Pazar, Temmuz 15, 2018

RÜYA GİBİ HATIRALAR - RADYO


Bir dönemin etkili siyaset yapma araçlarından “Radyo”nun, siyasal rejimlerin uygulama yoğunlukları üstünde inanılmaz etkili olduğu dönemler vardır bilindiği üzere. Peki sadece siyasi hayatı tanzim için mi aracılık etti radyo, şüphesiz ki hayır, hayatın her alanında muktedirlerin düşündükleri nizamın tesis edilmesine erketelik görevi de üstlenmiştir. Radyonun icadı ile başlayan, haber verme, eğitim, mal ve hizmet tanıtımı, eğlendirme, inanç yayma, kitleleri hareketlendirme gibi görev ve misyon tarifi günün şartlarına uygun olarak sürekli güncellenerek devam etmekte olup bir yerde demokrasi mücadelesi aracı, diğer yerde faşizmin ihdası ve ihyası aracı olurken, diğer yanda sosyal, ekonomik ya da eğitim aracı olmaya da devam etmiştir. Almanya’nın karanlık dönemi Hitler faşizminin ölüm saçtığı dönemde, mobil radyo yayınları ile verilen mücadelenin muhteşemliğini Mario Simmel’in romanlarında bulurken, Bulgaristan’ın iyice kaosa sokulma döneminde de Türkiye’den kalkan uçaklarla havadan yayın yapma çalışmaları, Vietnam’da ABD Emperyalizmine karşı yürütülen mücadele karşılıklı yayınlar, unutulmazlarıdır bu sürecin. Kolaylıkla anlaşılacağı üzere, radyonun çok sesliliğe ve demokratik, sosyal gelenek oluşturmaya uygun ortam yaratılmasına bu kadar yakın iken bu kadar uzak tutulması anlaşılabilir de değil açıkçası. Radyoların kullanılmaya başladığı yıllar ve bugünkü fonksiyonları karşılaştırıldığında birbirlerinden oldukça farklı tariflerin yapılması mümkündür haliyle… Zaman içinde değişen koşullar, radyonun işlevlerinde de önemli değişikliklerin oluşmasına neden olur. Dünyanın sıcak ve soğuk savaşı yaşadığı yıllarda radyo en güçlü propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Radyo, günümüzdeki yaygın kullanılma şekillerinin haricinde daha zengin ve demokratik hedefleri olan amaçlarla kullanılmaya uygun bir araç olup, demokratik ve gerçek çoksesliliği sağlayabilecek avantaja, kolaylığa, yeteneğe ve potansiyele sahiptir.

Radyonun icadını müteakip ABD’nin Jersey kentinde 2 Temmuz 1921’de ilk canlı yayın gerçekleştirilir ve bir ABD klasiği ağır sıklet boks maçı, Atlantik kıyısındaki 200 noktadan dinlenir haldedir. 1922’de Lenin, radyonun gücünü fark eder etmez, telsiz telgraf tekniklerinin devrimin başarısı için arttırılması adına girişimleri arttırır ve 1922 de Moskova’da radyo yayınını başlatır ve 1924 yılında da Lenin henüz hayatta iken gösterdiği çabaların sonuçlarını da görür ve dünyada ilk kısa dalga radyo yayını Rusya’nın başkenti Moskova’dan yapılır. Bilindiği üzere 2.3-30 Mhz arası frekanstan yayın yapan kısa dalga radyo sinyallerinin çok uzak mesafelere gönderilmesi kabiliyetine haiz olup, sınırlar ötesi yayın yapılmasına uygun olmakla birlikte konumundan ötürü de yayını yapanın amaçlarının ve propagandasının olabildiğince uzaklardan dinlenilmesine de fırsat yaratmaktadır. Takip eden dönemde; Moskova Radyosu diplomasi alanında da yoğun bir biçimde devrimin hizmetindedir, 1929 yılında 4 dilde yayın yapar iken yakalanan başarının hızlı ve etkili arttırılmasına yönelik 11 dille yayın yapar hale gelir.

Radyonun çok etkin kullanıldığını gerek okuduklarımızdan gerekse de izlediğimiz filmlerden bildiğimiz yıllar, II. Dünya Savaşı yıllarıdır ve bu anlamda sadece saldırgan ve işgalci ülkelerin propagandaları için değil, işgal edilen ülkelerin halklarının direniş ruhunu canlı tutmak, moralini yükseltmek için de kullanılmıştır. 1941’de, ABD’nin fiilen II. Dünya savaşına daveti sayılan, Japonya’nın Pearl Harbour’a düzenlediği hava saldırısı, ABD’nin de bir resmi radyosu olması sonucunu doğurur ve 1942 de ABD Savaş ve Enformasyon Ofisi kurulur ve ofisin ilk işi de VOA (Amerikanın sesi radyosu) adı ile halen yayın yapan bir radyo kurulur. Halen yaklaşık 45 dilde yayın yapan bu Radyo, ABD Emperyalizminin çıkarlarının korunması adına, zehirin tatlandırıcılar ile kaplanarak sunulması çalışmalarına devam etmektedir. Özellikle sosyalizmin kalesi olarak tespit edilen Sovyetler Birliğinin yıkılması için, batılı emperyalistlerin ve avenelerinin büyük ekonomik destekleri ile kurulan ve Balkanlar, Sovyetler Birliği, Kafkasya, İran ve Orta Asya’yı hedef tutan, 1951 yılında Münih’te yayın hayatına başlayan Radio Free Europe (RFE) ve Radio Liberty (RL) “gerçeklere dayanan bilgi ve görüşleri yayarak demokratik değerleri ve kurumları geliştirmek” gibi yalana, riyaya ve dolana dayalı çalışmaları ile kara propaganda radyolarının izlerini her türlü ansiklopedi ve anı kitaplarında ziyadesi ile görmekteyiz.

Osmanlı topraklarında ise, ilk radyo yayını bir müzik programı olup İstanbul önlerinde işgalcilere ait bir Fransız savaş gemisinden 1921 yılında yapılır ve ziyadesi ile de başarılıdır. 1923’te canım Yurdumda Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte ilk radyo yayını Öğretmen Okulu’nun bodrumunda, küçük bir davetli grubu ve basın huzurunda gerçekleştirilir.  1925’te, “Telsiz Tesisi Hakkında Kanun” başlıklı bir kanun yayınlanarak, okuma yazması olmayan Anadolu Halkına Cumhuriyetin ve devrimlerin anlam ve önemini, yeni rejimin hedeflerini ve başarılarını anlatmada etkili olduğu iyi bilinen radyodan yararlanmak için yurt sathına yayılan telsiz şebekesi kurulması için gerekli hazırlıkların başlatılmasını arzu edilir. Yurdumuzda ilk radyo yayını 6 Mayıs 1927 tarihinde İstanbul Sirkeci’de Büyük Postanenin stüdyoya dönüştürülen üst katından gerçekleştirilmiş olup ondan bir yıl sonra kurulan Ankara radyosunun, nüfusu 13 milyon civarında olan Türkiye’de, 2000 dolayında radyo ile sesini duyurmaya çalıştığı kayıtlarda bulunmaktadır. Yazılı basına göre ulaşımdaki kolaylığı Radyoyu bu anlamda çok önemli kılmış ve cumhuriyet ve demokrasi kavramları konusunda halkın bilinçlendirmesi ve bu düşüncenin yaygınlaştırması adına bir hayli etkili yapmıştır.

1950li yıllar radyoculuğun kara yüzüdür canım yurdumda, “partizan radyo” uygulamasına geçilir adeta, muhalefet yok sayılır, sadece DP iktidarı vardır, radyo DP’nin sesi gibi yayın yapar, DP’nin Kore savaşına ABD’nin menfaatleri doğrultusunda asker göndermesinin meşruiyeti adına kullanılır, DP’yi seçenlerin adları tek tek yayınlanır, vs vs… Yani elinde bulunduranın, “kimin arabasına binersen onun düdüğünü öttürürsün” diye mızıkçılık yaptığı platformdur radyo… Daha ne olsun işte…

 

Pazartesi, Temmuz 09, 2018

RÜYA GİBİ HATIRALAR


Benzer yaşlarda olduğumuz Çeşmelilerin kolayca hatırlayacağı üzere, şimdilerde tam kalenin karşısında, deniz kenarında Kale Kafe adı ile faaliyet yürütülen alanda 4 adet tek katlı bina vardı. Mezkûr binalar ile kale arasında şimdi yerinde yeller esen kara Selviler uzanırdı gökyüzüne adeta delercesine. Bu binalardan önce aklımda kaldığı kadarı ile, Sağlık Ocağı görevi (adı böyle değildi) gören bir sağlık birimi vardı, işte o bina yıkıldı, sonra da diğer 3ü birden, kime nasıl ve neden bir rahatsızlık verdi bilinmez, biri PTT, diğeri Gümrük Muhafaza, bir diğeri de Sahil Sıhhiye idi… Hele kara Selvilerin Kale tarafındaki güzelim mermer kaplı Çeşme… Evet önce şehrin fizik bölümü yok edilecek ki, bağlaşık ve ardışık içindekiler, sonra bu günler… Ben Çeşme’nin bu halinin korunmasının taraftarı idim ama güç kimde o düdük çalıyor malum olduğu üzere… Artık ne o ağaçlar, ne o binalar ve de ne o insanlar var… Bu binalar özelinde ve genelde de kentlerin bu kadar değişikliğinin sosyolojiyi nasıl oluşturduğunu, önce kentin sonra da insanların nasıl dumura uğratıldığını yazmak istiyorum… Çamların bulunduğu bölüm yaz aylarında bir takım tiyatro, illüzyon gösterilerin yapıldığı bir yer olarak anılarımızı süslemeye devam edecektir şüphesiz ama bizden sonraki nesillere aktarılamamış olarak… 12 Eylül’ün Çeşme özelinde tarihe, topluma ve arkeolojiye attığı kazıklardan birisidir ne yazık ki, ama cambaza bak misali dikkatlerin başka yerlere çekilmesi neticesinde konu 66’ya bağlanmıştır gayri, ne gam ne keder…

Dönem itibari ile Canım Yurdumun en önemli ve yaygın haber alma ve eğlence aleti “Radyo”dur ancak aynı zamanda bir almaç değil bir göndermeçtir de ve daha da önemlisi frekans ayarları ile oynanırsa kolluk kuvvetlerinin haberleşmelerine bile muttali olunabilir daha da önemlisi “kerim devlet” tarafından zararlı ve siyasi ahlaka mugayir yayınlardan da korunmalı idi ahali… Tam da bu nedenlerle yıllık “radyo vizeleri” ihdas olunmalıdır, netekim olunmuştur, telsiz telgraf kanunun bilmem kaçıncı maddelerine göre, yani her radyonun bir kimlik kartı bulunmakta ve kartın muhteviyatında da bugünkü otomobil ruhsatlarında bulunan vize bölümlerine benzer bölümleri olan ve A6 büyüklüğünde bir defterdir. Radyo sahipleri her yıl radyolarını PTT’ye götürür, radyolar itina ile tutanak karşılığı teslim alınır, sahibinin yanında Amerikan bezinden yapılmış küçük bir çuval içine konulur, çuvalın ağzı güzelce kurşun ile mühürlenir, kontrol edilmesi için ilgili birimlere sevk edilir, birkaç gün içinde eğer bir sorun yoksa bulgular ve tespitler radyonun künyesi sayılan kimliğe işlenerek iade edilir idi. Aaaaa bir sorun ya da kerim devletimizin hoşuna gitmeyecek bir şeyler olursa ne yapılırdı, vallahi bilmiyorum ama biz böyle bir durum ile karşılaşmadık. Hay Allah, ne günler değil mi, bunları görmeyenler hatta daha önce hiç duymayanlar nasıl gülüyorlardır… İşte toplumsal zapt-ı rapt adına ihtiyaçlar ne ise, kanun o, yani kanun bu ne yapalım yok, güç elinde ise kanunu yaparsın sonra da bu kanuna göre denetliyorum dersin olur biter… Soran olursa da kanun nizam der geçersin…

