Toplumun davranış ve algılama biçimi yavaş yavaşta olsa değişmektedir canım Yurdumda, bunu bir olumluluk ya da olumsuzluk ve bir fazilet ya da faziletsizlik anlamında değil ama bir tespit anlamında gördüğümü hemen söylemeliyim, geçmişte yemek yenilecek yerlerin ve onların leziz yemeklerini anlatmak ya da yazmak ayıp olarak görülürdü, hatta dostlar arasında bile olsa, ne yediğini anlatacak kimse söze, artık bugünlerde pek kullanılmayan “ayıptır söylemesi” diye başlardı. Çocukluğumda bakkallardan alınan ürünlerin evlere taşınması sırasınd
a en yaygın taşıma aleti sepetler idi, sonraları sepetlerin yerini “file”ler almaya başlayınca ki bizim evde asla bir file olmamıştır çünkü babamın bu konudaki tavrı çok net idi, satın alınan ürünü alan var alamayan var, ya da senin aldıklarını burun kıvırarak izleyecekler var sen onu gizlemelisin yaklaşımı içinde, alınan ürünlerin görülmeyeceği sepet kullanılması devam etti gitti yıllarca…
Şimdilerde, bu mekânlara giden var gidemeyen var, bu yiyecekleri yiyen var yiyemeyen var denilmeksizin her şeyin açıktan reklamının ya da tanıtımının yapıldığı bir ortam oluştu, bir taraftan yazılı basında diğer taraftan TV’lerde konu ile ilgili reklam ya da gurme programlarından geçilmiyor, şüphesiz bu bizlerin tercihi olmasa bile dayatılan bir durumdur, bir boyutuyla konunun bu denli ticarileşmesi kapitalistlerin ilgi alanını oluştururken, bir boyutuyla da kültürleri tanıma bir bakıma kültürlerin karşılaşması adına sen gelemiyorsan biz sana geliriz yaklaşımı ile örneğin ağırlıklı İstanbul (Feshane) merkezli yöresel mutfak tanıtım günleri düzenlenmektedir.
Bunların hangisinin daha doğru daha isabetli değerlendirme olduğu gibi bir tartışmaya girmeden, durumun tespit edilmesi adına edilen kelamlar olarak görülebilir yazdıklarım. Yine de bu tür çalışmaların yapılması; Amerikan kültür dayatması “fast food” karşısında “slow food” yani benim algılama biçimimle yerel mutfak adına bir direniştir ve direnilmelidir de..
Geçenlerde; kayınbiraderim vefatı dolayısıyla gittiğim, asla değişmeyecek bir gönül bağı ile bağlı olduğum Çukurova ve Adana seyahatinde, Çukurova dışında asla yemediğim “Adana kebap” ile uzun sürelik ayrılığıma son vererek sabahları ciğer, öğlen ve akşamları kebap tercihlerimden asla ödün vermedim.
Bugün “Adana kebap” ve kebabın merkezi “Kebapçı Eyüp” ile sizleri tanıştırmak için bir şeyler yazmak istedim, yemek ve tanıtımı ile ilgili ilk ve muhtemelen de son olacak bir yazı olacaktır bu.
“Kebap” etimoloji sözlüklerinin tespitine göre; Arapça kökenli sözcük olup, Türkçede ilk kullanımının 1300’lü yıllar olarak belirlendiği anlaşılmaktadır ve genellikle ateşte pişirilen et ilk akla gelmekle birlikte, ateşte pişirilmiş her türlü yiyeceği kapsamaktadır aslında.
“Adana kebap” olarak bilinen ve Çukurova’ya; başka bir yazıya konu olacak Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşanın Osmanlı İmparatorluğuna karşı başkaldırısı sırasında Oğlu İbrahim Paşanın Çukurova’da Fransız tekstilcilerinin beklentilerine evsaf ve miktarda pamuk yetiştirilmesi çalışmaları için ve ağırlıklı Suriye’den getirilen Araplarla birlikte geldiği aşikâr olan kıyma kebabı kolayca anlaşılacağı üzere bir Arap mutfağı ürünüdür. “Kebapçı Eyüp” olarak ünlenmiş kebapçının bugünkü işletmecisi ve başustası oğul Yusuf böyle bir göçün içinde yer almış bir aileden gelmekte olup kendisi ile dostluğum uzun yıllar öncesine dayanmaktadır ve yolumun Çukurova’ya düşmesi halinde yakınım uzağım demeden mutlaka uğradığım, kendime işletmenin standart olan kıyma kebabından ziyafet çektiğim bir yerdir. İşletmenin sahibi olan Yusuf kardeşim, kesinlikle kebap imalatını bir başkasına bırakmadan bu küçük ama sıcak işletmede, gelen her müşterisini bizzat son derece kibar ve nazik üslubu ile karşılamaktadır zaten mekâna girerken de kendisinin hiç ayrılmadığı ocağın ve mutfağın içinden, yapılan çalışmayı ve ürünleri yakından görerek içeriye adım atarsınız.
Kendi anlatımlarından anlaşıldığı kadarıyla ve kısaca; kökeni çok daha eskilere dayansa bile Mahmut Ağa Vakıf kira kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla, taaa 1918’lere dayanan bir kebapçılık geçmişi olduğunu öğreniyoruz, baba Eyüp ile diğer kardeşleri kendilerini bugünlere taşıyacak kebapçılığa neredeyse aynı dönemde başlarlar, kendi web adreslerinden daha önceden bilmediğim aile safahatına göre ise, 4 kardeşin en büyüğü Süleyman dönemin meşhur kebapçısı Hannavi (Kınacı) ustanın yanında yetişir ve kendisini geliştirir ve mesleğinde ilerler, usta olur. Hannavi Ustanın ölümünden sonra, dükkân Süleyman Ustaya kalıyor o da kardeşi Eyüp’ü yanına alıyor, Süleyman ustanın sağlık sorunları nedeniyle zamansız hayata veda etmesi neticesinde Eyüp Usta mekânı devir alıyor, artık “Kebapçı Eyüp” Tarsus’un ticari merkezi olan buğday pazarındaki mekânında 1987 yılındaki vefatına kadar sürdürür kebapçılığı, ölümünü müteakip oğlu Yusuf halen aynı mekânda gelenekselleşmiş zırhlarla hazırlanan el kıyması ile yapılan lezzetli kebaplarıyla halen hizmet vermeye devam etmektedir.
Başlıktaki “Türkiye’nin en iyi kebapçısı” spotuna bakarak, benim konunun uzmanı havası yarattığımı düşünenlerin ve bu yüzden bana kızacakların her birinden peşinen ve tek tek özür dilerim, kimse bu konuda kendi beğenimin ukalaca yansıması zannetmesin bu tespitimi, elbette konunun uzmanları kalkar kendileri açısından çok başka kelamlar edebilirler hiç itirazım olmaz, ancak, damak tadı ya da ağız tadı kişisel bir şey olmakla birlikte bir mutluluk hissidir de aynı zamanda… Böyle değerlendirilmesi dileğiyle…