadığı bu yerde bir gün karşılaştıkları Kızılderili yaşlı biri ile sohbete tutuşurlar ve efsaneleşen öyküye göre diyalog şu şekilde gelişir; Kızılderili Yaşlı Adam Astronotlara meraklı gözlerle ve sözlerle ne yaptıklarını sorar, kısa bir zaman sonra Ay’a bir araştırma ve inceleme seyahati düzenleyeceklerini ve bu nedenle de burada böylesi bir eğitimden geçtiklerini söylerler. Yaşlı Kızılderili Adam dinledikleri karşısında uzunca bir süre sessiz kaldıktan sonra, Astronotlara kendisine bir iyilik yapıp yapamayacaklarını sorar. Astronotlar nasıl iyilik beklediğini sorarlar yaşlıya. O da; “Kabilemde yaşayan tüm insanlar Ay’da kutsal ruhların yaşadığına inanır. Onlara Kabilemdeki insanlardan çok önemli bir mesaj göndermek istiyorum” der. Astronotlar nasıl mesaj olacağını merak edip sorarlar, “nasıl bir mesaj göndermek istiyorsun?”. Yaşlı adam kendi dilinde bir şeyler mırıldanır, astronotlardan da bunu ezberleyinceye kadar tekrarlamalarını ister, “astronotların “bu ne demektir” sorusuna ise, “bunu size söyleyemem. Sadece kabileme ve Ay’daki kutsal ruhlara ait ve sadece onların bilebileceği bir sırdır bu. Lütfen bunu iletin, kutsal ruhlara bizim için. Bilahare üsse dönen astronotlar, uzun arayışlardan sonra kendilerine bu bilemedikleri ama ezberledikleri sözün tercümesi için bir hayli çaba gösterirler ve bir gün bunu çevirebilecek birini bulurlar ve hemen ezberledikleri cümleyi kendisine söylerler. Tercümanın ezberledikleri cümleyi dinledikten sonra kahkahalarla gülmesinin ardından, ezberledikleri sözün; “bu insanların size söyleyeceği hiçbir şeye inanmayın sakın ola, bunlar topraklarınıza el koymaya gelmişlerdir.”

Emperyalizmin, ilk evrelerindeki “keşif et-fetih et-talan et” kültürünün tüm dünyaya dayatıldığı günlerde, tüm yeraltı ve yer üstü kaynaklarına el konur iken, çaresiz olarak yerel halklar tüm direnmelerine rağmen “barbar” ilanını müteakip katledilmişlerdir, bugün dünyaya “demokrasi” dersi veren güruh tarafından…

Peki; geçen yüzyıl boyunca yaşanan bu rezaletlere rağmen bu yüzyıla bakiye, yönetimler-insanlar, tüm bu yaşanan kıssalardan hisse çıkarmışlar mıdır? Görünen o ki, ne yazık ki çıkarılmamıştır. Hala doğa, 3 kuruşluk çıkarlar uğruna, emperyal müstevliler ve yerli hempaları tarafından tüm dünyada talan edilmektedir. Yağmur ormanları yok ediliyor, abuk subuk sanayileşme ve salınımlarının serbestliği uğruna hızlı bir küresel ısınma yaşanıyor, sulak araziler yok ediliyor vs vs… Ne olacak, bol elektrik, bol altın, bol gümüş ve hülasa da bol dolar…

Oysa “bu kafa ile gidersek askere nah alırız tezkere” sözünün mucidi necip milletimiz, gözlerinin önünde yaşananlara hala seyirci gibi durmakta… Hayırlara vesile olsun…

Gelelim diğer hikâyeye; Kızılderili Reisi Seattle ne diyor; “soluk benizli önce bizon postu kadar bir toprak istedi. Verdik. Ama yetinmedi, ormanlarımızı ezdi, göğümüzü kararttı, suyumuzu kirletti. Bir gece kırmızı urbalıların tekmeleriyle uyandık. Savaşçılarımız hayvan gibi kesildi, kadınlarımız ipe dizildi, köyümüz ateşe verildi. Amerikan yönetimi, altında dolandığımız yıldızları bayrağına hapsetti. Onlara göre özgürlük “meşale tutan bir heykeldi”. Beyaz adam kibirliydi, asabiydi, çok konuştu, az dinledi. Hak hukuk adaleti, narin, nahif bir kadınla simgeledi. Zavallının eline terazi verdi, gözüne mendil gerdi. Biçare “adaletçik”, ırzına geçeni bile bilemedi.” Aynı Reis bilahare de sonradan bir Kızılderili atasözü niteliği taşıyan; “Son Irmak Kuruduğunda, Son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, BEYAZ ADAM paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”

Tarımı başka ülkeler yapsın, biz oradan tarım ürünü alalım çapsızlığı ve ipsizliği en kolay ama bir o kadar da kabul gören bir yaklaşım olduğu sürece, biz yukarıda yaşanan ve geleceğe bir haklı haykırış olan Kızılderili Şefin dediği gerçeği asla ve kat’a göremeyeceğiz demektir. Sonra da kahvehane köşelerinde konuşur dururuz, elin gâvuru görüyor ve yapıyor, biz ise ne görüyoruz ve de ne yapıyoruz.

Büyük usta Nazım Hikmet ile, nokta…

İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa,
ninni yalan söylüyorsa,
rüya yalan söylüyorsa,
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,
söz yalan söylüyorsa,
ses yalan söylüyorsa,
ellerinizden geçinen
ve ellerinizden başka her şey
herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.

Cumartesi, Ağustos 26, 2017

TENFİZ-İ PİŞDAR


Dünyanın Jandarmalık görevini yürüten ABD’nin, hile ve hurda iddiası ayyuka çıkmış bir seçim neticesinde büyük sermayenin desteği ile devlet başkanı seçilmiş Donald Trump, aklı selameti ve kesafeti ile mütenasip skandal açıklamalarına devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde İspanya Barselona kentinde yaşanan alçak saldırı üstüne, seçim çalışmaları sırasında da kullandığı abuk subuk fikirlerini, topluma bulunduğu makamın da gücü ve desteği ile zerk etme çalışmalarına devam ediyor.

Ne anlatıyor diye baktığınızda tamamen yalan, dolan ama gönlünden geçen uygulamayı parlatmaya çalışıyor. Gerçi ABD’nin işgal ettiği ülkelerde bu kabil işleri bir plan doğrultusunda yaptığı sır değildir. Vietnam başta olmak üzere, birçok Asya ve Güney Amerika ülkesi ile son dönemde Libya, Irak ve Suriye’de gerek direk, gerekse de besleme orduları vasıtası ile katliamlara devam etmektedir. Peki; tüm bu katliamlar ayan beyan ortada iken, 1 numaranın sarf ettiği bu sözlerin anlamı nedir diye baktığımızda, benim açımdan katliamların meşru ve mazur gösterilmesi çabası öne çıkmaktadır. Yani ve mealen şöyle diyebiliriz, biz devlet başkanları istediğimizi yapalım gerekirse muhalifimiz grupları topyekûn imha edelim, ama kimse ses çıkarmasın, hatta desteklesin, aha da beklenti bu… Ben ne dersen o kültürü, ben ne diyorsam o yasadır kültürü…

Peki; Başkan Trump’ın anlattığı hikâye nedir; ABD'li General Pershing'in Birinci Dünya Savaşı’nda ABD tarafından ülkeleri Filipinler işgal edilince, kendilerine direnen Müslüman direnişçileri tutsak edince yaşanır. Ne diyor açıklamasında muhterem; “General Pershing 50 mermi aldı ve onları domuz kanına batırdı. Adamlarına tüfeklerini doldurttu ve 50 teröristi duvarın karşısına sıraladı. 49'unu vurdular ve 50’inci kişiye dedi ki “insanlarına git ve olanları anlat” ve 25 yıl boyunca hiçbir sorun yaşanmadı.”

Görüyorum ki tarihçiler ittifak halinde bunun bir “şehir efsanesi” olduğuna dair açıklamalar yapıyorlar… Deyin ki bu şehir efsanesi, peki insanlık tarihi, Irak’ta yaşanan ve yaklaşık 1,5 milyon insanın ölümü ile sonuçlanan işgal de mi şehir efsanesi, Libya’da, Suriye’de yaşananlar da mı şehir efsanesi… Evet bay tarihçiler, yaşanan bu katliamlar başta olmak üzere, Filipinler’deki de, emperyalizmin ruhuna çok uygun düşer, onlar direnmeyi hatta muhalefet edilmeyi asla affetmezler… Onların ruhlarının formasyonu sömürü düzeninin katmerleşmesi ve devamıdır ve bu uğurda, 50’ler, 100’ler nedir ki, onlar milyonlarca insanın kanına dolar banmış düzenin muazzam mümessilleridirler… Bu böyledir, böyle biline… Bu minvalde tüm arayış, yapılan tüm bu ahlaksızlıkların, tüm bu insanlık dışılıkların, örfi hukuk gibi kabul edilmesi, olmazsa da yaratılan korku ve tenkil neticesinde yaşananlar karşısında sessiz kalınmasının teminidir. Muktedirler açısından, hak, hukuk, ahlak, etik, insanlık, din, iman, hoşgörü ve barış kimsenin umurunda değildir…

Bugün, ağzından def-i hacet eden bu muhterem ve benzerlerini lanetleyenlerin, dün canım yurdumda yaşananlara alkış çalanlar olması, hatta yaşanılan hile hurda düzeninden nemalananlarla akraba ve fikirdaş olmaları şayan-ı dikkattir. Hatırlanacağı üzere, canım yurdumun, uluslararası güçlerin kumpasları mucibince yerli hemhalleri ve onların çocukları vasıtasıyla dizlerinin üzerine çökertilmesi operasyonu çerçevesinde teslim alınması sürecinde benzer şeyler yaşanmıştır. Artık, hak, hukuk, ahlak, etik, insanlık, din, iman, hoşgörü ve barış çabaları ve çalışmaları geride kalmış, hatta bu uğurda 2 kelam edenin bile gözünün üstünde kaş var gerekçeleri ile hayatları söndürülmüştür. Onbinlerce insan ülkesinin sınırları dışına kaçmak zorunda kalmış, yüzbinlercesi canlı canlı mezarlık sayılacak cezaevlerine doldurulmuş, onlarcası idam edilmiş, toplumsal dengeleri eksik gedik de olsa olan sistem ters yüz edilmiş, uluslararası güçlerin at oynattığı çiftlik haline getirilmiştir. Bu şartlar muvacehesinde hayat yürür iken, bellerinin hemen altındaki deliklerin yusuf Yusuf etmesi neticesinde, 5 li çetenin reisi vasıtasıyla; “eğer 5’imizden birine bir suikast girişimi yapılır ise, şüpheli teşkilatın cezaevlerindeki üyelerini kurşuna dizme kararı aldık” gibi tam da onların hukukuna uygun, hatta kendilerinden 40 yıl sonra gelen benzerlerine mülhem fikirler derç etmişlerdir. Tabii ki, suçun ve cezanın kişiselliği ceza hukukunun evrenselliği bu kabil tiranların umurunda mı, akıldaneleri birkaç tane normalde kuran kursunu bile torpille ite kaka bitirmiş ama sayelerinde profesör unvanı verilmiş bir avuç bilimin yüzkarası herifin sufleleri ile, suçların sosyal statü olduğu, aileden ve içinden gelinen toplumu da kapsayan bir vaka olduğundan hareketle, içinden bir suçlu çıkan toplumu topyekün yok etme kültürü dayatılmaktadır.