Radyoların, şimdiki gibi FM kanalından yayını yok, “Uzun dalga” (LW) ya da “Orta dalga” (MW) gibi frekans aralıkları var, oralardan ilgili düğmeleri çevirerek istenilen kanallar bulunur, dinlenirdi… Sabahları “Gününüz aydın Ürününüz bol olsun çiftçi kardeşlerim” spotu ile tarımsal yenilikler, ürün ve yetiştirme metotları üstüne, bilim adamları destekli, türkü katkısı ile de eğlenceli, saat başlarında ajanslar, sabah ve akşamları radyo tiyatroları, arkası yarın adı ile maruf bugünkü TV dizilerinin audio versiyonları, ama bugünkü kadar toplumdan uzak ve kalitesiz olmayan programlar öne çıkmakta idi… Hele bir de, daha sonraları da olsa,  “Orhan Boran ve Yuki” vardı ki, içeriği tartışılsa bile kalite ve seviyesi tartışılmayan eğlence programları idi… Hafta sonları Futbol maç yayınlarını, tutulan takım futbolcularının gazetelerden görülen fotoğrafları, renkli formaları hayal edilerek sanki sahada maç izliyormuşçasına dinlemek ayrı bir güzellikti, rüya gibi hatıralardır. Hani şimdi kalitesi çok yükseltilmiş dijital ekranlarda, örümcek kameralarla zenginleştirilmiş yayınlar ile yeni bir yol tutturmuşlar var ya, o güzellikleri hayal bile edemezler…

Radyonun her ne kadar, devlet ricalinin bugünkü ardıllarının TVler için sarf ettikleri misali “temel işlevi eğitim ve bilgilendirmedir” gibi tılsımlı kelamlar etse de temelde tarih boyunca propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Propagandanın zirve yaptığı döneminde “soğuk savaş” dönemi olduğunu söylemeye de gerek yoktur zannederim, adeta “radyo savaşları” denilebilecek biçimi ile hatta artan bir fonksiyon ile bugün de devam etmektedir. Ben şahsen dinlemesem de kim unutabilir, Türkiye Radyolarında DP tarafından organize edilen “Vatan Cephesine” katılanların listelerinin isim isim saatlerce yayınlanmış olduğunu. İsteyen özellikle, İzmir’i doğuya doğru çıkıp diyelim ki Kayseri, diyelim ki Adana yolcuğu yapsın, yolda aracında radyosunu açsın, denesin, küçücük ilçelerden bile geçerken dini yayınlar yapan en az 3 radyo istasyonu bulacaklardır. Evet soğuk savaş döneminin, burası “Amerika’nın sesi”, ya da burası “Sofya radyosu”, ya da burası “bizim radyo” ya da burası “BBC” anonsları ile başlayan, kendince kendinin cilalı durumlarını anlatan, yoğun propaganda dönemleri unutulmayacaktır. Kurumu ve yayını çok zor olmayan radyo, her ne kadar ülkelerini yönetenlerin ellerindeki beyin yıkama araçları gibi bulunsa da, ülkelerinin bağımsızlığı için mücadele edenlerin, yönetimlere karşı muhalif olanların ve dikta rejimlerine karşı direnen ve savaşanların da sıklıkla kullandığı bir araç olmuştur.

Kim unutabilir Üniversite sınavlarından sonra ön kayıtlar için üniversitelerin her gün açıkladıkları, ihtiyaç duyulan öğrenci sayısına ulaşılana kadar puan düşürerek yaptıkları anonsları… Ben üniversite genel sınavından sonra bir yıl radyo başında ön kayıt puanlarını düşüren üniversiteleri takip etmiştir. Gerçi o yıl bir işime yaramamıştı ama…

Eğer bir daha radyo yazısı yazarsam, Dünyada ve Türkiye’de ilk yayınlar ile propaganda amaçlı ve liderler tarafından kullanılış biçimi üstüne yazmak istiyorum.

Pazar, Temmuz 01, 2018

TEKKE KOYU ve PLAJI


“Vakıf tahrir defterlerinde Çeşme Kazasında biri Çeşme’de, diğeri Karaburun’da olmak üzere Samut Baba adlı iki zaviyeden bahis vardır. Bunlardan biri Çeşme’deki körfezin kuzeyinde bugün Tekke koyu olarak bilinen koyun yakınında 16 Eylül mahallesindedir. Günümüzde Tekkeden eser kalmamakla beraber sonradan hazırlanmış bir mezar taşı ve tekkenin haziresi olduğu düşünülen yerde birkaç mezar taşı daha bulunmaktadır. Zaviyenin yerinin Çeşme Körfezine hâkim oluşu kuruluş yıllarında burayı kontrol vazifesini yüklenmiş olduğunu göstermektedir.” diye aktarmaktadır Mübahat Kütükoğlu “XVI. Asırda Çeşme Kazasının sosyal ve iktisadi yapısı” adlı eserinde, Doç. Dr. Nahide Şimşir tarafından, bir sempozyum için hazırlanan “Çeşme’de ziyaret yeri olarak seçilen kabirler” adlı tebliğinden. Aynı tebliğ de zaviyenin gelirinden, padişah tahsislerinden ve talimatlarından ve sosyal yükümlülüklerinden detayları ile bahsedilmektedir. Aynı eserde “Samut Baba Tekkesi ya da Türbesi” adı ile Karaburun’da da bir tekkenin bulunduğu bahse konudur ancak bildiğim kadarı ile başta Urla’da da hiç ziyaret etmemekle birlikte bir adet bulunduğu bilmekteyim. Diğer taraftan Anadolu’nun birkaç yerinde daha aynı adla tekke, zaviye ve türbelerin bulunduğu da kısa bir araştırma neticesinde anlaşılmaktadır. Gerçi konu etmek istediğim ne türbe, ne zaviye, ne de tekkedir ama mezkur “koyun ve plajın” adının nereden geldiği konusunda daha önceleri okuduğum kitap ve kaynaklardan aldığım notlara istinaden bu girişin faydalı ve anlamlı olacağını düşündüm. Çok muhtemel ki Alevi ve Bektaşi kültürü ile yoğrulmuş, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yerleşmiş Babalar ve Dedeler ve de müritleri, yönetim durumuna göre kâh otorite ile bağlaşık, kâh dikleniş ve baş kaldırış sergilemişlerdir. Çeşme’deki Samut Baba ile ilgili, muhtemelen de konumuna binaen, canım Yurdumun insanı ona bir “gözlemcilik” görevi yaratmıştır, muhayyel olarak hatta bu hayaldeki sınırsızlık çok çeşitli menkıbeler yaratılmasına sebep olmuştur. Bu menkıbelerden biri yine Doç. Dr. Nahide Şimşir aktarımına göre; "Samut Baba denilen zat halk arasında ermiş olarak bilinir. İstiklal Savaşı yıllarında Çeşme'yi düşman işgal edeceği sırada, tüm sahili yeşil sarıklı savaşçılar kaplar. Düşman bu sahneyi görünce dağılır. Sonunda Türk ordusu yetişir." şeklindedir. Diğer taraftan tarihlere bakınca, her ne kadar Şeyh Bedrettin, Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa ile irtibata uygun bir kaynak bulunmamakla birlikte en azından ben bilmemekteyim, mezkûr konunun bakiyelerinden olma ihtimalleri de göz ardı edilemeyecek kadar akla uygundur. Çünkü Osmanlıdaki mezkûr başkaldırışın gerek coğrafi gerekse de tarihsel tutum alışlar açısından değerlendirilmesi neticesinde de mutlaka bakiyeleri olmalıdır ve tam da bu yüzden tasnif dışı tutulmamalıdır bu vaka… Dikleniş, başkaldırı, yenilgi ve biat süreci yaşanmış olabilir. Samut; Arapça kökenli bir kelime olup, susan ya da surat asarak konuşmayan anlamındadır.

Bir dönem, Çeşme’nin ve ahalisinin, Hıdrellez kutlamaları için ateşler yakarak eğleştikleri “Tekke Koyu” şimdilerde artık yüksek zevatın inayet ve iradeleri kapsamında ranta kurban edilmiş olup gayri dönüşü yoktur. İmara kapalı iken bir anda canım Yurdumun mütegallibesi ve yerli avenelerinin, kuşa bak misali, “körfez silueti projesi” gibi tılsım ve ihtişamı yüksek, hedefi belli, tezvik ve tezyini ile gözlerimize çektikleri sürme neticesinde gelinen nokta ortadadır. Savunma ise, orada 1 m2 bile yeri olmayan zevata, sorduğu soruya istinaden, sen de inşaat yapımı talep et aynı haklara sahip ol, gibi kargaların başta olmak üzere tüm mahlukatın güleceği ama politikacıların anlayabileceği kuş dili ile yapılmıştır. Sonuçta kentlerin karakterlerini oluşturan bu tür yerlerin korunamaması nedeni ile iğdiş işlemi devam etmektedir. Ancak gitti güzelim Hıdrellez kutlama alanı, gerçi artık eski Hıdrellez kutlamaları da gitti ya neyse. Ama neresinden başlayıp anlatsam çocukluğumun o güzel Hıdrellez kutlamalarını, neyse eskiden atı alan Üsküdar’ı geçiyordu ama şimdi Üsküdar’ı alan karşıya geçiriveriyor oldu, lafz-i tadilat muvacehesinde… Ayrıca, genellikle herhangi bir Tekke’nin mütemmim cüzü kabilinden bulunan “deliklitaş” hala yerinde midir bilemiyorum ama çocukluğumuzda biz zayıfların sorunsuz geçtiği hafif kilolu arkadaşlarımızın geçemediği anlarda, geçenlerin geçemeyenlere takılmaları dün gibi aklımdadır. Genel manada canım yurdumun insanının inanışına göre, deliklitaşı sorunsuz geçenler günahsız, geçemeyenler ise tam anlamı ile günahkardırlar… Artık onlara, adaklar mı adamak düşer, günlerce 7 adet üst üste dizilmiş tuğla üstünde tuğlalar eriyene kadar yıkanmak mı düşer, tekke’ye bağışlar mı düşer, yoksa Dedelerin yanında çilehanelere katılmak mı düşer, Allah bilir…

Tekke plajının bir dönem yerel yönetim tarafından adı beğenilmeyerek “Kadınlar Plajına” da dönüştürülmesi, hem de Tekke ve Zaviyelerin ihdas edilmesine canı gönülden inanan ve savunanlarca yapılmış olması da ayrı bir tenakuz konusu iken, kadınlar plajına dönüşen yerde üstsüz güneşlenmek isteyen kadınları da, yerli ve yabancı tefriki yapılmaksızın zabıta gücü ile engelleyenler de aynı kafanın takipçileri olmaları bir başka tenakuzu oluşturmakta idi.

Bir dönem mezkûr plajın ki, genellikle kısa süreli yüzmek isteyen komşuların yoğunlukla tercih ettiği bir plaj olması nedeni ile, yoğun müşteri tercihinden ötürü özelleştirme kapsamında özel işletmelere devredilmesi tam bir rezalet iken şimdilerde yeniden sınırsız şekilde halkın kullanımına açık olması bu hali ile bile güzelleştirmiştir orayı.  Artık koyun hemen arkasındaki tepede çam ağaçları ile dolu mesire alanı yoktur ayrıca oraya dönüş umudu da yoktur.

