
Peki;
Çeşme limanı sadece Osmanlı – Rus Deniz Savaşı kalıntıları açısından mı
önemlidir, şüphesiz hayır, bakın ünlü seyyah ve yazar Evliya Çelebi meşhur
eseri “Seyahatname”sinde ne diyor; “Bir defa kaleye saldırmak isteyen küffarın kapudane gemisi kaleden
atılan bir topla suyun dibine batmıştır. Bundan sonra küffar gemileri bir daha
çeşmeden sulanmaya tövbe etti. Mağlup ve perişan dönüp gitti. Sonra sömbeki
dalgıçları batan düşman gemisinden birçok para, cephane, iki yatırtma tunç top
ve daha başka toplar çıkardırlar. Bütün toplarla çeşme kalesini zenginleştirdiler.
Allah evvelce düşmanın kaleden aldıklarının on mislini ihsan etmiş oldu. Çeşme
Kalesinin çok güzel limanı vardır. Bütün büyük Barca ve Karavala kalyonlar
burada yatarlar. Zira bu liman gayet iyi demir tutar. Çok güzel yatak limandır.
Fakat batı ve karayel ve yıldız rüzgârlarından sakınmak gerektir. Böyle
havalarda demir atarken dikkat etmek lazımdır. Zira limanın ağzı bu üç rüzgâra
karşı açıktır. Bu rüzgârlar burasını çok şiddetli tutar ama hamis rüzgârından
çok emindir. Bir Mürsel paresi (gemi) ip ile bir kalyon yatsa korkulmaz.” Bu anlatımdan kolayca anlaşılacağı üzere,
arkeoloji açısından son derece mümbit bir alan olan Çeşme Limanı yeterince
değerlendirilememiştir ya da değerlendirilmek istenmemiştir. En azından
anlıyoruz ki; Seyahatname 17. Yüzyılı konu aldığına göre, Çeşme Limanı Osmanlı –
Rus deniz savaşı öncesi de çeşitli savaşlara sahne olmuştur.
Sonuçta, gelip
dayandığımız nokta hep aynı, “dostluklar ya da düşmanlıklar üstünden
politika yapmak”, ne yazık ki böyle
bir gelenek oluştu ve gidiyor. Herhangi bir şeyi “diye diye” tam tersini yapmak,
vukuat-ı adiyedendir gayri, benzer siyasi kavrayış ve donanımlara
sahip muktedirler açısından. Osmanlı’dan bu yana nizamnameler, kanunlar çıkarıp
sadece lehlerine kullanma söz konusu ise meri, yoksa gel beri tarzından
yaklaşımlar göstermekten ileri gitmemişlerdir. Örneğin; ilki 1869, ikincisi
1874 ve üçüncüsü 1884 yılında, görüleceği üzere birbirine çok yakın tarihlerde “asar-ı atika nizamnamesi” neşredilir,
ama Bergama Zeus Tapınağının 1878 Almanlar tarafından kaçırılıp Berlin’e
kurulmasına engel teşkil etmez, gerçi kaçırılma deyip te gerçek bir hırsızlık
vakası dillendiriyor olmayalım, tevatür o ki, hani bazılarının deyimi ile
“sultanlar sultanı” Sultan II. Abdülhamid’in talimatı ile “biz de bunlardan çok
var” saikı ile Almanlara hediye edilmiştir. Peki, bu hediye ile sınırlı
kalınmış mıdır? Zinhar, Milet Güney Agora Kuzey Kapısı, Bergama Athena Tapınağı
Propylonu, Ksanthos Nereidler Anıtı başta olmak üzere daha neler, neler… Neyse
konuyu çok dallandırıp budaklandırmadan asıl konumuza dönelim ama o günden bu
güne miras ve tereke siyasi akrabalığa dikkat çekmeden olamazdı… Padişahlar
tabii ki yeryüzünün önemli muktedirleri olarak bunların yok olmasına fetva
eylerken, bu kabil büyük yok oluş kararlarına sahip olamayacak bugünkü mizahi
ve küçük mirasçıları ne yapacaklardı, tabii ki “dostlukları-düşmanlıkları”
üstünden politika yürütmeye devam edecekler ve dolaylı da olsa tarihin tahrip
ve yok olmasına sebep, senarist olmaya devam edeceklerdi, netekim öyle olmaya
da devam ettiler…