Peki; bu zevata, sosyal statülerinden ötürü harici bedhahları ile siyasi emellerinin tevhidi mucibince hoş görü ile bakalım, bunlara “hukuk doçenti” yetmedi “hukuk profesörü” ünvanı veren kartvizitlerinin başında kocaman kocaman Prof. Dr. yazan ve gerçekte işleri hukuk öğretimi ve eğitimi vermek olan zevata ne diyelim… Buyurun altına imza attıkları, karara bakın ve ağlayın… Aşağıda, hak ve hukuk ne varsa topyekün ayaklar altına almış Kenan Evren’e verilen payenin karar özeti… Evlere, mahalleye ve Ülkeye şenlik… Kelimelerin sustuğu an, bu andır… Ancak bu kurulun kimlerden oluştuğu artık gizlidir ve bu kurul üyeleri çıkıp “verdiysem ben verdim, size ne” diyemiyorlar, yaptıkları işe inanmadıklarından değil ama utançlarından sesleri çıkamıyor…

‘Haiz olduğu ahlaki faziletler ve meziyetler yanında vatana hizmet ve yurtta ilmin yayılmasında büyük hizmetler ifasıyla temayüz etmiş olan Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren’e ilmî kıymet ve meziyetlerinin tebcili için ‘fahrî profesörlük’ payesinin tevcihine karar verilmiştir.’
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Fakülte Kurulu

Cumartesi, Ağustos 19, 2017

LAKABI PARMAKSIZ


Sararmış bir gazetedeki fotoğrafa-14 nisan 1950 günü çekilmiş- bakıyorum. Nazım, iliklenmemiş paltosu sırtında, şapkasız-İstanbul’da hava artık ısınmaya başlamıştı- hastahane avlusundan geçiyor. Zayıflamış yüzünde belli belirsiz bir tebessüm. Yukarıya doğru bir yere –bir pencereden el mi sallıyorlar- bakıyor, yoksa solgun bahar gök kubbesine mi bakıyor?  Bir şeye gülümsüyor ama neye? Tanıdık bir yüze, düşüncelerine, yoksa doğup büyüdüğü şehrin havasına mı?

İki yandan, bir adım geride, gardiyanlar yürüyor. Aşınmış metelikler gibi yıpranmış yüzlerinde o anın önemi ve kendi mevkileri ile böbürlenme var.

Zira bunlar alelade gardiyan değiller. Fotoğraf makinesine en yakın olup, objektife bakanı, İstanbul cinayet aleminde tanınmış bir komiserdi. Lakabı Parmaksız. Vatanseverler aleyhine açılan bir davada, suçlarının şahidi olarak duruşmaya iştirak ederken, gizli siyasi polis şefi olduğunu ve bu teşkilatta 1915 senesinden beri çalıştığını yemin altında beyan etmiş. Önce “Sultan Polisi Örgütü” olarak işe başlamış, fazla liberal düşünenleri gözetlemiş. İşgal senelerinde İstanbul Şehri işgal kuvvetleri tarafından kumandanlık mıntıkalarına bölününce Galata-Karaköy Amerikan mıntıkasında bulunan karakolda hizmet görmüş, milli mücadeleye yardım eden Kemalistleri yakalayıp sorguya çektiriyormuş. Emniyet şubesi o senelerde de, 1950 senelerinde olduğu gibi, Sansaryan Hanıdır. Bütün fark, işgal kuvvetleri zamanındaki gibi işkencelerin bodrum katında değil, hanın üst katında yapılması ve artık Kemalistlere değil, komünistlere işkence yapılmasından ibaret.

Tanınmış bir Türk komünisti S. Üstüngel hatırlıyor: Bir gün komünizmle mücadele şubesi şefi İngiliz –bu lakap ona işgal zamanında İngiliz gizli polis teşkilatında çalışmış olması yüzünden verilmişti- dokuma işçisi Ziynet’le yüzleştirmişti onu.
          -Herifi tanıyor musun?
          -Tanımıyorum.
İngiliz kudurmuş. Yanında duran Parmaksız’a dönmüş.
          -        Orospunun bir kundak bebeği var. Göster bakalım hünerini.
Polisler kadının üzerine atılarak, elbiselerini çıkarmışlar. Parmaksız uzun şişlerle memelerini delmeye başlamış. Fakat işçi kadının dudaklarından sadece şu iki dökülüyormuş hep: “onu tanımıyorum”.
Bu nisan gününde Türkiye’nin milli şairini Cerrahpaşa Hastahanesi’ne getirme görevi, işte böyle bir komisere verilmişti.

Derler ki bir insan hakkında fikir edinmek için yalnız    dostlarına değil, düşmanlarına da bakmalı. Nazım Hikmet’i kendine düşman bilen yalnız Parmaksız değildi. Fakat bu gibi insanlar, bütün değersiz insanlar gibi, kendi önemlerini kendi gözlerinde büyütmekteydiler.

Ünlü Türkolog, yazar ve gazetecilerden Radi Fiş'in; "büyük insan Nazım Hikmet'e olan saygı ve vefa borcumu böylece ödüyorum" diyerek kaleme aldığı, "Nazım'ın Çilesi" adlı eserini okumaya devam ediyoruz, üst paragraflar tamamen kitaptan alınmıştır. Önemleri sadece kendilerinden mülhem ifadelendirilen zevatın adını şimdilerde hatırlayanlar var mıdır, şüphesiz vardır, onlarda taş ya da ağaç kovuklarından çıkmadıklarından mutlaka akraba-i taallükata sahiptirler, ama bilin ki, ahada bu zevattan başka bunların adını sanını bilmezler ya da hatırlamazlar… Burada, Parmaksız üzerinden hareketle, Osmanlı’dan, İşgal günlerinin işgalcilere yaranmak bilahare de Cumhuriyet’e bir sürü abuk subuk adam bakiyedir. Birgün bunlarda tek tek yazılır…

Nazım Hikmet gerçek bir yurtseverdir, gerçek bir devrimcidir, gerçek bir antiemperyalisttir, gerçek bir barışseverdir ama onu vatan hainliği ile itham edenler öyle midir ya, ona “vatan haini” diyen zevattan kimler hatırlanıyor şimdi, söyleyeyim nerdeyse hiçbiri…

Bir yaşanmış hikâye ile yazıma nokta koyuyorum. Nazım Hikmet'in Bursa Cezaevi'nde tutsaklık günlerinde Cezaevi denetimine Adalet Bakanlığı'ndan bir müfettiş gelir. Bir kaç gün denetim yaptıktan sonra müdüre:
- Nazım da buradaymış, çağır da görelim nasıl biridir? der.
Nazım'ı odaya getirirler. Müdür koltuğuna iyice kurulan müfettiş Nazım'ı tepeden tırnağa süzer ve:
-Demek Nazım sizsiniz, der.
Nazım'a oturması için yer göstermez. Kısa bir konuşma sonrası, gidebilirsiniz, der.
Nazım tam kapıdan çıkarken durur ve müfettişe:
-Ömer Hayyam adını duydunuz mu? diye sorar.
Müfettiş hemen atılır:
-Kim duymaz Hayyam'ı.
Nazım:
         -Hayyam zamanında İran hükümdarı kimdi? diye sorar.
Müfettiş şaşırır. Nazım konuşmasını sürdürür, görüyorsunuz sanatçıyı anımsadınız ama hükümdarı anımsamadınız. Yıllar sonra beni dünya anımsayacak ama dönemin Adalet Bakanı'nı ve sizi kimse anımsamayacak, der çıkar.

İşte böyle, kıssadan hisse… Hisseler alınsa kıssalar bu kadar çok olur mu?

Cumartesi, Ağustos 12, 2017

HERAKLİT, ÜSTELİK YUNANLI


Hopa hapishanesinde Şairi sorguya çeken polis, tabii ki Heraklit’in kim olduğunu rüyasında bile görmemişti ve bunun için Arapça el yazısında bu kelimeyi “her ekalliyet” diye okudu. Okur okumaz hemen bir ihanet sezmek istedi. “Demek milli ekalliyeti isyana teşvik etmeye geldin, ha?!”

Memleketin yeni anayasasına göre, bütün nüfus Türk olarak ilan edilmişti. Bu yüzden de Nazım Hikmet’in başı belaya girebilirdi.

Şair;

-        İnsaf, diye gülümsedi. Heraklit Efes’li bir yunan filozofudur.

-        Yaaaa? Üstelik de Yunan ha? Bunu artık mahkemede anlatırsın.

Bu itham savcıya dahi isnatsız göründüğü halde, Nazım’ı üç ay kadar Hopa Hapishanesinde tuttular. Sonra da ne yapacaklarını kestiremediklerinden, Rize’ye bir üst makama gönderdiler ve Rize’den de, ellerinde hala kelepçe, İstanbul’daki üst salahiyetli makamlara havale edildi.

Nazım Hikmet’in memleketine döndüğünü öğrenen yazarlar, basında kıyameti kopardılar. Ve sonunda Nazım serbest bırakıldı.

1928 senesi idi. İtalya’da faşistler iktidarı ellerinde tutuyorlardı. Fakat normal insan mantığının ve kanuniyetin insafsızca çiğnenmesi Avrupa’da henüz normlaşmamıştı. Diğer yandan Batılaşmayı siyasetinin temeli olarak ilan eden Türkiye Cumhuriyeti’nde de, insanın vicdan ve kendi kanaatlerinden hükümet lehine tamamıyla vazgeçmesi henüz vatana bağlılığının mutlak alameti sayılmıyordu. Elbette ki başka türlü düşünenler, bilhassa ihtilalci fikirler, kökünden eziliyor, böyle düşünenler mahkemeye veriliyor, hapse atılıyordu. Fakat o senelerde, Hitlercilerin usul ihdas ettikleri gibi, idama mahkûm olanların ağızlarına, bir şey söylemesinler diye alçı doldurulmuyordu. Hatta on sene sonra böyle bir şeyin mümkün olacağına kimse o devirde inanmak da istemeyecekti.

Fakat on sene sonra, Hopa Hapishanesi’nden bir polisin bu gibi saçma bir iddiası da salahiyetli kimseleri mahcup etmeyecekti artık.

-        Delil mi yok? Gizli vesika filan mı bulunamadı! Lafa bak! Askeri Mahkemeye sevk edilsin de hele, görsün günün!