Pazar, Haziran 24, 2018

ÂDEM-İ LİYAKAT


Hemen tüm sözlüklerin ittifak ile tanımladığı üzere; “liyakat” Arapça kökenli bir sözcük olup, ehliyet, layık olma, fazilet, kıymetlilik, layıklık, uygunluk vb. gibi manalarda kullanılmaktadır. Yeterlik ve ehliyet manasında görev alınan devlet katında vücut bulan bu tılsımlı kelam, aynı zamanda bir temsili kabiliyet ve mahareti de içermekte olup yaşamın her alanı için de geçerlidir, vesselam. Ayrıca, liyakat öyle bir diploma edinebilme ile kazanılır bir özellik değildir, nokta ı liyakat, ahlak, etik, namus, bilgi, görgü, eğitim (öğretim değil), ihtisas, sabır, metanet, hoşgörü, azim, istek, arzu gibi sıfatların aynı zamanda ve miktarda imbiklenmesinin ifadesi olup, herhangi bir organizasyonda dereceye sahip olunmanın görece sahipliğine uygun tahsis ve takdir edilir. Bakmayın siz, postal ile kep arasına sıkıştırılarak yaratılan az gelişmiş toplumlarda, liyakatin dalkavukluk manasında kullanılmasına, bunun konumuz ve günümüz gerçekliği ile hiçbir alakası yoktur, olamaz da… Liyakat, yukarıda sıraladığım sıfatların harmanlanması olmasa idi, Mekke’ye giden her adam hacı, Tekke’ye taş taşıyan her eşek derviş olurdu maazallah… Demek ki durum sadece zarf olmayıp, mazruf ta önemli imiş… Şimdi tüm bu sıralananların şüphesiz ki, Kamudaki karşılığı bizi ilgilendiriyor, yoksa adam kendi şirketinin başına kimi getirecek tarifi yapmak, bize düşmediği gibi bizim haddimize de değildir, hani orada da olsa gayet güzel olur ama… Hani çok büyük patronlar çocuklarını şirketlerine çalışmak üzere aldıklarında, en alt basamaklardan göreve başlatırlarmış, mavalı da güzel oluyordu ama olsun… Şimdi kamuda mübarekler, tıpkı “fenni sünnetçi Sabit” misali sabah sünnet, akşam deniz, sonra tılsımlı kelamlar, liyakat, sadakat ve ehliyet, vay ki vay, ben ölem…

Size yaşanmış bir hikâye anlatarak meram ve muradımı tam manası ile anlatmak isterim. Burada yaşananların nerede, kimlerle ve nasıl yaşandığını merak edeceklere özelden izah edeceğim, herhangi bir hukuksal sonuca muhatap olmamak adına, inşallah…

Yaklaşık 10 yıl önce, babası vefat eden çok iyi tanıdığım biri, herkesin başına geldiği üzere, veraset ve intikal ile ilgili Hâkimlikten “veraset ilamı”nı alır ve gerekli intikallerin gerçekleştirilmesi için ilgili “Tapu Dairesine” müracaat eder. Kendisine ilgili harçlar için cep telefonuna SMS ile bilgi verileceği, harçların ödenmesini müteakip ise gerekli işlemlerin gerçekleştirileceği bilgisi verilir. Üzerinden makul bir süre geçmesine rağmen herhangi bir bilgilendirme olmaması üzerine ilgili Tapu Dairesine gider, işlemin hala bitirilmemesinin nedenini sorar, işlemin yapılamayacağını, kayıtlarda bir sorun olduğunu ilgili memurdan öğrenir. İlgili ve bir hayli de genç memurun anlattığı üzere, mezkûr gayrimenkulün iktisap tarihindeki kayıtlarda vefat eden babanın soyadının görülmüyor olması nedeni ile işlemlerin yapılamayacağını öğrenir. Murisin yahu o tarih 1932 olup soyadı kaydının da olmamasının son derece anlaşılır bir şey olduğunu, Canım Yurdumda “Soyadı Kanununu” 1934 yılında kabul edildiğini, ilaveten 1976’dan sonra kadastro işlemleri için babasının, gerek Kadastro, gerekse de Tapu Dairesi nezdinde muhatap tutularak yazışmalar hatta mahkemeleşmelerin yapıldığını hem de soyadını kullanarak, konunun ise taaaa 2000 yıllarda nihayetlendiğini anlatır ama genç memur anlamaz hatta anlamamakta da ısrarcıdır. İlgili dairenin kararını son kez beyan eder genç memur; “mahkemeye git, karar getir, intikal gerçekleşsin”. Genç bir memurun basit bile olsa böyle bir kanundan haberinin olmamasını normal kabul eden arkadaşım, konuyu tekrar tekrar savunur, artık genç memur çaresiz ve bıkkın olarak konuyu ve çözümü Müdürde aramak gerektiği söyler ve birlikte Müdüre gidilir, aynı cevap ve aynı savunmalar defalarca ve giderek yükselen ses temposu ile tekrarlanır. Tam o sırada Müdür ile samimiyetleri hemen ve kolayca anlaşılan genç bir kadın girer içeri, Müdür, ne konuşulduğunu önceden bir bilgilendirme yapılıp bir mizansen oluşturulmamış ise bilinmesi mümkün olmayan konu için, kendisinin ancak o an avukat olduğu öğrenilen kadına sorulmasının mümkün olduğunu söyler, hemen kadın Avukat, durumdan vazifeyi çıkararak, “evet Müdür bey sizin iyiliğiniz için çalışıyor” gibi hukuka, bilgiye ve saygıya hiç uygun olmayan bir cevap verir. Artık emekli bir inşaat mühendisi olan çok iyi tanıdığım da, kadına döner; “bravo, ben 40 yıllık inşaat mühendisiyim, müdür beyin benim iyiliğime çalıştığını anlayamadım, siz daha dünün avukatı bir bakışta şıp diye anladınız. Bari bir de konuyu dinleseydiniz” der ve kadın avukat hiç uzatmadan çıkar gider. Artık, Müdür yalnız kalmış, soyadı kanununun tarihi ile ilgili bilgi sahibi olması gerekir iken bilmeyen, bilmediği için vatandaşı yanlış yönlendiren, vatandaşın ise bilgi sahibi olması ve bilgisine uygun olarak direnmesi karşısında, muhtemelen mahcubiyet hisseden (bu da önemli artık mahcubiyet hissedeni de bulmak kolay olmayabilir) bir tavır ile ama ilk söylediğinde de direnen bir görüntü vermek adına, idare-i maslahat faslından sayılmak üzere “muhtar”dan babanın soyadını gösterir bir kayıt getirilmesi ile sulha bağlanan bir işlem gerçekleştirir.

Liyakat değil de, itaat değerlendirme kriteri haline gelirse, varılacak yer asla bize ezberletilen şiar’daki “muasır medeniyet” olmayacaktır. Biline. Sonra yok ben duymamış idim, bilmiyor idim, gibi abuk subuk cevaplar verilmeye… Aslolan ise her daim; ehliyet, liyakat ve sebat olmak durumundadır… Gerçi bir başka manada; adem-i iktidar adem-i liyakat ile başlar diye bir atasözü bile olsa ne fayda olmasa ne fayda… Çavdar bahane…

Pazar, Haziran 17, 2018

“GEL BAKALIM BURAYA”


Malumunuz, tarihçiyim diye gerdan kıran bir muhterem var. İnanılmaz bir şey ama adam gerçekten kendini tarihçi zannediyor, onun bu zannı vasıtasıyla da insanların yanlış bilgilendirilmesinden ikbal medet edenler de kendisine bu minvalde muamele ediyorlar. Çok tesadüfi biçimde kendisine miras, bağış ve hibe yolu ile intikal etmiş, aslında orijinal ve el yazması olmalarından gayri de, okunmadığı ve diğer yazıtlarla kıyaslanmadığı sürece, bir faidesiz hazine olmaktan öteye gitmeyen ciddi bir arşivin sahibi olduğu bilinmektedir, bu muhteremin… Ancak, bu hazine, okunduğu, anlaşıldığı ve diğer benzerleri ile kıyaslandığı ve bu anlamda mealen değerlendirildiği sürece gerçek bir hazinedir. Yoksa Allah muhafaza, ansiklopedilerine göre “kitaplık” siparişi veren benzerlerinden ayırt edilmesi zor olur insanın, aman dikkat. Kendisinin bu sahte bilgiçliğinden istifade etmeyi matah bir şey zanneden medyanın köşe tutmuşları da, bunu bir adam belleyip, program tahsisi yolu ile toplumun zehirlenmesine yol açarlar, hani plan ve hedef te budur ama… Bir sakal ve bir gözlükten oluşan, bu çok bildiğini zanneden aslında bildiği yanıldığına yetmeyen ya da bildiği yanıltmaya yetmeyen, bu kerameti kendinden menkul zat, eleştiriye ya da övgüye tabi tutmak istediği her güncel olayın, devr-i Osmanide bir karşılığını ya da benzerini bulan ya da buldum numarası ile sunan ve de buradan hareketle davranış bekleyen ya da öneren muhterem, zaman zaman da merhabalaşmalarına binaen kendisini kıramayan ünlü bir tarihçimizi de konuk eder programına, programın ve sunduğu sığ bilgilerin bu sayede derinleşmesini hesap eder. Canım benim, bu haliyle de bir cicidir ki sormayın gitsin… Ancak bu hep böyle değildir, sahibinin sıkı takipçisidir, kendisi gibi düşünmeyip te, kendisini eleştiren insanlara da bir o kadar acımasız olabilmektedir, cevap verebilme hakkına sahip olmayan bu eleştiri sahiplerine kendisine tahsis edilen programdan hakaretler yağdırmaktan da geri durmamaktadır. Osmanlı diye diye, devri Osmaniye’nin de en fazla taktığı ya da öne çıkardığı tarafı da, padişahların harem hayatları, yeniçeriler arasındaki tensel münasebetler, hamamlarda tellak ve müşteri muhabbet ve münasebetleri gibi, “cemiyet haberleri” faslından kabul edilebilecek, tarihsel röntgencilikten öte olmayan, tam da bu nedenle bilakis Osmanlı hayranlarının kendisine eleştirel bakması gerekirken, hayranlıkla bakıyor olmalarını da canım Yurdumun bu kabil adam yetiştirmekteki mahareti ve mümbit oluşuna bağlamak gerekmektedir herhalde… Bakıyorum da kendisine yönelen bazı eleştirilerde; “yandaşlığı ilmini hiç etmiştir” gibi eleştiriler bulunmaktadır, ne yazık ki ben böyle düşünenlerden değilim, bana göre, yandaşlığı olmasa bildiğini zannettiği şeyler on pare etmez bir yana kendisini dinleyecek bir kişi bile bulamaz… Kimse kusura kalmasın, kendisine kütüphane miras kaldı diye insan âlim sayılacaksa, kütüphaneye kitap taşıma işinde kullanılan eşekler tasnif dışı tutulmamalıdır bu bapta.

Bu mezkûr zat; geçenler de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun partisinin cumhurbaşkanı adayını açıklaması sırasında kullandığı; “Muharrem İnce, gel bakalım buraya” diye seslenip kürsüye çağırışını bir yazı konusu yaparak, bir hayli de küçümseyerek, hatta dudak bükerek olmadı hiçte alakası olmayan örnekler vererek, rezil rüsva bir şey yapılmış edası ile takdim etmiştir. Genel Başkanın üslubu ile ilgili herkes bir şeyler diyebilir şüphesiz, bu konuyu ben şahsen sorun etmem, ama canım yurdumun göz önünde bulunanları arasında üslup problemi yaşayanların başında gelebilecek birinin bunu bu anlamda eleştiri konusu yaparak, köpürtmesi en azından hafiflik sayılmalıdır, esasen de bu muhtereme de çok yakışıyor bu bozuk ve dengesiz üslup…

Şimdi, Genel Başkan’ın üslubu konusunda şahsen benim de çok garipsediğim ama geneldeki davranış ve tutumları incelendiğinde, hayat uyumluluğu gayet net anlaşılan bir yaşanmışlığım var. Genel Başkan’ın Çeşme ziyaretinde Çarşı içinde bir arkadaşımla ile bir yerde oturmuş, ben çay içiyorum, arkadaşım da döner dürüm yemekte idi. Tam o sırada Genel Başkan bizim masaya geldi, “merhaba, ohhh malı götürüyorsunuz” gibi bir kelam etti. Aslında kendisine verilecek cevap, “politikacılardan bize mal kalmıyor ama” gibi olmalı idi ama bir akli fren ile “bunlar değerli mal ise buyurun beraber götürelim o zaman” dedim. Sonra merakla baktım, Genel Başkan’ın bu tür ilişkilerdeki üslubuna, yaklaşımı sorun olmaktan ziyade, tamamen halkımıza uygun ve abartılı samimiyet yansıtan bir biçimde olduğunu müşahede ettim. Tabii ki buradan her türlü imkân değerlendirilerek, “bir babanın oğluna kızışı”, “bir babanın oğlunu azarlayışı” gibi abuk subuk sonuçlar çıkarabilir bu muhterem gibiler, çünkü bunların lügatı ancak fırça, kızma, bağırma ve azarlama ile sınırlı, sevgi, samimiyet, sevinç ve heyecan yok… Mesela, babaların ayaklarının altının öpülüşü konusunda, zat-ı alilerinizin hijyeni öne alan bir yazı yazmasını boşuna bekledi insanlar… Mesela, al ananı da kaybol yaklaşımına yönelik bir kelam etmeni boşuna bekledi insanlar… Daha çok sıralayabilirim bu ve buna benzer harika üsluba yönelik örnekleri ama bunların hiçbiri önemli değil senin için ama konu diğeri ise üslup kaka… Sevsinler senin yazarlığını, sevsinler senin tarihçiliğini, sevsinler senin âlimliğini… Bak ben sana o tavrın ne olduğunu bir kez daha yazayım… Birisinin çok beklediği bir şeyi, ahada bak şimdi oldu, haydi şimdi de sen kendini göster faslından yüksek heyecan perdesinden bir haykırıştır. Bil istedim… Bilir misin bilmem…

