Hemen
tüm sözlüklerin ittifak ile tanımladığı üzere; “liyakat” Arapça kökenli bir sözcük olup, ehliyet, layık olma,
fazilet, kıymetlilik, layıklık, uygunluk vb. gibi manalarda kullanılmaktadır. Yeterlik
ve ehliyet manasında görev alınan devlet katında vücut bulan bu tılsımlı kelam,
aynı zamanda bir temsili kabiliyet ve mahareti de içermekte olup yaşamın her
alanı için de geçerlidir, vesselam. Ayrıca, liyakat öyle bir diploma edinebilme
ile kazanılır bir özellik değildir, nokta ı liyakat, ahlak, etik, namus, bilgi,
görgü, eğitim (öğretim değil), ihtisas, sabır, metanet, hoşgörü, azim, istek,
arzu gibi sıfatların aynı zamanda ve miktarda imbiklenmesinin ifadesi olup,
herhangi bir organizasyonda dereceye sahip olunmanın görece sahipliğine uygun
tahsis ve takdir edilir. Bakmayın siz, postal ile kep arasına sıkıştırılarak
yaratılan az gelişmiş toplumlarda, liyakatin dalkavukluk manasında
kullanılmasına, bunun konumuz ve günümüz gerçekliği ile hiçbir alakası yoktur,
olamaz da… Liyakat, yukarıda sıraladığım sıfatların harmanlanması olmasa idi,
Mekke’ye giden her adam hacı, Tekke’ye taş taşıyan her eşek derviş olurdu maazallah…
Demek ki durum sadece zarf olmayıp, mazruf ta önemli imiş… Şimdi tüm bu
sıralananların şüphesiz ki, Kamudaki karşılığı bizi ilgilendiriyor, yoksa adam
kendi şirketinin başına kimi getirecek tarifi yapmak, bize düşmediği gibi bizim
haddimize de değildir, hani orada da olsa gayet güzel olur ama… Hani çok büyük
patronlar çocuklarını şirketlerine çalışmak üzere aldıklarında, en alt
basamaklardan göreve başlatırlarmış, mavalı da güzel oluyordu ama olsun… Şimdi
kamuda mübarekler, tıpkı “fenni sünnetçi Sabit” misali sabah sünnet, akşam
deniz, sonra tılsımlı kelamlar, liyakat, sadakat ve ehliyet, vay ki vay, ben
ölem…
Size
yaşanmış bir hikâye anlatarak meram ve muradımı tam manası ile anlatmak
isterim. Burada yaşananların nerede, kimlerle ve nasıl yaşandığını merak
edeceklere özelden izah edeceğim, herhangi bir hukuksal sonuca muhatap olmamak
adına, inşallah…
Yaklaşık
10 yıl önce, babası vefat eden çok iyi tanıdığım biri, herkesin başına geldiği
üzere, veraset ve intikal ile ilgili Hâkimlikten “veraset ilamı”nı alır ve gerekli intikallerin gerçekleştirilmesi
için ilgili “Tapu Dairesine” müracaat eder. Kendisine ilgili harçlar için cep
telefonuna SMS ile bilgi verileceği, harçların ödenmesini müteakip ise gerekli
işlemlerin gerçekleştirileceği bilgisi verilir. Üzerinden makul bir süre
geçmesine rağmen herhangi bir bilgilendirme olmaması üzerine ilgili Tapu
Dairesine gider, işlemin hala bitirilmemesinin nedenini sorar, işlemin
yapılamayacağını, kayıtlarda bir sorun olduğunu ilgili memurdan öğrenir. İlgili
ve bir hayli de genç memurun anlattığı üzere, mezkûr gayrimenkulün iktisap
tarihindeki kayıtlarda vefat eden babanın soyadının görülmüyor olması nedeni
ile işlemlerin yapılamayacağını öğrenir. Murisin yahu o tarih 1932 olup soyadı
kaydının da olmamasının son derece anlaşılır bir şey olduğunu, Canım Yurdumda “Soyadı
Kanununu” 1934 yılında kabul edildiğini, ilaveten 1976’dan sonra kadastro
işlemleri için babasının, gerek Kadastro, gerekse de Tapu Dairesi nezdinde
muhatap tutularak yazışmalar hatta mahkemeleşmelerin yapıldığını hem de
soyadını kullanarak, konunun ise taaaa 2000 yıllarda nihayetlendiğini anlatır
ama genç memur anlamaz hatta anlamamakta da ısrarcıdır. İlgili dairenin
kararını son kez beyan eder genç memur; “mahkemeye git, karar getir, intikal
gerçekleşsin”. Genç bir memurun basit bile olsa böyle bir kanundan haberinin
olmamasını normal kabul eden arkadaşım, konuyu tekrar tekrar savunur, artık
genç memur çaresiz ve bıkkın olarak konuyu ve çözümü Müdürde aramak gerektiği
söyler ve birlikte Müdüre gidilir, aynı cevap ve aynı savunmalar defalarca ve
giderek yükselen ses temposu ile tekrarlanır. Tam o sırada Müdür ile
samimiyetleri hemen ve kolayca anlaşılan genç bir kadın girer içeri, Müdür, ne
konuşulduğunu önceden bir bilgilendirme yapılıp bir mizansen oluşturulmamış ise
bilinmesi mümkün olmayan konu için, kendisinin ancak o an avukat olduğu
öğrenilen kadına sorulmasının mümkün olduğunu söyler, hemen kadın Avukat,
durumdan vazifeyi çıkararak, “evet Müdür bey sizin iyiliğiniz için çalışıyor”
gibi hukuka, bilgiye ve saygıya hiç uygun olmayan bir cevap verir. Artık emekli
bir inşaat mühendisi olan çok iyi tanıdığım da, kadına döner; “bravo, ben 40
yıllık inşaat mühendisiyim, müdür beyin benim iyiliğime çalıştığını
anlayamadım, siz daha dünün avukatı bir bakışta şıp diye anladınız. Bari bir de
konuyu dinleseydiniz” der ve kadın avukat hiç uzatmadan çıkar gider. Artık,
Müdür yalnız kalmış, soyadı kanununun tarihi ile ilgili bilgi sahibi olması
gerekir iken bilmeyen, bilmediği için vatandaşı yanlış yönlendiren, vatandaşın
ise bilgi sahibi olması ve bilgisine uygun olarak direnmesi karşısında,
muhtemelen mahcubiyet hisseden (bu da önemli artık mahcubiyet hissedeni de
bulmak kolay olmayabilir) bir tavır ile ama ilk söylediğinde de direnen bir
görüntü vermek adına, idare-i maslahat faslından sayılmak üzere “muhtar”dan babanın
soyadını gösterir bir kayıt getirilmesi ile sulha bağlanan bir işlem
gerçekleştirir.
Liyakat
değil de, itaat değerlendirme kriteri haline gelirse, varılacak yer asla bize
ezberletilen şiar’daki “muasır medeniyet” olmayacaktır. Biline. Sonra yok ben
duymamış idim, bilmiyor idim, gibi abuk subuk cevaplar verilmeye… Aslolan ise
her daim; ehliyet, liyakat ve sebat olmak durumundadır… Gerçi bir başka manada;
adem-i iktidar adem-i liyakat ile başlar diye bir atasözü bile olsa ne fayda
olmasa ne fayda… Çavdar bahane…