Bunu tam on sene sonra Türkiye’nin bir bakanı, Meclis’in koridorlarında alenen söylüyordu. Nazım bunun üzerine yirmi sekiz sene, dört ay ve ondört günlük bir hapis cezasına çarptırıldı. Ne bir delil arandı, ne de ceza kanunlarının uygun bir maddesi. Merasime lüzum yoktu artık!

Daha sonraları o zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya kendisi itiraf etmişti;

-        Biz onu dışarıda bırakamazdık. Halk yığınlarına büyük tesiri vardı.

Yukarıda yazılan trajikomik hikâye ünlü Türkolog, yazar ve gazetecilerden Radi Fiş'in; "büyük insan Nazım Hikmet'e olan saygı ve vefa borcumu böylece ödüyorum" diyerek kaleme aldığı, "Nazım'ın Çilesi" adlı kitaptan alınmıştır.

Konu ise; büyük şair’in yurda dönüşü sırasında bir ihbar neticesinde, yapılan aramalarda, silah, gizli talimat, gizli doküman vs araması yapılırken, şiirlerle dolu bir not defteri ve küçük bir kalem bulunur, not defterindeki şiirler arasında, “Heraklit üzerine düşünce” adlı şiiri de vardır. Artık trajikomik ama bir o kadar kendinden olmayanın düşman tayini ile derdest edilmesini gösterir davranış olması hasebi ile de dikkat i şayandır. “Ya tarafsın, ya bertarafsın” kültürünün hayatiyetine münhasıran gereği yerine getirilecektir, getirilmiştir de netekim, tıpkı öncüllerinin maruz olduğu ve ardıllarının olacağı biçimde… Tuhaflık yoktu gerçi, muktedirler nezdinde, her zemin, her daim ve her şart altında en tehlikeli silah, fikirler ve bunların derc edilmesi olmuştur ve de korkarım ki de olacaktır daha uzunca bir vakit, hele ki bir de çok etkili bir dile hâkim, belagatı yüksek biriyseniz ve de üstüne üstlük şiir yazıyorsanız, vay geldi…

Büyük usta Nazım Hikmet’in “düşünene düşman” olanları yazdığı şiir ile bitirelim…

Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
Akar suyun
Meyve çağında ağacın,
Serip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına:
- çürüyen diş, dökülen et-,
Bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler,
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
Dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
Dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla
Bu güzelim memlekette hürriyet.
Bursa da havlucu Recebe,
Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman,
Fakir köylü Hatçe kadına,
Irgat Süleymana düşman,
Sana düşman, bana düşman,
Düşünen insana düşman,
Vatan ki bu insanların evidir,
Sevgilim, onlar vatana düşman...

Pazar, Ağustos 06, 2017

VATANDAŞLIKTAN ÇIKARILACAK, DİLENECEKSİNİZ


Moskova'da olduğunu bütün dünya öğrendikten sonra, Münevver Ankara'ya giderek pasaport almak isteyecektir. Seçimi "Demokratlar" kazanmış olacak. Münevver'i yeni başbakan yardımcısı Samet Ağaoğlu kabul edecektir. Ona oturacak bir yer bile göstermeden, masasından fırlayarak bağır bağır bağırmaya başlayacak:
- Senin gibilerin kafalarını ezeceğiz! Hiç bir pasaport alamazsın! Hiç bir yere gidemezsin!
Münevver de ona:
- Utanın, diyecek. Hangi Türk erkeği bir hanımla böyle konuşmuştur? Gerçi dedelerimi sultanlar kalelere kapatmıştı, fakat karıları ile savaşmadı. Unutmayın, Nazım'ı hiç kimse vatanından mahrum edemez. Adınız çoktan unutulacağı zaman, Nazım yaşamaya devam edecektir. Hele politika öyle bir şey ki, kim bilir, belki siz de hapislerde çürüyeceksiniz.

Yukarıdaki diyalog; ünlü Türkolog, yazar ve gazetecilerden Radi Fiş'in; "büyük insan Nazım Hikmet'e olan saygı ve vefa borcumu böylece ödüyorum" diyerek kaleme aldığı, yazarın Türkiye'ye gelerek Nazım Hikmet'in hemen hemen tüm dost, arkadaş, akraba ve yakınları ile görüşerek, belge toplayarak kaleme aldığı "Nazım'ın Çilesi" adlı kitaptan alınmıştır. "Nazım'ın Çilesi" kitabı en iyi Nazım Hikmet şiirleri ve kitapları listesinde yer almakta olup aslında kapsamlı bir Nazım Hikmet biyografisi görünümünde, şairin Türkiye'deki çileli yıllarını ve şiirlerini nerelerde, nasıl, hangi duygularla yazdığını akıcı, sürükleyici ve belgesel tadında hatta Türkçenin mükemmel kullanımı ile yazılmıştır, bana göre...

Evet, artık demokrat olduğu iddiası ile seçime hazırlanmış, hatta dönemin "yetmez ama evetçilerinin" yoğun desteğini almış, nihayetinde seçimlerden başarı ile çıkılmış, artık ne kadar demokrat ve özgürlükçü olunduğunun gösterilmesine sıra gelmiştir. Gizli emel ve planların uygulanmasında gayri bir engel yoktur, olsa da en solundan, en öndekinden başlanarak ve giderek kendilerini desteklemeyen kim varsa ya kadar, taraf olmadıklarından ötürü bertaraf edileceklerdir. En önde şüphesiz ve her daim ki, Nazım Hikmet ve benzerleri vardır. Neyse uzatmadan yine konumuza dönelim, Başbakan yardımcısı Samet Ağaoğlu, ne demişti, açlıktan, işsizlikten perişan olacaksınız demişti... Evet, kinini ve öfkesini gizleyip, zamanı gelince püskürtecekler rol almışlar, su başlarını tutmuşlardır artık ve dediklerini bir bir gerçekleştirmekte idiler....

Yine kitaptan bir paragraf; "on sene, gece gündüz, iki polisle, bir polis jeep arabası Münevver'i takip edecek, nereye gitse, ne yapsa peşinden ayrılmayacaktır. İster oğluna süt almaya gitsin, ister parka, ister misafirliğe. Geceleri soğuk havalarda polisler kapısında nöbet beklerken tirtir titreyecek. Hiç bir iş bulamayacak Münevver. (Kocasının kanun dışı ilan edildiği bir kadına iş verecek babayiğidi gösterin?). Fakat Münevver'in bir çok meçhul ahbabı olacak. Mehmet büyüyecek, okula devam edecek, sınıflarını geçecek. Polisler üç vardiya halinde annesini takip etmeye devam edecektir. Çocuk onlara alışacak, onlarla oynayacak, onlara "polis amcalarımız" diyecek."

Yıllar yılları kovalar, devran döner, arkasına yoğun ABD rüzgarı alarak iktidar olan DP için, kadim dostu ABD'nin ardından iş çevirdiği nedeni ve aslında görevin bitmesi ve son tüketim tarihi dolması itibari ile paketlenme devri gelmiştir. Yine kitaptan; "27 Mayıs 1960 tarihinde Ordu, halkın desteği ile faşizmi tasvip eden ve Nazım Hikmet'i vatan haini ilan eden Menderes Hükümetini iktidardan indirecektir. Menderes ve yardımcısı Samet Ağaoğlu vatan haini ilan edilerek, halkın sevinç tezahüratı içinde İhtilal Mahkemesine verilecek ve ölüme mahkum olacaktır." Buna, Anadolu'da Necip Milletimiz, "hesap döner, sap döner" diye bir atasözü ile izahatlar vermişlerdir ama tabii ki anlayana...

Şimdilerde bunun en hazin örneğini, binlerce öncülü gibi, Gürcistan eski Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili sayesinde bir kez daha gördük, gözümüze övendire yeterse tabii ki... Bilindiği üzere, Eski Sovyetler Birliği üyesi ülke, Gürcistan, ABD'nin sonsuz desteği ve halkın da sorgusuz sualsiz noterliği sayesinde iktidara Mihail Saakaşvili'yi getirmiş, bilahare misyon bitince, çöpe giderken Ukrayna'ya yolsuzluklarla mücadele etmek üzere oluşturulan bir kurulun başına taşınmış, orada da yolsuzlukları araştıracağım derken, yolsuzluk kuyusuna düşerek kafasını gözünü kırmış, bilahare de ahd-e vefa kabilinden Ukrayna Odesa şehrine vali yapılmış, nihayetinde de sırlar dökülünce, Hem Gürcistan, hem de Ukrayna vatandaşlığından atılarak "haymatlos" durumuna düşmüştür... Eeeee, etme bulma dünyası diyelim ve geçelim bu yabancı için...

Hain tanımlamalarının gırla gittiği dünyamızda, "vatan haini" şiiri ile büyük Şair Nazım Hikmet'i bir kez daha yad edelim.

Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

Pazar, Temmuz 30, 2017

AEY VE HALEFLERİ HOLDİNG A.Ş.


Dünya emperyalist jandarmalık görevini yaşanılan kanlı boğalaşmalardan sonra devir alan ABD, Canım Yudumda artık tek parti yönetiminin kaldırılması ve yerine de yeterince öfke ve kin biriktiren yurdum insanının birikimlerinin tehlike oluşturmayan bir mecraya yönlendirilmesi amacı ile Demokrat Parti'nin kurulması konusunda aldığı rol yeterince yazılmıştır. Hedef tıpkı kendi yurdundaki, hedefleri ve planları makro düzeyde tamamen aynı, detayda ise küçük farklılıklarla çok benzer 2 partili bir sistem, ya kırk katır ya kırk satır, bir yanda müzmin muhalefet CHP, diğer yanda ise dinamik ve suflevizyonu yüksek bir DP (Demokrat Parti), tıpkı tüm dünyadaki hedeflerine benzer şekilde... Her ne kadar DP'nin muhalefet potansiyeli ilk anlarda zayıf gibi görünse de, bilahare gerek aldığı dinamik destek gerekse de karşısına dikildiklerinin halk yığınlarına yaşattığı ızdıraplı ve çileli hayat neticesinde bugünkü "yetmez ama evet"çilerin o dönemki benzerlerinin sayesinde inanılmaz güç toplar ve esen harici rüzgarlar neticesinde de yelken şişer ve yarışta öne geçer. İşte dönemin ruhuna uygun bir gazeteci modeli sökün eder ortalığa, her devirde olduğu ve olacağı üzere, aslında böyle ama, şöyle görünmek modadır gayri, canım yurdumda... Bunların başını da; AEY çeker dönem itibari ile, 1914 yılında ABD Colombia Üniversitesinde gazetecilik ve felsefe doktorası yapmış olup bilahare de yine ABD California ve Georgia Üniversiteleri tarafından kendisine üstün cesaret madalyası verilmiş olup verilen bu madalyaların bugün bile neden verildiği anlaşılamamıştır (aslında gayet net anlaşılmış olacaktır) artık bu muhteremden sonra kötü taklitleri ve halefleri bol miktarda yetiştirilmiş ve bugün nerdeyse tüm matbuatı ele geçirmiştir...