 

Pazar, Haziran 10, 2018

CHATHAM HOUSE


İngiltere’de 1855 yılında kurulmuş, bünyesinde ezelden beri “Kürt Araştırma Enstitüsü” ve “Arap ve İslam Araştırmaları Enstitüsü” gibi bölümleri barındıran ve Ortadoğulu uluslar ve aşiretleri hedef tutan EXETER Üniversitesi, 20. Yüzyılın başından itibaren de bünyesine CHATHAM HOUSE gibi, şimdilerde bazı önemi kendinden menkul muhteremlerin çok şikâyet ettiği Ortadoğu’yu adeta paramparça dünyam benim mantığı ile bölen “Sykes–Picot haritalarını” çizen ve Sevr antlaşmasını hazırlayan, kuruluşu katarak etki ve yetki alanının arttırmıştır. Çok iyi bilindiği üzere Exeter Üniversitesi ilgili bölümlerinden mezun edilmiş ve yurt dışı görevlerde istihdam edilmek üzere hazırlanmış sayısız ajan vardır ve önemli bir kısmı açığa çıkmış ya da anılarını yayınlamıştır. Ayrıca daha detaylı izah edilmesi gerektiğini, iyi bilenlerin yapabileceği “Green Peace” adlı çevreci kuruluş ta bu üniversitenin yan kuruluşudur. Örneğin “İslam Kalkınma Bankası”nın önemli ve üst düzey yöneticilerinin nerede ise tamamı Exeter’den lisans ya da lisansüstü eğitim almışlardır, kolayca anlaşılacağı üzere de burada mezkûr eğitimlerin alınması için tercih edilecek öğrencileri de dini kuruluşlar belirler. Ajan ve provokatörler konusunda o kadar içli dışlıdırlar ki, dünya işkence tarihine bile “Exeter dükünün kızı” adlı bir işkence aleti kazandırılmıştır. Chatham House rabıtasını kolay ve anlaşılır tarifleyebilmek adına Exeter den bahsettiğimiz yeterlidir, bence ve asıl konuya dönelim.

“Yuvarlak Masa Toplantıcıları” adı ile 1920’lerde başlayıp ve genellikle İsrail Devletinin kuruluşu başta olmak üzere, Birleşik Krallığın çıkarlarına binaen ilgi alanına giren benzer her konuda uluslararası boyutta maydanoz olma çabaları bilahare “Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü” adına dönüştürülerek daha resmi ve daha cazip hale getirilmiştir. Aslında biz aldananlara uluslararası sivil bir düşünce kuruluşu gibi sunulan ve kabul ettirilen ve de hatta bu kabulden sonra asla ve kat’a aldatılmışım denilemez duruma getirilen halimiz ile, dünyada oluşacak ve oluşan her türlü krize sözde siviller vasıtası ile çözüm aranıyormuş görüntüsü verilen bu sözde hür platform, emperyalistlerce kurulan sayısız benzer kuruluşlardan biri olup, tek derdi kurucularının ve mümessillerinin çıkarlarıdır.

Bu kuruluş umdelerine sıkı sıkıya bağlı insanlar için, uluslararası arenaya sunulmak ve tanıtılmak üzere zaman zaman ödüllerde vermektedir. “Büyük Şövalye Nişanı” adı ile maruf bu ödül, çok önemli görülen zat-ı şahanelerine takdim edilmekte olup ve ne yazık ki bu tür kuruluşlardan alınan ödüller “yürü ya kulum” anlamında olmaktan öteye de gidememektedir ilgili şahıslar için ve sadece nişanı verenlerin yelkenine biraz daha rüzgâr olarak geri dönmektedir, plan bu. Bu unvan canım yurdumun topraklarında ilk defa Osmanlı Sultanı Abdülaziz’e bizzat dönemin İngiltere Kraliçesi tarafından takdim edilmiştir. Merak edenler olursa ise kısa bir araştırma ile daha kimlerin bu imkândan faydalandığını kolayca öğrenebilirler. Mesela bilindiği üzere 2008 yılında dönemin Cumhurbaşkanına da verilmiştir, diyelim ve bitirelim bu faslı.

“Council on Foreign relations” CFR adı ile maruf ABD merkezli kuruluş, küresel güçlerin dünyaya çeki-düzen verme, detayda buna muvafık nizam tesisi, tekelci sermayenin dünya egemenliğini, her yolu, buna askeri çözümlerde dâhil olmak üzere, deneyerek sürdürülmesi,  sermaye dolaşımına engel sınırların kaldırılmasının temin ve tesisi, dünyayı yöneten güçlerin değişmemesi adına misyon yürütürken yolu sürekli olarak, Chatham House kuruluşu “Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü” ile kesişmektedir, basını yakından takip edenler tarafından bilinmektedir. Ulus Devletlerin misyonu tamamlanmıştır, özgürlükçü demokrasi zamanıdır gibi şatafatlı kelamlar ile kim ki yola çıkmış ise aydınlar tarafından şüpheli karşılanması da bu yüzdendir zaten.

 

Bir anlamda “dünya derin devlet”i sayılan CFR’nin yoldaşı “Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü” kendisine yakın kuruluşlar tarafından sürekli çok önemli bir kuruluş sunumu ile ulusların gözünde masum ve cici gösterilmeye sürekli gayret gösterilen bir kuruluştur. Örneğin; ABD merkezli University of Pennsylania’nın bir değerlendirmesine göre, “Brookings institute”den sonra Dünyanın en etkili 2. think-tank'i kuruluşudur, vay ki vay. Ayrıca yakın takipçilerinin de iyi bildiği üzere mezkûr kuruluşun canım Yurdumdaki kurumsal ortağı Koç Holding’tir. Önceki kurumsal ortağı da Sabancı Holding olup, grubun bankası Akbank ise sponsoru idi. Koç Holding, Chatham House “Türkiye projesi” ana sponsorlarından olup, mezkûr proje de konusu da “One Belt, One Road” (Bir Kemer, Bir Yol) adı ile maruf olup, “Yeni İpek Yolu” tesisinde Türkiye’nin konumu ve Türkiye-Avrupa ilişkilerini içermekte olup Koç Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili Ali Koç da Chatham House’un Mütevelli Heyeti’ne dâhil edilmiştir. Yukarıda konu edilen tüm detaylar basında çeşitli zamanlarda çıkan yazılardan akılda kalanlar çerçevesinde düzenlenmiştir.

Cumartesi, Haziran 02, 2018

ÇEŞME LİMAN DOLGUSU – 1


Çeşme Liman’ının hoyratça doldurulduğu malumudur tüm herkesin, hem de muhalif ve muarızlarına nispet yaparcasına hatta tam da onların canını yakıyormuşçasına yapılan bir muameledir kanaatime göre… Peki, bu sadece benim kanaatim midir? Tabii ki hayır. Gazetemiz arşivinde, 23. Haziran 1988 tarihli Başbakanlık makamına yazılmış ve dağıtımı Cumhurbaşkanlığı, Devlet Bakanlığı, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ve Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma ve Yükseltme Kurulu Başkanlığı’na yapılmış ve Y. Mimar Mesut Kaynak, Y. Mimar Erol Güçiz, Armatör Vehbi Ertürk, Y. Mimar Cemil Çınar, Tüccar Çoşkun Vural, Kaptan Yaşar Çoşkun tarafından kaleme alınmış ve Çeşme Liman’ının tarihi, arkeolojik ve kültürel önemine vurgu yapılmış bir dilekçe ve ekleri haritalar ve fotoğraflar bulunmaktadır. Mezkûr dilekçede konunun bu anlamdaki önemine vurgu yapılan şu cümle çok çarpıcıdır; “Bilindiği gibi 1770 tarihli Osmanlı – Rus savaşı Çeşme’de cereyan etmiş ve Osmanlı savaş gemi batıklarının bir kısmı bu körfezde yatmaktadır. Bizlerin tespit edebildiği, iskele dolgu sahasının altında kalan, ilişikteki harita ve fotoğraflarda batıkların yeri ile resmi görülen, T.C. Deniz Kuvvetlerinin malı olan Osmanlı Savaş Gemileri enkazı yok olacaktır. Haritada (A) ile işaretleneni 10 metre genişlik ile 24 metre uzunluğunda, (B) ile işaretlenen 7 metre genişlik ve 18 metre uzunluğunda ahşap kadırgalar gülleri ile birlikte o tarihi canlandırmaktadır. Turizm ve arkeoloji açısından da ne derece önemli oldukları açık bir gerçektir.” Mezkûr dilekçede, limanın nasıl sirkülasyonu azalarak köreleceği, yaklaşık 58.000 m2 dolgu alanı için yeniden taş ocaklarının açılacağı, turizm iskelesi diye sunulup RO-RO taşımacılığı iskelesi olmanın öne çıkacağı gibi sayısız sakıncalar sıralanarak bitirildiği müşahede edilmiştir. Bugün öngörüleri gerçekleşmiş, ortaya çıkan olumsuz görüntünün kapatılabilmesi adına Marina hamlesi yapılmış Çeşme limanı için kaygı duyan ve bu kaygılarını çekinmeden ilgili makamlara sonuç alınamayacağını bile bile ama çıkmamış candan umut kesilmez sözü uyarınca ileten adı geçen büyüklerimize sonsuz teşekkür ediyoruz. Diğer taraftan tüm Çeşme’de dağıtımı yapılmış, 01.06. 1988 tarihli bir de “Çeşme’de Yapılması planlanana RO-RO İskelesi ve getireceği sorunlar” başlıklı bildiri bulunmaktadır. Mezkûr bildiride “Feribot, Şilep ve benzeri Uluslararası gemilerin yağ, mazot gibi bıraktıkları atıklar, TIR trafiğinin artması sonucu oluşacak trafik ve hava kirliliği” başta olmak üzere diğer sorun ve sonuçlar ele alınmış, ancak tüm bu tespitlere rağmen sonuç değişmemiştir. Kerim devlet, menkuliyeti kendinden kerametini yeniden göstermiştir, vatandaş ne diyor, ne talep ediyor, ne bekliyor yok hükmündedir, keen nem yekûndür hülasa. Ne hazindir ki; tarihimize sahip çıkıyoruz diye diye, tarihi, doğayı yok etmek bir marifet sayılıp, bir de iltifata tabi olunmak isteniyor, vay ki vay, canım yurdumun halleri… İşte ilgili ve yetkililerin bilgisiz, bilgililerin de ilgisiz, etkisiz ve yetkisiz olduğu yerin harmanı da böyle oluyor. Ne yazık ki siyasi hayatımız bu kabil mart ayı politikasını bir türlü aşamıyor ve korkarım ki, aşamayacak ta…

Peki; Çeşme limanı sadece Osmanlı – Rus Deniz Savaşı kalıntıları açısından mı önemlidir, şüphesiz hayır, bakın ünlü seyyah ve yazar Evliya Çelebi meşhur eseri “Seyahatname”sinde ne diyor; “Bir defa kaleye saldırmak isteyen küffarın kapudane gemisi kaleden atılan bir topla suyun dibine batmıştır. Bundan sonra küffar gemileri bir daha çeşmeden sulanmaya tövbe etti. Mağlup ve perişan dönüp gitti. Sonra sömbeki dalgıçları batan düşman gemisinden birçok para, cephane, iki yatırtma tunç top ve daha başka toplar çıkardırlar. Bütün toplarla çeşme kalesini zenginleştirdiler. Allah evvelce düşmanın kaleden aldıklarının on mislini ihsan etmiş oldu. Çeşme Kalesinin çok güzel limanı vardır. Bütün büyük Barca ve Karavala kalyonlar burada yatarlar. Zira bu liman gayet iyi demir tutar. Çok güzel yatak limandır. Fakat batı ve karayel ve yıldız rüzgârlarından sakınmak gerektir. Böyle havalarda demir atarken dikkat etmek lazımdır. Zira limanın ağzı bu üç rüzgâra karşı açıktır. Bu rüzgârlar burasını çok şiddetli tutar ama hamis rüzgârından çok emindir. Bir Mürsel paresi (gemi) ip ile bir kalyon yatsa korkulmaz.”  Bu anlatımdan kolayca anlaşılacağı üzere, arkeoloji açısından son derece mümbit bir alan olan Çeşme Limanı yeterince değerlendirilememiştir ya da değerlendirilmek istenmemiştir. En azından anlıyoruz ki; Seyahatname 17. Yüzyılı konu aldığına göre, Çeşme Limanı Osmanlı – Rus deniz savaşı öncesi de çeşitli savaşlara sahne olmuştur.