Dönem itibari ile esen sahte demokratlık rüzgarı duldasında liberalizm kök salmakta, bu politikaların doğal sonucu olarak içtimai öfkenin bertaraf luzumat-ı mucibince gayenin birisi de sulhu içtima-i'nin tesisidir ve bunun da yegane yolu siyasi kapsamlı aff-ı umumidir. Namı yurdun sınırlarını aşmış, Nazım Hikmet ve Kemal Tahir gibi muharrirler başta olmak üzere mahpushanelerdeki muharrir ve gazetecilerin serbest bırakılması konusunda içtimai muntarızarane ve hareketlenme yükselmiştir. Tam da bu dönemde anti-komünist Vatan Gazetesinin ABDperverliği ile öğünen yazarı AEY, tıpkı ABD de yaşanan tilkiliklerle dolu tasavvurat-ı şeytaniyeyi hayata geçirir, Nazım Hikmet'i hapishanede ziyaret eder, bilahare de bir makale yazar ve "Nazım Hikmet haksız yere hapishanededir", "derhal serbest bırakılmalıdır" gibi koftiden bir giriş ile başlar ve yazısını, artık "şair değişmiştir, fikirlerinde değişiklik olmuştur, yaptıklarından pişmandır ve artık komünist değil bir milliyetçidir", mealinde nihayetlendirir... Maksat, Nazım Hikmet hayranları, destekçileri ile başta barışseverler ve hukukun üstünlüğüne inananları ve de özellikle yurtdışındaki af kampanyası yürütenleri ters köşeye yatırmaktır. Ancak gazetesindeki köşesinde kendisine tevdi edilen cümlelerle kaleme aldığı; "tam bu sırada Ankara' da komünistlere ve Sovyet emperyalist baskısına karşı şiddetli öğrenci hareketleri aldı yürüdü. Yapılan toplantılarda Sovyet emellerini destekleyen Marko Paşa dergisinin sayıları yırtıldı, yakıldı." gibi buram buram yanıltma kokan neşriyat, büründüğü sırrın dökülmesine neden olmakta idi. Ters köşe yaparak, iftira atmanın kötü örneklerinden sayılan bu muhtereme, Nazım Hikmet; "Biz kitlelerin kahramanlığını yaratmış olan tarihi bir devrede yaşıyoruz. İnsanlar memleket ve fikirleri uğruna ölmeyi, bir bardak su içmek kadar kolay kabul ediyorlar. Bunun için anamın ağlaya ağlaya tükettiği göz nuru filan fişmekanın hiçbir ehemmiyeti yoktur. Ben ne manen çökmüşüm, ne merhamet isterim, ne herhangi bir pişmanlık duydum. Sadece Türk vatandaşı olarak gerek şahsıma, gerekse memleketimin anayasasına yapılan haksızlığa, adaletsizliğe son verilmesini istiyorum, hepsi bu kadar." diyerek cevap verecektir. Mezkur muhteremin açtığı yoldan bugün gidenlerin sayısının artmış olduğu, tıpkı CÖ, AH, HY gibi, ve malum mahfillerdeki rahle-i tedrisattan sonra matbuatın amiral gemisinde aldıkları roller gereği, açıktan gözlemleniyor olsa da, bu görüntü asla ve kat'a doğru değildir, sadece köşe başlarını tutanların sesi aldıkları destek ile fazla çıkmaktadır, tıpkı boş variller misali gibi, oysa gerek atıldıkları mahpushanelerde ya da susturuldukları zannedilen sokaklarda hala onlar var, ve de olacaklardır. Bu tarihin karşı konulamaz akışıdır.

Bu muhteremin şahsında, tüm ardıllarına zımni ithaf taşıyan Nazım Hikmet şiiri ile, the end...

selanikli osman efendi
keskin muhasebecilerdendi
ama o da yanıldı ömründe bir kere
yanlış bir tohum atıp rahm-i madere.
bu tohum dünyaya çıkıp insan biçimini aldıysa da,
boyu bir karış kaldıysa da,
öyle haltlar yedi, öyle işler karıştırdı ki
sövdüler kabrinde bile babası osman efendiye.
osman efendi, ahmet emin adını takmıştı tohumuna,
ahmet emin, yalman'lığı kattı buna
ve ahmet emin yalman
önce alaman oldu sonra amerikan.
ona göre her devirde, her zaman
satılacak bir gazeteydi "vatan"
ve hazret sattı vatanı.
hapse atacaklarmış ahmet emin yalman'ı
amerikana yaranmaktaki rekabet yüzünden.
hapisteki hırsızlara acıyorum ben,
ahlâkları bozulacak
emin beyle aynı damda yaşayarak...

Pazar, Temmuz 23, 2017

GÜCÜ GÜCÜ YETENE


Trafik kurallarına uymak açısından, gerek kuralların bilinmesi gerekse de uyulması ve uygulanması konusunda toplumsal bir rezalet yaşamaktayız görebildiğim kadarı ile ancak bir başka rezalet daha söz konusu bence, “kanunlarımız yetersiz azizim” kuramına sahip olmamızdır, yahu mesela, mezkur konu itibari ile dünya ile tamamen aynı kanun, yönetmelik ve düzenlemelere sahibiz. De haydi uygula, elinden tutan mı var… Yok kesinlikle, hiçte derdi yokmuş gibi davranmaya devam, hatta durmak yok, devam… Şimdilerde moda olduğu üzere, kendilerini süperman zanneden bir grup memleket evladı, buralarda her türlü herzeyi mideye indirirken, beğenmedikleri bir sürü ülkede, yaya geçidine adımını atan bir yayayı gören sürücü sürati ne olursa olsun ki, asla sürat limitlerini istisnalar hariç aşmamaktadırlar, derhal frene basar yavaşlar ya da durmak sureti ile yayaya geçiş imkanı verirler, hatta öyle vakalara tanık olmuşumdur ki nerede ise frenleri patlama pahasına durmuşlardır, ne uğruna yaya hayatı uğruna… Ama kural ve kanun hakimiyeti adına yola çıkıp, her şeyin güç tahsis ve dağıtımına mütenasip biçimde geliştiği canım Yurdumda durum böylemidir, nerdeee… “Zengin arabayı dağdan aşırır, fakir düz ovada yolunu şaşırır” atasözü mucibince ahval-ı içtimaiyeniz gelişmiş ise yapılacak bir şey kalmadığı gibi maazallah öldüğünüzle de kalırsınız, şimdi bu iddianın doğruluğu için biraz matbuat takibi bile kafidir dersem murat ve meramım daha iyi anlaşılır, herhalde… Kazada %100 kusurlunun ceza almadan kurtulduğu yüzlerce vakaya rast gelirsiniz… Trafik ile ilgili her tartışma  da, "sen benim kim olduğumu biliyor musun?" muhabbetine bol miktarda tanık olunmuştur... Gerçi benimki de nasıl bir beklenti ise artık, kentlerin içini taşıtlar için alt ve üst geçitlerle donatıp, kenti adeta bir otobana çevirmek için didinen bir zihniyete karşı, yel değirmeni muamelesi, vay ki vay…

Karayolları Trafik Kanununa göre; “Yaya geçidi”: taşıt yolunda, yayaların güvenli geçebilmelerini sağlamak üzere, trafik işaretleri ile belirlenmiş alandır, diye tanımlanmaktadır. Yani bu tarifin Türkçe meali aynen şöyledir, yaya karşıdan karşıya geçmek üzere geldiği geçitten, geçmek üzere adımını yola attığı anda, taşıt sürücüsünün, duruma göre ya yavaşlayarak, ya da tamamen durarak yayanın salimen karşıya geçmesine izin vermelidir, nokta, hatta bir ulu Türk büyüğünün ifadesi ile 3 nokta… Işıksız yaya geçitlerinde yayanın geçiş üstünlüğüne haiz olduğunu bilmeyen sürücü olduğunu düşünmek bile istemiyorum, bu bilinmesine rağmen ihlal edilmesi daha da vahim bir durum oluşturmaktadır bence, aksi taktirde necip milletimizin bu kahraman evlatları bu sınavlardan nasıl geçmektedirler diye sorgulamak gerekir. Yoksa sorular mı çalınıyor orada da!!!! Yaya geçidinde niye dursun ki, günün ruhuna uygun şekilde, “gücü gücü yetene” büyük araba, güçlü araba, güçsüz ve küçük yayayı ezer geçer… Adeta “eyyyyy yaya sen kim oluyorsun da benim yoluma çıkıyorsun” edası ile kaşları çatarak, gözleri kısarak ve de ilaveten parmağı sallayarak, bu da olmaz ya da yetmez ise aşağıya inerek bir güzel sopalayarak… Aaaa peki araç kullanırken yaya geçidinden geçen yayaya öncülük vermeyen vatandaş kendisi yaya iken bu durumdan şikayet etmeden durur mu, zinhar, ilaveten karşıdan karşıya geçmek için yaya geçitlerini kullanması gerektiğini bilmesine rağmen hiç sektirmeden mutlaka canının istediği noktadan karşıya geçmekte beis görmemektedir. Birde bir kısım özellikle doğduğu günkü seviyesinde kalmış, asla gelişememiş ve seviye yükseltememiş angut-u ekberler var ki, mezkur yaya geçitlerine gelince sürat arttırmaktan da geri durmamakta ve asıl içlerindeki kin ve öfkeyi bu noktada kusmaktadırlar. İnanılmıyor mu peki, mesela trafik polisleri herhangi bir yaya geçidinin bulunduğu yere bir kamera koysunlar yayalar ile araçların ilişkisi konusunda ne demek istediğimi çok net anlayacaklardır. Diğer taraftan trafikteki ceza uygulamaları konsolide bütçede bir figür ise, niyetin gelir kalemi oluşturma olduğunu da düşünmeden edemeyiz valla… Eee ne de olsa, geçiş üstünlüğüne haiz araçların peşine takılıp yoğun trafikten kurtulma derdinde olan bir ırkın ahfadıyız. Örneğin “ambulans”a yol vermekten ziyade onun dümen suyundan nasıl olabildiğince hızlı gideriz derdindeyizdir.

Kanun önünde eşitlik ve kanun nezdinde hakkaniyet değilse hedefiniz ve niyetiniz ve de diğer taraftan hayatınızın diğer münasebetlerinde de keşmekeşliği seviyorsanız, hatta bir adım daha ötesi bu gücü elinde bulunduran için bir hak kazanımı ve kullanımı gibi görünüyorsa, maazallah, yandı gülüm keten helva… Siz, siz olun, yinede çok emin olmadıkça ya da yolun yeterli güvende olduğundan emin olmadan karşıdan karşıya geçmeyin; çünkü haklı ölmek ile haksız ölmek arasında bir fark gözetilmemekte olup öldüğünüzle kalırsınız, Allah muhafaza…

Aaaa, birileri de çıkar bu canım Yurdumun gündemini mi yansıtıyor ki, mezkur konu kotarıldı diyebilir… Bence, evet, eğer yıllık trafik kazası nedeni ile ölüm sayısı 7.000 ya da 8.000 civarında ise bir ülkede ve yeterince önem verilmiyorsa mezkur konuya, durum fecaattır… Şimdi bir grup zevat çıkar önem verilmediğini nerden uyduruyorsun da diyebilir, doğru da olur çünkü konuya bağlı nedenler ile yüzbinlerce kaza olmakta, binlerce ölüm, onbinlerce insan sakat kalmakta, inanılmaz bir maddi külfet oluşmakta iken, bizler bunları işkembeyi kübradan sallıyoruz.

Pazar, Temmuz 16, 2017

ÇEŞME PAHALIDIR ARZI HAFİFLİĞİ


Şimdilerde, söylenildiği zaman başta muarızlar nezdinde olmak üzere popüler çevrede bir hayli heyecan uyandırarak karşılık bulan bir jargon var; “Azizim şu Çeşme ne kadar da pahalı”… Sanki memleketin her tarafında da ucuzluktan geçilmiyor da, sadece Çeşme çok pahalı… Sanki Ankara Yıldız’da ya da İstanbul Boğaz’da gidilen yerler çok ucuz da, bir grup zevat, köşelerini tuttukları gazetelerin yüksek kulelerinden, gözlem eylermişçesine veriyor kalemin ya da klavyenin gözüne gözüne, günahlarını almayalım ama görünen ve anlaşılan o ki, mezkur yerlerde sadece davetlere gittikleri için rakamlardan bihaberler, tatile kendi paraları ile gelince ayaklar suya değiyor… Neymiş efendim; paraları ağaçtan toplamıyorlarmış, bu yüzden kendi ülkelerinde turistik işletmelerde cüzdanlarını bırakıp gitmektense, ziyaret ettikleri Çeşme’nin hemen karşısındaki Yunan Adası Sakız’a gidip daha insaflı fiyatlarla, gönüllerince yiyip-içiyorlarmış, hatta “Yunan Adalarında bizden mutlusu yok” diye de kreşendo yapıyorlar… Bir de bu koroya aslında bu meseleleri enine boyuna ve meşrebine uygun değerlendirmeye alacağını bildiğim kişilerde, “İspanya’ya gidip yiyip-içmek ulaşım dahil daha ucuza gelir” diyerek katılmıyorlar mı, akıl alacak türden değil… Yahu kıyas nasıl yapılır, nasıl yapılmalı, yapılırken benzerlikler ya da aykırılıklar nasıl değerlendirilmeli, hak getire… Hani deseler ki canım Yurdum pahalı, katılmazsam namerdim, hem de ne pahalı, öyle böyle değil, çünkü pahalılık ve ucuzluk izafi kavramlar olup, yaşamın içindeki diğer tüm parametreleri göz ardı etmeden, en basiti kendileri kadar geliştiğimiz ve boy ölçüştüğümüz iddia edilen ülkelerdeki, temel ihtiyaçların tek tek ya da toptan, kişisel gelirin içindeki oranları nedir bilseler, aile/hane başına düşen nüfus nedir bilseler, aile başına çalışan sayısı nedir bilseler ve aileye giren yıllık gelir nedir bilseler, v.b. gibisinden bakılsa ve sonuçta da tüm bu elemelerden İstanbul, Ankara, Bodrum ve Marmaris dört başı mamur geçse ve Çeşme geçemese anlayacağım genel manadaki yaklaşımın pahalılık olmadığını, Çeşme’ye özel olduğunu… Ama sanki her yer makul fiyatlarla hizmet veriyor da, bir tek Çeşme kazıkçı esnaf ile dolu… Aman aman, buradan esnafımızı da savunduğum gibi bir durum anlaşılmasın, onlarda en az politikacımız, en az yöneticimiz, en az mühendisimiz ve de en az şoförümüz kadar dürüst ve namuslu ve zinhar fırsat kollamazlar, diyerek bu faslı kapatalım!!! Fildişi köşelerine kurulmuş, kıymetinin menkuliyeti herkesçe malum bu sadece söyleneni iyi yazar zevat, kendilerinden önceki ağabeylerinin ve ablalarının turizm üstüne attıkları tiratlarda, marka olmak, marka satmak ne yazık ki aslında lükse gark olmak kabilinden ettikleri kelamları unutarak ya da görmezden gelerek bugünlerin hazırlanmasına ciddi katkı sunar iken, bizim gibi eleştirenlere de gözlerini kısarak, kaşlarını çatarak yetmedi parmaklarını sallayarak, “münkir, münafık” muamelesi yapıyorlardı, unutmuyoruz ve unutmayacağız. Bu arada ve yeri gelmişken büyük muhalif Neyzen Tevfik’i de büyük özlemle analım… Hani demişti ya, dersin kızar, yersin aldırmaz gibisinden… Hepiniz bugünleri elbirliği ile hazırladınız be… Çok çocuk yapalım alkış, alkolden alınan vergi yüksetilince alkış, petrole zam gelince alkış, elektriğe zam gelince alkış, suya zam gelince alkış, patates ithal et alkış, pamuk ithal et alkış, yumurta ithal et alkış, saman ithal et alkış, balık ithal et alkış, et ithal et alkış, vs vs, hatta piyasayı terbiye ediyorum gibi üst perdeden ideolojik yaklaşımları bile bile, taammüden…

Ve genelde yazılarda, Çeşme özelinden hareket edilerek, suyun bu tarafından Çeşme, öte tarafından ise tüm Yunanistan Adaları örnek, sevsinler sizin endazenizi… Ne diyor muhteremler koro halinde; Cunda’ya kadar gitmişken tabii ki Midilli’ye, Çeşme’ye kadar gitmişken tabii ki Sakız’a, Bodrum’a kadar gitmişken tabii ki Kos’a, Leros’a, Kalymnos’a geçiyoruz… Yahu orada görebiliyorsunuz değil mi, bahse konu hizmetlerin ne kadar yaygın ve halka ne kadar yakın olduğunu, burada ise bahsettiğiniz restoranlara sadece çok parası olanların gidebildiğini ve halka ıraklığını, sebeppp… Bilir ama susar, sebep en zararsız durum budur da o yüzden... İlaveten ve de muhtemelen aynı zevat kıyı kasabalarımızın kurtuluş günlerine tekabül eden günlerde mezkur yerlerde bulunup, mezalimden ve süngüden kurtuluşu büyük bir huş ile kutluyor ve alkış çalıyorlardır!!! Eeee seyahat özgürlüğü var, gezin gezebildiğiniz kadarı ile ama umarım buralarda gazeteciliğinizin yüzü suyu hürmetine, kalamara, karides ve uzoya boğulmazsınız… Hani röportaj yapılmış bazı Türkiyeli turizmcilerle; onlarda, mehter verme kabilinden konuşmaya vermişler milliyetçiliği, vermişlerde vermişler, laa kardeşim memleket tam bu yüzden bu hale geldi diye kimse de itiraz etmiyor, bu hormonlu ve besleme turizmciler de gak guk türünden rock’n roll yapıyorlar, ya neyse… Ey gafil yazar kardeşim, plajları ekonomiye kazandırıyoruz türbanı ile plajların hayatiyetine ve halka açıklığına son verilirken ses çıkarmadı isen eğer, Allah aşkına sus lütfen ya da safını yeniden gözden geçir…

Sonra Çeşme pahalı… Evet haklısınız… Boğaz’da ve Bodrum’da Kalamar 5 Tl ama Çeşme’de ya da Alaçatı’da 45 Tl… Ve bunlardan tek başına Çeşme ve yerel yönetimi kusurlu… Sevsinler sizin arşınınızı, endazenizi, izanınızı ve ahlakınızı… Söylenecek bitmedi ama yer bitti…

Pazartesi, Temmuz 10, 2017

TEMİZLİK İMANDAN GELİR


Çeşme güzellikleri ve sorunları ile dolu dolu yeni bir yaz ve tatil dönemi geçirmekte, bir kısım zevat yaşanılan olumsuzlukları ve sorunları muarızlıklarına binaen ellerini ovuşturarak siyasi ikbal beklentilerine katık ederek izlemekte, muhatapları ise neden bu kabil vakalar yaşanırın makul ve mantıklı izahını yapmakla meşgul, tam canım yurdumun meşrebine uygun pozisyon… Ama yaz tatili boyunca ve de özellikle 9 günlük bayram tatili süresince muhtemelen tüm tatil kentleri aynı sıkıntıları yaşamıştır, evvelemirde de çöp ve kirlilik en önemli sıkıntı idi bana göre, burada, orada ve şurada… Tatile gelmiş, tamam yer bulamamış, tamam pahalı olduğu için çadırda ya da benzeri tentelere sığınmış olabilirsiniz, yediniz içtiniz, bu yediğiniz içtiğiniz şeyleri satın alırken size verilen poşetleri neden biriktirirsiniz, doldurun çöplerinizi içlerine, her yerde hatta en ücra köşede bile size en fazla 100 mt. mesafede kolayca bulabileceğiniz çöp bidon ya da konteynerlerine atsanıza, olmaz, sevmez canım yurdumun insanı yürümeyi hemencecik bulunduğu yere bırakıverir, sonra da durumdan şikayetçi de olabilir üstüne… Tam sevsinler durumu vallahi… Bu sefer neye tanıklık etti bu gözler, inanılır gibi değil, yemiş içmiş boşaltmış kavanozu ve içerisine de bir güzel defi hacetini yapıp yol kenarında, kaldırım üstüne tam bir sanat eseri paketlemiş edası ile bırakmış, bu kadar da olmaz artık dedirten cinsten, tam tamına bıraktığı yerin bir tarafında 50 mt de, diğer tarafında ben diyeyim 50 siz deyin 75 mt de, hem de irilerinden ikişer adet konteyner var… Ancak canım yurdum insanı kirletmekte sınır tanımıyor…  