Sonuçta, gelip dayandığımız nokta hep aynı, “dostluklar ya da düşmanlıklar üstünden politika yapmak”, ne yazık ki böyle bir gelenek oluştu ve gidiyor. Herhangi bir şeyi “diye diye” tam tersini yapmak, vukuat-ı adiyedendir gayri, benzer siyasi kavrayış ve donanımlara sahip muktedirler açısından. Osmanlı’dan bu yana nizamnameler, kanunlar çıkarıp sadece lehlerine kullanma söz konusu ise meri, yoksa gel beri tarzından yaklaşımlar göstermekten ileri gitmemişlerdir. Örneğin; ilki 1869, ikincisi 1874 ve üçüncüsü 1884 yılında, görüleceği üzere birbirine çok yakın tarihlerde “asar-ı atika nizamnamesi” neşredilir, ama Bergama Zeus Tapınağının 1878 Almanlar tarafından kaçırılıp Berlin’e kurulmasına engel teşkil etmez, gerçi kaçırılma deyip te gerçek bir hırsızlık vakası dillendiriyor olmayalım, tevatür o ki, hani bazılarının deyimi ile “sultanlar sultanı” Sultan II. Abdülhamid’in talimatı ile “biz de bunlardan çok var” saikı ile Almanlara hediye edilmiştir. Peki, bu hediye ile sınırlı kalınmış mıdır? Zinhar, Milet Güney Agora Kuzey Kapısı, Bergama Athena Tapınağı Propylonu, Ksanthos Nereidler Anıtı başta olmak üzere daha neler, neler… Neyse konuyu çok dallandırıp budaklandırmadan asıl konumuza dönelim ama o günden bu güne miras ve tereke siyasi akrabalığa dikkat çekmeden olamazdı… Padişahlar tabii ki yeryüzünün önemli muktedirleri olarak bunların yok olmasına fetva eylerken, bu kabil büyük yok oluş kararlarına sahip olamayacak bugünkü mizahi ve küçük mirasçıları ne yapacaklardı, tabii ki “dostlukları-düşmanlıkları” üstünden politika yürütmeye devam edecekler ve dolaylı da olsa tarihin tahrip ve yok olmasına sebep, senarist olmaya devam edeceklerdi, netekim öyle olmaya da devam ettiler…

Pazar, Mayıs 27, 2018

GEÇMİŞTE EGE’nin PARİS’i ÇEŞME’nin İSKELESİ “ÇİFTLİK KÖYÜ”


Astım ve kalp hastalarına doğal hastane görevi yaptığı bazı kaynaklara göre Alman doktorları tarafından belirtilmiş olan, iyotça zengin rüzgârları iştah açtığı ve uykusuzluk giderici olduğu hemen herkes tarafından teslim edilmiştir, Çiftlik köyünün. Bugün Çiftlik köyünün Pırlanta plajı bu rüzgârlar sayesinde “kite surf” ün de merkezi sayılmaktadır.

Osmanlı döneminde; Yeni Nahiye, Çiftlik-i Kebir adlarıyla da belirtilen Çiftlik köy, Çeşme’nin Sakız adasına en yakın yeridir hatta o kadar yakındır ki güzel ve sakin havalarda horoz seslerinin bile duyulduğuna tanıklık etmişimdir çocukluğumda… Mübadele ile Çiftlik köyüne yerleşen atalarımızın sözlü aktarımlarına göre köy o kadar güzel bir yermiş ki; Ege’nin Paris’i olarak anıldığını bugün Rahmetle andığım anneannem Hacer Karagöz tarafından yüzlerce kez dinledim.

Çiftlik Köye yerleşen 1. kuşak mübadil atalarımın yerleştiği evin nasıl muhteşem bir ev olduğunu hatırlıyorum, birkaç tanesi hariç diğer hangi evlerde de bulunduğunu tam olarak hatırlamıyorum, büyüklerimin “taşlık” diye adlandırdığı ve kotarina denilen çakıl taşlarından siyah ve beyaz 2 farklı renk seçilerek siyahın ana renk ve beyazından ise desen oluşturularak yapılmış bir giriş vardı ki, tek başına muhteşemdi… Bu yerleşilen evin köyün başpapazının ya da papazının olduğundan söz edilirdi, evin içinden ahırlara geçilen bir kapı vardı, buradan girildiğinde ahırlar öncesi 2 adet kuyunun bulunduğu bir kapalı giriş bölümü vardı, oradan da bahçeye çıkılırdı, bahçeye çıkılan yerde ise 5 mt ye 4 mt lik yaklaşık ölçülerde kapalı bir alanda büyükçe bir fırın bulunmakta idi… Evin detayları ile ilgili teknik ve yaşamına yönelik olmak üzere geniş bir yazıyı ayrıca yazmayı planlamaktayım, ileriki günlerde.

Şu anda Çiftlik balıkçı barınağının üzerine inşa edildiği bilinen iskelesi nedeniyle de çok muhtemeldir ki, Çeşme’nin de iskelesi olduğunu düşünmekteyim, konunun uzmanı olmamama rağmen, 1920’ler ya da 1930’lar Çeşme limanının fotoğraflarına baktığımızda herhangi bir iskelenin olmadığını kolayca tespit edebiliriz, ama yapım tarihinin çok daha eskilere dayandığını tahmin ettiğim Çiftlik Köy iskelesi, gerek uzunluğu, gerekse de yapımında kullanılan taşların büyüklüğü ve düzgünlüğü ve gerekse de her 2 tarafının da çok farklı derinliklerde olması çok açıktan profesyonelce kullanıma yönelik olduğunu göstermektedir, ayrıca bugün Kaptanlık eğitimi için kullanılan binanın da gümrük binası olması nedeniyle faaliyetin büyüklüğünü tahmin etmek hiç de zor olmamaktadır.

Çeşme’nin önemli tarımsal ürünlerinden olan sakız ağaçları ne yazık ki, odun kalitesi nedeniyle mi yoksa gerekli özenin gösterilmemesi nedeniyle bakımsızlıktan mı; artık her ne nedenle ise, son 30 yılda neredeyse tamamen yok olmuştu, sakız ağacı yetiştiriciliği şimdilerde gerek bu işe gönül vermiş insanlar gerekse de Belediyenin özellikle yeni inşa edilen binaların bahçelerinde dikilmesine yönelik haklı talepleri ile yeniden artışa geçmiştir. Söylendiğine göre Sakız adası için; başta sakız rakısı, sakız reçeli, sakız likörü olmak üzere çok büyük ekonomik değer haline gelmiş olan sakızın, hem kalitesi hem de renginin daha beyaz olması nedeniyle Çeşmede sakızın önümüzdeki dönemde önemli bir değer haline gelecektir. Bugünlerde Çeşme Belediyesinin yeni yapılan binaların bahçelerinde her bağımsız bölüme bir adet gelecek şekilde sakız ağacı dikimini zorunlu kılması, bana göre çok doğru bir karar olmanın ötesinde muhteşem bir olaydır. Hatta Belediyenin sakız ağacını ihtiyaç sahiplerine vererek temin etmesi halinde bu zorunluluğu birkaç ağaca çıkarması hiçten bile değildir ve bence de hemen bu uygulamaya başlamalıdır da… Sakız ağacı yetiştiriciliğinde Çiftlik Köyün bir merkez haline gelmesi hemen planlanmalı ve Belediyenin yetiştirme ve bila bedel temin etmesi şeklindeki öncülüğünde her bahçe sahibinin bağımsız bölüm başına 4 adet ağaca ulaştırılması gerekmektedir.

Çiftlik köy; bir zamanlar Nahiye Belediyesine sahip, söylendiğine ve yazıldığına göre 2 kilise, 1 havra ve 1 camisi ile yaklaşık 1.000 hanelik ve yaklaşık 4.000 nüfuslu bir yerleşim yeridir. Sokaklarındaki Arnavut kaldırım döşemesini 1970’li yılların başına kadar yaşatabilmiş, inanılmaz güzel Rum evlerinin varlığıyla diğer taraftan da sosyal yaşamı ile Ege’nin Paris’i olduğu anlatılırdı büyüklerimizce… Ege’nin Paris’i ve Çeşme’nin İskelesi konumuna ulaşmış bu güzel yerleşim yeri maalesef sonraları kaderine terk edilmiş, tarımı yok etmeyi o günlerden kafasına koymuş devleti yöneten siyasiler eliyle başta da tarımsal ürünlerinin dikiminin yasaklanması ya da sınırlanması ile başta tütün ve anason üretimi ve ticaretinden mahrum kalmıştır. Kaldı ki anasonunun ünü tüm dünyada bilinmesine rağmen…

Diğer taraftan köyün içinden geçen derenin çok eski tarihlerde bile taş duvarlar ile örülmüş olması, su bulunduğu dönemlerde su almak için kuruduğu zamanlarda ise karşıdan karşıya geçişler için kullanılmak üzere yapılmış merdivenlerin ne kadar harika olduğunu ben bile hatırlamaktayım. Sonraları başta mezkûr dere olmak üzere tüm dereler kaderine terk edildi, bir taraftan imar uygulamalarına kurban edilirken diğer taraftan da işletme bakımları yapılmadığından zaman içinde dere vasıflarını yitirmiş durumdaydılar. Allahtan çok eskiden yağan yağmurlar da yağmamaya başladı ve bu nedenle derelerin önemi hep göz ardı edildi, şimdilerde Çeşme Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu’nun Çiftlik Köyüne verdiği öneme binaen Belediye Fen işlerinin yaptığı ihalelerle dere ıslahları bir felaket yaşanmadan gerçekleştirilmeye başladı, bu konuda doğanın acımasına bırakılmadan diğer dereleri de kapsayacak kapsamlı bir dere ıslah planı herhalde yapılmaktadır.

Diğer taraftan Çeşme Belediyesinin yaptığı yatırımlarla hızlı şekilde gelişmesini sürdüren Çiftlik Köyü yeniden, eskiden haklı olarak elde etmiş olduğunu düşündüğümüz Ege’nin Paris’i olma ününü yeniden kazanacaktır diye düşünmekteyiz. Konu ile ilgili; eksiklikler konusundaki eleştirilerini saklı tutmak kaydıyla, herkesin ve tek tek Çeşme Belediyesi Başkanından, Fen İşleri Yönetiminden, Belediye Çiftlik Köy temsilciliğine kadar emeği geçen herkese teşekkür borcu olduğunu düşünmekteyim.

Çeşmenin yeni yıldızı Çiftlik Köy (Mahallesi) Balık mezatları sayesinde de bir çekim alanı oluşturmaktadır, bana göre Çeşme’nin en iyi barbun balığının yakalandığı bu yerin mezatının mutlaka görülmesi gerekmektedir.