Mutat sabah yürüyüşlerinden birinde gözüme çarpan, pet su şişeleri ile teneke kutu boşlarını toplarken Çeşme Belediye temizlik işlerinden olduğunu tahmin ettiğim 2 genç ama son derece nazik kişinin bulunduğu resmi araç yanımda durdu, özür dileyerek elimdeki kutulardan oluşan çöpleri almak istediler ve boş şişeleri sanki kendileri atmış da suçüstü yakalanmışçasına, özürleri karşısında duygulandım ama bir taraftan daha fazla çalışmaları gerektiğini ifade ederek, diğer taraftan ise aptalların çok olduğu yerde kirlenmenin çok olacağını ama inşallah kirlenmenin bu tarzının dışına çıkılmaz umudumu tekrarlamış idim, çünkü çevre kirliliğinin çözümü zor ama mümkün, oysa ruh kirliliği öyle mi, ruhu kirli insanların doğayı da kirletmekte çok mahir olduklarını ve bunun önüne geçmenin de nerede ise imkansız olacağını eklemiştim… Onlarda bizim gözlediğimiz olayları bir kez daha kısaca tekrarlayıp, tekrar tekrar özür dileyerek ayrıldılar yanımdan. Manzara şu idi, maalesef, arabası ile geçen muhteremler, kolasını içtikleri boş kutularını, suyunu içtikleri boş pet şişeleri herhangi bir beis görmediklerinden olsa gerek, hiç çekinmeden, utanmadan ve arlanmadan kuruldukları araçlarının açık pencerelerinden yola savurmaktadırlar. Bir de ahlak ve etik yoksunu bu kabil zavallıların doktora yapmış “öfkelileri” var ki, bunlar tüm öfkelerini içini içip, dışı cam boş bira ve şarap şişelerini büyük bir öfke ile kaldırımlara çarpıp kırmaktan müthiş zevk alıyorlar belli ki… Öfkeli çocuklar nitelemesi, hatta onlara göz yumulmasının dolaylı sonuçları arabalardan şişeleri kırmak üzere fırlatmak şeklinde tezahür ediyor maalesef… Öfkeli çocuklar ve onlara hoşgörü ile bakan büyükler döneminin sonucudur, el hak… Sen bir avuç altın için dağları yıkarsan oda şişeleri kolayca kırar atar, işte… Senin gözünde orası korunması gerekmeyen çevre, bunun gözünde de burası korunması gerekmeyen çevre… Süperler ve Allah selamet versin bu zavallılara… Hani kanaat önderlerinin, doğru olmasa da övünerek sarf ettikleri, bir replik var ya, %99’u Müslüman olan Türkiye’nin, hani Müslüman umdesi diye söylenilen “temizlik imandan gelir” sözünün gereği, nerde… Ya bunlar Müslüman değil, ya temizlik imandan gelmiyor, ya da bunlar imansız, vallahi pek bilemedim… Gerçi bu sözün asıl mekanlarının nerde ise tamamında bulundum, Allah akıl ve fikir versin diyorum, öylesine kirletici durumdalar ki inanılmaz, şükür ki ve şimdilik Petro dolar sayesinde bol miktarda ve neredeyse karın tokluğuna çalıştırdıkları, Bangladeş, Pakistan, Filipin, Endonezya vs. kökenli insanlar varda, durumları rahatlıyor… Gerçi bunun bir yaşam biçimi ve kültür olduğu çok açık benim için, hiçbir biçimde din ile ilgili olduğunu düşünmedim, tıpkı ustanın dediği gibi; “düşündüğün gibi yaşayamıyorsan, yaşadığın gibi düşünürsün” ya, tam da öyle… Artık bir kez daha, yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar, sarmalı gibi, iman mı temizliği, temizlik mi imanı getirir diye soralım da, adet yerini bulsun. Tam da bu baptan geçen yılki bir gözlemimi, araya yerleştireyim. Karayolu ile Sırbistan’dan Hırvatistan’a geçiyoruz, sıfır noktasının Sırbistan tarafı rezalet çöp yığını ta ki refüjlere kadar, 1 mt sonra pırıl pırıl bir Hırvatistan bölümü, kirleten ya da temiz tutan insanlar da çok muhtemel ki aynı insanlar, gel de çık işin içinden… Tıpkı canım yurdumun, kural tanımaz insanlarının yaşamlarının Almancı boyutunda son derece disiplinli bir şekilde kural tanır hale gelmesi… Nasıl izah edilir bilemiyorum… Öncelikle temizliğe ve temizliğin gereğine inanmanız gerekir, ancak bunu yaparsanız arınır ve temizlenirsiniz ve de işte o zaman “temizlik imandan gelir” sözü zatıalileriniz için umde olur, şaha kalkar. Öyle kolay oluyor değil mi, elin gavuruna “aaa taharet bile almıyorlar” diye çemkirmek, hele sen bir bak kendine de, öyle su bulamıyorsan elini taşa toprağa sür demekle sorun çözülmüyor… Aaaaa sürpriz mi, zinhar değil, sürpriz yok ne ekersin ona biçersin atasözü yine gerçekleşmiştir diyerek bitirelim yazımızı…

 

Çarşamba, Haziran 28, 2017

TARTIŞMASIZ TARIM ÇOK ÖNEMLİ

"Kim tarımla kalkınmış?", "Sanayiyi bırakıp, tarımla mı yetinelim?" "Ucuz üreten başka ülkeler varken, patatesi, soğanı, pamuğu muzu, sütü, eti biz neden üretelim?", "Otomobil yerine patates üretmeye devam mı edelim?"… Bu sözler dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e ait olup, Sakarya Ovasına TOYOTA Otomobil fabrikasının yer seçimi döneminde bürokrasi içerisinde direnen bir takım unsurları direnemez hale getirmek için, hamaset kabilinden TV’lerde, Radyolarda, mitinglerde, yerel yöneticilerin, hükümetin, sendikanın ve halkın fabrikanın yapımına destek verdiği beyanı ile özellikle de gariban halkı gaza getirme planı doğrultusunda verdi mehteri, verdi mehteri, verdi de verdi… Mehter ile mest edilen necip milletimiz de, hem de sanki otomobil fabrikasının patronu edası ile muarızlara karşı yer yer saldırgan tutumlar bile takındı… Oysa ki, dönemin Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bürokrasisi, sulanabilir birinci sınıf tarım toprağının sanayi bölgesi olarak değerlendirilmesine şiddetle karşı çıkar, aynı bölgede 11 yer (yazı ile onbir yer) alternatifli olarak önerilir,  Tarım ve Köyişleri Bakanlığının Bürokrasiye uyarak izin vermemesi üzerine de, hiç ilgisi alakası olmayan Yüksek Planlama Kuruluna bir karar aldırılır, mezkur bakanlık ve de direnen bürokrasi bypass edilerek, otomobil fabrikası inşa edilmesinin önü açılır.
SONUÇ canım yurdum “Patates ithal” eden ülke konumuna geldi, hem de nereden dersiniz, Yunanistan’dan… Sarımsak Çin’den, Pamuk Mısır’dan, vs vs… Ne diyelim şimdi…

Peki, akıl zedelenmesi bununla sınırlı mı, zinhar… Bilahare, aynı Ulu Türk büyüğümüz, Süleyman Bey, FORD Otomobil tesisi için, yine arazinin, jeolojik yapısı göz ardı edilerek, ekolojik ve tarımsal önemi yok sayılarak, direnen ziraat, inşaat ve jeoloji mühendislerini baskı altında tutabilmek, gariban halkın karşısına hedef olarak oturtacak bir yaklaşım göstererek, "Türkiye’nin sesini duydunuz, benim sesim zaten belli, eğer bu sazlık bataklık araziyi, bu tesis için vermezseniz, ben Çankaya Köşkü'nün bahçesini vermeye hazırım" diye konuşmuş idi. Sonuç ortada… Hani kısaca değinelim, bu Ulu Türk Büyüğü aynı zamanda dönemin çok önemli bir miktarı sayılacak parayı da, “verdiysem ben verdim, kime ne” diyerek, sanki babasının parası imiş de, o parayı usulsüz satışa havale etmiş idi…

Peki; bunlar dündü ve bugüne örnek teşkil etmez diyeceğiz ama o da ne, bir başka Ulu Türk Büyüğü, “Zeytin mi daha önemli yapılacak tesis mi daha önemli Türkiye'nin geleceği açısından?” Ne diyelim şimdi… Valla laf tükendi… Sınırlı da olsa bir kesim ki, onlar bu işin radikalleridir ve sürekli “zeytin ağacı, Yahudi ağacıdır” deyip dururlar, bekliyoruz ki karikatürize ederek söylüyorum, taa dünyanın öteki ucunda sokak çocukların bile oyunlarına müdahale edenler bu subukluğa dur desinler, nerde, bırakın, durun oturun oturduğunuz yerde, abuk-subuk konuşmayın demeyi, görünen o ki, çaktırmadan ellerini ovuşturarak durumun keyfini çıkarmaya çalışıyorlar. Peki, bu abilerin içten içe sevinç naraları atıyor olmalarını anlıyoruz da, Yahudileri anlamıyoruz, neden duruma itiraz etmezler, ki o Yahudiler, eften püften nedenler ileri sürerek Filistin’de çocukların bile kollarını taş ile vurarak kıranlar olsun.

Yol güzergah seçimleri, HES seçimleri, RES seçimleri, Endüstriyel Tesis inşa alanı seçimleri, sanayi site alanlarının seçimleri, maden arama tercihleri, imara açılan bölgelerin tayinleri konusunda yapılan “kamu yararı gözetilmektedir” izahlı, “acil kamulaştırma” tatbikatına dayalı hatalar neticesinde, gıda üretiminde ve güvenliğinde yitirilen büyük irtifa, kaybedilen kendi kendine yeterlilik iddiaları, toprak kirlenmesi, erozyonun olumsuz etkileri vs. toprak-tarım-çevre-kalkınma olgularının, akşam akla geldiği biçimi ile liyakatsız ve öğrenimi bol ama eğitimi nerdeyse sıfır ekiplerce değerlendirilmesi neticesi, tarımsal üretim düşmüş, hayvansal üretim düşmüş, çevre kirlenmiş, vs vs… Ne gam, ne keder… Bir takım andevüller hala tarımla kalkınma mı olurmuş deyip ortalıkta, göbeklerini kaşıyarak dolaşırlar.

Ne demiş Kızılderili Kabile reisi Seattle; “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak”. Bu sözün önünde saygı ile eğiliyorum ve bugünkü deve dişi kabilinden abilere, hem de koca koca üniversiteler bitirdikleri iddiasıyla ortalıkta gerdan kırarak dolaşanlara asla ve kat’a örnek teşkil etmeyeceğini bilerek.


Hani şimdilerde Katar savunuculuğunun paraya tahvilinin en kolay günleri ya, çıkıp bilmem kaç milyar m3 doğalgazları var, kişi başına 130.000 ABD Doları GSMH’ya sahipler gibi, at atabildiğin kadar kimsenin ölçemeyeceği miktarlar ile konuş… Ama bu zevat, Hollanda gibi canım Yurdumun yüzölçüm bazında 20 de biri olup, tarımsal ihracattan yıllık yaklaşık 150 milyar dolar gelir ettiğini söylemez, bilmezler mi domuz gibi bilirler ama işlerine gelmez…. Eeee be hocalarım, eyyyy çok bilmişlerim, Katar’a konulan ambargo ile 2 günde (yazı ile iki günde) inanılmaz bir gıda krizi yaşandığını biliyor musunuz, biliyorsunuz, dua etsinler hayvancılığı dibe vurmuş canım yurduma da, muhteremlere ilk etapta hava yolu ile 400 büyükbaş hayvan başta olmak üzere gıda malzemeleri gönderdiler de, gıda krizi geçici çözüldü… Tüm bunlar övendire ola bata diye beklenir ama nerde… Aaaa bunlar doğru değil mi diyorsunuz, açarsınız muvafık ya da muarız tüm matbuatı da, lütfeder bakarsınız…

Cumartesi, Haziran 17, 2017

GÜVEY - İÇ GÜVEYSİ – DAMAT


Güvey ya da Damat, her ikisi de çok eski dönemlerden itibaren kullanılan 2 sözcük olup, Güvey, eski Türkçe önceleri "Güdegü" bilahare de ses değişikliklerine uğrayarak "gövegü" haline gelmiş ve düğün sahibi ya da davet sahibi anlamında kullanılmıştır, damat ise yine benzer anlamlarda lakin "Farsça" kökenlidir. Güdegü sonraları gövegü; Türkçe lehçelerinin neredeyse tamamında yer almakta olup, bidayette, evlendiği kızın ailesinin hizmetini gören, ailenin hayvanlarını güden çoban anlamında kullanılmış olup, bilahare de mezkur  hizmetlerin unutularak ya da "içgüveysi" pozisyonuna devredilerek, sadece evlendiği kızın kocalığı manasına gelen bir statü olarak kalmıştır. Evlilik törenlerinin önem kazanması ile birlikte de, evlilik öncesi güveyi eğlen(dir)mesi, güveyi gezdirmesi, güveyi hamamı, güveyi tıraşı, güveyi yemeği, güveyi yumruklaması, gibi törensel ara aşamalar da zaman içinde ihdas olunmuştur.

İç güveysi; gelin evinin daha zengin olması nedeniyle damadın gelin evine gelmesi ya da getirilmesi biçiminde edinilen statü olup, birçok toplumda değişik biçimlerde görülebilen durumdur. İç güveysi konusunda çok çeşitli rivayetler vardır, kimsesiz kalmış fakir ama çalışkan tiplerin kız babaları tarafından feodal toplum örfüne uygun biçimde "güvey gelmesi" durumudur. Drahoma da bir çeşit iç güveysi uygulamasıdır, adeta statünün moda deyimle "özelleştirmeye" tabi tutulmuş halidir, Yahudi cemaati içinde çok yaygındır, diğer taraftan Hindistan’da da Hindular arasında yaygın bir uygulama olarak karşımıza çıkar. Bir filmde izlemiştim şimdilerde adına “iç güveysi” denilmeyen ama aslında tam da o olan bir pozisyondaki delikanlı, kişiliğini ve ruhunu fazlaca rahatsız etmeyen bir pozisyonda, deyim yerinde ise bir eli balda bir eli yağda, elini sallayınca adeta “tatlı cadı” maharetleri gösteren bir rolde hayatını idame ettiriyor, ama ne idame, bazen mezkur ailenin eblek çocukları yerine rol yapmak için ikame edilmiş de olabiliyorlar. Ancak öyle filmlerde olduğu gibi değildir bu fakir oğlan ya da kız ile zengin kız ya da oğlan hikayeleri, gerçekleşme ihtimali en az olan yöntem budur, Yeşilçam filmlerinin aksine. Ancak iç güveysi pozisyonu; tam da gerçek manada, kişiyi ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan iradesiz kılarmış ama olsun zaten Yüce Rabbim rab –ül alemin kulunu iradesini elinden alarak yaratmamış mı, evet yaratmış, eee o zaman ne keder ne gam… Varsın bu nokta itibari ile de irade sende olmasın, sen sahip olduğun, sahte de olsa itibar ya da güce bak… Ne demiş ulu Türk büyüğü Sülüman bey; “meseleleri mesele etmezseniz, mesele diye bir meseleniz olmaz”, vesselam. Gerçi bu durumu üzülecek bir durum diye nitelendiren bir grup çapsız, kişilikli delikanlı da vardır bu dünyada ama onlar bir avuçturlar esameleri mezkur zevat tarafından okunmaz… Ama diğer taraftan da halk arasında, “nasılsın” sorusuna ehhh işte manasında “iç güveysinden halliceyim” diye bir cevap varsa da, buradan iç güveyliğinin kötü bir şey olduğu zinhar çıkartılamaz… Diğer taraftan yerleşmiş anlayış gereği, sanki Allah vergisi imiş gibi, “gelinin” erkeğin evine gidecekmiş gibi kabul edilmesi ile başlayan iç güveysi pozisyonunu yerme ve hakir görme geleneğine siz asla ve kat’a inanmayın, ya ilk “gelin” vakasında güvey gelin’in evine gitse ve böyle bir gelenek başlasa idi, hiç gelinin evine giden güveye iç güveysi denir mi idi, ciddi bir tartışma konusu olurdu. Belki de “gelin gitme” deyimi yerine “güvey gitme” deyimi kullanılıyor olur ve iç güveysi tanımı olmaz ya da makul karşılanır olurdu… vs vs. Şimdi moda olan güveylik ise bunların bitamam terkibi olup, bir sürü delikanlının hayalini süslemektedir, yeter ki verilen rolü iyi anla ve uygula. Güvey olmanın yaratacağı kabalığı telafi etmek üzere canım yurdumun insanı "enişte" diye bir sözcük daha üretmiştir. Artık milli enişte mi ararsın, mühim enişte mi, büyük enişte mi, küçük enişte mi, seç seç al gariii... Toplumda kast sistemi varsa, bu kabil sıfatlar hiçte rahatsız edici olmaz, ancak, özgürlük, kişilik, demokrasi, çekirdek aile gibi kavramlar görece öne çıkıyorsa rahatsızlık başlar ve rahatsızlığın boyutuna binaen rahatsız olunan sıfatlar terk edilir, seve seve ya da sevmeye sevmeye…

Babamın bir değerlendirmesi vardı, gerçi bu konuyu mütekamilen kapsamaz ama önemli bir tespit ve değerlendirmedir bence. Çeşmelilik üstüne olunca hem fazlası ile komik hem de sosyolojik bir tespiti yansıtmaktadır. Çeşmelilik babama göre 3 çeşittir, "Yanaşma çeşmeliler", bunlar bir anlamda “iç güveysi” durumunda mütalaa edilecek tiplerdir, Çeşme’ye bir nedenle gelirler ve anlaştıkları bir Çeşmeli kız ile evlenirler ve buraya yerleşirler. Yanaşma Çeşmeliler, Çeşme’ye gelme konusunda irade sahibi değillerdir, tayin, askerlik ya da bir iş yapma adına gelirler ama yerleşme konusunda irade sahibidirler, çünkü burada kalmanın yolu çeşitlidir, istifa edersin, kalırsın, kendi işini kurar kalırsın vs vs... İrade gerekmektedir, netekim... Ancak tüm sahil kasabalarında yaşanan hikaye burada da öne çıkar, zamanında işe yaramaz, tarım yapılmaz diye tarlaların deniz kenarında kalanları kızlara verilir, içerlerde ve tarıma görece daha uygun yerler oğlan çocuklarına verilir... Enişteler artık içselleşmeye başlayan güveylerdir. Gerçi artık sahil yağmaları tamamlandığından bu da para etmemektedir ya, neyse... Sonradan olma Çeşmelilere; bunlar ise tamamen kendi iradeleri ile Çeşme’yi memleket tayin ederek buraya yerleşirler. Gerçek Çeşmeliler, bunlar ise “doğma-büyüme” buralıdırlar ve yazımızın konusunu hiç oluşturmayacak kesimdir.

İç güveysi ya da damat olmaktan ziyade, kime olunduğu önemlidir diyerek, günümüzü işgal eden güveylerle hiç ilgisi olmayan yazımızı sonlandıralım... İyi haftalar...

Pazartesi, Haziran 12, 2017

ÇEŞME HİKAYELERİ- 5 "SAAT SATINALAN ZENCİ"


Bir gün birkaç müşteri ile ilgilendiği bir anda her halinden çok acelesi olduğu ve üzerinde beyaz ve şu anda hangisi olduğunu hatırlayamadığı Yunanistan'a ait Ege Adalarından birinin haritası ve Yunanca yazılar yazan, tshirt bulunan, giysisine mütenasip görüntü içinde bir hayli gelişmiş vücudu ve kol kasları ile bir zenci girer, diğer müşterilerin cevaplarının arasına, hemen kendi merhabasını yerleştirir ve aceleci tavırlarını devam ettirerek bir saat almak istediğini söyler ve gösterilen birkaç saat içinden hiçte müşkülpesent davranmadan birini seçer, saati alır ve Hüsnü Karaman'ın Yunan Drahmisi cinsinden söylediği saat bedelini öder ve aceleci tavırlarını sürdürerek gider. Diğer müşterilerin de çıkmasını müteakip, Zenci müşterinin Yunan Drahmisi cinsinden bıraktığı  parayı sayan Hüsnü Karaman, bakar ki Zenci talep ettiğinden 1000 Drahmi fazla para bırakmış, hemen dükkanı kapatır, yola Zencinin peşine düşer ve Çarşıda ya da Meydanda olabilir mi diye sağa sola dikkatlice bakar ama adam yoktur ortalarda, tam o sırada kaleden bir grup zenci turist kafilesi çıkar, onlara da umutla bakar ve tek hatırladığı beyaz, üzerinde Yunanistan'a ait Ege Adası haritası ve Yunanca bir şeyler yazılı olan tshirt'tür ama ne yazık ki bu kabil bir muhterem yoktur aralarında...

Kısa ve hızlı bir durum değerlendirmesi neticesi, gitme ihtimali olan yerlere taksi ile gidilmesi büyük ihtimal olduğu için hemen Kale'nin yanında bulunan taksi durağına gider ve taksicilere adamın tarifini yapar, taksicilerden de, Ilıca Taksiden bir taksicinin Zenciyi götürdüğünü öğrenen Hüsnü Karaman, hemen telefonla Ilıca Taksiyi arar ve taksiciyi bulur ve taksiciden muhteremin Altınyunus Otele gittiğini öğrenir derhal bir araç temin eder ve otele gider, önce reception görevlilerine adamı tarif eder, görevliler hemen tanıdıklarını ancak otelde kalmadığından kaydının olmadığını söylerler, neyse sağa sola bakılır adam yok... Ancak muhterem oralarda bir yerlerdedir, peşine düşer... Tesadüfen, yine çocukluk arkadaşlarımızdan Uğur Özdil'e rastlar, yapılan kısa bir tanıtım sonunda, evet, Uğur da adamı tanımaktadır ve adamın otelde kalmadığını ve bir yat kaptanı olduğunu, Marina'da konaklayan Yunanlı birinin teknesinde çalıştığını, muhteremin ise birkaç saat önce Marinadan ayrıldığı öğrenir. Tekne ile edinilen bilgilere göre, tekne Sakız Adasına bağlı Koyun Adası Belediye Başkanının teknesidir ve mezkur muhterem de o yatın kaptanıdır.