Cumartesi, Mayıs 19, 2018

ÖZÜR DİLEMEK ve AH ÇOŞKUN


Cem Küçük izlenir, gündüz saatlerinde bizim gazetede, “medya kritik” programında, gazetenin patronu “neden izliyorsun bunları, bunlar tetikçi” diye soranlara, sürekli “bunlar kimler tutuklanacak önceden hissederler”, ondan izliyorum diye cevap verir. Medya kritik programı askıya alınmış galiba, Patron artık AH Çoşkun’u da izleyebilir… Ne diyor AH Çoşkun “Sayın Muharrem İnce! Sayın Meral Akşener! Lütfen bu adama haddini bildiriniz!” Peki, neden böyle dedi ve kimi hedef aldı… Soma'da 301 madencinin hayatını kaybettiği katliam gibi kaza sonrası madenci Erdal Kocabıyık'ı tekmelerken çekilen fotoğrafı sebebiyle yıllar sonra kamuoyuna özür açıklaması yapan Başbakanlık eski Müşaviri Yusuf Yerkel, "Olaydan sonra bizzat Erdal Kocabıyık'ı arayıp kendisinden özür diledim ve helallik istedim. O da hakkını helal etti" iddiasında bulunmuştu. Hâlbuki bu konuda Erdal Kocabıyık, mezkûr zat ile görüşmediğini ve hakkını helal etmediği açıklaması yapmamıştı ya neyse. Oyuncu Barış Atay ise Twitter'dan Yerkel'e tepki göstererek "Hepiniz ağlayarak özür dileyeceksiniz. O gün geldiğinde; affedeni, acıyanı, yargılamaktan vazgeçeni de unutmayacağız! Yok, öyle “torunlarla emeklilik, hepimiz kardeşiz, kavga istemiyoruz” falan. Her şey yeni başlıyor. Bu ülkeye, insanına yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz" demişti. AH Çoşkun; hemen seslenince, oyuncu Barış Atay tutuklanıyor, yeniden, tıpkı diğer benzerleri gibi… Sonra çıkmış pişkin bir vaziyette “Benim çağrım polise, savcıya değil, Muharrem İnce’ye, Meral Akşener’e” diyerek aradan sıvışmanın yolunu arıyor… Eee bir de Savcıya ve Polise yapsaydın bari derler adama… Geç bunları, geç… Bu mesajın neresi seni üzdü, seni gerdi, neden böylesine celallendin AH Çoşkun, adamcağız ne diyor, “yok öyle usulca kenara çekilme, yaptığınız hukuksuzlukların cezasını çekeceksiniz, yargılanacaksınız!”… Sanki adam, öyle kenara çekilemezsiniz, kanınızı içeceğiz, asacağız, keseceğiz mi demiş, yok, ne demiş, “yargılanacaksınız”… “Yargılanacaksınız” lafından neden bu kadar, alındın… Üstüne üstlük Muharrem İnce, mezkûr danışmanı hedef tutarak; “bu tekmeci zat yargılanacak” demesine rağmen, inceden ve damardan sözde çaktırmadan Muharrem İnce düşmanlığı… Yok öyle ben duymamıştım, ben bilmiyordum ucuzluğu, sahteliği, ben vatandaş iken bilirken, sen kıymeti kendinden menkul ünlü anchorman olarak bilmiyordum deme sakın, komik olursun, zaten yeterince komiksin. Bırakın, müsaade edin onlarda, yargıya başvurup, suç duyurusu yapsınlar, yargı karar versin, yargılama olup olmayacağına… Sen kimsin de, sokak kabadayısı gibi, “kimin kime had bildirileceğine” karar vermek istiyorsun, al işte gözaltına aldılar ve hemen bıraktılar, senin bu kadar celallendiğin konuda Yargı bir suç unsuru görmemiş besbelli… Yahu madenciye tekme atıldığında da benzer bir tepki gösterse idin, büyük bedellerle milletle dalga geçerek program yaptığın kanalda “penguen belgeselleri” gösterildiğinde de benzer tepkiyi gösterse idin, anlaşılabilirdi kabul edilmese bile bu hadsizliğin…

Ama emin ol AH Çoşkun, senin zerre-i miskal kadar kusurun yok, zekâ yaşı “hepimiz kardeşiz” tatlı su kurnazlığının derin felsefesinden mülhem davranış erbabını alır baş tacı yaparsan olacağı budur işte… Hele bu konu özelinde, Yusuf Yerkel ile kendini kardeş ilan etmişsin, sür sefasını, sana ne daha ileri ahkâm kesmek, bırak bu “hepimiz kardeşiz” mavalını… Ama şunu bilmeni hassaten isterim ki; biz senin tercihinin “yapılanlar yapanın yanına kâr kalmalı” felsefesinin yegâne temsilcisi olduğunu ve tam da bu yüzden TV’lerde ve gazetelerde sözde aranan adam durumundasın… Ne diyelim, al paracıklarını, bak “güzel güzel karşı mahalleden de sevgililerin var”, gününü gün et, sana ne daha derin sulara dalma girişiminden… Bir özür de benden sana, hani biraz önce senin için tetikçi gibi bir ifade kullanıldığını söylemiştim ya, vallahi billahi sen tetikçi değilsin, olsan olsan tetik olursun bu görev dağılımı içinde, çünkü tetikçi gövdesinin üstünde baş taşır, sen öyle misin ya…

AH Çoşkun, senin “Ver mehteri ver” deme üstadı abiden farkın ne biliyor musun? Sen şanslısın, o değil, sen zengin evindesin, o da zengin ama nekes evinde… Evet, en önemli vasfın vasıfsızlığındır, desem bana kızmazsın umarım… Çapsızlık, omurgasızlık, bilgisizlik, adaletsizlik, sıradanlık, düşkünlük, altta kalanın canı çıksıncı tavrın, saygın ve aydın görünme çabalarının üstünde sakil durması nedeniyle pek sırıtmakta be… Bunlardan sıyrılman için günde kaç kez gusül abdestine ihtiyaç olur, ben bilemem ama din âlimleri bilebilir, en iyi tanıdığına başvur lütfen…

Bak sana Neyzen Tevfik’ten bir hikâyecik, Cumhuriyetin ilk yılları,  dönemin İstanbul vali ve belediye başkanı, atanmasının üstünden çok geçmeden yeğeninin önemli bir makama müdür olarak atanmasını sağlar. Bir karşılaştıklarında, Neyzen, “Maşallah, kardeşinizin oğlu tıpkı fasulyeye benziyor.” deyince adam, “Bu genç yasta müdür oldu, neden fasulyeye benzesin ki?” diye sorar. Neyzen de verir cevabı: “İşte ben de onun için benzetiyorum ya, fasulye de sırığa sarılarak büyür.”. İşte senin hayat hikâyen…

Finali yine Neyzen Tevfik ile yapalım…

Hayliden hayli kalınlaştı yobazlık yeniden,
Softalık zorlu anırtı ile aldı yürüdü.
Kara bir kinle taassup pusudan çıktı yine,
Yurdu şahane cehalet yeni baştan bürüdü.

Cuma, Mayıs 11, 2018

EŞEK METEFORUNA KATKILAR


“Zerduz palan ursan eşek yine eşektir” atalar kelamının makam-ı alilerinde taht-ı müzakeresi üstüne “eşek metaforuna” ben de katkı da bulunayım dedim. Bilindiği üzere, metafor Fransızca kökenli bir sözcük olup, mecaz anlamında kullanılmakta ve de bir şeyi başka şey ile benzetmeye, kıyaslamaya, anlatmaya yarayan mecazlardır.

Gayet güzel birkaç kısa hikâye vardır, eşek ve eşeklikle ilgili hemen onları alt alta yazıp, birkaç saptama ve birkaç atalar sözü ile katkımı şimdilik kaydı ile sonlandırayım diyorum.

Hikâye bu ya, 1950''li yıllarda, yol çalışmalarına katılan bir grup mühendis aletleri koymuşlar ölçü-biçi neticesi de kazıklar çakılarak güzergâh tespiti yapıyorlar. O sırada eşeğine binmiş yaşlı köylü geçiyor ve bu hummalı çalışma karşısında dikkat kesiliyor ve çalışanlara “kolay gele gençler, hayırdır ne yapıyorsunuz” diye sorunca “Sağol, yol çalışması yapılacak o nedenle güzergâh tespiti yapıyoruz” diye cevap verince “aaa öylemi bende Nafıa’dan emekliyim ve bizde yol işleri yapardık” demiş… Bunun üstüne yaşlı köylü merakla yeni kullanılan aletlere bakarak, ahhh çekince, genç çalışanlar, peki, siz nasıl tespit ederdiniz güzergâhı diye sorar ve “eskiden eşek özellikle yokuş ve inişlerde serbest bırakılır idi, biliyorsunuz eşekler eğim % 5 ten fazla ise çıkmaz ya da inmez, eğimi uygun güzergâhı takip ederler, biz de ayak izlerine kazık çakar, sağlı sollu yolu açardık” demiş. İlaveten “artık mühendisler var çok şükür” deyince, herkesi almış bir gülme…

Bir diğer hikâye ise; devir Atatürk devri, ünlü İstanbul Vali ve Belediye başkanı Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, içkinin zararları konusunda konferans vermektedir. Sormuş dinleyicilere: “İki kovadan birine su, diğerine rakı doldursak ve eşeğin önüne koysak, eşek hangisini içer?” diye sorar, dinleyiciler hep bir ağızdan “suyu” diye karşılık vermişler. Aldığı cevaptan memnun olan Gökay, bu kez “Neden?” diye sorunca, rivayete göre cevap Neyzen Tevfik’ten gelmiş: “Eşekliğinden.”

Atatürk de bir akşam Neyzen Tevfik ile Çiftlik’te yemek yerken, civarda dolaşan bir köylü çocuğu yanına çağırıp sormuş: “Biz ne içiyoruz?” diye sorar, “Rakı” diye cevap verir çocuk, “Peki, bir kovaya rakı, diğerine su doldurup eşeğin önüne koysak, eşek hangisini içer?” Çocuk “Rakıyı” diye cevap verince, Neyzen Tevfik Atatürk’e döner: “Aman, neden diye sormayalım!”… Aman aman biz biz olalım da “eşekleri” hafife almayalım…

Eşek deyip geçmemek lazım develerin liderliğini hep yapmıştır, inanmayanlar, ya bana soracak ya da gidip deve kervanlarına bakacak. “deve büyüktür amma beşini bir eşek yeder” sözünün ilham kaynağını uygulamalı görecektir.

Bugün “eşek” deyip burun kıvıranların, “aslan” deyince çok keyif aldıkları bir vakadır ama “eşek” çok geniş yelpazede insanlara yön veren metaforlara konu olmaktadır. “eşek sudan gelene kadar dayak”, “acemi nalbant gâvur eşeğinde öğrenir”, “aksak eşekle yüksek dağa çıkılmaz”, “anasını eşek kovalasın!”, “Eşeği kulaklarından, aptalı konuşmalarından anlarım”, “Eğer üç kişi sizin eşek olduğunuzu söylüyorsa, bir semer kuşanın”, “Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye”  başta olmak üzere derin manalı daha onlarca atalar sözü bulunur. Eşek kadar adam oldun, sözünden hareketle şimdi atalarımız çocukların büyümesini kast ederek söyledikleri bu sözü eşek önemli olmasa örnek gösterecek kadar önemserler mi? Eşek önemli olmasa, tüm dünyaya mal olan ve tüm doğu toplumlarında hoca olarak bilinen Nasreddin Hoca eşeğe binmez ata binerdi, yoksa at sırtından atar diye mi korkmuştu, bilinmez olsa da… Peki, eşeklik bu abilerin dediği gibi kötü ise, âdemoğlu oğluna neden “eşek sıpası” der… Sahi, “Eşek cenneti” neresidir vs vs… Mesela çocuklar, hatta gençler “uzuneşek” oyununu neden tercih ederler acaba?