Evet, görünen o ki, 1000 Drahmi artık iade edilemeyecektir. Aslında dönem itibari ile, yaklaşık 10 Amerikan Doları civarında olan paranın miktarsal olarak bir önemi yoktur, ancak iyi bir yurttaş ve esnaf olmak üzere, yetişmiş her insanın yapması gereken yapılmaktadır, Hüsnü Karaman tarafından. Bugün çok rahatlıkla ve üzerinde düşünülmeyecek kadar önemsiz bir miktardır ve iade etmek için herhangi bir ekstra çaba gösterilmesine değmeyecek durumdadır. Ancak, dönemin ruhuna uygun olan aile ve okul eğitim ve öğretiminden geçen ve bundan gerçek manada nemalanan insanların yapması gerektiği yapılacaktır ve yapılmalıdır da... Konunun en azından bu boyutu itibari ile, 1 memnun turist, 1000 turist demek olduğu şiarı ön plandadır. Peki; bugün için turist gelmesinin bir önemi var mıdır, gelmesi ve gelmemesi uğruna ne güneşler batırılıyor, varın siz düşünün gayri... Diğer taraftan, bu kabil bir parayı ve tutarı iade etmek için kaç insan bu çabaları gösterir, bilemiyorum...

Hayattır bu, nerede ve ne zaman neler öğrenileceği önceden kestirilemez... Yıllar sonra günlerden bir gün, muhtemelen de 2000 li yılların başı, Hüsnü Karaman'ın dükkan komşusu bir gümüşçü, Yunanlı bir müşterisinin beklentisini tam anlayabilmek için, Hüsnü Karaman'ı tercüman olarak yardıma çağırır... Yunanlı Müşterinin beklentisi öğrenilir ve karşılanır, alışveriş bitmiştir ve artık azıcık sohbet yapılacaktır. Yunanlı müşterinin, Yunanistan'ın Sakız Adasına bağlı Koyun Adasından olduğu öğrenilince, hemen çok yıllar önce yaşanılan ve yukarıda detayı verilen olay anlatılır... Yunanlı Müşteri, Belediye Başkanını iyi tanıdığını, Başkanın artık eski hayatını sürdüremediğini, bırakın yat'ı ve kat'ı olması durumunu, geçimini sürdürmekte bile sıkıntı çektiğini, söyler... Çünkü, mezkur Zenci Kaptan, Belediye Başkanının, tüm serveti sayılacak, para, pul ve ziynet eşyalarını çalar ve ortadan kaybolur. Başkan artık meteliksizdir.

Kıssa bu kadar, hisse nedir ve ne kadardır, adama göre değişir diyerek, yazıyı sonlandıralım... "Aydınlanma; kişinin kendi aklını kullanmaya cüret etmesidir" diyen pozitivist felsefenin babası İmmanuel Kant'ın bir başka sözü, rol modelleri, Tatlıses, Avşar, Erbil ve Ilıcalı olanlara, gelsin, nokta... "Eğitimle kişilerde aydınlanmanın temelini atmak kolaydır; ne var ki genç insanları böyle düşünmeye erkenden alıştırmak gerekir. Buna karşın tüm bir dönemi aydınlatmak uzun bir zaman gerektirir; çünkü böyle bir eğitime engel olan ya da onu zorlaştıran bir sürü dış engel vardır."

Cuma, Haziran 02, 2017

ÇEŞME HİKAYELERİ; BİR TURİST, BİN TURİST


İsveçli turist; kapıdan içeri girdi, elindeki saati göstererek muhtemelen bakıma ihtiyaç olduğunu ya da bozuk olduğunu anlatmanın derdinde, dert edilen konu anlaşılıyor ama işlerin yoğunluğu nedeni ile ancak gün içinde 5 saate bakılabileceğini, dilinin döndüğünce anlatıyor Hüsnü Karaman, ancak bırakırsa ertesi gün gerekli işlemin yapılacağını da ilave ediyor. Sene 1979 dur ve Çeşme'nin şansı ve bahtı o yıllarda yabancı turistten yana bir hayli açık ve parlaktır. İş ahlakı ve etiği gereği, günde servis verilebilecek saat sayısı 5 olduğu içinde, eğer acele bakım talebi olursa da servis verilemeyeceği lisan-ı münasiple anlatılır müşteriye...Neyse saati bırakmak istemeyen adamcağız ayrılıp gidiyor, 15 dakika sonra Veli Usta (Karaman)  dükkana geliyor, aaa o da ne, elinde 15 dakika önce İsveçli turistin elindeki saat, şaşırıyor ne olmuşsa, muhtemelen de Hüsnü'nün abisinin orada mezkur turist ile karşılaşılıyor ve geliyor saat dükkana, yapılacak bir şey yoktur, bir şekilde gerekli işlem yapılacaktır. Saat dönem itibari ile bir hayli prestijli saat olan "Seiko5" ve artık arada baba Veli Usta vardır, behemehal gereği yerine getirilecektir. Sonuç itibari saat bakımının duayeni Veli Ustanın da bizzat yardımı ile bu serviste sorunsuz halledilir, müşteri İsveçli turiste teslim edilir, aynı zamanda diğer müşterilerinde işleri halledilmiştir.

Dönem itibari ile; gelen İsveçli turistler ya Ertan Oteli ya da Altın Yunus otelinde tatillerini geçirmektedirler. Ertan Ailesine ait Ertan Otelinin plajı ise, harika bir denizi olan "Ayayorgi" plajıdır ve Otelin servis aracı karşılıklı otel-plaj arası müşterileri taşımaktadır. Ayayorgi plajı, bugünde aynı güzelliğinde olmasına rağmen, artık eskisi gibi sıradan insanların da gidebildiği yer değildir, "beach club" cenneti olup sadece bu faaliyete yüklü miktarda para ayırabileceklerin cennetidir adeta... Mezkur dönemde, eğer ulaşım dertleri yok ise herkesin kolaylıkla gidebildiği yerdir, sadece büfeden temin edilen yiyecek ve içeceklere bedel ödenerek plajdan faydalanabiliyordu insanlar.

Evet, biz tekrar konumuza dönelim, saatini tamir ettiren İsveçli de plaja geldiği bir gün, eşyalarını kenarda bırakıp, denize girer ancak bilahare de saatin yerinde yeller estiğini görür, sorar soruşturur, bir sonuç alamaz. Çaresiz bir şekilde İsveçli turist Hüsnü Karaman'a gelir ve durumu detayları ile anlatır ama asıl detay araya halen İsveç'te yaşayan Ekrem Abimiz giren ve konu tam anlaşılır.

Ertesi gün saati çaldığı sonradan anlaşılan çocuk, ki Ertan Oteli adına Ayayorgi plajında çalışan birinin yakını olup misafiridir aynı zamanda, kordon ayarlatmak ya da basit bir başka işlem için Hüsnü Karaman'a gelir. Saate yakından bakan Hüsnü Karaman, saatin 2 gün önce elinden geçen ve bir gün önce de çalındığı ihbarı gelen saat olduğunu görünce, hemen halledemeyeceğini söyler, saati bırakır ise de, bir gün sonrasında sorunu çözebileceğini beyan eder. Ertesi gün saati getiren çocuk gelince de, polisin kendisine aktardığı bilgilere göre yaptığı kontrol sonucu saatin kayıp listesinde olduğunu tespit ettiğini, Ertan Otel'in müşterisi olan bir İsveçliye ait olduğunu ve hemen şahsın kendisine iade edilmesi gerektiğini, aksi takdirde emniyet ile sorun yaşanacağından saati veremeyeceğini söyler, çocuk hemen atılır ve kendisinin Ertan Otel plajında çalıştığını, zaten saati de Otelin plajında bulduğunu, Otelde kalan müşterinin adını verirse, hemen Otel resepsiyonuna bırakacağını ya da müşterinin kendisine iade edeceğini oldukça ikna edici ve inandırıcı bir biçimde aktarır. Gerek herkesi kendi gibi bilme gerekse de gençliğin verdiği tecrübesizlik ile çocuğa inanır saati teslim eder ancak makul bir süre sonra da Oteli aramayı da aramayı ihmal etmez, saatin teslim edilip edilmediğini kontrol eder, ne yazık ki iade edilmemiştir, bir vade sonra tekrar telefon eder ama iade edilmediğini anlayınca, kandırıldığını anlar, tam da o sırada, dönem itibari ile Çeşme-İzmir otobüsleri çarşı içinden geçmektedir, bakar ki otobüs geliyor, hemen girer tek tek yolcuları gözden geçirir ve olayın kahramanı (faili) yoktur ve sonraki otobüs 1 saat sonra olduğundan 1 saat vakti vardır ve çocuğu bu süre içinde bulmalıdır. Hemen Çarşı ve Meydan hızlı kolaçan edilir ama yoktur çocuk... Son çare çalıştığını söylediği yer olan "Ayayorgi plajıdır" bakılması gereken yer ve oraya gidilecektir. Artık konu bir anlamda da, kandırılmış olmanın verdiği duygu ile inat meselesi olmuştur. Bulunan ilk araç ile hemen plaja gidilir, daha içeriye adımını atar atmaz, saati çalan çocuğun arkadaşı Hüsnü Karaman'a bağırıp çağırmaya başlar. Bu arada bağırma çağırma seslerini duyup hemen dışarıya çıkan Otelin sahiplerinden Kaya Ertan, Hüsnü Karaman'ı görünce çocukları azarlar ve gönderir... Hüsnü, Kaya Ertan'a durumu detayları ile anlatır, bilahare Kaya Ertan çocukları çağırır ve saati derhal kendisine teslim etmelerini söyler ve saati alır. Hüsnü'ye sarf ettiği çabalar için teşekkür eder ve gereğini yerine getireceğini, merak etmemesi gerektiğini söyler. Ne yazık ki o sabah, tatil dönemi sona eren İsveçli turist artık memleketine dönmüştür ve yapılacak bir şey kalmadığı söylenir Otele ziyarete giden Hüsnü'ye, tam o sırada konuya kulak misafiri olan Otelin diğer sahibi Nuri Ertan, Hüsnü'ye bu hüsnüniyeti için teşekkür eder, kendisinin Eylül Ayı sonunda İsveç'e gideceğini, mezkur İsveçliyi ziyaret edip, saatini iade edeceğini söyler. Nuri Ertan söylediği tarihte İsveç'e gider, saat artık sahibine iade edilmiştir. Hüsnü Karaman, artık çok mutludur ve memnundur, hem çabaları boşa gitmemiş, hem ahlak ve erdem sahibi olmanın gereği yerine getirilmiş, hem de taaa çocukluğundan beri öğretilen değerlere uygun davranmıştır. Şüphesiz bu davranışın "bir turist, bin turist" hipotezini ispata yetip yetmediğini ölçmek mümkün değildir ama öğrenilmişliğin hayata geçirilmiş olmasıdır esas mutluluk veren...

İsveçli turist Hüsnü Karaman'a sürekli olarak her yılbaşında üstünde İsveççe "tusen tack" (bin teşekkür) yazan kart gönderir. Ancak son yıllarda kesilmiştir, kart göndermeler...

Kimse sormasın gayri, neden polis yoktur bu öykünün hiç bir yerinde... Satır aralarında anlaşılacaktır umarım, bu olmamanın gerekçesi...