Eşek dikeni, eşek hıyarı, eşek baklası gibi bitki isimleri, eşek arısı, gibi hayvan isimleri de vardır, eşek’e öyküleniş olunca işte bu kabil sonuçları da oluyor vallahi…

Hele de en çok eşeğe edilen bu lafların kullanıcılarına, alkış tutucularına bakınca, ya sucuk imalatı meşguliyeti ya da erkekliklerinin ilk testini yapmak için tercih etmiş olmasını görmeden tam bir keçi edası ile gak guk ediyorlar ya, Allah layığınızı versin be, ne diyeyim…

Son olarak ta; “eşek sevmeyenlerin kurt sevgisi kaçınılmazdır” diye bir Tacik atasözünü hatırlatarak kapatayım… Bir de abuk subuk konuşmalara başlayanlara “eşek gibi anırma” derler, hatırlatalım… Say say bitmiyor ama ilaveten eşeğin üreme organının tarifi vardır, halk arasında kullanılan, “o” nu anlayan anladı… Öyle sizin hafife alacağınız kadar bir canlı değildir, sonra “Başçavuşun eşeği mi o.uruyor burada” derler adama maazallah… Bir söz de eşeklere olsun; “eşeksen binene kızmayacaksın, değilsen sırtında tutmayacaksın”, eyyy edebiyatımıza “eşek gözleri” ile giren karakaçan… Allahtan artık ülkemizde “eşek” azaldı, insan çoğaldı, çok şükür… “Oku da baban gibi eşek olma” mı desek acaba?

Cumartesi, Mayıs 05, 2018

AHMET SİNAN


Kent kimliği ve karakteri oluşumu ve de kentsel bellek yaratılması, tarihi, ekonomik ve toplumsal gelişmelerin, mezkûr mekân ve kişiler arasındaki karşılıklı üretilen ve yürütülen ilişkilerin diyalektik çözümlemesi, çevre algısı ve farkındalığı ile tüm kentin mekânsal, kişisel ve toplumsal gelişiminin birlikte harmanlamasındaki başarı ile doğru orantılıdır. Tüm bu detayların belleklerdeki şekli, yeri ve önemi ve de hatırlanmaya değer olma hali, bilgi ve doküman toplama, oluşturma ve sergileme isteği ve becerisi ile artar ya da eksilir. Bu anlamda bir taraftan doğru olmanın göreceliliğine rağmen aslolan neyin, nasıl olduğu, oluşuma etki eden toplumsal ve tarihsel köklerin nasıl anlaşıldığı, nasıl kavrandığı, belleklerde nasıl yer aldığı, bu yaklaşımların kent karakteri üzerindeki etkileri ve de geleceğe yönelik projeleri şekillendirmesi bakımından hayati öneme sahiptir. Bu yaklaşımla uzunca bir süredir, Çeşmenin kendimce, sıradışı ve diğerlerinden çok farklı olmalarından ötürü önemli bulduğum kişilerinin ve mekânların yâd edilmesi başta olmak üzere ileride oluşacak “Kent Müzesi” için, Çeşmede yaşayanların buraya yönelik, kişi, mekân ve olay bazında görüş geliştirmesi ve oluşturması ve nihayetinde de içleştirmesi ile daha harmonik bir kent kültürü oluşumuna katkı sunabilmek için yazmaya çalışıyorum. Eksik var mı, şüphesiz vardır, belki seçilen figürler yerine daha başkaları başkalarının önemine binaen öne geçmiş olabilir ve de olmalıdır, tam da bu yüzden başkaları tarafından, başka açılardan ele alınmalıdır vs vs… Konu ile ilgili daha önce de yazılar yazan, görüşler üretenlere katkı olsun anlamında ele alınmalı tüm bu çabalar, ilaveten daha başka anı tazelemesine de vesile olabilirse ne mutlu bana… Bu anlamdaki eksikler için baştan özür diliyorum…

Ahmet Sinan büyüğümüz, hatıralarımda yer almaya şu andaki restore edilerek kullanıma alınan Haralambos Kilisesinin (birilerinin uydurarak Çakabey Kültür Merkezi dediği) batı tarafına denk düşen hediyelik eşyaların satıldığı dükkânların önüne açılan kapıdan girilen ve diğer faaliyetlerden ayrılarak oluşturulan küçücük alandaki “üretici perakende hali”nde, yine rahmetle andığımız diğer büyüğümüz Manav İbrahim (İbrahim Gören) ile birlikte çalışmakta idiler.  Ayrıca Manav İbrahim (İbrahim Gören) de bir ayrı yazı konusu olacak kadar önemli bir kişidir Çeşme için ve yakında onu da yazma planım bulunmaktadır. Yerli üreticilerin mevsimine göre ürettikleri çok çeşitli sebze ve meyvelerin açık arttırma ile satıldığı bu işletmede tanışmış idim Ahmet Sinan ile. Ben de babamın küçük üretici olması nedeni ile bana düşen kasa veya sepet toplama işleri için gidip geliyordum çünkü bu anlamda yapılan tarım faaliyetleri ailenin tüm bireylerinin katılımı ile yapılıyor idi. Babam ile olan samimi ilişkileri ve kendisine her büyüğümüze yaptığımız üzere gösterdiğimiz titiz ve özenli saygı nedeni ile bizi hayli sever ve adam muamelesi yapardı.

Sonraları kendisi ile yollarımız yeniden; Çarşı içindeki (Old Bazaar) tarihi ve bir hayli ünlü ve sahipleri de çocukluk arkadaşımız olan “İmren Lokantasının” tam karşısında ve benim de yaz aylarında çalıştığım halı-deri-hediyelik eşya dükkânı “Bazaar 33” ün hemen yanındaki girişi çok dar, iç tarafı bir hayli geniş olan kendisinin ortakları Kaparo Kemal ve Arap Mehmet birlikte çalıştırdıkları balıkçı dükkânında kesişmiştir. Nasıl unutabilirim o balıkçı dükkânındaki muhteşem anılarımızı, o zaman dükkânın önünde balık sergilemek için yuvarlak kırmızı bir tezgâh bulunur ama nedense tezgâhta dönem itibari ile fazla da müşterisi olmayan ama bilenler tarafından da özellikle aranan Adabeyi (iskorpit) balıkları sergilenirdi. Ortakların bir şekilde içerde ve meşgul bulundukları bir sırada, sanki tezgâha kedi dadanmışçasına “pist pist, Mehmet abi koş kediler, balıkları kapıyor” diye erkete seslenişi ile balıklar yürütülerek hemen arkadaki mutfakta “kakavya” hazırlığı tamamlanır, fırında kara sırla kaplanmış toprak kap içinde (çükali) pişmesi sonrası mis gibi olan yemeğe, mezkûr ortakların davet edilmesi “yahu yine mi bizim balıkları yürüttünüz” fırçası ile birlikte yenilen öğlen yemekleri ve şimdilerde ise de yemekten ziyade her gün aynı mizansenin tekrarlanması ve üstüne kahkahaların atılması ile burnumda tütmekte… Evet, siz ne iyi insanlardınız, Ahmet Sinan, Kaporo Kemal ve Arap Mehmet büyüklerimiz, sizleri ve büyük hoşgörünüzü de büyük bir özlemle yâd ediyorum… Ahhh “Çarşının” dili olsa da Ahmet Sinan büyüğümüzün “Mavraki kefal” bağırışlarını dile getirse ya da tekrarlasa…

Bizim yaş kuşağımız hatırlar, yerel 12 Eylülcüler her şeyi katlettiği gibi, durup dururken “Atatürk heykelinin şeklini ve yerini” de değiştirerek, bir dönemin hayalini yok etti, gerçi durup dururken dediğime bakmayın gerekçesini %99,99 isabetle tahmin ediyorum da… Atatürk heykeli (aslında heykel de değil bir büst idi) şimdiki Ertan Otelin giriş kapısının tam önünde yaklaşık 20 mt uzağında, arkası Sakız Adasına bakar şekilde idi… Bu heykel ile ilgili büyük bir keyifle hatırladığım ve bizim kuşak ve daha büyüklerinin bildiği ve pek te sevimli karşıladığı, “Ahmet Sinan” büyüğümüzün mutat her akşam gelip “Atam kalkta gör memleketi ne hallere getirdiler” şikâyetname törenleridir. Bu konu ile ilgili detayları ve nedenleri ve de evinin hazin istimlaki konusundaki iddiaları bir başka yazımın konusu yapmayı planlamaktayım. Hayalimdeki Çeşme meydanında “Atatürk heykeli” aynı boyut ve şekliyle aynı yerde olmaya da devam edecektir. Elinde kovada getirdiği su ile Atatürk büstünü uzunca bir süre siler, temizler, aklar-paklar ve martılara ya da kargalara kızar, hatta küfreder… En sonunda da uzunca bir süre yalvarma ve yakarmalarına cevap alamayınca Atatürk’e de kızar, söylenerek oradan uzaklaşırdı. Peki, Ahmet Sinan büyüğümüz şimdi yaşasa idi neler söylerdi acaba? Aman da aman…

Elinde sepeti ile dolaşması, ne satın aldığını kendinden ve satandan başkasının, “alan var, alamayan var” gerekçesi ile asla bilmesini istemediği, şiir okumaları ile insanları kendisine hayran bırakması, geç evlenmesi gibi konular, Ahmet Sinan büyüğümüz anılmaya başladığında yaşıtları ya da kendisini yakından tanıyanların söz konusu ettiği yönleridir de aynı zamanda… Ruhu şad olsun…

Pazar, Nisan 29, 2018

İZZET


 “Gerçek bilgelik deliliktir. Kendini bilge kabul etmek ise gerçek deliliktir.” diyor büyük usta Aziz Nesin… İşte, yaşamımızın geldiği bu noktada, sorgulamamız gereken en önemli ayrıntı bu olmalı, delilik bir kişilik çökmesi midir? Yoksa aklın bulunduğu irtifadan büyük bir sıçrama yapması mıdır? Yoksa aklın etraftaki tahakküm edici ve baskıcı yaklaşımlara isyan ederek özgürleşmesi midir? Yoksa akıllılık ya da delilik insanın işgal ettiği hacimde “topyekûn” tariflenir bir şey midir? Yoksa akıl üstü az delilik midir ya da delilik üstü az akıl mıdır? Peki, bu nasıl bir tariftir, bu uğurda yüzlerce dahi, deli ithamları altında çökertilmiş ya da tam tersi nice deli, dahi diye âdemoğlunun önüne büyük payeler verilerek çıkarılmış, var olan akli muvazenemiz ve selametimiz yerinden depreştirilmiştir. Tarihin gördüğü en önemli dâhilerden ittifakla kabul edilen Albert Einstein’ın deli olarak itham edilmesi ile yine tarihin eli en kanlı diktatörü 10 numara deli Adolf Hitler’in de dahi diye sunulması bile tek başına durumumuzu sorgulamanın yegâne gerekçesini oluşturabilir. Peki, onun için “deli oluyorum” gibi başlayarak, ya ünlü bir sanatçıyı, ya ünlü bir futbolcuyu ya da güzel bir modeli kast ederek tebarüz ettirişimiz, azıcık da özlenen ya da güzel bir şeyi ifade etmez mi? Diğer taraftan, bizi kızdıran olaylar ile yüz yüze gelince “delirtme beni” denilmiyor mu? Vs vs… Görüleceği üzere delilik zannedildiği kadar da kötü bir durum olmasa gerek… Ya da Cem Karaca’nın “beni siz delirttiniz” adlı eserinde dediği üzere, deliliğin salt kendi çabaları ile oluşmadığı, dikkat çekilen konulara bakınca da, dışarıdan empoze edilen ve sonradan ya içselleştirilen ya da öyle imiş gibi davranılan bir hal olduğunun ispatı değil midir?

Neyse bu konuda sayfalar dolusu yazabileceğimi söylüyor içimdeki ses ama konuyu uzmanlarına bırakıp, biz başlıktaki konumuza dönelim. Ünlü yazar ve şair Samuel Beckett’in bir sözü ile bu faslı sonlandıralım; “Delilik çoğunlukla başka bir kılığa bürünmüş akıldan başka bir şey değildir.”

“Hadi oradan şapşal” diyerek kendisine takılanlara bir hayli ironik cevap verirdi, sözde kendisi deli olarak bilinirdi ama gel gör ki o da bu kabil takılan insanlara hiç te akıllı muamelesi yapmazdı. Tüm gençliğimiz boyunca hatta şimdilerde de kendisini yâd ederken “Deli İzzet” diye adlandırdığımız ama şimdiden o günlere baktığımda da aslında tam da öyle olmayabileceğini düşündüğüm, Çeşme’mizin önemli kişilerinden sayılan bu muhteremden hatırlayabildiğim kadarı ile bahsetmek ve kendisini bu anlamda da yâd etmek istiyorum.

Sürekli birlikte dolaştığı, aslında kendisinde de ne bulduğu da hiç anlaşılmadığı halde, kendisinin peşinden ayrılmayan “köpek” ile olan müthiş iletişiminin asla ve kat’a başka bir yaklaşım ile izah edilemeyeceğinin adeta ispatıdır onun hayvanseverliği. Ancak bugünlerde sosyal medya ortamlarında büyük bir sitayiş ile paylaşılan, kedi ya da köpeklerle aynı kaptan yemek yeme, su içme ya da birbirlerine sarılarak yatma gibi alışkanlıkların prototipidir, “Deli İzzet” ya da hayvan sever İzzet.

Parmaklarındaki, ya taşı düşmüş ya da sağı solu kırık ya da eğri büğrü ama bir hayli gösterişli yüzükleri ile adeta “Michael Jackson” tarzı dansın öncülü olan bu büyüğümüz, ağzından eksik olmayan gümüş sigara ağızlığı ile bazen 1 bazen de 2 camı da düşmüş güneş gözlüğü ve boynuna direk bağladığı kravatı ile hep aklımızda ve hatıralarımızda olacaktır. Bütün bu eksik halleri ile öne çıkıp, bazılarımızın anlam yükleyemediği ya da kolaycılıkla deli deyip geçtiği hallerin, kendisinde yarattığı mutluluğu ve rahatı, bugünlere kendimizi mutlu hissetmenin ön koşulu gibi görerek taşıdığımız “aman deliye her gün bayram” sözü ile kâindir sanki… Hayatında asla tembelliğin yer almadığı muhterem sürekli bir işler yapıyordu, boş durma boşa çalış sanki onun saklı bir ilkesi imiş gibi… Kahvehane temizliği, çimento indirme yükleme, tüp indirme yükleme ve taşıma, vs gibi her verilen iş için elinden gelen ne ise yapardı, tüm bu işlerde en önemli ekürisi de Köste’li Nezir idi… “Gübreye gübreye” diye kendisine seslenenlere, “Hadi oradan şapşal” diyerek, bir yandan ters tekme atarak, çalışılacak işte seçicilik yapardı, nedense sadece bu tür bir iş kendisine söylendiğinde bu kabil tepki verirdi…

Kendisine en fazla takıldığımız konu ise, maç anlatması ile 23 Nisan şiiri okuması olurdu. Çarşı içinden geçen muhterem, hemen uzatılan sandalyeye çıkar, başlardı ateşli ateşli maç anlatmaya, futbolcuların hepsi yüzde 100 yerli idi şüphesiz. Futbolcuların neredeyse tamamı, Balıkçı Seydiahmet, Köse İbrahim, Kaporo Kemal, Arap Mehmet gibi şimdilerde tıpkı kendisi gibi artık yaşamayan büyüklerimiz olup kadrolar genellikle balıkçılardan oluşurdu… Genellikle de o anda dükkânının önünde hangi esnafı görürse top ondadır, o topu alır, çalım atar, topu sürer, sürer, sürer ve sahayı bitirir idi, tabii ki ara sıra da gol ile sonuçlanan ataklar da anlatırdı. Şiir okuması da benim bildiğim sadece 23 Nisan üzerine idi, sandalyenin üzerinde duruşu ise tıpkı tecrübeli bir politikacı edası ile olur ve mutlaka “23 Nisan, 23 Nisan neşe doluyor insan”, tekerlemesi ile başlar, arada yer ve zaman ve de ruh hali ile ilgili olarak farklı mısralara yer verir ama sonu mutlaka    “kuzular me me dedi” ile nihayetlenir idi.

Her düğünün, davetsizi olmasına rağmen en müstesna katılımcısı olurdu, mutlaka dans edecek bir alan yaratır, ama mutluluk patlaması içinde olduğundan asla şüphe edilmezdi… Ulusal bayramlarda çalınan davulların en önde gelen oyuncusu idi aynı zamanda…

Çeşmeli önemli gördüğüm kişileri yazmaya devam edeceğim, bu fasıl deli lakabı ile müsemma  “İzzet”e ayrılmıştır. Bu vesile ile kendisini mekânının cennet olması dileği ile özlemle anıyorum… Önemli bir şahsiyet mi idi, evet hem de hiç şüpheniz olmasın ki, tıpkı ortalıklarda akıllıyım diye gerdan kıran bir dolu insan kadar… Tercihimiz, ortalıkta hem de rol alarak dolaşıp kendinden başkasına hiçbir hayrı dokunmayan akıllılar yerine herkese hayvanseverliği, çalışkanlığı ve mutlu yaşamı ile bir nebze de olsa yol ve iz göstermiş bu kabil delileri yazmaktır…

Cumartesi, Nisan 21, 2018

ÇEŞME KALESİ


Evliya Çelebi meşhur “Seyahatname”sinde şöyle anlatıyor Çeşme Kalesini; Çeşme kalesi denizin dudağında bir alçak kaya üzerine yapılmıştır. Batı tarafı deniz, doğu tarafı bayırlı bir sahra ve dağlardır. Dağların üstleri tamamen bağdır. Kalenin içindeki bütün evler, batı tarafında, Sakız Adasına ve denize bakan yerlere yapılmıştır. Elli kadar olan bu evlerin damları toprak örtülüdür. Kalenin dizdarı ve 185 kale muhafızı erler bu evlerde otururlardı. Dört köşeli kalesi safi taştan yapılmış çok güzel hoş âbâdır. Kale doğudan batıya doğru uzunca yapılmıştır. Uzunluğu yokuş aşağı hendek kenarınca 200, eni 150 adımdır.

Kalenin çepeçevre yüzölçümü 700 adımdır. Üç tarafı derin ve büyük hendektir. Lâkin batı tarafını teşkil eden kayaları deniz dövdüğü için burada hendek yoktur. Kalenin kıbleye bakan çok sağlam demir kapısı varoşa açılır. Kapı önünde hendeğin üstünde zemberekli bir asma köprüsü vardır. Bu kapıdan sonra içeride bir kat demir kapı daha vardır. İç Kaleye iki kapıdan girilmiş olur. İkinci kapı kuzeye açılır. Bu kapının üzerinde Sultan Beyazıt Velinin fevkâni camii vardır. Venedik gemileri buraya gelmiş, kaleyi boş bulmuş ve işgal etmişlerdi. Kalenin demir kapılarını camiinin altın âlemlerini almışlar ve kaleyi yer yer yıkarak savuşup gitmişlerdi. Sonra padişahın fermanı ile Ak Mehmet Paşa Sakız Adası muhafızı iken bu çeşme kalesini tamir etmiş bir ak inci haline getirmiştir. Bu sırada camiyi esaslı bir şekilde tamir ettirmiş, altın âlemlerle süslemiştir. Kale kapılarını da 50 şer kantar ağırlığında yeniden demirden yaptırmıştır. Hendekleri 20 şer arşın derinleştirmek sureti ile temizlettirmiştir. Kalenin deniz tarafına bakan yerine iki büyük tabya yaparak her birine balyemez topu yerleştirmiştir. Mahzenlerini de binlerce kantar siyah barutla doldurmuştur.”
Çeşme’nin önemli tarihi miraslarından biri mezkûr Kale olup, okuduğum kaynaklardan öğrenebildiğim kadarı ile yapımı, tadili ve ihyası ile ilgili çeşitli bilgiler bulunmaktadır. Bu bilgilerden, 14. Yüzyılda Cenevizliler tarafından yapıldığı, Osmanlı Padişahı II. Beyazıt tarafından 1508 yılında önemli ekler yaptırılarak bugünkü haline getirildiği, 18. Yüzyılda ciddi bir şekilde restore edildiği şeklinde kale tarihine yönelik olanların, sanki daha makul olduğu söylenebilir. Ve maalesef her tarihi eserin başına gelen burada da tekerrür etmektedir, süreç içerisinde, gerek yapılan ekler, gerekse de restorasyonlarda, antik yerleşimlerin taşlarının kullanılmış olduğu rivayet edilmektedir, diğer yerler ve uygulamalara da bakınca bu durum akla fazla da aykırı gelmemektedir.

1965 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Kale içerisinde, sergilenen eserlerin çok büyük çoğunluğu İstanbul Topkapı Sarayından getirilen, kılıçlar, kalkanlar, miğferler, zırhlar, kolçaklar ve dizceklerden oluşan bir müze haline getirilmiş iken, bugün ruhuna daha uygun düştüğü düşünülen 12 İyon Kentinden biri olan civardaki Erythrai (Ildırı) antik kentinden getirilen buluntularla arkeoloji müzesine dönüşmüştür. İlaveten düzenlenen Osmanlı-Rus Savaşı bölümünde ise haritalar, savaşı anlatan kitaplar, afişler, bayraklar, madalyalar, sikkelerden ağırlıklı oluşan bir koleksiyon bulunmaktadır.

Bilindiği üzere, korunaksız bulunan sahillerde yerleşim yerlerinin kurulması, ani korsan saldırı ve baskınlarına hedef olmamak adına tercih edilmeyen bir durumdur ama geçmişte kaldı tüm bunlar şimdi leb-i derya tercihimiz olmuştur. Bu nedenle en eski Çeşme yerleşim yeri, “Çeşme Köy” Limandan yaklaşık 3 km ötededir. Çeşme limanının, donanmanın iaşe temini ve güvenli beklemesi adına çok uygun olması nedeni ile bir Kale ile tahkim edilmesi ilk planlayıcıları tarafından gerçekleştirilmiştir. Çeşme Limanı Kale ile birlikte Kale sahiplerinin kim olduğuna bağlı olarak aynı tarafa güvenli bir askeri liman hizmeti vermektedir artık. Yakınlarında yerleşim ve konaklama mekânları da gelişmektedir… Buraya kadar yazılanları hemen herkes Kale ile ilgili tanıtımlarda bulabilmektedir.

 “Çeşme Müzik Yarışmalarının” meşhur olduğu dönemlerde, yarışmalara ev sahipliği yapmıştır mezkûr Kale… Hatta tarihi eserlerin bu hoyratça kullanımı o kadar ileri gitmiş idi ki, Çeşme Kalesi bir dönem restoran olarak bile kullanılmıştır. Eeee tabii ki, dönemde, tarihine, geçmişine ve değerlerine çok önem verdiğini söyleyenlerin dönemi idi ya, para kokusu var ise bir yerde bu değerlerin hiçbir önemi yoktur uygulamasını gözümüzün içine soka soka gerçekleştirdiler. Söz konusu ticaret ise her yol mubahtır…

Şu andaki giriş kapısının açıldığı avlu, çocukluğumuzda zaman zaman futbol oynamak için kullandığımız bir alan idi, ne güzel idi, saha sınırları duvarlardan oluşmuş doğal bir yapı, duvarların yüksekliğinden topun kaçması mümkün değildi, zemin özellikle baharda çim idi, en önemlisi de, hafiye gibi dolaşıp futbol oynayan çocukları görüp hafta başında okulda sorgusuz sualsiz, “eşek sudan gelene kadar döven” Çeşme Ortaokulu Müdür Yardımcısı Ahmet Uğur’a yakalanmadan top oynamak idi.

Dönemin Kale görevlisi Hacı İbrahim abimiz (İbrahim Özbay), mesai saatleri içinde sürekli olarak, şu anda sergi salonu olarak kullanılan Ceneviz Kulesinin alt kısmındaki kapının önünde, sandalyede oturur idi… Bizde yeni yetmeler olarak giderdik abimizin yanına, onun iyi niyetinden ve hoşgörüsünden faydalanarak, gelen yabancı turistlere Kale içinde gezmelerine, bildiğimiz ve hatta her gün geliştirdiğimiz İngilizcemiz ile rehberlik eder, turistlerden veren olursa ki, hemen hemen hepsi verirdi aldığımız bahşişler ile de, bahşişin miktarına bağlı olmak kaydıyla rakı ya da şarap ve Birinci ya da Bafra sigarası satın alırdık. Bunu da matah bir şey zannederdik. O tarihte, alkolü ben yasakladım, sigara içmeyin diyen büyüklerimiz yoktu ne de olsa…